Osmanlı Devleti'nin ilmiye teşkilâtı, şimdiye kadar muhtelif cihetlerden tedkîk mevzuu edilmiş ve konuyla ilgili olarak çeşitli yayınlar yapılmış bulunmasına[1] bu hususta bazen ilmi kriterleri aşarak sübjektif duyguların da işe karışması yüzünden lehte ve aleyhte birtakım görüşler ileri sürülmesine rağmen, altı yüzyılı mütecaviz târihî geçmişi bulunan böyle bir teşkilatın, hala incelenmeyi ve araştırılmayı bekleyen pek çok karanlık veya yeterince aydınlanmamış yönü bulunmaktadır. Binaenaleyh, bu tür meselelerin tamamım böyle bir yazıda ele almak mümkün olmadığı için, burada daha ziyade tek bir konu üzerinde durmak istiyoruz: Bilhassa XVI. yüzyılın ikinci yansından itibaren gittikçe artan bir şekilde ortaya çıkan payeler ve bu çıkışın arkasında yatan siyâsî, sosyal ve kültürel amiller.
Paye nedir, bu kelime ile neyi kastediyoruz? Şemseddin Sami merhumun lügatinde söz konusu kelimeye: “1. rütbe, mertebe, câh ve mansib derecesi. 2. tarik-i ilmi ashabına verilen rütbe'' karşılığı verilmiştir. Ancak -kelimenin bu manaları da bulunmakla birlikte- bizim burada sözünü ettiğimiz paye, bu manaların birazcık dışında mütalaa edilmesi gereken bir konuyla ilgilidir. Görünüşe göre, bu manalardan İkincisi, kelimenin bizzat ifade ettiği bir husus olmayıp, XVII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ve bizim aşağıda ele alacağımız konu çerçevesinde kelimeye sonradan yüklenmiş olmalıdır. Hemen belirtelim ki, incelenmek istenen konu, görünüş itibariyle, üzerinde durulan kelimenin -sonradan yüklenmiş bile olsa- mana sınırları içerisinde cereyan etmekle beraber, biz burada esas olarak bu cereyan tarzının arkasında yatan sosyal ve siyasî hadiseyi; bu hadiseyi doğuran, besleyen ve asırlarca yaşamasına imkân hazırlayan sâikleri anlamaya çalışacağız.
Gerçekten, aşağıda görüleceği üzere, ortada, birtakım ilmiye tarîki ashabına birtakım rütbelerin verilmesi hadisesi bulunmaktadır; öte yandan bu rütbe vermelerde Osmanlı ilmiye, adliye ve hukûk düzeni içerisinde -şeklen- bir kanunsuzluk da söz konusu değildir. Binâenaleyh, bu konuda resmî muâmelâtın nasıl yürütüldüğü ve bunun kanun nezdindeki durumu üzerinde durmayacağız. Ancak bize öyle geliyor ki, kitâba uygun bu uygulamanın ardında, üzerinde ciddî bir şekilde durulması, tedkîk edilmesi ve manalandırılması gereken; dahası, varlığı bugüne kadar ulaşan bir mantık ve anlayış yatmaktadır. Bu anlayış, bize göre, kestirmeden tarif etmek gerekirse, işe göre adam bulmak değil, adam için iş veya kazanç kapısı bulmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu anlayışın Osmanlı siyâsî, idâri ve hukûkî mekanizmaları ile adliye, ilmiye ve maarif teşkilatlarında cereyan eden o kadar bol örneği vardır ki, manzara bir bakıma herkes tarafından kanıksanmış gibidir; dolayısıyla ciddî manada hiç de rahatsızlık duyulmaz. Bu sebeple de söz konusu müesseseler üzerinde çalışanlar tarafından, ekseriyetle basit bir terfi’ ve tasvir konusu olarak görülüp geçilir. Meselâ, Osmanlı ilmiye teşkilatı üzerinde - fazla yoruma girmeden- ilk defa derli toplu bilgi veren merhûm Uzunçarşılı, bizim burada sözünü ettiğimiz ve bir sağlıklılık belirtisi olarak göremediğimiz konuyu, daha ziyade müderrislerin terfî’ileri çerçevesinde kısaca tasvir etmekle yetinmektedir[2].
Bu zarûrî açıklamalardan sonra, meselenin tarihî seyrine geçebiliriz.
Osmanlı Devleti, bilindiği gibi, tarih sahnesine dağılmakta olan Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans karşısındaki batı sınırlarında, Söğüt ve çevresinde küçük bir Uç Beyliği olarak çıkmıştı. Bu küçük beyliğin istikbâlde dünya siyasetinde oynayacağı rol hususunda, eminiz ki, onun başında bulunanlar da fazla bir şey bilmiyorlardı. Ancak, o sırada Anadolu’da bulunan diğer Türkmen beyliklerinin aksine, çevresi kendisi gibi Türk ve Müslüman beyliklerle çevrili olmayan ve batısında aleyhinde genişleyebileceği zayıf ve küfr diyârı bir Bizans bulunan Osmanlı Beyliği, bu coğrafî, siyasî ve konjonktürel avantajları kullanmasını iyi bildi. Bizans’a yönelik olarak devreye soktuğu gazâ ideolojisi ile bir taraftan idaresi altındaki toprakların sınırlarını genişletirken, diğer taraftan öteki Türkmen beyliklerinin insanları nazarında cihâd faaliyetleriyle kazandığı gâzîler topluluğu kimliği ile, bir câzibe merkezi haline geldi. Böylece, Osman Bey’in beyliğin başına geçişinden kısa bir süre sonra, diğer bir deyişle yarım yüzyılı bile bulmayan bir zaman zarfında -Bursa ve İznik gibi büyük ve ehemmiyetli şehirlerin de ele geçirilmesiyle-, bu küçük beylik hızla devlet olma yoluna girdi.
Bu küçük beyliğin sınırlan içerisinde başlangıçta bir tane bile medrese bulunmuyordu. 1330 (731)’da İznik’te kurulan ve İznik Orhâniyesi adıyla da anılacak olan ilk Osmanlı medresesinin[3] kuruluşuna kadar, Osmanlı Beyliği’nde eğitim ve öğretim faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğüne dair elimizde bugün için hemen hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak pek muhtemeldir ki, Anadolu’nun ve İslâm dünyasının medrese bulunmayan diğer yerleşim yerlerinde olduğu gibi, Osmanlı Beyliği topraklarında da, bu hususta câmi ve mescidler mühim bir rol oynuyorlar, hem ibâdet ve hem de -küçük ölçekli de olsa- eğitim ve öğretim mahalli olarak hizmet veriyorlardı. Gerek kaza ve gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyulan yetişmiş elemanlar ise, pek tabiî olarak, Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas, vs. gibi birer kültür merkezi durumundaki eski büyük Selçuklu şehirlerinde yetişen, fakat buralarda siyasî ve sosyal istikrârın bozulmasıyla huzuru kaçtığı için sığınabileceği emniyetli yerler arayan, bu sebeple Osmanlı topraklarını bir melce’ ve me’men olarak gören insanlar tarafından karşılanıyordu.
Beyliğin, sınırlarını genişleterek hızla büyümeye ve bir devlet haline gelmeye başlaması neticesinde bu dış kaynakların yetersiz kalması ve bundan böyle dışarıdan gelecek insanlarla ihtiyacın karşılanamayacağının anlaşılması iledir ki, ilk defa İznik’te olmak üzere, Osmanlı topraklarında bizzat Osmanlı medreseleri kurulmaya başlandı. Bursa ve Edirne gibi aynı zamanda yeni devlete pâyitaht olan büyük şehirlerde, bizzat sultanlar tarafından peş- peşe medreseler kuruldu [4].
Osmanlı Devleti'nin ilk bir buçuk asırlık târihi içerisinde, diğer bir deyişle İstanbul’un fethine kadar olan zaman zarfında kurulan medreselerin en önde gelenleri, aynı zamanda bir süre devlete başkentlik de etmiş bulunan İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde ortaya çıkmışa. Bu şehirlerde kurulan ve kendilerine itibar olunan medreselerin hemen hepsinin sultanlar veya devletin önde gelenleri tarafından te’sîs edilmiş olmaları, bunların derecelerini olduğu kadar eğitim ve öğretim politikalarını da doğrudan etkilemiştir. Bu durum eşyanın tabiatine de uygundu. Zîrâ, önde gelen bütün devlet adamları ve müesseseleri başkentte bulunuyordu; dolayısıyla beylikten devlete dönüşmekte olan ve gün geçtikçe daha merkeziyetçi bir yönetim anlayışının hâkim olmaya başladığı bir siyasi mekanizma içerisinde yetişen insanların ikbâl ve istikbâl ümitleri, ancak buralarda -ellerinde devlet imkânları bulunanlara hizmet ve sadâkat arzının doğrudan ve kolayca yapılabileceği başkentlerde- gerçekleşme imkânı bulabilirdi.
Gerçekten, bu siyasî yapı medreselerin itibar kazanmalarında veya kaybetmelerinde o kadar etkiliydi ki, bir süre başkentlik eden bir şehirdeki medreseler, istikbâlini devlet kapısında ve dolayısıyla ilmiye tarîkinde görenlerin koşuştukları câzibe merkezleri olurken, başkentin değişmesi ve yeni başkentte yeni medreselerin açılması ile, eski başkentin itibarlı medreseleri otomatik olarak itibar kaybına uğramakta ve ikinci sıraya düşmekte idiler. Nitekim, önceleri İznik medresesi önde gelen Osmanlı medresesi iken, Bursa’nın alınması ve burada yeni medreselerin kurulması ile bu önceliğini Bursa medreselerine kaptıracak; Edirne’nin başkent olması ve burada yeni medreselerin açılması ile aynı şey Bursa medreselerinin başına gelecekti. İstanbul’un fethinin ardından, bu nihâî ve daimî başkentte kurulan yeni medreseler ise, bundan böyle Edirne’deki medreseleri geri plâna itecektir.
İstanbul’un fethini müteâkıp Osmanlı Devleti'nin cihân-şümûl bir imparatorluk hâline geldiği; fethin ardından Fâtih Sultan Mehmed’in önderliğinde siyasî, içtimaî, İktisadî, askerî, adlî-hukukî sahalarda ve bilhassa maarif alanında girişilen yeni düzenlemelerle beylikten devlete ve devletten imparatorluğa giden yolun ehemmiyetli ölçüde tamamlandığı bugün herkes tarafından kabili edilen tarihi bir vâkıadır[5]. Fatih, devlet teşkilâtını yeniden tanzim cümlesinden olmak üzere, medrese teşkilâtını da gözden geçirtmiş ve bu sırada mevcut medreseler kendi aralarında bir tasnife ve derecelendiril- meye tabi tutulmuştu: Buna göre, en alt seviyede Yirmili (müderrislerine günlük 20 akçe ücret ödenen) medreseler bulunuyor, onların üzerlerinde sırasıyla Yirmi-beşli (müderrislerine günlük 25 akçe ödenen medreseler). Otuzlu (müderrislerine günlük 30 akçe ödenen medreseler), Kırklı (müderrislerine günlük 40 akçe ücret ödenen medreseler) ve Ellili (müderrislerine günlük 50 akçe ücret ödenen medreseler) medreseler yer alıyordu[6]. Ellili medreseler kendi aralarında Hâriç ve Dâhil olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Bunlardan Hâriç medreseleri, umumiyetle devlet erkânı tarafından kurulmuş bulunan medreseler idi. Dâhil medreseleri ise, daha ziyade Osmanlı padişahlarıyla şehzadeler, valide sultanlar, hanim sultanlar ve padişah kızları tarafından kurulmuş medreselerdi. Fatih’in Teşkilat Kanunnâmesine göre, bu medrese derecelenmesinin en üstünde, kendisi de bir Dâhil medresesi olan Sahn medreseleri (=medâris-i ‘âliye) yer alıyordu[7]. Fatih döneminde yegâne Altmışlı medrese, Ayasofya medresesi idi[8]. Ancak, Ayasofya medresesinin Altmışlı medrese oluşu mutlak ve değişmez değildi; meselâ bu medreseye müderris tâyin edilen ünlü Türkistanlı Âlim Ali Kuşçu'ya Fâtih tarafından günlük 200 akçe ücret tahsis olunmuştu[9] .
Osmanlı medreselerinin bu şekildeki tasnifi ve itibar derecelenmeleri XVI. yüzyılın ikinci yansına, yani Süleymâniye medreselerinin kuruluşuna kadar olduğu gibi devam etti. Süleymâniye medreselerinin kurulması ve bu medreselerin bânisinin zamanın hükümdarı olması hasebiyle, önceki dönemlerde İnşa olunmuş bulunan medreseler, ister istemez bir itibar kaybına uğradılar; bu arada Sahn medreseleri de eski üstünlüklerini bir ölçüde kaybettiler [10]. Uygulamadaki yerlerini korumalarına ve eğitim Maliyetlerini devam ettirmelerine rağmen, XVI. yüzyılın ikinci yansından sonraki medrese tasnifinde, Kırklı medreseler de dahil, dereceleri düşük görülen medreseler ekseriyede yer almazlar. Bu yeni tasnife göre, medreseler esâs olarak İbtidâ-i Hâriç, Hareket-i Hâriç, İbtidâ-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Mûsıla-i Sahn, Sahn-ı Semân, İbtidâ-i Altmışlı, Hareket Altmışlı, Mûsıla-i Süleymâniye, Süleymâniye, Hâmise-i Süleymâniye, Dâru’l-hadîs (-i Süleymâniye) olmak üzere 12 sınıfa ayrılmıştı ki, bu tasnif XIX. yüzyılın sonlarına kadar devâm edecektir[11].
XVI. yüzyılın ikinci yansından itibaren ortaya çıkan yeni medrese tasnifi ve derecelenmesi, aynı zamanda medrese sayısının ve buralarda ders veren ulemanın artması ile de yakından ilgilidir. Aşağıda kısaca hulasa olunacak olan mülahazalar, medreseleri sıkı bir denetim altında bulundurma ihtiyacı hisseden devleti, yeni arayışlara itecek ve böylece ilmiye tarîki ile ilgili olarak o zamana kadar pek görülmeyen yeni uygulamalar ortaya çıkacaktır. Bu uygulamaların en dikkati çeken husûsiyeti, müderrislerin hareketleri[12] esnasında terfi’ imkânının bulunmadığı bir sırada devreye sokulmuş olmasıdır[13]. Böylece, mesela Sahn müderrisliğine gelmesi arzûlanan birisine, Sahn medreselerinde münhal kadro bulunmaması durumunda, Sahn dışındaki bir medresenin hükmen Sahn farz edilerek tevcih olunması yoluna gidilmiştir. Artık, ilmiye sınıfına mensup kişilerin yükselebilmesi veya yükseltilebilmesi için üst medreselerde münhal kadroların ortaya çıkmasına gerek kalmıyordu. Bu uygulama, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren gittikçe artan bir şekilde, medrese tabakalanması içerisindeki bütün kategorilere teşmil olundu. Müderrislerin yükselmelerine veya yükseltilmelerine lüzum görüldüğünde, bulunduğu medresenin seviyesi düşük bile olsa, burası hükmen bir üst basamak medreseden sayılmak suretiyle ihtiyaç karşılanmaya başlandı[14]. Ancak, hemen belirtelim ki, aşağıda da ifade olunacağı üzere, bu durum, böyle bir medreseye tâyin edilen müderrisin burada bulunduğu süre için geçerli olacak ve müderris başka bir yere tâyin olunduğu takdirde, söz konusu medrese eski statüsüne döndürülecektir; dolayısıyla bu tür medreselerin statülerinin yükseltilmeleri, müderrislerin şahısları ile doğrudan ilgilidir. Fakat, bu durumun XVIII. yüzyılın onlarına doğru, şahısları da aşarak kalıcı bir mahiyet arz ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim, yazımızın onunda yer alan III numaralı ekteki “Medâris-İ Mûsıla-i Sahn, der-Burûsa” ibaresi, “Bursa'daki Mûsıla-i Sahn medreseleri” mânâsına geliyor: oysa Bursa'da gerçek manada Mûsıla-i Sahn medreseleri bulunmamakta idi. Orijinal manada Mûsıla-i Sahn medreseleri ise, Fatih'in İstanbul'daki meşhûr kulliyesinin bünyesinde yer alan medreselerin ikinci grubunu, Semaniye (Sahn-, Seman) medreselerine talebe hazırlayan Tetimme medreselerini ifade ediyordu; esasen Mûsıla-1 Sahn’ in m an asi da (Sahn'a ulaştıran, götüren) bunu göstermektedir.
Yukarıda, bu tür uygulamalara, müteakip yüzyıllardaki kadar yaygın olmamakla birlikte, daha XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren rastlandığını söylemiştik. Bu cümleden olmak üzere, 983 (I575)'te Edirne Halebiye medresesi müderrisi olan Mevlana Ya'kûb (ölm. 1002/ 1593), bir süre sonra yerinde “pâye-i Sahn İ'tibâr” olunmuştu[15]. Trablus-Şam kadılığına kadar yükselen Mevlana Abdü'l-hamîd (ölm. 998/1589-90), 993 (I585)'te üç Şerefeli medresesi müderrisi iken once yerinde “Sahn-1 hükmî” kılınmış ve sonra da Edirne Bayezidiyyesi müderrisi olmuştu[16]. Salıncak lakaplı Mevlana Rıdvan Efendi (olm. 1015/1606), 1588 (996)'de Kalenderhane medresesi müderrisi iken, “Sahn-, hükmî" ile yerinde bırakılmıştı[17]. Mevlana Mustafa Efendi (olm. 1016/1607), 1004 (I595)'te Manisa'da Hatuniyye medresesi müderrisi iken "pâye-i Sahn i'tibârı he Dâhil rütbesine nâ’il” olmuştu[18]. Mevlana İbrahim Efendi (ölm. 1020/1611), 1003 (1594-95)'te Üsküdar Mehmed Paşa medresesine tayin edilmiş ve daha sonra aynı yerde “pâye-i Sahnhe terfih” olunmuştu[19]. Keza, Mevlana Tâcü’ddîn (ölm. 1020/1611) de 1017 (16O8)’de Bursa Molla Yeğen medresesinde müderris iken, ayni şekilde, yerinde “pâye-i Sahn'a” terfi' olunmuştu [20]. Keza, 1024 (I615)'te “Sinân Paşa Dâru’l-hadîs¡ pâye-i Sahn olup” Mevlana Abdü'l-bâkî (ölm. 1031/1622)'ye verilmişti[21]. “.Kadade dimekle meşhûr” Mevlana Mehmed Efendi (ölm. 1040/1630-31), 1623 (lO33)'te ffâric medreseleri arasında bulunan Mahmûd Paşa medresesine “pâye-i Sahn İtibârı ile” müderris tayin edilmişti: diğer bir deyişle,Mahmûd Paşa medresesi Hâriç iken bu tâyinle Dahil oluvermişti[22]. Bu tür yüzlerce örnek vermek mümkündür.
XVII. yüzyılın başından itibaren bu tür uygulamaların hızla arttığı görülmektedir; bununla birlikte, yüzyılın ilk yansına ait örnekler[23] aynı yüzyılın ikinci yansına ait örneklere nisbetle biraz daha azdır. XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonraki örnekler ise, bütün medrese derecelerine teşmil edilebilecek kadar çoğalmakta[24]ve gitgide medrese derecelenmeleri ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz tasnif alt-üst olmaktadır. XVI. yüzyılda Hâriç medreselerinden olan medreselerin, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sık sık hükmen Sahn, İbtidâ-i Altmışlı, Mûsıla-i Süleymâniye sayılmak suretiyle kendilerine müderris tâyin edilmesi ve böylece medreselerin bile klasik pozisyonlarından iki üç basamak yukarı çıkarılması, bu durumun en açık göstergeleri ve artık sıradan işlerdendir. Bu sıradan işlerden birisi de, derecesi yükseltilen bir medresenin, kendisine tâyin edilen müderrisin ya başka bir medreseye veya kazaya çıkması ile çoğunlukla derecesinin tekrar eski haline döndürülmesi, diğer bir deyişle rütbesinin tenzil edilmesidir[25]. Böyle bir uygulama bize, yapılan tâyin muamelelerinin aslında gayr-i tabiî olduğunu; tâyini gerçekleştirenlerin de bunu bildiklerini, söz konusu yükseltmenin sadece tâyin edilen müderrisi taltif ve tatmin gayesini güttüğünü göstermektedir. Dolayısıyla bu durumu, başka bir ifade ile “işe adam bulma” değil, “adama iş bulma” olarak görüp değerlendirmek de mümkündür. Öte yandan, söz konusu uygulamaların -kanunî altyapısı hazırlanmış olsa bile-, başlangıçta hatırı sayılır veya ilmiye tarîki içinde belirli bir mevki’e gelmiş kişilerle ilgili olarak ortaya çıkması da bunu ortaya koyuyor. Esasen, bu uygulamanın dikkatimizi çekmesi ve bu çalışmaya konu teşkil etmesi de buradan kaynaklanmaktadır. Yüzlerce örnek arasından rastgele seçilen ve aşağıda suretleri verilecek olan değişik dönemlere ait dört vesîka, bu uygulamanın XX. yüzyılın başına kadar hiçbir değişikliğe uğramadan sürdüğünü ortaya koyuyor (bkz. Ek I-IV).
Medreselerde karşılaşılan bu uygulamanın bir benzerini, daha doğrusu uzantısını kadılıklara tâyin konusunda da görüyoruz. Söz konusu uygulamanın medreselerde ortaya çıkmasıyla adliye ve kaza teşkilatında tatbik sahası bulmaya başlamasında görülen zaman paralelliği, bir taraftan umûmî Osmanlı tökezlemesinin başladığı döneme rastlaması, diğer taraftan eğitim-öğretim ve kaza faaliyetlerinin bir bütün olarak ilmiye teşkilatı içerisinde yer alması dolayısıyla, tabiî görülmelidir. Hakîkaten, terfî’ler ister tabiî yollardan hareketle ve isterse “paye”ler kazanmak sûretiyle olsun, medreseler ve adliye/ kaza teşkilatı, aynı yolun üzerindeki menziller gibidir. Adliye mekanizması içerisinde rol ve vazife alacak olanların, esas olarak bir takım medrese kademelerini geçerek bulundukları yerlere ulaşabilmeleri keyfiyeti, “pâye”li tâyinlerin medreselerde ortaya çıkışıyla, kadılıklarda ortaya çıkışı arasındaki çakışmayı anlaşılır kılmaktadır.
Bu bakımdan, “pâye”li tâyinler medreselerde nasıl XVI. yüzyılın ikinci yarısından ve bilhassa bu yüzyılın sonlarından itibaren tatbik sahasına çıkıyorsa, aynı tür tâyinlerin kaza teşkilatında ortaya çıkması ve gitgide yaygın bir uygulama halini alması da aynı zaman dilimine tesadüf etmektedir. XVII. yüzyılın başlarında tek-tük karşımıza çıkan “paye ”1 i kadı tâyinleri, yüzyılın ortalarına doğru hızlanmakta, XVIII. asırda ise umûmî bir uygulama haline dönüşmektedir. Bunda, Osmanlı fetihlerinin artık durmasının ve medreselerdeki mûtad hizmet sürelerini veya kademelerini geçerek kadı olmak isteyenlerin gelebilecekleri mevki’lerin yetersiz hale gelmesinin de büyük rolü olsa gerektir. Kadılıkların sayıları sınırlı, kadı olmak isteyenlerin sayılarının ise fazla olması, taliplerin ya bulundukları mevki’de bir üst kadılığın pâyesini almalarına veya daha müderrisken, hiç kadı olmadan kadılık pâyesi edinmelerine yol açmıştır[26]. XVII. ve XVIII. yüzyıllar boyunca bu tür örneklere bol bol rastlamak mümkündür. Önceleri, sadece tekâ’üd muâmelelerinde rastlanan bu “paye” tevcihleri, bilahare bilfiil aktif vazifeler haline dönüşmüştür[27]. Mesela, ünlü tarihçi Şeyhülislam Hoca Sa’dü’ddîn Efendi’nin oğlu Şeyhülislâm Es'ad Efendi (ölm. 1034/1624-25), daha sonra yeniden aktif vazife alacak olmakla birlikte, 1004 (1595-96)'te Edirne kadısı bulunduğu bir sırada “Anadolu Sadâreti payesi" ile mutekaid olmuştu[28]. Bazı medreselerde müderris olarak çalıştıktan sonra 1017 (1608)'de Sahn müderrisliğine ulaşan Mevlana Musühü'd-dîn (ölm. 1020/1611) adil bir başkası, 1018 (16O9)'de “Kudüs-i şerif payesiyle vazife-i teka'üd” edinmişti[29]. Mevlana Kasım (ölm. 1034/162425) adil başka bir müderris ise, 1025 (I616)'te “Emir Ali Efendi mahlülünden” nakîbü'-eşrâflığa getirilmiş, bu vazifede iken kendisine “Mekke-i Mükerreme (kadılığı) payesi” ikram edilmiş, daha sonra da “İstanbul kazâsı, i'tibârı ile ihtiram" olunmuştu[30]. Keza, Mevlana Abdü'l-latîf (olm. 1036/162627) isimli bir başkası, 1034 (I624)'te “İzmir (kadılığı) pâyesiyle tek'a üd”e ayrılmıştı[31]. Bu tür paye tevcihlerini birer ikram olarak görmek de mümkündür ve bu ikramları, sırf emekli olan kişilere sıkıntısız bir hayat te’mini arzusu ile te'lîf etmek de kanaatimizce pek tatmin edici gözükmemektedir.
ilmiye zümresine mensup hatırlı kişileri taltif etmek de dahil, aşağıda gözden geçirilecek olan başka bir takım mülahazalarla, biri "paye” olmak üzere iki vazifenin bir kişinin uhdesine verildiği çok sayıda örneğe rastlanmaktadır: Çeşitli medreselerde bulunduktan sonra Sahn'a ulaşan, bilahare Edime kadısı olan Seyrek-zade Seyyid Yunus Efendi (ölm. 1062/1652), 1057 (1647) yılında “Anadolu kazaskerliği payesi zamimesiyle Nakîbü’l-eşrâf" olmuş, bilahare ayni vazifede i iten kendisine Rûmeli kazaskerliği payesi ihsân olunmuştu[32]. “Vükelâ-yı devlete mufevvaz ve muhtas olan umura müdâhale” ettiği ithamıyla îdâm olunan eski Sahn müderrislerinden Şâmi Nu'mân Efendi (olm. 1069/1658-59), 1059 (1649)’da “Kudüs pâyesi zamimesiyle” Kayseri kadısı tayin edilmişti[33]. Bostan-zade Ebûbekir Efendi (ölm. 1083/1672), 1080 (1669-70)'de “Kudüs pâyesi” ile Eyüp kadısı olmuştu[34].
Yukarıdan beri verilen örnekler ve bu uygulamaların XVI. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkarak gittikçe artan bir şekilde yaygınlaşması ne manaya gelmektedir?
Bize göre, bu tür uygulamaları, sadece eğitim öğretim müesseseleri etrafında olup biten basit hadiseler, sıradan uygulamalar ve sırf müderrisleri gönüllemek İçin başvurulan mûtad terfi' vasıtaları olarak görmek pek mümkün değildir’. Bu tür uygulamaların böyle bir değerlendirmenin çok ötesinde manaları olması gerekir. Nedir bu manalar? Bu konuda, bir takım tahminlerin ötesinde, şimdilik kesin verilere sahip değiliz. Bu sebeple, aşağıdaki değerlendirmeler ve mütalaalar, burada tanışılan meseleyi anlamaya yönelik düşünce eğsersizleri olarak da görülebilir:
Burada tartışılmakta olan uygulamanın ortaya çıkış dönemi ile, Osmanlı Devleti'nin içtimaî, iktisadi siyasi ve askeri durumunda görülen sarsıntıların aynı döneme rastlaması tesadüfi olmamalıdır. Bu dönem, belirtildiği üzere XVI. yüzyılın sonlan ile XVII. yüzyılın başlandır. Dönemin belirtilen yönlerden hususiyetlerine ana iratlarıyla baktığımızda şunları görürüz: Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılın ortalarından itibaren hissedilir bir durgunluk İçine girmiştir. Yüzyılın sonlarına kadar askeri sahada birtakım başarılar elde edilmişse de, bunlar katlanılan külfetleri karşılayacak ölçüde getirisi olmayan, bilakis yoğun kaynak sarfım gerektiren başarılardır, ihtiyaç duyulan bu kaynakların halktan toplanması gerekmektedir; bu ise dalla fazla vergi toplanması manasına gelir. Oysa, gelir kaynaklan belli ve sabit, hatta gitgide azalmakta olan ve ekseriyetle tarımla uğraşalı Osmanlı tebeasının üzerine yüklenecek ilave her bir akçelik vergi yükü, onun daha da huzursuz olmasına ve bu da sosyal kargaşalara yol açacaktır. Zaten, yüzyılın ortalarında, kendisini şehzade mücadeleleri sırasında açığa vuran bu huzursuzluklar, zirai ekonomiyi çoktan sarsıntıya uğratmıştır[35]. Patlak veren isyanlarla eğitim müesseseleri bile tam bir çıkmaz ve anarşi içine yuvarlanmış durumdadır[36].
XVI. yüzyılın sonlarında ve bilhassa XVII. yüzyılın ilk onlu yıllarında yaşanan ve Osmanlı literatüründe “büyük kaçgun” olarak nitelendirilen göç hareketlerine de zemin hazırlayan bu tür huzursuzluklar, devleti, kullanabileceği her vesileyi azamî nisbette değerlendirmeye yöneltecektir. Öncelikle devletin, yönetimi altındaki insanları kontrol ve denetim altında tutması lazımdır. Bu ihtiyaç göz önünde bulundurulduğunda, eskiden beri İslâm toplulukları üzerinde fevkalade nüfûzu bulunan ulemanın, bu hususta son derece mühim rol oynayacağı da anlaşılacaktır. Esasen, Osmanlı Devleti'nde başlangıçtan beri bu yönde bir gelişme görülmekle birlikte, bilhassa XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra, ulemanın devlet işleriyle doğrudan alâkadar olmaya ve siyasi çekişmelerde bilhassa aktif rol oynamaya başladıkları; ülke içerisindeki umûmî itibarlarıyla mütenâsip olarak merkezî idâre nezdindeki nüfuzlarını daha da arttırdıkları görülmektedir[37]. Bu bakımdan, Osmanlı döneminden kalma ulemanın hal tercümelerini ihtiva eden (=biyografık nitelikli) eserlerde, söz konusu siyasî çekişmelerin ipuçları olabilecek pek çok veriye rastlanması bir tesadüf eseri değildir[38]. Böylesi bir durumda, ne pahasına olursa olsun ulemanın devletin yanında, onun eli altında ve gözetiminde tutulması; bir takım maddî menfaat ve imkânlarla bu zümrenin tatmîn edilmesi gerekecektir. Başkentte sık sık patlak veren Yeniçerilerin “kazan kaldırmaları ”nda, gerek devleti yönetenler ve gerekse isyancılar tarafından ulemanın desteğini elde etme ihtiyacı duyulması, Osmanlı tarihinde sık sık karşımıza çıkan bir vâkıadır. Dolayısıyla, yukarıda kısaca ele almış olduğumuz pâyeli tâyinlerin ardında, biz işte böyle bir zarûreti de görüyoruz. Hiç şüphe yok ki, fetihlerin durması yüzünden yeni toprakların elde edilememesi; kezâ medreselerin sayılarının ve dolayısıyla verdikleri me'zûn miktarlarının artması; buna bağlı olarak, yükselme arzusundaki ulemaya her zaman münhal kadro te'mîn edilememesi gibi amilleri de dikkate almak îcâb eder; ancak kanaatimizce bunların te'sirlerini tali ehemmiyette görmek gerekmektedir. Bu hususta asil belirleyici faktör olarak, ulemanın devlet karşısındaki pozisyonunu ve devletin ulemaya biçtiği rolün niteliğini görmek, bize daha isabetli gözükmektedir[39].
Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan başlamak üzere, bu karşılıklı ilişki mekanizmasının nasıl gelişip oluştuğunu ana hatlarıyla gözden geçirmek, konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
Osmanlı topraklarında medreselerin nasıl kurulmaya başladığını ve bu hususta zamanla nasıl bir yapı oluştuğunu, yukarıda gözden geçirmiştik. Bu konuda verilen bilgileri burada bir kez daha hatırlamakta fayda vardır.
Gerek ilk bir buçuk asırlık sure içerisinde ve gerekse İstanbul'un alınışının ardından kurulan büyük ve itibarlı medreselerin tamamının ya sultanlar veya devletin önde gelen diğer erkânı tarafından te'sîs edilmiş olmaları, yukarıda da işaret olunduğu gibi, bu müesseselerin eğitim-öğretim politikalarının belirlenmesinde ve kumcularının kendilerinden beklentilerinde son derece mühim bir rol oynarken, onların devlet karşısındaki pozisyonlarının tesbitinde de belirleyici olmuş ve teşekkül eden bu yapı, hemen hemen devletin inkırazına kadar ciddi bir değişikliğe uğramamıştır:
Medreselerin asli fonksiyonlarının devlete ihtiyaç duyduğu elemanları yetiştirmek olduğunu söylemek, hiç de aşırı bir yorum sayılamaz. Diğer bir deyişle, medreseler ve buralarda vazife alan ulema, öncelikle devlete hizmet sunmak İçin vardır; onun geleceğini te'minat altına alması gerekenlerden ve bu İşten fiilen mes'ûl olanlardan birisi de bunlardır. XVII. yüzyılın ünlü layi- hacısı Koçi Beğ, ulemanın başı durumundaki şeyhülislamlarla ilgili olarak şöyle der: “Mukaddema şeyhü’l-islâm olan kimesneler, menba'-i fazl u kemâl olduğundan gayri nâtık bi'1-hakk olup, pâdişâh-1 ‘âlem-penâlı hazretlerine dâ’imâ nush-ı remilden hali olmazlardı. Ve intizâm-ı din ü devlete sa'i,olup ahvâl-i ibâdu'llâh de mukayyedler idi[40].Bu durum sadece, şeyhülislamlar için değil, bütün ulemâ için geçerliydi. Nitekim, yine Koçi Beğ’e göre, fiilî hizmet dönemi bir tarafa, azledilmiş bile olsalar, onlar “bakıyye-i ‘ömrlerin 'ilm u ibâdet ile ve du‘â-i devlet-i pâdişâh-ı İslâm ile geçürürler idi ...[41]”Ve, varlıkları devlet ile kâimdi. Çünkü, medreselerden me’zûn olanlar -en alt seviyedeki bir câmi müezzininden en üst seviyedeki şeyhülislâma, kadar bütün ilmiye mensupları-, bir vesileyle devlet me’mûru idi. Ancak hemen belirtelim ki bu me’mûriyet, bugün anladığımız manada bir me’mûriyet değil, patri- monyal yönetim mantığının gerekli kıldığı ve hükümdârın, sâdık tebeasına lütf u ihsân ettiği bir me’mûriyetti. Bu me’mûrlar -halkla ilişkileri nasıl olursa olsun-, me’mûriyetleri hükümdarın bir lütfü ve ihsânı olduğu için, esasta hükümdarla onun tebeası durumundaki kideler arasında daha ziyade hükümdar lehine çalışan bir aracı mevki’inde bulunuyorlardı; dolayısıyla aynı zamanda bir devlet adamı idiler. Halkla devlet söz konusu olduğunda, önceliği tabiî olarak mensup oldukları tarafa, yani devlete vermek durumundaydılar. Çünkü, halka karşı değil, kendilerini me’mûr eden hükümdara karşı sorumlu idiler. Yetiştirildikleri müesseseler -medreseler- vakıf esprisi ile ayakta duran, ihtiyaçları vakıflar kanalıyla karşılanan kuruluşlar olsalar dahi, söz konusu vakıfların da hükümdarlar -devlet- tarafından tahsis edilmiş olması [42]diğer bir deyişle maişetlerini karşılayan İktisadî kaynakların hemen bütünüyle devletin kontrolü altında bulunması[43], kendilerine aynı zamanda tabiî bir minnet hissi ve mes’ûliyet duygusu yüklüyordu. Bu mes’ûliyet, onlara başka mükellefiyetler de tahmil ediyordu: Üzerlerinde büyük nüfûz te’sîs ettikleri kitleleri, mümkün mertebe kendi metbû’larının arzûları istikametinde yönlendirme; geniş kitleleri kontrol etme ve böylece hükümdarların yönetimlerini kolaylaştırma. Bu mükellefiyetler, yine devlet kademelerinde vazife alınarak yerine getirilir; ya bir câmi kürsüsünde ve minberinde vaaz edip hutbe okuyarak, ya bir medrese rahlesinde ders vererek, ya bir şehirde müftî olarak, ya bir kazanın kadılığında bulunularak veya başka bir şekilde bir hizmet yürütmek süreliyle îfâ olunabilirdi. Bu hizmetler sırasında takınılan tavırlar ne olursa olsun, ne ölçüde hakka ve adalete riayet edilirse edilsin, netice itibariyle değişen bir şey olmamaktaydı ve kendileri birer me’mûr olarak öncelikle hükümdara karşı sorumlu idiler.
Şunu da hemen ifade etmelidir ki, böylesi bir durumda söz konusu me’mûrlar hükümdara ve dolayısıyla devlete ne kadar bağımlı ve muhtaç iseler, aynı şekilde hükümdar ve dolayısıyla devlet de kendilerine o ölçüde bağımlı ve muhtaçü. Çünkü, hükmünün büyük bir kısmını ancak onlar kanalıyla yürütebilmekte; siyasî, askerî, adlî-kazâî ve dînî sahada ve hatta maarif alanında onlar eliyle iş görebilmekte idi; onlar aynı zamanda devletin -ve hükümdarın- gören gözü, işiten kulağı, düşünen aklı durumundaydılar.
Osmanlı siyasî, sosyal ve kültürel hayatını göz önüne getirdiğimizde, söz konusu me’mûrların eğitimlerini tamamladıktan sonra, devlet mekanizmaları ve mevki’leri dışında hizmet arz edebilecekleri ikinci bir cihetin olmadığını görürüz. Bu durum, devletle kendileri arasında kelimenin gerçek manasıyla bir bağımlılık meydana getirmiştir; bu sebeple de Osmanlının bürokrat - uleması kendisini devletten ve devlet kapısından uzakta asla düşünemezdi; onun velî-i ni’meti devlet, ekmek kapısı devlet, halk nezdinde gördüğü saygı ve itibarın kaynağı -belirli ölçüde- devletti; çünkü kendisi devletlü idi. O kadar devletlü idi ki, zaman içerisinde mûtad bir uygulama hâlini alan azil hâdiseleri veya uzunca bir süre bir vazifeye getirilmemek, onun için en büyük ısurap kaynağı hâline geliyordu. Yukarıda sözünü ettiğimiz biyografik nitelikli eserlerde, hayat hikâyeleri verilen şahsiyetlerle ilgili olarak sık sık 'azl acısını tatmadı’ türü ifadeler, bunun en açık delilidir. Meselâ, Sahn müderrislerinden Mevlânâ Mehmed (ölm. 995/1587)’den söz edilirken, “Ebu’s- su‘ûd Efendi-zâde Mehmed Çelebi’nün ¡‘âdesinden mülâzemede ser-efrâz ve rû-be-râh-ı menâzil-i nişîb ü firâz-ı devr ü dırâz olmağla Uzunca-ova merhalesinde çille-keş-i intizâr ve riyâzat-ı erba'în ile ümid-vâr-ı eltâf-ı Kird-gâr iken ...” ifadesinden, müderrisin Kırklı bir medreseye tâyin edilebilmek için beklerken ne kadar sıkıntı içerisinde kaldığını anlıyoruz[44]. Kezâ, Mevlânâ Ah- med (ölm. 1032/1622-23) adlı başka bir müderrisin hâl tercümesinde de benzer ifadelerle karşılaşıyoruz: “(Bin) yirmi bir Zi’l-ka‘desinde Menteş-zâde yerine Hançeriyye pâyesine terfi‘ kılındı. Yığirmi beş Ramazân’ında ‘azl olunup medrese-i mahlûle Abdu’r-rahmân Efendi’ye ihsân olundu. Nice zaman mümtehen ü mehân ser-gerdân-ı vâdî-i hırmân olup sınıf-ı ‘ulemâda dahil mecâlis ve mehâfilde hakir ü zelil... olmışidi[45].
Bu örnekleri çoğaltmak kolay olmakla birlikte, mesele bu değildir. Bizim altını çizmeye çalıştığımız husus, bu çift taraflı bağımlılığın, devletin ulemayı, ulemanın da devleti her zaman yanında görmek istediği sosyal ve siyasi bir ortam hazırlamış olmasıdır. Dolayısıyla, her hâlükârda, devletin ulemayı kendisine muhalif ve gayr-i memnun bir pozisyona itmemesi, ulemanın sürekli kontrol ve el-altında tutulması, onun zaman zaman hırçınlıklarına ve kaprislerine katlanılması, -muhalefete geçtiği takdirde devletin, diğer bir deyişle patrimonyal hâkimin başına açacağı gâileler düşünüldüğünde- lazım ve hatta elzemdi. Yukarıda işaret olunduğu üzere, XVII. asırdan itibaren sık sık karşılaşılan Yeniçeri ayaklanmalarında, ulemânın desteğinin ne kadar ehemmiyetli hale geldiği, devleti yönetenler tarafından da çok iyi biliniyordu. Öyleyse, her ne pahasına olursa olsun bu zümre, yöneticinin yanında ve hizmetinde tutulmalı ve onun halk üzerindeki etkisinden ve nüfuzundan faydalanılmak, bu sebeple kendisine birtakım tâvizlerin verilmesinden kaçınılmamalı idi... Bürokrat-tılemâ için de aynı şey söz konusu idi Diğer bir deyişle, o, devletten uzakta kaldığı, daha doğrusu devlete ait bir mevki’de bulunmadığı takdirde kendisini çıplak gibi hissetmekte, dolayısıyla nefsini onunla özdeşleştirmekte, kendisini onun sahibi olarak görmekte ve böylece istikbâlini onunla veya müesses nizâmı korumakla te’mînat altında tuttuğuna inanmaktaydı. Devletin hükümdarın mülkü olduğuna inanılan bir devirde, ulemanın münhasıran İlmî hakikatleri ön plânda tutmak, diğer bir deyişle sadece âlim ve aydın kimliği ile ortaya çıkmak yerine, bürokrat-tılemâ kimliğini kabûllenmek süreliyle daha ziyade dîn ü devlet maslahatını gözeten birisi olarak karşımıza çıkmasının mühim bir sebebi de bu olmalıdır.
Bütün bu mülahaza ve değerlendirmelerle, ne ulemanın devlete hizmet arzının ve ne de devletin ulemadan faydalanmasının yanlış olduğunu söylemek istiyoruz. Burada vurgulamak istediğimiz husus, Osmanlı tarihi boyunca, ulemanın fikren, ilmen, zihnen ve hattâ amelen devletin yönetim anlayışı ve mekanizmaları ile sıkı bir ilişki içerisinde bulunduğu, bir bakıma kendisini onunla özdeşleştirdiği ve böylece tipik bir bürokrat haline geldiğidir. Bu durum ilmen, fikren, zihnen müstakil ve kendi ayakları üzerinde duran; gerektiğinde birtakım aksaklıkları ciddî bir şekilde tenkîd edebilen aydın zümresinin yeterince yetişmemesinin de bir sebebi olarak görülebilir ki, aynı şey bııgün için de geçerlidir.
Binaenaleyh, bu tür değerlendirmeler bir ölçüde sübjektif gözükse bile, bize öyle geliyor ki, Osmanlı döneminde XVI. yüzyılın sonlarından itibaren görülmeye başlanan ve gitgide yaygınlık kazanan, gerek eğitim sahasında ve gerekse adliye mekanizmasında sık sık karşımıza çıkan pâyeli tâyinleri, bir de bu cihetten ele almak ve değerlendirmek faydalı olacaktır.
EKLER[*]
I
İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İbnü’l-emin, Tevcîhat, Nr. 1275:
“Afa ’rûz-ı dâ ‘ileridir ki,
“Sahn müderrisi Mustafa Efendi Fethiye’de İsmihan Sultan medresesine İbtidâ-i Altmışlı ile, yerine Mûsıla-i Sahn ile İbrahim Paşa-yı Cedid müderrisi Süleymân Efendi Sahn’a, yerine İkinci Dâhil ile Hacı Hasan-zâde müderrisi İsma’il Efendi Mûsıla-i Sahn ile, yerine İkinci Dâhil ile Mi'mâr Sinân müderrisi Tâhir Mehmed Efendi Mûsıla-i Sahn ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile Neccâ- riye müderrisi Ahmed Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İkinci Hâriç ile Hurre- miye müderrisi e’s-Seyyid 'Abdu’llah Efendi İbtidâ-i Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Hâriç ile Baba-zâde ma‘a Dersiyye-i Halil Ağa müderrisi ‘Abdu’llah Efendi İkinci Hâriç ile, yerine Kırkdan mazûl İbrâhim Efendi İbtidâ-i Hâriç ile.
Sahn müderrisi Feyzu’llah Efendi Fethiye’de Sinân Paşa medresesine İbtidâ-i Altmışlı ile, yerine Mûsıla-i Sahn ile Ûlâ-yı Husrev Kethudâ müderrisi Hüseyin Efendi Sahn’a, yerine İkinci Dâhil ile Fâtıma Sultan müderrisi Yûsuf Efendi Mûsıla-i Sahn ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile Bali Efendi müderrisi ‘Ömer Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile Dâmâd Efendi müderrisi Ahmed Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İkinci Hâriç ile ‘Abdu ’r-rahman Paşa müderrisi Halil Efendi İbtidâ-i Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Hâriç ile Der- siyye pây-zen Yûsuf Paşa müderrisi Mehmed Efendi İkinci Hâriç ile, yerine Kırkdan ma 'zûl ‘Ali Efendi İbtidâ-i Hâricile.
İbüdâ-i Dâhil ile Bâzergân-başı Ahmed Efendi Etmekci-zâde medresesine İkinci Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile ... Mahmûd Ağa müderrisi Ahmed Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İkinci Hâriç ile Yûsuf Paşa müderrisi Hüseyin Efendi İbtidâ-i Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Hâriç ile Ahmed-i Yorgânî müderrisi Mehmed Efendi İkinci Hâriç ile, yerine Kırkdan ma‘zûl Ahmed Efendi İbtidâ-i Dâhil ile.
Ve Ibtidâ-İ Altmışlı ile Bayram Paşa müderrisi Mehmed Efendi yerinde ikinci Altmışlı İ'tibâr buyurulup ‘inayet buyurulmak reca olunur.
Mine’d-dâ‘i el-fakîr Mehmed ‘ufiye ‘anh.
Sahh,
Tertibleri üzre tevcih olmak buyuruldu. Fi 19 c. sene 1/15(1703)."
[***]
II
İstanbul Başbakanlık Osmanlı, Arşivi, Cevdet, Marif, Nr. 087:
"Ma‘rûz-1 dâ‘î-i devletleridir ki,
Medrese-¡ Dâru’l-hadîs-i Süleymâniye Stileymâniye müderrisi ,Abdıı’r- rahman Efendi-zâde ‘Ali Rızâ Efendi dâ ilerine, yeri Hâmise-İ Süleymâniye ile Cedîde-İ Nûr-1 ‘Osmânî müderrisi Mehmed-؛ MekkiEfendi dâ'îlerine, yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Şâhzâde müderrisi Tokati Mustafa Efendi dâ'îlerine bâ-Hâmise-i Süleymâniye, yeri Müsıla-i Süleymâniye ile Kalender-hâne mü- derrisi Hamza-zâde Hâfız ibrâhim Efendi da‘//erine bâ-Hareket-¡ misliyye, yeri Mûsıla-i Süleymâniye //e Mahmûd Paşa müderrisi Yaüyâ-zâde ibrâhim Efendi dâ'îlerine bâ-Hareket-¡ misliyye, yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Piri Paşa müderrisi Sa'îd Efendi-zâde ibrâhim Nedim Efendi dâ'îlerine bâ-Hareket-i misliyye, yeri Hareket-i Altmışlı //e Gâzî Turhan der-Cisr-i Ergene müderrisi 'Osman Efendi hazretleri mahdumu e’s-Seyyid Mehmed Kâmil Efendi dâ',7erine bâ-Mûsıla-i Süleymâniye, yeri İbtidâ-i Altmışlı ile Ahmed Paşa der- kurb-ı Sultan Selim müderrisi Hâşim-zâde e’s-Seyyid ‘Abdu’llah Efendi dâ'îlerine bâ-Hareket-¡ Altmışlı, yeri Sahn müderrisi Fetvâ Emini Ebubekir Efendi birâderi Müsevvid Ömer Efendi dâ'îlerine bâ-ibtidâ-i Altmışlı, yeri Mûsıla-i Sahn ile Yarhisâr müderrisi Kefevi Mehmed Efendi-zâde Ahmed Ne- cîb Efendi dâ'îlerine, yeri Hareket-¡ Dâhil ile Sâniyye-İ Ken'ân Paşa müderrisi Gîlânî-zâde e’s-Seyyid ‘Abdu'1-latîf Efendi dâ'îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn. Ve Dersiyye, der-câmi‘-i Meydancık ‘an-vakf-1 Mustafa Ağa, İbtidâ-i Dahil ile Der- siyye-i Hâce Fâtıma Hâtûn müderrisi ‘Alâ’iyyeü ‘Abdu’1-Me’men Efendi dâ'îlerine bâ-Hareket-i Ihabil; yeri Hareketi Hâriç ile Dersiyye-i 'Abdu'l-kâ- dir, der-câmi‘-i Zeyrek, müderrisi Kebîrî-zâde e’s-Seyyid ‘Abdu’r-rahman Efendi dâ'îlerine bâ-ibtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâriç ile Dersiyye, ‘an-vakf-1 Emetu’llah Hâtûn, mt derrisi Kebîrî-zâde e’s-Seyyid Mehmed Nûru’d-dîn Şeref Efendi dâ'ilerine bâ-Hareket-i Hâriç; Medrese-i Süleymâniye Hâmise-i Süleymâniye ile Süleymâniye, der-Çorlu, müderrisi Esiri dâmâdı Yahyâ Efendi dâ'ilerine; yeri Müsda-i Süleymâniye ile Cedide-i el-Hâc Beşir Ağa müderrisi Samakoli (?) Haşan Efendi dâ'ilerine bâ-Hareket-i misliyye; yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Kılıç 'Ali Paşa müderrisi Yahyâ Paşa imâmı Hâfız Mehmed Sadık Efendi dâ ‘ilerine bâ-Hareket-i misliyye; yeri Müsıla-i Süleymâniye ile Nişâncı Paşa-yı Cedid müderrisi Bükâ’i-zâde Ahmed Efendi dâ'îlerine bâ-hareket-i misliyye; yeri Hareket-i Altmışlı ile Debbâğ-zâde müderrisi Mollâ-zâde Mehmed Efendi dâ ‘ilerine bâ-Müsıla-i Süleymâniye; yeri Sahn müderrisi Müsevvid Mustafa Efendi dâ'ilerine bâ-İbüdâ-i Altmışlı; yeri Mûsıla-i Sahn ile Kirmâsti müderrisi Başmakcı-zâde e’s-Seyyid Mehmed Selim Efendi dâ'ilerine; yeri Hareket-i Dâhil ile Dersiyye-i İsma'il Efendi, der-câmi‘- i el-Hâc Hasan-zâde, müderrisi ‘Âtıf Efendi rebibi Süleymân Efendi-zâde Fey- zu ’İlah Efendi dâ ‘ilerine bâ-Müsıla-i Sahn; İbtidâ-i Dâhil ile Dersiyye-i el-Hâc İlyâs müderrisi Erzurumî Müsevvid Hâfız Mehmed Efendi dâ'ilerine bâ-Ha- reket-i misliyye; ve Dersiyye, der-Mescid-i Bıçakçı ‘Alâ’ü’d-din 'an-vakf-ı e’s- Seyyid el-Hâc Mehmed, bâ-Hareket-i Hâriç ile Dersiyye, der-Câmi‘-i Mahmüd Paşa 'an-vakf-ı Çııkacı el-Hâc Ebübekir Efendi müderrisi Tokat¡ Mustafa Efendi dâ'ilerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâriç ile Dersiyye, der-câmi'-i Sultân Mehmed ‘an-vakf-ı Kirimi ‘Abdu’r-rahim Efendi Yahyâ Mollâ-zâde Mehmed Sa'id Efendi dâ'ilerine bâ-hareket-i Hâriç [...] tevcih buyurulmak mercûdur."
e’d-Dâ'î Dürri-zâde Mustafâ, ‘ııfiye ‘anh.
Salih,
İşâretleri mûcebince tevcih olunmak buyuruldu. 14 M(uharrem) sene (1)177 [1763].”
٠٠٠
III
İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İbnü’l-emin, Evkaf, Nr. 7901(**)؛
Medâris-İ Hareket-¡ Dâhil, Der-Burûsa
Şücâ'iyye: Na'lbûr-zâde ismâ'îl Efendi'ye tevcih, fi 11 Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fi 10 c. sene 205).
Hâce Afentej: Levhizade e'sSeyyid Mehmed Sa'îd Efendi'ye tevcih, fiil Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn'a gitmişdir, fi 21 c., sene 204).
iklim (?) Şâh: Sa'dî-zâde Abdullah Efendi'ye tevcih, fiil Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fi 22 Câ., 204).
Sabbâğ Hayrü’d-dîn: Ahmed Ağa-zâde Hüseyin Efendi'ye tevcih, fi 11 Câ., setre 197 (Mûsıla-¡ Sahn'a gitmişdir, 27 Râ., sene 205).
Hâce Bahri: Hâdî-zâde e’sSeyyid Mehmed ... Efendi'ye tevcilr, fi 26 s., sene 198 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fi 13 c., sene 206).
Ebû ishak Kâzrzûnî: Abdî-zâde e's-Seyyid İbrahim Efendi'ye tevcih, fi gurre-i R., sene 198 (Mûsıla-i Sahn'a gitmişdir, 9 c., sene 205).
HâceM'metı,7/ah Efendi: imâm-zâde ismâ'îl Efendi'ye tevcih, fiil Câ., sene 201 (Mûsıla-i Saha gitmişdir, fi 6 c., sene 206).
Sâniyye-İ Slifi Sinan: e’s-Seyyid Mustafa Efendi'ye tevcih, fi 6 ş., sene 201 (Yerinde Mûsıla-i i’tibârî verilmişdir, 27 Râ., sene 207).
e’s-Seyyid Ali: e's-Seyyid Mehmed Râşid Efendî'şe tevcih, fi 6 ş., sene 201.
Sâniyye-İ Ebû ishali Kâzrûnî: Yörük-zâde Mehmed Hayyat Efendi'ye tev- cih, fi 6 ş., 201 (Mûsıla-i Sahn ’a gitmişdir, 5 L., sene 204).
Ferhâdiyye: e’s-Seyyid Yusuf Efendi’ye tevcih, fi 14 Râ., sene 202 (Mûsıla- i Sahn'a gitmişdir, 17 Râ., sene 207).
Dersiyye-¡ Nişânc1 Ali Paşa: Âmidî e's-Seyyid Abdullah Efendi'ye tevcih, fi gurre-i Râ., sene 202 (Mûsıla-i Sahn'a gitmişdir, 5 L., sene 204).
Kemâl Beğ: Haffaf-zade Mehmed Emin Efendi'ye tevcih, fi 3., §., sene
203. (Medresesiyle Sahn'a gitmişdir, 26 M., sene 206).
iklim (?) Şâh: Dersi âmm Hâfız Ahmed Efendi'ye tevcih, fi 22 Câ., sene
204. (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 13 R., sene 207).
Hâce Mentej: Demircili e's-Seyyid Abdullah Efendi'ye tevcih, fi 21 c., sene 204 (Mûsıla-i Sahn'a gitmişdir, 25 R., sene 208).
Dersiyye-i el-Hacc Süleyman, der-Câmi'-i Kebîr: Ibtidâ-İ Dâhil ile muder- ris Kandilci-zade Mustafa Efeudi'ye yerinde İ’tibâr tevcih, 21 c. sene 204 (Mûsıla-i Sahn'a gitmişdir, 29 c., sene 204).
Dersiyye-i el-Hacc Süleyman, der-Câmi'-i Kebîr: e's-Seyyid Ebûbekir Efendi'ye tevcih, 29 c., sene 204 (Medresesiyle Mûsıla-Î Sahn'a gitmişdir, 12 R., sene 207).
Sâniyye-İ Hace Ni'metu’llah: Vardarî Çeyh-zâde Hafidi Abdu’llah Efen- di'ye, 29 c., sene 204 (Mûsıla-i Safin'a gitmiştir, 15 c., sene 209).
Dersiyye-i Nişâncı Ali Paşa, der-Burûsa: Bunısavi Hüseyin Efendi'ye, 5 L., serre 204 (Mûsıla-i Sahn'a gitmiçdir, 24 R., sene 208).
Ebû ishak Kâzrûnî, der-Burûsa: Ders-İ âmm Burûsavi el-Hacc Ebü Bekir Efendi’ye, 9 M., sene 205 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 13 R.. sene 209).
Medaris-i Mûsıla-i Sahn, der-Burûsa
Hüseyin Çelebi: Eşrefzade e's-Seyyid Mehmed SafiyyU’ddîn Efendi’ye tevcih, fiil Câ., sene 197 (Sah n'a gitmişdir, fi 22 Câ., sene 204).
Dersiyye-i Süleyman Paşa, der-iznik: Hasan Efendiade Ali Efendi’ye tevcih, fiil Câ., sene 197 (Terhin ?, 29 c., sene 204).
Dersiyye-i Yıldırım Bayezid: e's-Seyyid Mustafa Efendi’ye tevcih, fi 11 c., sene 197 (Sahn’a gitmişdir, fi 21 c., sene 204).
Çoban Beğ: Çeyh-zâde Hüseyin Efendi'ye tevcih, fiil Câ., sene 197 (Mûmâ-İleyhe ba-misliyye Yıldırım Bayezid Medresesi verilmişdir, fi 21 c., sene 204; Sahn'a gitmişdir, 5 L., sene 204).
Leysi Çelebi: Nakibzade e's-Seyyid Mehmed Efendi'ye tevcih, fi 26 s., sene 198 (Sahn'a gitmişdir, fi 13 c., sene 206).
Göbekli: MoHâ-zâde Ahmed Efendi'ye tevcih, fi gurre-i N., sene 198 (Sahn'a gitmişdir, fi 13 c., sene 206).
Râbi‘a-i Cezeri Kâsım Paşa: d-Hâcc Eyyûb Efendizade Ahmed Efendi'ye tevcih, fi gurre-i N., sene 198 (Sahn’a gitmişdir, sene sitte seb'a).
Başçı İbrahim Efendi: Es'adzade e's-Seyyid Abdu'l-hâdî Efendi’ye tevcih, fille., ene 201 (Sahn'a gitmişdir, 1 Zâ., 205).
Esediyye:'Ayni Ekber-zade Fahru'd-din Efendi’ye tevcih, fi 6 ş., sene 201 (Sahn'a gitmişdir, 9 M., sene 205).
Hasan Paşa: Manav-zade e's-Seyyid Mehmed Salim Efendi’ye tevcih, fi 6 sene 201 (Sahria gitmişdir, 17 Râ., sene 205).
Kara Gâıi: e's-Seyyid Abdu'l-'azîz Efendi’ye tevcih, fi 14 Râ., sene 202 (Sahn'a gitmişdir, 15 z., sene 207).
Lutfiyye: Eşef-zâde e's-Seyyid Mehmed Necmü'ddin Efendi’ye tevcih, fi gurre-i Râ., sene 202 (Sahna gitmişdir, 25 R., sene 208).
Hüseyin Çelebi: Sa'dî-zâde Abdn'llah Efendi’ye tevcih, fi 22 Câ., sene 204 (Saha gitmişdir, 13 R., sene 209).
***
(***)VI
“Münhale olan Dizdâriye medresesi Hareket-¡ Dâhil ile Serveri Beğ med- resesi müderrisi Midillini Emin Efendi dâ'ilerine bâ-Mûsıla-i Sahn; yeri ib- tidâ-i Dâhil ile Fîrûz Ağa medresesi müderrisi Alabhh (?)'Ah Niyâzi Efendi dâ'îlenne bâ-Hareket-¡ Dâhil; yeri Hareket-i Hâriç ile ‘Abdu’llah Şemsî-i Si- vâsi medresesi müderrisi Zağferanbolulu Mehmed Ziihd Efendi-zâde Ah- med Kâzım Efendi dâ'ilerine bâ-ibtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâriç ile ‘Ata’iye medresesi müdenisi Ereğim Mustafa Efendi dâ'ilerine bâ-Hâreket-i Hâriç. Ve yine münhale olan ‘Ali Paşa, der-Çatalca, medresesi Hareketi Dâhil ile Dâ- ru’l-hadîs-i 'Osmân Efendi medresesi müderrisi Hezâr-gıadlı Mahmûd Hilmi Efendi dâ'ilerine bâ-Mûsıla-i Sahn,-yeri İbtidâ-i Dâhil ile Hânkâh-1 Mütevekkil Efendi medresesi ürgübi Mustafa Rüşdi Efendi dâ'ilerine bâ-Hâreket-i Dâhil; yeri Hareketi Hâriç ile Sâniyye-İ Ferruh Beğ medresesi müderrisi Ba tumlu ‘Osmân Zühdî Efendi dâ'ilerine bâ-ibtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâriç ile Râbi'a-i Mollâ Fenârî medresesi müderrisi Karluhlu (?) Hüseyin Efendi dâ'îlerine bâ-Hareket-i Hâriç. Ve yine münhale olan Müftî-zâde Hüseyin Efendi medresesi Hareket-¡ Dâhil ile Ûlâ-yı Sâlim Efendi medresesi müderrisi Kastamonulu İbrâhim Hakkı Efendi dâ'îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn; yeri İbtidâ-i Dâhil ile Şehr-emîni medresesi müderrisi Aydoslu Mehmed Fevzi Efendi dâ'îlerine bâ-Hareket-i Dâhil; yeri Hareket-i Hâriç ile 'Atâyî-zade medresesi müderrisi Sivash Mehmed Sa'îd Efendi dâ'îlerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâriç ile Ûlâ-yı Rahîmiyye medresesi müderrisi ... Haşan Efendi dâ'îlerine bâ-Hâreket-i Hâriç [...] tevcih buyurulmak mercûdur. Hurrire fi gurre-i Zi’l-hicceti’ş-şerife, seneti isneyn ve 'ışrîn ve selâse-mi’eti ve elf [1322/1904]."