ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Sabri Hizmetli

A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Başkanı

Anahtar Kelimeler: Türkler, Cezayir, Osmanlı, Fransa, Tarih

Cezayir'de yüzotuz yıl kadar süren Fransız sömürgeci yönetimi önemli politik ve sosyal dengesizliklere sebep olduğu gibi, ülkenin idaresi, askeri, iktisadi ve kültürel kurumlarını n varlığı yönünden de olumsuz bir tablo bırakmıştır. Cezayir'in böyle bir duruma düşmesi, gerçekte, işgal ettiği ülkeyi her bakımdan sömürmeyi ve kendisine bağımlı durumda bırakmayı gaye edinen işgalci düzenin doğal sonucudur. İşgal öncesinden mevcut olan kurumların bir bölümünü Fransa'nın çıkarları yönünde işleten sözkonusu yönetim, birçok kültür ve eğitim kurumu ile ibadet yerlerini kuruluş amaçları dışında kullanmış, bunlardan bir bölümünü de kiliseye çevirmiştir. Müslüman halkın dilini, dinini, tarihini, milli ve manevi değerlerini yok sayan, inanç ve ibadet hürriyetine saygılı olmayan Fransız idaresinin tamamen ortadan kaldırdığı veya kiliseye dönüştürdüğü kurumların sayısı ise çok fazladır. Başkent Cezayir'deki Seyyide Camii, Hasan Paşa (Kütşavet) Camii ile Besnin Ali Camii ve Daru's-Sultan onlardan sadece birkaçıdır.

Gerçek böyle olmasına karşın, Claude Bontems, P.Boyer ve benzeri Fransız yazarlar, Cezayir halkını öz değerlerinden koparan bir eğitim ve kültür politikası izleyen, ülkedeki çeşitli kurum ve kuruluşları ortadan kaldı ran Fransız idaresini savunmakta, mevcut yönetimi Fransa'daki yönetimin bir uzantısı gösterrnektedirler. Cezayir'de işgal döneminde adil bir düzen olduğunu ve ülkeyi kalkındıracak tüm kurum ve kuruluşların mevcut bulunduğunu ileri sürmektedirler. Onların bu iddialarmdan sadece son ikisinin şu yönden doğru olabileceği görüşündeyiz: Cezayir'i çok kısa zamanda Fransa'nın emperyalist emellerini gerçekleştirdiği bir ülke yapmak isteyen yöneticiler, valiler ve mahalli emirler doğrudan Fransa kralı tarafindan tayin edilen kimselerdi. Bu insanlar görevlerini tam olarak gerçekleştirmenin çabası içinde olmuşlardır. İkinci olarak Fransız idaresi, çok önemli bir Akdeniz ülkesi olan, Afrika kıtasına açılan kapı durumunda bulunan, çok zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olan Cezayir'den bir daha çıkmamak ve ülkeyi Fransa'nın bir eyaleti yapmak için çalışmışlar, bu amaca yönelik birçok kurum kurmuşlardır. Nitekim Cezayir, idari yönden de, 1870 yılında doğrudan Fransız savaş bakanlığına bağlandı ve bu yönde kurumlaştırılması yönüne gidildi.

Osmanlı dönemi Cezayir kurumları tarihiyle ilgili olarak belirtilmesi gereken ikinci husus kaynak konusudur, sözkonusu dönemdeki Cezayir kurumlarını müstakil olarak inceleyen matbu ve gayri matbu hiçbir Arapça müstakil esere-araşurdığımız kadarıyla- rastlayarnadık. Türk hakimiyeti dönemini ele alan Arapça tarih kitapları, seyahatnâmeler, terâcim kitapları, fikhi- dini ve edebi eserler, ülkedeki kurum ve kuruluşları, genel durumları veya isimleri itibariyle sözkonusu etmektedir. [1]

Buna karşılık belirtilen devirdeki Cezayir kurumlarıyla ilgili olarak yazılmış birçok Fransızca ve ispanyolca kitap mevcuttur, ama eski sömürgecilerce yazılan bu kitaplarda Cezayir kurumlar tarihi oldukça sübjektif tarzda ele alınmaktadır. [2]

Türklerin yönetimi döneminde Cezayir'in yönetimini ve kurumlarını şöyle bir düzen içinde ele alabiliriz:

I — İdari Yapı ve Kurumları

XV. yüzyılda 'Orta Mağreb' (el-Mağrebu'l-Vustâ)-bugünkü Cezayir- bir anarşi devri yaşıyordu; XVI. yüzyılın başında bu durum daha da kötüleşmişti. Bu sırada Hafsoğulları Tunus ile Trablus ve Cezayir'in Doğusunda, son Abdülvâdi oğulları ise, eski hükümdarlıklarının başkenti olan Tlemsen ve dolaylarında hüküm sürüyorlardı. Bu iki devlet arasında irili ufaklı birtakım mahalli emirlikler ve bağımsız beldeler mevcuttu. Ülkenin içinde bulunduğu anarşi durumu emperyalist ispanya'yı iştahlandırdı ve ispanyollar 1505 -1511 yılları arasında Cezayir'e deniz yoluyla saldırdılar; Mersel-Kebir, Vahran, Mustağanem, Tenes, şerşel, Cezayir, Delli ve Bicâye gibi sahil şehirlerini işgal ettiler. Neticede Müslüman Cezayir halkı Hıristiyan İspanyolların idaresinde yaşamaya başladı.

Bu sıralarda Ocirde karargah kurmuş olan Oruc ve Hızır Reis kardeşler bu durum karşısında sessiz kalmadılar. Halkın daveti üzerine 1514'de Cezayir'e ayak bastılar. [3] Önce, Napoli'den Barcelona'ya girmekte olan ve 300 kadar asker ile önemli miktarda cephane taşıyan Napoli gemisine saldırdılar. Ancak birkaç defa saldırdıktan sonra gemiyi ele geçirdilerse de, Oruc Reis yaralandı. Gemiyi ve içindekileri karargahları olan 'Halku'l- Vâdi'ye getirdiler. Oruc Reis, aldığı bu yaranın tesiriyle 1.514 veya 1518'de ölürken, [4] Mitice, Dahra, Varsenis ve Tlemsen şehirleri İspanyollardan geri alındı.

Oruc Reis'in ölümü üzerine yerine geçen Hayreddin Paşa (Hızı r Reis), Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim'e itaat etti. Sultan Selim ise emrine 2000 asker vererek onu Cezayir Beylerbeyi tayin etti. İşte bu tarihten itibaren (1518) Cezayir'de Türk hakimiyeti resmen başladı. '518'de başlayan Türk hakimiyeti, Cezayir'de, Fransızların bu ülkeyi ı 830'da işgal etmesine kadar devam etti. Türk yönetimi ile birlikte Cezayir'de yeni bir dönem yaşandı.

Türk yönetimi Cezayir'de eski düzenle olan ilişkiyi kesti. Ülkede, Osmanlı Devlet teşkilatına benzer bir teşkilat kurulmaya başladı; yeni bir yönetim kuruldu ve birtakım ıslahat yapıldı. İslam dünyasındaki geleneksel kurumlar burada tesis edilmeye çalışıldı. Istanbadakilere benzeyen idari, askeri, adli, mali ve ilmi kurumlar meydana getirildi. Bunlar ülkeye yeni bir görünüm vermeye başladı.

Türk hakimiyeti dönemi Cezayir idaresi ve kurumlar tarihi, tıpkı siyasi ve kültürel tarihi gibi, zamanla gelişen ve değişen yönetim düzenine paralel olarak, bölümlere ayrılır. Bu dönem, Beylerbeylik, Paşalık, Ağalık ve Dayılık devirleri şeklinde ele alınır. [5]

1) Beylerbeylik Devri Ç 8-1 s87); 60 yıl kadar süren bu dönem zarfında Cezayir yeni bir yönetim şekline sahne olmuştur. Ağabeyinin ölümü üzerine yönetimi ele alan Hayreddin Paşa (Hızır Reis), ıı8'de Osmanlı sultanı Yavuz Selim'e bağlılığını bildirince, Cezayir Beylerbeyi rutbesiyle mükafaatlandırılmış ve emrine yeniçerilerden oluşan 2000 kişilik bir askeri kuvvet verilmiştir. Cezayir'i fethedenler bu askerler olduğu gibi, daha sonraları idarayi ele geçirenler de bunlardır. "Yeniçeri Ocağı"nca yönetilen yeniçeriler ülkenin ikinci önemli gücünü oluşturmaktaydılar.

Ülkenin yönetimini elinde bulunduran ve İstanbul adına iş yapan "Beylerbeyi", üç yıllık veya daha fazla bir süre ile doğrudan sultan tarafından seçilirdi. Istanbul'dan gönderilen Beylerbeyi, beyler ve paşalar "Danışma kurulunu" (ehlu'l-hal ye'l-akd) oluştururlardı. Yeniçeri Ocağı hem Beylerbeyi'ne ve Beylere, hem de Danışma Kuruluna itaat ederdi. Bu durum, XVII. yüzyıla kadar böyle devam etti; bu tarihten itibaren artık askerler idarede kesin söz sahibi olmaya başladılar; Sultan tarafından tayin edilen beyler ve paşalar' Istanbul'a geri gönderdiler, yerlerine kendi araları ndan birini (dayı) seçtiler. Beylerbeyi'nin ve beylerin Istanbul'dan tayin edildiği zamanda Cezayir ile Bâb-ı Ali arasındaki ilişkilerin çok iyi olmasına karşılık, XVII. yüzyıldan itibaren mevcut ilişkilerde kötüleşme gözlenmiştir.

Cezayir Beylerbeyi İlluc Ali Paşa'nın (saltanatı: 1568-1587) ölümü üzerine Beylerbeylik düzeni sona erdi, "Paşalık Devri" başladı. [6]

2) Paşalık Devri (995- 1069/1587- 1656); Beylerbeylik düzeninden önemli farklılık gösteren bir yönetim şeklidir. Bu dönemde Cezayir hem Osmanlı Devletiyle hem de komşu ülkelerle olan ilişkilerini yeniden düzenleyip geliştirdiği gibi, iç işlerinde de büyük bir serbesti elde etmiştir. Öyleki, bazı tarihçiler bu dönemde Cezayir'i müstakil bir ülke sayarlar, çünkü Cezayir idaresi, Osmanlı Devletine danışmadan, Avrupa ülkeleriyle çeşitli ticari ve iktisadi antlaşmalar yapabiliyordu.

Paşalık idaresinde, Yeniçeri Ocağı yönetimde söz sahibi oldu ve ön plana çıktı. Zaman zaman ayaklanan yeniçeriler, tıpkı XVII. ve XVIII. yüzyıl Türkiyesinde olduğu gibi, bir çok yöneticinin ve Paşa'nın öldürülmesine sebep oldular. Bu devirde, Paşa'nın yanında Ocak'tan oluşan ve yönetimde söz sahibi olan bir "Divan" vardı. Paşa, devlet işlerini, ayda dört defa toplanan bu "Divan"a danışarak yürütürdü. Cezayir'de 16341ü yıllarda 22 bin civarında yeniçeri olduğu belirtilir. [7]

Tayfa reisleri de, Paşalarm yönetiminde, idarede büyük ağırlıkları olan bir kuvvet oluşturuyorlardı; 13 yıl kadar sürecek olan "Ağalar Devri'' gelinceye kadar ülkenin iç ve dış meselelerini yönetenler, Ocak ile işte bu Tayfa reisleriydi.

Ocaklardan meydana gelen Divan, 1659 yılında, yaptığı bir toplantıda alınan bir kararla "Paşalık Devri"nin sona erdiğini açıkladı.

3) Ağalık Devri (1069- 1081/16s-9- 1671); Büyük çoğunluğu Ocakillarca öldürülen Paşalar devrinin son buluşu, Ocaleın devlet idaresince kesin söz sahibi oluşunun başlangıcıdır. Bu tarihten itibaren, ülke bir bakıma Yeniçeri Ocağı'mn eline geçti. Cezayir artık, Ocakblardan meydana gelen Divan'ın koyduğu kurallar ve yine onlarca seçilen Ağa'nın kararlarıyla yönetilecektir. Aslında, Divan'ın başına geçen Ağalar'ın tamamına yakını öldürülmüştür; Halil Ağa 1659'da, Ramazan Ağa 1661'de, İbrahim Ağa 1662'de Şaban Ağa 1665'de, Ali Ağa da 1671de öldürülmüştür. Artı k Cezayir bir anarşi devrine girmiştir.

4) Dayıhk Devri (1082-1246/167J-183o); Cezayir'de bölük bölük bölünen ve parçalanan yeniçerilerin, içlerinden bir "Dayı"yı yönetime getirdikleri dönemdir. Bu devirde, ülke her yönden kurumlaşu; özellikle dini ve ilmi yönden gelişti, iktisadi yönden de önemli ölçüde kalkındı. Ne varki, düşman güçleri Cezayir'in ekonomik ve kültürel yönlerden kalkınmasına firsat vermediler ve ülke çeşitli düşman saldırılarına maruz kaldı. Bu dönemde birçok dirayetli dayı yönetime geldiği gibi, âciz ve cahil dayılar da iş başına gelmişlerdir. Her iki özellikteki dayıların yönetime gelmesinde Yeniçeri Ocağı'nın tesiri büyüktür. [8]

Osmanlı himayesindelci Cezayir'in üçbuçuk asra yakın tarihi işte bu yönetimlerde geçmiştir. ülke, bu devrede, idari, askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda büyük gelişme gösterdi; yöneticiler ülkenin iman ve gelişmesi için büyük çaba gösterdiler. Pekçok idari, askeri, ilmi ve ictimai kurum meydana getirildi. Türk hâkimiyeti Cezayir'e birçok yönden damgasını vurdu.

Istanbul'dan tâyin edilen Beylerbeyi, Paşa veya Ağa, ülkeyi merkezi bir idare ile yönettiler. Sultan adına hükmeden bu yöneticiler her türlü yetkiyi elinde bulunduruyorlardı. Beylerbeyi, kesinlikle Türk asıllı idi ve Osmanlı Devleti'ni temsil ederdi. Son Cezayir Beylerbeyi, 1587 yılında ölen Uluc Ali Paşa idi.

a) Merkezi Yönetim ve Yöneticiler

Paşalar ve Ağalar devrinde yönetimde değişiklik oldu; özellikle üst rütbeli subaylardan ve bazı memurlardan oluşan bir "Divan" kuruldu ve bu kurum devlet idaresinin en yetkili organı oldu. Artık ülkenin yöneticisini de bu kurum seçmeye başladı. Cezayir, bu Divan'dan gelen bir bey, paşa veya ağa tarafından idare edildi. Bir bakıma "Milli Meclis" veya Millet Meclisi statüsüne sahip olan bu kurum, Yeniçeri Ocağının üst rütbeli subaylarının tamamı ile devlet erkanını bünyesinde topluyordu.

Ancak Divan kurumu da zaman içerisinde birtakım değişiklikler geçirdi. Paşalar idaresinden itibaren devletin en büyük kurumu niteliği kazanan Divan, dayılar devrinde iki kademeli bir statüye sahip oldu: büyük divan ve küçük divan.

Büyük divan başlangıçta yüksek rütbeli subaylardan oluşuyordu. Daha sonra kadı ve hanefi müftüsü de büyük divan azası oldular. Çok kalabalık azası bulunan büyük divanda teorik olarak bin kişi bulunmaktaydı; pratikte ise, illerde ve ilçelerdeki üst düzey yöneticileri ile mahalli âmirler kaulırlardı. Büyük divan "Ağa" tarafından yönetilirdi ve ülke işlerinin yürütülmesinde en etkili organdı.

XVII. yüzyılda kurulan küçük divan ise ordudaki yüksek rütbeli subaylardan meydana gelirdi. Dini, adli ve kazai işlerle görevli kadılar, müftüler ve benzeri kişiler de küçük divanın üyeleriydiler. 1681 yılında 30 kadar kişi tarafından teşekkül eden küçük divan, yine bir "Ağa" tarafından yönetilirdi. Hergün toplanarak ülkenin günlük işlerini görüşûrdü. Daha sonraları gelişti ve büyüdü, üye sayısı 100'ü geçti. [9]

Öte yandan, ülkenin mülki amirleri, kendilerine "Erkan" veya "Büroktarlar" (Puissances) denilen bir topluluktu. Her beylik içerisinde belli bir bürokratik düzen çerçevesinde görev yapan Devlet Erkanı veya üst yöneticiler (iktidarı ellerinde bulunduranlar), ülkenin en yetkili idari ve siyasi şahsiyetleriydiler.

Devlet Erkanı denilen bu kişiler kimlerdi? Onları şu şekilde tanıtabiliriz: [10]

Dayı; Paşalar, ağalar ve dayılar Devlet Erkanı'nın başıdırlar. Dayılık döneminde Erkan, idarede söz sahibi olduklan için, Dayı'yı özellikle zikrettik. Nazariyede büyük divan üyelerince seçilen dayı, gerçekte Ocak'ın arzusu istikametinde iktidara gelirdi. Her ne kadar dayılar bu tür bir seçime karşı çıkmışlarsa da, birçokları yine Ocak taraftarlarınca çok kötü bir şekilde öldürüldüler. Bununla birlikte dayılar, teorik olarak, hedeflerini belirleme hakkına sahiptiler, ölmeden önce yerlerine birisini seçebiliyorlardı.

Dayılık döneminde iki yoldan iktidara gelmiyordu; Erkan'a veya üst yöneticiler topluluğuna mensup olmak, Paşa, Ağa ve dayı gibi ülkenin mutlak hakimi olan biri tarafından tayin edilmek ya da Ocak'ın temsilcisi durumunda olan Divan tarafından seçilmek lazımdır. 1671'den 1830'a kadar olan dönemde devlet kurumlarında bazı düzenlemeler yapılmaya çalışıldı; özellikle de Ocak'ın devlet idaresindeki etkisi azaltılmaya, askerler kışlaya döndürülmeye uğraşıldı. 1710 tarihinden itibaren "Paşa" unvanını da alan Bey, iki yönlü unvan ve yetkiye sahipti. Bey hem askeri kaftan hem de bey libası giyerdi. Böylece biryandan siyasi bir güce sahipti diğer yandan Ocak'ın başı durumundaydı. Orduyu yönetmek, asayişin sağlanmasına çalışmak ve yeniçerilerin maaşlarının ödenmesini temin etmek başlıca görevleriydi.

Bu duruma göre, siyasi düzen, cumhuri ve askeri olmak üzere iki temele dayanıyordu. Cumhuri idi, çünkü yöneticilik mansıbı seçim yoluyla elde ediliyordu, verasetle değil; askeri idi, çünkü bey veya dayı askerler arasından belirlenirdi.

Cezayir'in üst düzey yöneticileri, genellikle Türkler, bazan da "Kuloğlu"[11] veya "Köroğlu" aileleri arasından seçilen kimselerdi.

Erkan-Üst yöneticiler (Puissances); Sayıları çok değişkendir. Oluşturdukları konsey, Paşa'nın veya dayının isteğine göre değişir. Paşa veya dayı konseyi istediği gibi kurar, fakat, dört kişi konseyin tabii üyesidir, bunlar Beylik'in en üst düzey yöneticileridir. Erkan'da görevli ve konseyin daimi üyesi olan bu dört kişi, hazneci, Araplar ağası, atlar hocası ve vekil harcıdır. [12]

Hazneci; en büyük güç (puissance) tür, Beylik'in irad kaynaklarını oluşturan gelirleri toplamakla görevlidir. Hazineye giren malları ve gelirleri özel bir kaydediciye yazar; Bey tarafından belirlenen miktardaki yeniçeri maaşının ödenmesini yapar. Haznecinin bir numaralı devlet adamı olmasını sağlayan da özellikle bu fonksiyonudur.

Cezayir Beylerbeyliğinde mali meseleler en önemli konulardan biri oldu. Bu konuda, çeşitli dönemlerde çok değişik tedbirler alındı. Hazinenin anahtarı, 18. yüzyılın başındaki Ali Hoca isyanına kadar, Bey'deydi. Bu isyandan sonra hazinenin anahtarı ondan alınmış ve Bey tek başına hazineye girememiştir. Devletin mali işlerinden sorumlu en yetkili kişi hazneci olmuştur. [13]

Araplar »ısı; ülkenin yerli halkı olan Araplardan meydana gelen kuvvetleri yönetirdi; savaşta ise kuvvetlerinin kumandanlığını yapardı. Dayı, özellikle yeniçeri isyanında, Ocak'a karşı bu kuvvetleri kullanırdı. Araplar ağası, belli bir süre zarfı nda (18. yüzyılın başına doğru) Cezayir şehrinin tamamının (dânı's-sultan) kumandan ve'amiri oldu. [14]

Araplar ağası, mahalle ağası veya sipahiler ağası diye de çağrılırdı; sultanı n sarayının güvenliğinden sorumluydu.

Atlar Agası (hocatu'l-hıyel); başlangıçta, vergi adıyla verilen atları tespit etmekle görevliydi, daha sonraları her türlü vergiden sorumlu kişi oldu. Gelirleri yeniçeriler arasında paylaştıran da o idi. Ülkenin ekonomisine hakim olan Atlar ağası, yeniçerilerden artan gelirleri halk arası nda taksim ederdi[15].

Vekilhara; deniz(bahriye) işlerinden sorumluydu; tayfa reisliği ile iyi ilişkiler içerisinde olmak durumundaydı. Dış ilişkilerde de etkiliydi. Deniz kuvvetlerinin ihtiyaçlarının karşılanması, gerekli araç ve gereçle donatılması, gemi alımı vs. ile uğraşmak da vekilharcının vazifesiydi. [16]

b) Mahalli Yönetim ve Yöneticiler

Mahalli idare görevlileri genelde iki sınıfa ayrılırlar: Amirler ve memurlar. Amirlerden dördü bulundukları yerin en büyük mülki âmiri durumundaydı; bunlar, vilâyette vali, Vatan'da veya kabilede kaid, ilçe ve kasabalarda ise kâdı-hâkimdir. Köylerin veya fırkaları n yöneticileri ise "şeyhler" dir.

Vâh (Bey); Cezayir Beyi veya dayı tarafından tayin olunur; başkentin emirleri doğrultusunda icraatta bulunur. Beyler veya valiler Türkler ve "Kuloğulları" arasından seçilir. Bey'in veya valinin görevlerinin bir sınırı yoktur, idaresindeki beyliğin tüm işlerini tedvirle görevlidir. Her üç yılda bir başkent Cezayir'e giderek vergileri Beylerbeyi'ne veya Cezayir Dayı'sına takdim eder. Gerek uyguladığı yönetim gerekse vergileri takdim etme tutumu ile Cezayir Beylerbeyi'nin hoşuna gitmek ve beğenisini kazanmak durumundadır. Beğenilmesi mükafatlandırılmasına sebep olacağı gibi, hoşa gitmemesi de görevinden azledilmesine yol açacaktır.

Kâid (Kaymakam, Komutan); Vatan'ın yöneticisi olup günümüzdeki kaymakama benzer. Bey tarafından tayin olunan kaid, Türkler ve Kulogulları arasında seçilirdi. Bey'e karşı sorumlu olan kaid, kendisine bağlı bulunan köy muhtarlarmı (şeyhler) ve öteki, siyasi-idari yöneticileri mürakabe ederdi. Aynı şekilde kaidler bulundukları yerin mali işlerine de müdahale ederler, vergilerin nispetlerini belirler ve toplanan vergileri Bey'e takdim ederlerdi. Kazai meselelerle de ilgilenen kaidler, siyasi ve adli cinayetlere müdahale ederler, çarşı-pazarın güvenliğini ve düzenini sağlarlardı. [17]

Birtakım özel işlerle vazifeli kaidler de vardı; her kabilenin vereceği öşürün miktarını belirlemekle görevli kaidler bunlardandırlar.

Hâkim (kadı); kırsal bölgelerde, kazalardaki kaidlerin yaptıkları işlerin benzerlerini yapan yöneticidir. Şu farkla ki, kaidler Türkler ve Kuloğulları arasından seçilirlerken, hakimler Araplar arasından seçilirler, fakat tayinlerinde çok dikkatli davramlır. Ayrıca, özel görevler yüklenen hakimler de mevcuttu; Şehir güvenliğini koruma (Garnizon) birliğini yöneten "kahya" bunlardan biridir. [18]

Şeyh; "firka" (köy) düzeyinde kaidin yetkilerine sahiptir. Öncelikle bulunduğu firkanın idaresini ve güvenliğini sağlamakla görevlidir. Şeyhler, kaidler tarafindan seçilirler ve nüfuzlu Arap ailelerinden olmalarına özen gösterilir. Vergi toplamak, siyasi ve idari istikrarı sağlamak, Ocak'a hizmet edecek kuvvetler yetiştirmek şeyhlerin görevleri arasında yer alırdı. [19]

Öte yandan, sözkonusu mahalli yöneticilerin, beyin veya valinin, kaldin, hakimin ve şeyhin birtakım yardımcıları ve danışmanları vardı. Bu yardımcılar ve danışmanlar, Cezayir Beylerbeyi'nin yardımcılarının ve danışmanlarının yaptıkları işlere benzer işler yaparlardı. Bu yardımcı memurlar genelde, bey tarafından seçilen ve atanan halife, yani bey'in kaymakamı, [20] mali işlerden sorumlu haznedar, resmi postadan sorumlu kişi, nakliyattan sorumlu paşa, askeri birliklerden ve asayiş kuvvetlerinden sorumlu kumandanlar ve görevleri açıkca belirlenmeyen 4 çavuştan meydana gelmekteydiler. Sözkonusu bu üst düzey memurların yanısıra, her konsey üyesinin emrinde, çeşitli konularda kendisine yardım eden yardımcılar ve danışmanlar mevcuttu. Mesela, konsey üyelerinden kaldler, yanlarında dükkan kaidi, deve kaidi olduğu halde toplantıya katılırdı. [21]

c) Öteki Devlet Memurları

idari işlerde çalışan çok sayıda memur vardı. Çeşitli görevler yapan memurların tayin durumları ve sayılan görev yapılan yere ve özelliklerine göre değişmekteydi. Aynca, bazı memuriyetler için özel yetenekler istenmekteydi. Mesela, önemli memuriyetlerden biri olan "hocalık",[22] öncelikle memurun iyi bir idareci olmasını ve okuma-yazma bilmesini gerektirmekteydi; aynca, Hoca'nın örnek kişiliği ve ahlakı ile tanınmış olması lazımdı. Bu durum, memur adayının iyi bir sınavdan geçmesini, hoca olabileceğini kanıtlamasını zorunlu kılmaktadır. Hocalar genellikle Araplardan olurdu.

Devlet memuriyetlerinin büyük çoğunluğu Türklerin ve Kuloğlu ailesi mensuplarının elindeydi. Ancak, kadılık, şeyhlik, hocalık ve Araplar ağalığı gibi yalnızca Araplara has olan memuriyetler de vardı. Aynı şekilde tamamen ihtisas gerektiren ve devlet için oldukça önemli olan bazı görevler vardı ve bunlar özenle, güvenilir ve ehil olan kişilere tevdi edilirdi. Mal müdürlüğü bu tür işlere örnek gösterilebilir, ülkenin mali işlerini düzenleyen mal müdürü (el-beytu'l-malcı), maliye sahasında mütehassıs ve güvenilir bir kimsedir. Dayılık devrinde kurulan bu mansıbın sahibi kişi, bazan vekilharci'ndan da önce gelirdi ve mali işlerden sorumlu en üst düzey görevlisi idi.

Ekili arazilerden gelen vergileri toplamakla görevli olan "Ziraat mahzeni hocası" ise, bir bakıma il Ziraat Müdürü'nün yetki ve vazifesine sahipti; kendisinden ziraat mühendisinin sahib olduğu formasyona benzer bir formasyon istenirdi. Ülkenin tuz ihtiyacını karşılamaktan sorumlu olan "Tuz hocası" (hocatu'l-melh)de, görevli olduğu alanda yetişmiş birisiydi. Adalet ve emniyet sahalarındaki memuriyetler de, aynı şekilde, ihtisası gerektirmekteydi.

Sonuç olarak söylemek isteriz ki; Cezayir, tıpkı Tunus ve Libya gibi Türk hâkimiyeti altına girdikten sonra, ilk yıllarda ortak ve daha sonra ayrı bir eyalet olarak yönetilmiştir. 972/1564'de Cezayir Beylerbeyliği ve batı Cezayir Beylerbeyliği şeklinde iki bölgeye ayrılarak idare edilen Cezayir'in Cezayir beylerbeyi (valisi) kaptan-ı derya Piyale Paşa, Batı Cezayir'in valisi ise Hasan Paşa oldu. Bu ikili idare XVI. yüzyılın sonuna kadar devam etti. [23] XVII. yüzyı lın başlarında Beylerbeyliği düzeninin sona ermesiyle bu ikilem kalktı, yerine tekbir eyâlet idaresi geçti.

Cezayir'in yönetim tarzı, az önce belirtildiği gibi beylerbeyliği, paşalık, ağalık ve dayılık olmak üzere dörde ayrılır. Özellikle dayılık devrinde Yeniçeri Ocağı'nın (ordu) yönetimde söz sahibi olduğu görülmektedir. Devlet başkanın' bile kendi aralarından seçen yeniçeri ocakları ülkenin yönetimini uzun süre ellerinde tuttular. [24]

Cezayir'de, özellikle paşalar, ağalar ve dayılar devirlerinde mevcudiyeti sözkonusu olan iki divan vardı. Devlet başkanından sonra ülkenin ikinci derecede sorumlu mevkii idi. Bu divanlardan birisi (büyük divan) devlet başkanlığına, ikincisi (küçük divan) ise yeniçeri ocağına aitti. Yeniçeri ağasına bağlı olan ikinci divana "ağa divanlan" denilmektedir, Paşa divanına "kerrâse" de denilmekteydi. Büyük divanın üyeleri haznedar (defterdar), yalı vekilharcı (gümrük ve tekel müdürü), beytul-malcı (mal müdürü), emir-i ahur, arap ağası, kadı ve yeniçeri ağasından oluşmaktaydı.

Paşa divanı, eyâlet işlerini, ağa divanı ise yeniçeri ocağı ile ilgili işleri yürütürdü. Ancak ağa divanı, 1027/1618'den itibaren hükümete, yani beylerbeyliğine ait işlere kanşmaya başladı ve vâlilerin nüfuzunun kırılmasına sebep oldu. Böylece, Cezayir Türk hâkimiyeti -Oruc ve Hızır Reis, Uluc Ali Paşa, Hasan Paşa, Piyale Paşa gibi- büyük denizciler tarafından tesisedildiği halde, yeniçeriler bunlara hükmetmeye kalkıp idareyi ele geçirdiler.Uzunçarşılı bu durumu şöyle ifade eder: "...Garp ocaklarının en ferman dinlemezi Cezayir'di: Yeniçeri ocağı ile bu ocağa asker veren Kuloğlu olarak iki sınıf askerle bir de denizci sınıfı vardı; vâliler bunlara boyun eğmeğe mecbur oluyorlardı: hükümetin verdiği emirler buradan geçmiyordu... [25]

Mülki âmirlerin-beylerbeyi, bey veya vâli, kâid, hakim ve şeyh-başlıca vazifeleri toplantılara ve merasimlere başkanlık etmek, çeşitli anlaşmaları imzalamak, saray işlerini diizenlemek ve Osmanlı Devletinden gelen emirleri yerine getirmekti.

Cezayir halkı ile birleşme ve bütünleşme temeli üzerine kurulu bir yönetim uygulayan Türk yöneticiler, beldedelci toplulukları ve kabileleri kendilerine itaat etmeye ve hakimiyetleri altına girmeye zorlamadılar. Onlara çok iyi davrandılar ve yaklaştılar. Mahzen ve Marabut kabileleri gibi imtiyazlı kabilelerin varlığına müsade ettikleri gibi, kabile reislerine, örf ve adet gibi değerlere saygıyı göstermekte kusur etmediler; öyle ki Cezayir'in bazı bölgelerinde Türk hakimiyetine girmeyen, bağımsız olarak yaşayan kabileler de vardı. Günümüze kadar dinamik bir tarzda varlığını sürdüren Kabil kabilesi bunlardan biridir. Osmanlı idaresi bu bağımsız kabilelerle çeşitli ilişkiler içerisindeydi ve ihtiyaçlarının karşılanmasında onlara yardımcı oluyordu.

Ünlü Afrikalı gezgin el-Ayyâşrnin "Seyahatnâmesinde" (Matı'l-Mevaid) yazdıklarına göre, Cezayir'in önemli bir bölümü bağımsızdı, mahalli emirlikler ve kabileler tarafından yönetiliyordu. Osmanlı himayesine girmemişti. Ancak bölgeler, sık sık kuvvetli kabilelerin saldırılarına ve yağmalamalarına maruz kalıyorlardı. Ayrıca sünni halkla hâriciler arasında çatışma eksik değ'ildi. Mesela Vadi-i Rığ halkı ile Vergla emirliği arasında devamlı çatışma vardı. [26]

el-Ayyâşi, Türk hakimiyetinin askeri olarak Biskra şehrine, ruhi olarak da Vergla'ya kadar uzandığını; Sahra'daki bu emirliklerde cuma hutbesinde Osmanlı Sultanı Murad Han oğlu İbrahim Han oğlu Mehmed Han'ın adının zikredildigini bildirir. [27] Öte yandan el-Ayyaşi (1037-1090/1628-1679), Biskra sâkinlerinin hem Türklerden hem de bedevi askerlerden çok zarar gördüğünü; kah Türklerin kah bedevi Arapların eline geçen bu şehrin sonunda, su kaynağının başına bir kale yaptıran ve halkı itaat etmeye mecbur bırakan Türklerin eline geçtiğini, fakat Türk askerlerinin şehri harap hale soktuklarını söyler. [28]

II — Mahalli Yönetim ve Toprak Dağılımı

Bölgeler düzeyinde halkla yakı n ilişki içerisinde olmak ve ülkeyi bir bütün olarak yönetmek anlayışında olan Türkler, bir yandan Bab-ı Ali'nin eyâletlerle bağlarını güçlendirmek, diğer yandan da bölgeler arası işbirliğini canlandırmak gayesiyle birtakım bölgesel kurumlar kurdular. Özellikle dayılar devrinde ülkede idari, iktisadi ve zirai alanda birçok düzenleme yapıldı. Mesela, toprak dağılımı yönünden Cezayir dört büyük bölgeye ayrıldı:

ı ) Doğrudan `dayı'nın idaresinde bulunan ve "daru's-sultan" diye adlandırılan arazi(bölge),

2) Muasker ve havalisini içine alan batı Bölgesi (beyliği),

3)Medca ve dolaylarını kapsayan Titteri Bölgesi (beyliği),

4)Konstantin ve civarını içine alan Doğu Bölgesi (beyliği).

Türklerin hakimiyeti döneminde Cezayir'in geleneksel yönetim düzeni işte böyleydi. [29] Saydığımız bu bölgeler, "kaid" veya "vatan" adıyla alt bölgelere bölünmekteydi. Her alt bölgenin yönetimi doğrudan Bey veya Dayı tarafı ndan atanan bir "kaid"in elindeydi. Böylece ülkenin yönetimi, dört sancak beyliği veya valilik ile bu vilayetlere bağlı ilçelere (kâidlik veya kaymakamlık) ve firkalara (köylere) bölünerek yürütülmekteydi. Bununla birlikte bölgesel beylikler ve kaidliklerin asıl amirleri beyler veya dayılardı.

I) Daru's-sultan; Başkent Cezayir vilayeti ile Mitice yaylasını, yani Cezayir (Fahs) şehri ve banliyösünü içine almaktadır, Mitica yaylasındaki yerleşim merkezleri "şeyh"e bağlı yedi mahalli bölgeye ayrılmaktadır ki, bunlar Bü Zarea, Benû Massus, Zürare, Ayn Zebüca, Bi'r Hakem, Kouba ve Hamma'dır.

Doğrudan Cezayir Beyi'nin veya Dayısı'nın nüfuzu altındaki Cezayir (Fahs) vilayeti, Arap ağası tarafından yönetilmekte ve yarım daire oluşturan dört vatandan meydana gelen bir ikinci bölge ile çevrili bulunmaktadır. Cezayir (Fahs)'e bağlı olan bu dört vatan şunlardır a) Hasena vatanı; Burcul- Kiffan ve es-Senya'yı kapsar, b) Beni Halil vatanı; Harraş ile Ciff arasıdır, c) Beni Metsa vatanı; Sidi Müsa ve Erba'a'yı içine alır, d) Sebt vatanı; Tipaza ve Kolea'yı kapsar. [30]

Zikredilen bu dört vatan, Cezayir (Fahs) vilayeti ile öteki bölgesel beylikler arasında "ara-tampon-bölge" görevi yapan üç bölge ile devam eder. Vatanlar, beyler tarafından atanan kaidler, vatana bağlı yerler ise, kaidlerce tayin olunan şeyhlerin idaresindedir. Kabileler, kabile toplulukları ve firkalar, kaid tarafından tayin edilen bir şeyh tarafından yönetilirken, adı geçen kabile toplulukları da şeyhin tayin ettiği bir kişi veya bir topluluk tarafından yönetilen "duvarlar"a, onlar da kanbağı ile birbirlerine bağlı bulunan"aileler"e bölünürler.

Genelde Tenes şehrinden Dellys'e kadar olan sahil bölgesini içine alan Daru's-Sultan'ın yönetim tarzı işte böyleydi.

2)Titteri Bölgesi (Beylik); Toprak bakımından üç bölge beyliğinin en küçüğüdür, belki de, Dâru's-sultan'ın bölgedeki gücünün daha nüfuzlu olması için bu beylik küçük bırakılmıştır.

Titteri beyliği, ilk planda, Telle (Tepe)'deki yedi vatanı içine alır. Yedi kabilenin ülkesi durumundaki bu yedi vatan şunlardır: Beni Hassan, Ebü Ya'kflb, Ebeı Varza, Ebel Amri, Hassan b.Ali, Riha ve Hüvâra.

İkinci bölge, Telle'in orta kısmıdır. Ancak buradaki kabilelerden bir kısmı ya doğrudan bey veya dayı ya da bunlardan biri tarafından tayin edilen "kaid'lerce yönetilirdi. Üçüncü derecedeki bölge, "Dirah kaidliği"nin merkezi durumundaki yer olup Huzlan suru ile çevrili bulunan toprakları içine alır. Gerek Titteri beyliğine bağlı vatanların kaidleri gerekse Hızlan kaidi Türkler arasından atanırdı. [31]

3) Doğu Bölgesi (Konstantin Beyligi); Doğrudan beylerin nüfuzu altındaydı. Konstantin ve Annabe vilâyetleri ile bu iki vilayete bağlı yerleri kapsamaktaydı. Mahalli yöneticiler, bölgenin kuvvetli ve tanınmış kabilelerine mensuptular. Genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşan bölge halkı, gelirlerinin belli bir bölümünü “öşür" olarak beye verirlerdi.

4) Batı Bölgesi (bey ligi); Ülkenin en teşkilatlı beyliği, Batı bölgesi beyliği idi. Türk nüfusunun zayıf olduğu Batı bölgesi üç bölgeye ayrılırdı; en verimli bölgesi şelif ve civarı olup bir "halife" tarafından yönetilirdi. İkinci ve üçüncü bölge ise, doğrudan bölge beyine karşı sorumlu olan ve onun tarafından mürakabe edilen iki "ağa"nın idaresindeydi. Bu ağalar, idarede, bölgenin güçlü kabileleri olan Duveyr ve Smale kabilelerinin desteğini sağlamaya çalışı rlardı. (Vahran Oran), Tlemsen, Mustaganem ve öteki büyük yerleşim yerleri, idari kurumların merkezi durumundaydı. [32]

111 — Askeri İdare ve Kurumları

Cezayir'deki ilk Türk askeri varlığının Oruc-Hızır Reis kardeşlerin maiyetindeki askerler ile Osmanlı Sultanı Yavuz Selim tarafindan gönderilen iki bin kişilik yeniçeri kuvveti olduğunu daha önce söylemiştik. Zaten bu ülkenin ilk yöneticileri de ordudan gelmeydiler ve herşeyden önce birer askerdiler. Bu sebeple, gerek coğrafi ve sosyal konumu gerekse idarecilerinin yetişme tarzları itibariyle olsun, Cezayir'in askeri idaresi ve kurumları yönetimin önemle üzerinde durduğu konuların başında gelmekteydi. Osmanlı Devleti de "Garp Ocakları"nın teşekkülünde Cezayir'e ayrıcalık tanımıştır.

Yeniçeri ocağı örnek alınarak kurulan Kuzey Afrika (Garp) Askeri Ocaklarının ilki Cezayir Beylerbeyliği'ndeki Ocak'tı. Teşkilatlanması, Istanbul'daki yeniçeri ocağınınki gibi oldu. Yeniçeri kuvvetleri Cezayir'de "Kasriyye" denilen yedi kıslalarda yaşarlardı ve teşkilatları Istanbul'daki yeniçerilerin bölük teşkilatına benzerdi. [33] Her bölüğün başında “başbuğ" (bölükbaşı) adı nda bir zâbit bulunurdu. Bütün zabitlerinin üstünde en büyük zâbit olarak "Yeniçeri Ağası" vardı; Ülkede ayrıca yedi tane yeniçeri ağası vardı.

Kuzey Afrika'ya, özellikle de Cezayir'e gelen yeniçeriler genellikle müslüman asıllı olmayan devşirmelerden meydana gelirler, daha sonra müslümanlaştırılırlar ve türkleştirilirlerdi. Trablusgarp, Tunus ve Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinden gelen Beyler veya Dayılar, Anadolu'nun çeşitli mıntıkalarına, özellikle de Batı Anadolu'ya giderek yeniçeriler toplarlar ve beraberlerinde götürürlerdi. [34]

Batı Anadolu'dan gönüllü olarak gelip Cezayir'e yerleşen bu ocak mensupları, ülkede yeni bir neslin yetişmesine sebep oldular. Varlıklarını günümüze kadar asil hüviyetiyle devam ettiren ve kendilerine "Kuloğlu" denilen bu aile veya nesil gerek Ocak içerisinde gerekse ülke yönetiminde önemli rol oynamıştır. Günümüzde bu nesil yoğun olarak Tlemsen ile Cezayir şehirlerinde yaşamaktadırlar, ülke yönetiminde yine söz sahibidirler.

Cezayir'deki Yeniçeri Ocağında bulunan çerilerin sayısı 10 bin ile 20 bin arasında değişirdi. Dayılar döneminde, "divân-ı gazât" veya "Ağa divanı" denilen ve yeniçeri ağasınca idare edilen divana üye 1000'den fazla dayı bulunduğu belirtilmektedir ki, ülkede 10-15 bin civarında yeniçeri olduğunu gösterir. [35] Ancak Garp Askeri Ocakları içerisinde en problemli ve karışık olan Cezayir Ocağı idi. Cezayir Türk hakimiyeti ve devlet idaresi denizciler tarafından kurulduğu halde yeniçeriler bunlara karşı tahakküm edip XVII. yüzyıldan itibaren idareyi ele aldılar. [36]

Yeniçeriler maaşlı idiler ve maaşlarını, "ağa divanı"nın belirlediği şekilde, beytul-malcı öderdi. Ayrıca, savaş ganimetlerinden ve öteki gelirlerden hisselerine düşeni alırlardı.

Cezayir'in özel ve güçlü bir donanması vardı; Batı Akdeniz'in en güçlü donanmalarından biri durumundaydı. Yabancı devletlerle antlaşmalar yapardı. Antlaşma yapılıp iş bittikten sonra beylerbeyi ve divan heyeti ayağa kalkarlar, böyle bir antlaşma yapmayı kendilerine nasib etmiş olmasından dolayı Allah'a hamdederek, fatiha okurlar, daha sonra da anlaşıldığı şekilde muahadename yazılırdı. [37] Sonraları Akdeniz kıyısındaki ülkelerden ihtida eden kişilerin katılmasıyla [38] daha da güçlenen Cezayir deniz donanması uzun süre Akdeniz'in en büyük deniz güçlerinden biri olma özelliğini korumuş ve Osmanlı Devleti'nin batı Akdeniz'deki temsilcisi ve karakolu olmuştur. Oruc Reis, Hızı r (Hayreddin Paşa) Reis, Piyale Paşa, Hasan Paşa, Uluc Ali Paşa ve benzeri denizcilik tarihine adını yazdırmış seçkin reisler ve kaptan-ı deryalar tarafından yönetilen bu donanma batı İslam dünyasının savunmasını yapmış ve varlığını devam ettirrnesinde, ticari ve iktisadi yönden kalkınmasında önemli rol oynamıştır.

Denizciler ve kaptanlar deniz sahillerindeki mahallelerde otururlar, yeniçerilerin işlerine kanşmazIardı. Ayrı bir ocak halindeydiler ve denizcilikle uğraşırlardı.

IV — Sosyal Yapı ve Kurumları

Cezayir, Osmanlı haldmiyeti döneminde, sosyal ve kültürel yönden alun çağın' yaşadı. Abdurrahman el-Ciy15.11, Tevfik el-Medeni, el-Mehdi el- Bu'abdeli vb. Cezayirli yazarlar ile P.Boyer, H.de Grammont ve onların doğrultusımdaki Fransız araştıncılarm kanaati da böyledir. [39] Türk hâlcimiyeti dönemi Cezayir sosyo-kültürel tarihini olduğundan çok aşağı bir düzeyde göstermeye çalışan, idarecilerini suçlayan ve onların bazı olumsuz davranışlarını genelleştirip Türk yönetimi aleyhinde hüküm veren Ebu'l-Kasım Sa'dullah bile "Günümüz Cezayir halkı sahib olduğu kültür ve uygarlık düzeyini Türk halcimiyeti dönemine borçludur" demek zorunda kalmıştır. [40]

Cezayir'de Osmanlı Devleti'nin geleneksel düzenine benzer bir sosyal yapının mevcut olduğu gözienmektedir. Halk, kırsal kesimde yaşayanlar -bedeviler köylüler gibi- ve şehirliler (medeni) olmak üzere iki bölümdü. Kırsal kesimde yaşayanlar veya bedevi Arapların büyük çoğunluğu bu dönemde şehirli (yerleşik) yaşama geçtiler. Kırsal kesimde yaşayanlar, tıpkı öteki ülkelerde olduğu gibi, tamamiyle ziraat ve hayvancılıkla uğraşırlarken yerleşik yaşamdaki kesim tarım ve hayvancılık ürünlerine dayalı ve bölgenin şartlarına uygun birtakım el sanatları ve küçük sanayii ile meşgul olmaktaydı. Kuşkusuz ticaret şehirli halkın en önemli gelir kaynaklarından birisiydi. Çeşidi hayvan derilerinden yapılan giyecekler, yünlü dokumalar ve kumaşlar, ayakkabı, dülgerlik demircilik, kalaycılık, terzilik, denizcilik, avcılık, benzeri sanat ve meslek alanlanyla ilgili malzemeler ile çeşitli mutfak eşyası ve gıda maddesi şehirli halkın temel üretim maddelerini ve geçim kaynaklarını oluşturmaktaydı.

Ülkedeki arazilerin şehirli ve kırsal kesim toplulukları arasında paylaşıldığı gözlenmektedir. Ancak şehirlilerin (idareci zümrenin) ve özellikle de «kuloğlu" veya "köroğlu" ailesi mensuplarının arazilerdeki payı daha fazlaydı. Onlar bu arazileri 1/5 lik işletme hakkı ile çiftçilere işlettiriyorlardı; çünkü onlar şehirlerde oturdukları ve ticaret işleriyle meşgul olduklarından arazileriyle doğrudan ilgilenemiyorlardı. Türkiye'de ve Cezayir'de bulunan arşiv belgelelerinde, hıristiyan tâcir, esir ve misyonerlerin yazdıkları kitaplarda, gezginlerin seyahatnamelerinde, terâcim ve tabakât kitaplarmda kırsal kesimlerde yaşayanlar ile şehirlilerin sosyo-ekonomik ve kültürel durumları, her iki topluluk arasındaki ilişkiler konularında geniş bilgiler vardır. [41]

Bununla birlikte, kırsal kesim halkı yerleşik yaşantıda olan topluluğun kan damarı durumundaydı, şehirlere yapılan göçler ve medeni hayata geçiş, şehirli kesime yeni kan ve ruh veriyordu. şehirliler bir bakıma bu taze kana muhtaçtırlar ve çoğalıp nesillerini devam ettirmeleri de ancak bu yolla olmaktaydı. Aynı şekilde kırsal kesimle şehirli veya yerleşik yaşantıda olanlar arasında birçok ortak nokta, aynı gelenek ve görenek vardı. Herşeyden önce din, dil, ırk ve benzeri milli ve manevi değerlerle birbirlerine bağlıydılar. Bu da onların kader birliği içerisinde olmalarını, dayanışma ve yardımlaşma anlayışı içerisinde varlıklarını sürdürmelerini sağlıyordu.

Kırsal kesimin, özellikle tasaavvuf tarikatlarnın ve marabutların yönlendirmelerine dayanan birtakım adetleri vardır, fakat bölgeler arasında önemli farklılıklar gösteriyordu. Bu durumda aşiret ve kabilecilik anlayışının rolü büyüktü. Oysa, şehirlerin adetleıi bir bütünlük arzediyordu ve önemli ölçüde Endülüslü göçmenlerin adetlerine benziyordu. Kuşkusuz her iki toplumun adetleri de gücünü İslam tarihinden ve müslüman kültüründen almaktaydı. XVI, XVII ve XVIII. yüzyıl seyyahları ülkedeki dini yaşayışı, sosyal adetleri ve kültürel etkinlikleri seyahatnamelerinde zikrettiler. Evlenme, sünnet, nişan, hacı karşılama ve hacı uğurlama merasimleri bunlardan bazılarıdır. Ayrıca kaptanlarm, reisleıin, bahriye ordusunun başında seyr-ü sefere çıkışları ve dönüşleri, valilerin belde vilayetine tayini, müftülerin ve kadıların tayinleri ile Osmanlı sultanlarının tahta çıkışları ve çocuklarının (şehzade) doğumları ile Kadir gecesi ve Mevlid-i Nebevi de parlak törenlerle kutlanırdı. Gerek kırsal kesimde gerekse şehirlerde, ramazanda mescidlerde ve özellikle de Ulu Cami'lerde Sahih-i Buhari okunur ve Kur'an hatmedilirdi. Kurban bayramında ayrıca güreş oyunları düzenlenirdi. Bu yarışmaya şehirli ve köylü tüm halk katılırdı. Paşa, ve devlet adamları da güreş merasimlerini izlerlerdi. Güreş oyunlarından sonra oynanan cirit oyununa Paşa da katılırdı. Iki taraf olunarak oynanan cirit oyununda Paşa'nın atı ve sopasıyla takip edip attan aşağı indirdiği kişiye bir miktar dirhemle ikram edilirdi. Aslında hem cirit hem de güreş oyunları yalnızca Kurban bayramına has milli bir oyun olmayıp, ayrıca her cuma günü bu oyunlar oynanırdı. Şu farkla ki cuma günleri oynanan cirit ve güreş oyunlarına ne seçkin oyuncular ne de Paşa katılırdı. [42]

Cezayir'de Cuma günü tatil günü idi. Cuma günlerinde dükkanlarını kapayarak cuma namazına giden halk, namazdan sonra doğruca dükkanlarına dönmezler, o günü tatil olarak değerlendirirler, aileleriyle dolaşırlar, eğlenirlerdi. Kadınlar da cuma günü -sabahtan itibaren- mezarlıklara giderler, ölülerinin mezarlarında Kur'an okurlardı.

Ülkede, tatil günlerinde, halkın yakın ilgisini çeken ve Türkler tarafından buraya getirilen "Karagöz oyunu", "orta oyunu", "meddah" gibi oyunlar da vardır. Bu oyunlar oynanırken seyirciler çay ve kahve, bazı zengin ve yönetici ailelere mensup gençler de içki içerlerdi.

Kadınların sosyal yaşantısına gelince; kadınlar Osmanlı dönemi Cezayir toplumunda, iktisadi, zirai, ticari siyasi, içtimai ve kültürel planda önemli rol oynadılar. Özellikle kırsal kesimde yaşayan kadınlar çoğunlukla erkeklerin yapacağı işleri yaparlardı: ekin ekme, biçme tarla sulama, hayvan bakımı vs. işler bunlardandır. Şüphesiz ev işleri ve çocuk bakımı ile de ilgilenirlerdi: kilim ve halı dokurlar, çeşitli el işi yaparlar, elbise dikerler hatta gerektiğinde ordu ile birlikte savaşa çıkarlardı.

Şehirli kadınlar ise, ticaretle ve deniz ürünleri, zirai mahsüllerin alımı ve satımı ile uğraşırlardı. Çarşı ve pazara ancak örtülü olarak çıkarlardı. Bunun önemli sebeplerinden birisi sosyal mevkiyi korumaktı. Şehirli kadınların seçkinleriyle Türk yöneticiler ve köroglu aileleri arasında siyasi evlilikler de olurdu. Oruc Reis ve Mustafa Ebü şalgarn bu tür evlilik yapan Türk yöneticileridir. [43]

Sosyal yapıda, Türkler-Paşa'dan yoldaşa kadar-merdivenin en üst basamağındadırlar idare onlardaydı; paşalar, beyler, dayılar, deniz reisleri, ağalar,divan üyeleri onlardan olurdu.

Cezayir toplumu, Müslüman ve Doğulu zihniyetine sahip bir toplumdu. Önceki dönem sosyal ve kültürel yapısının[44] olduğu kadar, Endülüslü göçmenlerin, Türk varlığının ve yahudi-hırıstiyan varlığının sosyal yapıda önemli etkisi vardır.

a) şehircilik ve Şehirlerin Rolü

Osmanlı idâresinin Cezayir'de damgasını vurduğu alanlardan birisi şehirleşmenin, yani bedevi yaşayıştan, kırsal yaşantıdan vazgeçip şehir hayatına girme olayının başlatılmasıdı r. Bölgede Islâm'ı n ve Müslümanların koruyuculuğunu yapmak üzere gelen Osmanlılar, emperyalist ispanyollar ve daha sonra bir daha buradan çıkmamak üzere yerleşmek isteyen işgalci Fransızlar gibi, Cezayir'de yeni şehirler kurmadı veya şehirleri emperyalist emelleri doğrultusunda yeniden bina etme yoluna gitmedi. "Osmanlılar devrinde Cezayir'in şehirleri Avrupa şehirleri seviyesinde değildi; sokakları dardı; banka ve kapitalcilik yarışı yoktu, Avrupadaki gibi hastaneler ve oteller de mevcut değildi", diyen Cezayirli yazar Sa'dullah bu önemli noktayı unutmuş görünmektedir. [45]

Bununla birlikte ülkenin yöneticileri olan Türkler, din kardeşi oldukları ve ortak düşmana karşı kader birliği yaptıkları Cezayir halkını ve bölgenin tarihi-coğrafi özelliklerini iyi tanıyorlardı; tesis ettikleri mimari ve sanateserleri, askeri, idari, ictimai ve kültürel kurumları ile ülkeyi imar ettiler,bugün bile birçoğunu hayranlıkla seyrettiğimiz değerli eserleri bıraktılar ki, az ileride bunlardan öz olarak bahsedeceğiz.

İmdi, Türk hakimiyeti döneminde sosyal ve kültürel hayatta önemli yeri olan belli başlı şehirleri belirgin özellikleriyle birlikte tanımaya çalışalım:

Cezayir (başkent); es-Sa'alebe Şeyhi Selim et-Tumi'nin davetini kabul eden Türkler XVI. yüzyı lın başlarında Cezayir'e ayak bastılar ve Barbaros kardeşler burasını başkent yaptılar. Zaten Cezayir kenti, bu sırada, es- Sa'alebe emirliğinin başkentiydi. Türk hakimiyeti süresince payitaht olan Cezayir şehri, Tlemsen'in Zeyyaniler'den, Kostantin'in de Hafsiler'den alınmasında karargah görevi yaptı. Nitekim, deniz yoluyla Avrupa ülkelerine yapılan hücumlar da buradan yönetiliyordu.

Cezayir şehri, yerli halkın sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kurumlara sahipti. Şehrin her tarafinda dükkan, hamam, cami, fırın, çarşı, pazar vb. sosyal hayat için zaruri olan kurumlar mevcuttu. Osmanlı himayesi devrinde dükkanların çokluğu ve sosyal ekonomik kurumlarının fazIalıği sebebiyle "Küçük İstanbul" denilecek bir düzeye ulaşan Cezayir şehrinde çok sayıda bilim ve kültür merkezi, cami, mescid,zaviye, medrese, Kur'an kursu ve vakıf vardı. Az da olsa ticari şirketlerin de mevcut olduğu Cezayir'in, görkemli saraylar', zengin meyve ve sebze bahçeleri ile güzel bir görünümü vardı. Şehirde çeşitli dilden ve renkten insan yaşardı. Ancak, 107 mescidi, 90 medresesi, 62 hamamı, 9 oteli 6 hapishanesi, 400 fırını, 300 kasabı bulunan Cezayir şehrinin sokakları güvenlik sebebiyle ve tabiat icabı dardı. Fakat Cezayir şehri emin bir yerdi. [46]

Aynı zamanda büyük bir liman kenti olan Cezayir deniz kuvvetlerinin bel kemiği durumundaydı. Şehrin korunmasına yönelik çeşitli uzunlukta surlar ve kaleler vardı. Şehre giriş-çıkış beş ana kapıdan gerçekleşirdi. Bunları kuzeyde Bâbu'l-Vâd (şehri dış arıya ve kabristana bağlayan kapı), Bâbu Azzün (güneydeki bu kapı şehrin ticari bağlantısını sağlar), Babu'l-bahriyye veya Babu'l-cezı re (şehri limana bağlayan kapı), Babu's-sayadin veya Babu't-tersane (gemi tersanelerine açılan kapı) ve nihayet Babu cedid (Kasaba'ya götüren kapl)' dır. [47]

Türk hâkimiyeti döneminde yaşayan seyyahlann eserlerinde ve terâcim kitaplannda Cezayir şehrinin çeşitli yönleriyle tasvir edildiği, tanı tıldığı görülmektedir. Bunlardan Ebu'l-Kasım ez-Zeyyâni Türklerin payı tahtı hakkı nda kötü bir tablo ortaya koyar; Cezayir'de veba hastalığının çok yaygın olduğunu ve yolcuların korkulanndan şehre giremediğ'ini dışarıda kaldıklarını.... bildirirken [48], et-Temegrati, Sahnun er-Raşidi ve öteki seyyahlar şehrin durumunu iyi bulurlar ve överler; çok sayıda sosyo-kültürel kurumla dolu olduğunu yazarlar.

ez-Zeyyâni, o devirde, Cezayir kentinde, güzel minberleri ve minareleriyle dikkati çeken 12 cami ile çok sayıda mescid bulunduğunu ve bunlardan en ünlüsünün "Ulu Cami" (Mescidu'l-Kebir) olduğunu söyler. [49] Bu camide biri hanefi diğeri mâlild olan iki müftü bulunurdu. Bunlar her perşembe günü toplanırlardı; mahkemenin karara bağlayamayıp kendilerine sorduğu önemli meseleleri görüşürler, karara ba'ğlarlar ihtilaflı mirasları vârisler arasında taksim ederlerdi [50].

"en-Nefhatu'l-Misklyye fi's-Safareti't-Türkiye"nin yazan et-Temegruti ise Cezayir kentini şöyle tasvir etmektedir: "Cezayir bakımlı, çok sayıda sokakları ve surları bulunan bir şehirdir. Üç tane giriş kapısı vardır... Orada büyük bir cami (Ulu Cami) vardır ve imamı mâlilci mezhebindendir, bu camide üç hutbe okunur -bunlardan birisi Türkler içindir ve imamlan hanefi mezhebindendir-. Deniz kuvvetleri bakımından ülkenin en güçlü şehri olan Cezayir'in limanı her zaman gemilerle doludur. Ayrıca Cezayir şehri, Afrika'nın en çok imar edilmiş, ticaret ve sosyal yapı itibariyle en gelişmiş şehridir, öyle ki, "küçük İstanbul" diye adlandırılmıştır." [51] Cezayir şehrinde çok sayıda kitap, öğrenci ve ilim adamı bulunur. Geniş bahçeler ve güzel sarayları bulunan Cezayir şehri, ı 5 o'dan 83o'a kadar çok sayıda taarruza maruz kalmıştır. [52]

Önemli sayıda idari, ilmi, tarihi ve islâmi eserin bulunduğu Cezayir şehrindelci Dâru'l-İnicişâriye", Kasr Cenâni'l-Bey, Kasru'l-Bardo, Kasru'l Kasaha, Daru'l-Bey, Kitşavet camii, mescidul-Cedid, Beşnin Ali camii, Seyyidi el-Ahdar Medresesi, Kasr imareti'l-Bahr ve Daru'l-Halife en önemli olanları ve günümüze kadar gelenleridir. [53]

Konstantin; Ülkenin ikinci önemli şehridir; 18. yüzyılda Cezayir'in en büyük şehriydi. Nüfusu hakkında farklı görüşler olup, 25 binden 100 bine kadar değişen rakamlar verilmektedir. Osmanlı hakimiyeti devrinde çok sayıda alimi, talebesi, kitabı, kütüphanesi, ilim ve irfan merkezi bulunan bu şehir ülkenin en önemli kültür merkezi durumundaydı. Hür düşünceli, serbest görüşlü ve geniş bilgisi olan alimleri halka her yönden yol gösterirlerdi. Ünlü Seyyah ez-Zeyyâni burada çok sayıda âlimle karşılaştığını ve bilgilerine hayran kaldığını bildirir. Şeyh Ömer es-Sayiği, Ebu'l-Hasan Ali bin Mesud el-Venisi, Ebu'l-Kasım el-Muhtall, Ahmed b.el-Mübarek onlardandır. Mescidu'l-Ahdar, Hasan Paşa, Kasr Ahmed Bey, Beytu'bni'l- Fekün, Kostantin şehrinde Osmanlı döneminden kalan eserlerin en önemli olanlandır. Bu şehirde 1800'lü yıllarda 86 medrese-i ibtidaiye, 7 tane medrese- i ulyâ, 35 mescid ve 16 kadar zâviye bulunduğu kaydedilir. [54]

Bugün de Konstantin, Cezayir'in ilim ve kültür şehridir.

Tlemsen; İslâm'dan çok önce kurulduğu bildirilen bu şehir, Cezayir'in en eski ve en önemli şehirlerinden biridir. Zanata kabilelerinden Beni Yefrin tarafından kurulduğu ve onları n dilinde "Ecdir" diye adlandınldığı kaydedilir. [55]

Tlemsen kelimesinin, "tlem" ve "sin" kelimelerden ınürekkep olup Zanât dilinde iki şeyin arasını birleştirme anlamı na geldiği; Tlemsen'in tepe ile Sahra'yı birleştirdiği için böylece adlandirıldıği belirtilir. Tlemsen, Romahlar zamanı nda da "Pomaria" diye adlandırilmıştır. [56]

Birçok devlete başkentlik, pekçok medeniyete de beşiklik etmiş olan Tlemsen, Osmanlı idaresi zamanında ayrı bir özellik kazanmış, ilim ve Irfan merkezi olmuştur. Günümüzde Türklere ait mimari, ilmi ve dini eserlerin en çok bulunduğı şehir olan Tlemsen, bir Türk şehri olarak ün yapmış olup, sakinlerinin yarısına yakını Türk asıllıdır. Islam öncesi dönemlerine ait kültür ve medeniyetlerle İslam sonrasına, çeşitli Müslüman millet ve devletlerin uygarlı klarına, özellikle de Osmanlı Devleti dönemi medeniyetine sahne olan Tlemsen şehri, bütün bu medeniyetlerin buluşup kaynaştığı ve karşılı klı olarak etkileştiği bir yer olmakla da ayrı bir önemi haizdir. Osmanlı hakimiyeti dönemine ait en değerli eserlerinden olarak Tlemsen Ulu Camii (el-Camiu'l-Kebir) ile Mescidu'l-Cuma (Cuma Camisi)yı zikredebiliriz. Ayrıca Türk hakimiyetinde bu şehirde çok sayıda ilkokul (ibtidalye), orta-lise (es-Saneviye) ve Ulu Cami gibi yüksek okul (medrese-i ulyâ) mevcuttu. Günümüzde, Cezayirli aydınların, ilim ve kültür erbabının, iş adamlan ve yöneticilerin önemli bir bölümü Tlemsenli ve Türk asıllıdır.

Biskra; Cezayir'in en eski şehirlerinden biri olup Zeyyûban'ın başkentidir. Romalılar'ı n gelişinden önce burada Berberler oturmaktaydılar. Islam fethinden sonra durumu değişti; Benû Raman'ın idaresine girdi ve Miladi 1058'e kadar böyle kaldı; sonra Miladi 1152'ye kadar Benü Sindi, XIII. yüzyıl sonlarına kadar da Benû M'zeni'nin idaresinde kaldı.

Türkler, 949/1542'de, Hasan Ağa zamanı nda Biskara'ya ulaştılar. Şehri kuşatan Hasan Ağa fazla zorlanmadan burayı ele geçirdi. Salih Bey zamanında (1552) şehir halkı ayaklandı ise de, Salih vali sert bir şekilde onları yeniden itaat altına aldı. Salih Bey, Biskra suyunun başına bir burç dikti ve şehir halkını teslim olmaya mecbur etti. [57]

Biskra, sosyal ve ekonomik durumu itibariyle ülkenin en güzel vilayetlerinden biriydi. Ünlü seyyah el-Ayyaşi, bu vilayette Sidi Abdülvahid er- Rammani, Sidi Muhammed b.Bû Ali gibi seçkin fakihler ve bilgin kişiler bulunduğunu kaydeder. Biskra, bugün de, Cezayir'in önemli yerleşim merkezlerinden biridir.

el-Avaz; başkent Cezayir'e 428 km. uzaklıkta eski bir şehirdir; tarihçiler bu şehrin 10. yüzyılın yarısında kurulduğunu söylerler. Vahalar üzerinde kurulu bulunan el2Avaz şehrinin büyük burçları vardır ve etrafı zengin hurmalıklarla çevrilidir.

Mustaganem; Sahil şehridir; islam'dan önce Rumlar tarafından kurulduğu bildirilir. Daha önceleri Tlemsen Beyliğinin ve bölgedeki öteki Islam devletlerinin idaresinde yaşadı. Türk yönetimi zamanında çok gelişti ve önemli bir yerleşim merkezi oldu.

Şerşel; Başkent Cezayir ile Vahran arasındaki önemli şehirlerden birisidir. Meyve ve sebzesi boldur, tarım ve hayvancılık da gelişmiştir. XV. yüz yılı n sonlarından itibaren Osmanlı hükümranlığının merkezlerinden biri oldu. ı5 ı6'da Şerşel'i ele geçiren Oruç Reis, şehre bir kale yaptırdı. Şerşel 153 ı'de Andre Doria'nın saldırısına maruz kalmışsa da, kısa sürede püskürtülen düşman ordusu çekilmek zorunda bırakılmıştır.

Bicaye; Osmanlı hakimiyeti döneminde çok büyük ve önemli bir şehirdi; ilim ve iş merkeziydi. el-Lu'lu adında küçük bir kalesi bulunan bu önemli yerleşim merkezi, işgalci yönetim zamanında yakılıp yıkıldı. Eski ve yeni camileriyle ünlüdür. Osmanlı dönemine ait birçok tarihi ve dini eser arasında 1 2 1 2 Hicri tarihinde Mustafa Paşa'nın emriyle yapılan el-Camiu'l- Kebir en ünlü olanıdır.

Delhs; )(VI. yüzyılda Türk hükümranlığının önemli merkezlerinden biri idi; Cezâyir ile Bicâye arasında eski bir şehirdir ve etrafı sağlam bir surla çevrilidir. Arazisi tarıma elverişlidir ve balıkcılık da gelişmiştir. [58]

Tahert; Rüstemilerin başkenti idi; Doğulular onu Mağribin Irak'ı diye adlandınrlar. Hicri 144-148/765-768'de Rustemiler tarafından kuruldu. Eski ve yeni Takıert diye iki kısma ayrılır. Rüstemilerin 130 yıl kadar hüküm sürdüğü bu şehir daha sonra Faumilerin eline düştü. Osmanlı idaresi zamanında gelişen ve bölgenin en önemli ilim ve kültür merkezlerinden biri durumuna gelen Tahert günümüzde de aynı özelliğini korumaktadır.

Sicihneise; Zlz Vâdisi üzerinde kuruludur. Hicri 187 yılında kurulduğu söylenir. Murabıdar tarafından mühasara edildi ve 1362 senesinde ele geçirildi. Şehir, Türk himayesi döneminde önemli gelişme gösterdi ve büyüdü.

Tennis; Hicri III/M. IX. yüzyılda bir grup Endülüslü denizci tarafından kuruldu (Hicıf 262 /M. 875). Buna göre, Vahran şehrinden çeyrek yüzyıl önce kurulmuş olmaktadır. [59]

Vergla; Kuzey Afrika'nın fethi sırasında Kuzey'den ve Batı'dan buraya gelib Bent) Vergla kabilesine nisbetle böyle adlandırdmıştır. [60] Hicri IV/ M.' o. yüzyıl başlarında, Rüstemilerin Taheree yerleşmesinden sonra, Vergla'ya Hariciler yerleştiler ve Myzâb vadisinde iskan ettiler. Daha sonra Benû Tucin ve Benû Hilal'ın hakimiyetine geçen bu şehir, bir süre Muvahhitler ile Benû Ganiye arasındaki savaşlara meydan oldu ve durumu kötüleşti. XIV. yüzyılda Benu M'zen'nin hülcmüne girdi, daha sonra da Benü Eki Gabül'un yönetimine geçti. Vergla, 959/1557'de Salih Reis tarafindan ele geçirildi ise de, XIX. yüzyıla kadar mahalli emirlik yönetiminde kaldı, şeklindeki görüş ile el-Ayyaşi, et-Temegniti gibi seyyahlann verdikleri haberler arasında bir çatışma söz konusudur. Zira adıgeçen seyyahlar bu şehir hakkında öz olarak şu malumatı verirler:

Vergla'da müezzin ezan'da tekbirleri dörder defa okurdu, oysa halkı maliki idi... İnsanlar namaz kılmak üzere camiye girdiklerinde mescidin zaviyelerine geçtiler ve taşla teyemmüm ettiler. Bu duruma çok hayret ettim ve kendi kendime acaba bu insanların hepsi de mi özürlü dedim; sonra onların Myzablı rafiziler (lbadiler kasdedilmektedir) olduklarını düşündüm, daha sonra da onlara sordum; mescid onların mescidi, orada namazlannı kılarlar ve onlar cami ehli olarak bilinirler. Bunlar, itikadi konuların çoğunda multezileye uyan Abdullah b.İbaz'ın taraftarlandır (İbadiye). [61]

Vergla'da, cuma hutbesinde, imam önce İmam Mehdi, sonra en büyük sultan ve en güçlü hakan IV. Murad (Sultan Murad oğlu, İbrahim oğlu), daha sonra da beldenin sultanı Mevlayı Alahim'e dua etti. [62]

Vergla şehrinin ortasında büyük bir su havuzu vardı ve buraya ancak yedi kapıdan birisiyle girilebilinirdi. [63]

Huneyıı; surları ve güzel mescidleri bulunan küçük bir şehirdir. En güzel surlar ve kaleler burada bulunur. Etrafı tarım ürünleri yetiştirilen tarlalarla çevrilidir. Içerisinde alış-veriş yapılan dükkanları ve çarşıları bulunan güzel bir şehirdir. İki dağın ortasında kurulmuştur.

Vahran; İslâm'dan önce Rumlar tarafından kuruldu. Sağlam kaleleri bulunan bir şehirdir, Muhammed b.Ebi Avn ve Endülüslü bir topluluk tarafından Hicri 290/M.915 yılında şehir yeniden kuruldu. Ancak, İbn Abd Rabbihi (246-328/960-1040) bunu söylerken, Ebu Re's en-Nasırl, Ahmed eş-şakrani, Muhammed b.Yusuf ez-Zeyyâni, Mizan, İbn Zerka ve benzeri yazarlar da Vahran'ın aynı tarihte Hazer b.Hafs el-Miğravi tarafından kurulduğunu söylerler. [64]

ispanyollar Vahran şehrini ı so9'dan 1708'e kadar ellerinde tuttular. Mustafa Mi şalgam 1708 yılında Vahran'ı emperyalist İspanyollardan kurtardı ise de, 1732'de tekrar işgal edildi. Vahran Osmanlı hakimiyetine kesin olarak ı 792 tarihinde girebildi.

Vahran, bugün "Murcacu" diye bilinen dağın eteğinde kurulmuş bir sahil şehridir. Kuzey Afrika'nın Paris'i diye adlandırılan bu şehirde birçok burç vardır; bu burçlar San Fernando, San Andre, Sandre, Santa Cruz adlann da olup ispanyollarca yapılmıştır. Yefriniler, İdrisiler, şiiler, Kurtubalılar (benü Ümeyyye), Zanatiler, Sanahice ile Fatımiler, Murabıtlar, Muvahhitler, Zeyyaniler, Medniler, ispanyollar, Türkler, Fransızlar ve Araplar bu şehirde hüküm sürmüş milletler ve devletlerdir.

Öz olarak tanımaya çalıştığımız bu şehirler hakkında çeşitli ansiklopedilerde- özellikle Fransızca ansiklopedi ve dergilerde-tarih ve coğrafya kitaplannda geniş bilgiler vardır, ancak, bizim araştırma alanımıza giren kısmı, şehircilik yönü ve Osmanlı devrindeki belirgin özelliği olduğundan bu kadarla yetiniyoruz. Zaten bu şehirlerin tarihi ve kültürel değerlerinden yeri geldiğince ayrıca sözedeceğiz. Üstelik, önemli bir bölümü tahkikli olarak neşredilmiş bulunan XVI, XVII ve XVIII. yüzyıla ait seyahatnameler ve teracim kitapları [65], bu şehirler hakkında tatmin edici malumat ihtiva etmektedir. Mesela ünlü Mağribli seyyah el-Ayyaşi, "Mau'l-Mevaid" adlı seyahatnamesinde Cezayir'in siyasi, idari, askeri, iktisadi, ictimai, ilmi ve kültürel durumları haldunda geniş bilgiler verir. Tlemsen, Muasker, Konstantin yolu ile üç defa hacca giden el-Ayyaşi gezip gördüğü, geçip oturduğu her yeri ayrıntılı olarak tanıtır. Bir yandan sahra halkının bencilliğinden sözederken diğer yandan şehirli halkın ticaret anlayışım ve ahlalunı gözler önüne sermeyi ihmal etmez. Sahra'daki şehirlerin genellikle yüksek yerlerde ve tepe başlarında, vadi üzerinde kurulu olduklarını, etrafları= surlarla çevrili bulunduğunu, şehirlerin idaresine kabilecilik anlayışının hakim olduğunu ve kabileler arasında çatışmaların eksik olmadığını söyler. Sahra'daki şehirlerin nüfusunun öteki bölgelerinlcilere nispetle çok az olduğunu kaydeden el- Ayyaşi, bedevilerin yaşayış durumlarını da ayrıntılarıyla kaydeden[66]

V — Mali Kurumlar

Ülkede kamu hizmeti gören en önemli kurumlardan birisi şüphesiz mali kurumlardır. Memleketin mâli düzeninin sağlanması, bütçenin hazırlanması ve düzenlenmesi, vergilerin tesbiti ve kabileler arasında, Beyliklerin ekonomik ve sosyal düzeylerine göre, dağılımının yapılması tamamen mahalli beyliklerdeki mali kurumlar yoluyla sağlanmaktadır. Her beyliğin hususi bütçesi vardı ve mali kaynaklarını kullanma özgürlüğüne sahipti. [67] Beytulmalcı, vekilharcı, haznedar, atlar ağası, mahzen hocası ve benzeri memurlar mali kurumların üst düzey yöneticilerini oluşturmaktaydılar. Arazilerin mevkilerine ve verimlililderine göre değerlendirilip vergilendirilmesi, elde edilen mahsülden öşür tesbiti ve bunların devlet hazinesine, elde edilen mahsülden öşiir tesbiti ve bunların devlet hazinesine ulaştırılması vb. konular da mali kurumların yetki ve görev alanına girmekteydi. Kuşkusuz, Osmanlı devri Cezayir'indeld mali düzenin, ekonomik yapının incelenmesi apayn bir araştırma konusu ve özel ihtisas gerektiren bir iştir.

VI — Adli Kurumlar

Adli kurumlar, sivil adli kurumlar ve cezai kurumlar diye ikiye ayrılır. Mahkemelerin çalışması ve yargılama, bütünüyle Islam devletlerindeki geleneksel temaüle uygundur.

Sivil yargılama, doğrudan dayı tarafından yapılır ve kesindir. Bölgesel beyliklerde veya vilayetlerde, Beylerbeyinin veya dayının yürüttüğü bu sivil yargılamayı doğrudan beyler veya vâbler icraa ederlerdi. Başkent Cezayir'de, her ikisi de fakihler arasından seçilip doğrudan Paşa veya dayı tarafindan atanan biri hanefi ötekisi mâliki iki Ltd' bulunurdu. Bir bakıma şeyhulislam konumuna sahip olan bu iki kâdı diğer mahkemelerin karar veremediği çok önemli meseleleri görüşürlerdi. Danıştay veya Temyiz mahkemesi görevi yapan bu yargı organı genellikle her hafta perşembe günü yargılama yapardı.

Mahkemelerde asayişi çavuşlar sağlardı.

VII — Eğitim-öğretim ve Kültür Kurumları

Türk hâkimiyeti döneminde Cezayir'de canlı bir ilim ve kültür hayatı vardı. Türkler bir bakıma Türkiye'deki ilim ve kültür kurumlarını tümüyle oraya taşımışlardır. Bu bakımdan ülkedeki eğitim-öğretim düzeni, Osmanlı Devleti'nin geleneksel eğitim-öğretim düzenine uygun olarak kurulan kurumlarda yapılıyordu. Camiler, mescidler, medreseler, zaviyeler, özel ve genel kütüphaneler, işyerleri dükkanlar başlıca eğitim ve öğretim kurumlanydı. Islam uygarlığının temel kurumlanndan biri olan Vakıflar ülkede eğitimöğretimin yaygınlaşması, kültür seviyesinin yükselmesi için en büyük desteği oluşturuyordu; ilim erbabına, fakirlere, kimsesizlere ve yetimlere ilk ve orta öğrenimin en iyi şartlarda gerçekleşmesi için gereken maddi-manevi yardımı sağlıyordu. Zaviyeler, mescitler, camiler ve medreseler de Vakıflar sayesinde ayakta duruyorlarciı. Onun içindir ki Cezayir'deki dini kurumlan, eğitim-öğretim müesseselenni, talim-terbiyeyi Müslüman Toplum'un sorumlulukları arasına sokan Devlet değil, hem kendilerini hem de bakımı alondakilerin eğitim-öğretimden doğrudan sorumlu olan vatandaşlar ile onlann kurdukları Vakıflar oldu. Ancak, doğrudan birtakım devlet adamları tarafından kurulan Vakıflar ve eğitim-öğretim kurumları da vardır.

Ayrıca, gerek himayeci Türkler gerekse yerli halk bütünüyle Müslüman oldukları için onların aralarında kader birliği, ülkede ise tam bir huzur ve dini özgürlük havası mevcuttu. Hanefi ve mâliki mezheplerine mensup olan bu insanlar birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlar& Camiler-mescidler, medreseler ve zâviyeler ile, bunlarla ilgili vakıflar, sahil şehirleri başta olmak üzere ülkenin her tarafına yayılmıştı. Her büyük ve küçük yerleşim yerinde mutlaka bir mescid vardı; mesela, kaynaklar, Hicri XI/M.XVII. yüzyılda başkent Cezayir'de too civarında mescid-cami, 90 dolayında da medrese, 30 kadar &Iyiye olduğunu bildirmektedir. [68]

Ülkedeki eğitim-öğretim kurumlarını şöyle bir sıralama içerisinde değerlendirebiliriz:

a) Medreseler; Büyük ve küçük tüm yerleşim yerinde medrese vardı; bedeviler ve dağlık yöre halkı arasında bile yayılmıştı. Eğitim-öğretimin bu derece geniş bir alana yayılmasında ve ülkenin her köşesini kuşatmasında Vakıflar'ın payı büyüktür.

Medreseler, tıpkı Osmanlı Devleti' nde olduğu gibi, üç dereceye ayrılır:

ibtidaiye (ilkokul); çok basit bir öğrenimdi; eğitici kişi mescidde veya mescide bitişik olarak yapılmış bir odada ya da benzeri bir hücrede küçük yaştaki çocuklara ilk öğrenimi yaptırır, onları birtakım basit bilgiler temelinde ettirdi. Müderris (ilkokul öğretmeni), hasır veya benzeri birşey üzerine oturur, sırtını duvara dayar, yüzünü öğrencilere dönerdi. Bornoz giyer ve elinde bir baston bulunurdu; öğrenciler onun etrafında tam yada yarım halka oluştururlardı.

Öğrenciler, hergün-sabah ve öğle olmak üzere-iki defa okula gelirler ve her vakitte ikişer saat ders göriklerdi. Bir veya iki ayet yazıp ezberler, sonra da ertesi günün dersini alırlardı. Her öğrencinin ayetleri yazmak için yanında bulundurduğu bir yazı levhası vardı. Toplam ögrenci sayısı, medresenin yerine, kırsal kesim veya şehirde olmasına, müderrisin durumuna göre değişmekteydi, fakat genellikle 15 ile 30 arasındaydı.

İlk öğrenimin metodu, zihni eğitme metodu idi ve ezberciliğe dayanıyordu. öğrenci, ilk öğrenimi sonunda Kur'an-ı Kerim'i ezberler ve bazı temel dini bilgiler öğrenirdi. [69]

b) Saneviye (Orta-Lise); Aynı şekilde mescid, medrese veya zaviyede yapılır. ibtidaiye'de Kur'an'ı ezberleyen, arapça yazmayı bilen ve birtakım dini bilgilere sahip olan öğrenciler bu derecedeki medreselere devam ederler. Her ilim dalı; o dalda yetişmiş bir müderris tarafından okutulur. I IzAkta oturan ve fakir olan her öğrenciye zaviyede veya mescid yanında kalacak bir yer verilir, burada öğrenci yatılı öğrenci olarak öğrenimine devam eder. Orta öğrenim öğrencileri mevcut adet üzerine doğup biiyüdülderi yerde okumazlar, uzak yerlere gönderilirler, kendi memleketlerinden uzaldaştınlırlar, Mazune medresesi, ılin Ali eş-Şerif zaviyesi gibi ünlü eğitim-öğretim merkezlerine gönderilirlerdi.

Ders esnasında öğrenciler mûderrisin etrafında tam veya yarım halka oluştururlar, her müderris belli dersleri okutur ve istediği kitapları takip eder, ders metodunun ve saatlerinin tayini de müderrise aittir.

Öğrenciler genellikle günde üç defa ders yaparlar; sabah, öğle ve ikindi dersleri diye adlandırılan bu dersler ikişer saatti ve namaz vaktinin girmesiyle sona ererdi. Ancak, ikinci dersini akşam vaktinin girişine kadar değil, iki saatlik bir süreyle yaparlardı. öğrenci ile mûderris (öğretmen) arasında çok yakın ve devamlı bir ilişki vardı; müderris öğrencisini yakından tanır ve onun her durumunu kontrol ederdi. Müderrisin ününe veya seçkin bir alim olmasına, medresenin imkanlarına ve ekonomik şartlara göre öğrencilerin sayıları artar ve eksilir, öğrenci, müderris değiştirebilir.

Öğrenim metodu, ibtidiaye'de olduğu gibi, zihni eğitme metodudur ve ezbere dayanı r. Öğrenci, müderrisin ezberlemesini istediği birtakım kitapları ezberlemek ve anlamakla yükümlüdür, [70] bu kitapları öğretmen seçer ve öğrencinin o derste yetişmiş olup olmadığı na da yine o karar verir.

Orta dereceli okulların (es-Sâneviye) gayelerinden birisi de yüksek öğrenime talebe yetiştirmekti.

Orta okul-lise ve yüksek öğrenimin temeli imla ve şerhti. Her müderrisin bir okuyucu öğrencisi vardı; o kitapta bir yeri okur, müderris de onu açı klar, akli ve nakli yollardan okunan metnin izahını yapardı. Dersin sonunda işlenen konuyu özet olarak yazdırırdı. Zaten öğrenciler de gördükleri her dersin notunu tutarlardı. Öğrenciler derslere aktif olarak katılırlardı. Ezber ve rivâyet müderrisin temel özellikleriydi; ilimleri senetleriyle bilir ve ezberlerdi. "Şerhu Halil "gibi bazı kitaplar ise hem müderris hem de öğrenciler tarafından tamamen ezberlenirdi. Bu bakımdan orta dereceli okullarda ezbercilik çok gelişmişti ve yaygındı. Öğrenciler ilimleri hocalanndan naldederler ve ezberlerdi. "el-Milel ve'n-Nihal" (Şehrestanfnin) hemen her derste okutulurdu. Ayrıca, nakli ilimlerin yanında akli ilimlere de yer verilirdi.

Eğitim ve öğretim programları, genellikle, fikı h, tefsir, hadis, kelam ve tasavvuf gibi dini ilimlerle tarih ve coğrafya gibi beşeri ilimleri ve dil ilimleriyle sınırlı idi. Osmanlı Devleti merkezinde uygulanan program da genelde böyleydi. Çünkü bu devrim ilim anlayışı öncelikle Kur'an ilimlerini öğrenip anlamayı amaçlıyordu. Kur'an âyetlerinin bilinmesi, hadislerini ezberlenmesi, temel inanç ve ibadet esaslarının öğrenilmesi bir Müslüman'ın eğitim ve öğretiminin hedeflerini teşkil ediyordu. Ayrıca, İslam âlemindeki ulemâ daha çok nakilciliğe ve nakli ilimlere önem veriyorlar, akli ilimlere gereken değeri vermiyorlar& Onlara göre, en güvenilir eğitim-öğretim yolu, öncekilerin bilgi ve düşüncelerine sahip olmak ve onlara uymaktı.Zaten Müslümanların gözünde gerçek bilgin de din ilimleriyle uğraşan kimseydi; tefsirle uğraşan herkes müfessir, kelamla ilgilenen herkes mütekellim, fıkıh çalışan herkes de fakih görülüyordu.

Eğitim-öğretim kurumları özellikle büyük yerleşim merkezlerinde, sahil boyundaki şehirlerde toplanmış durumdaydı. Başkent Cezayir, Konstantin, Tlemsen, Bicâye, Cicil, Annabe, Mustaganem ve Vahran gibi şehirler bu kurumlardan en çok nasib alan yerlerdi. Eğitim-öğretim kurumları ülkenin ihtiyaçlarını karşıllyordu ve o devre göre yeterli bir düzeydeydi.

c) Yüksek okul (el-medarisuTulya); Sâneviye öğrenimini tamamlayan talabelerin okuduldarı medreselerdir. Hemen her şehirde bina edilen "Ulu Cami"lerde veya zâviye ve medreselerde bu tür öğrenimi yapabilmek mümkün ise de, uygulamada Konstantin, Cezayir, Tlemsen, Bicâye gibi birkaç şehirde toplanmış olduğu görülür. Müderrislerin hepsinin yüksek öğrenim dersleri verebilecek düzeyde olmadıkları, olanlarının ise her şehirde bulunmadığı, ayrıca öğrencilerin bazı meşhur müderrislerden bazı ünlü eğitim- öğretim kurumlarında ders almak istemeleri hesaba katılırsa böyle bir yüksek tahsil dağılımının zarureti kendiliğinden anlaşılır. Yüksek öğrenim, tıpkı orta dereceli öğrenim gibi, belli bir sene ile sınırlı değildi; öğrencilerin belli kitapları okurnaları, öğrenmeleri ve ezberlemeleri esastı. Çoğunlukla birbirine bağlı olarak devam eden orta ve yüksek öğrenimde okutulan kitaplar genelde şunlardan ibaretti: Elfiye (Irakrnin) Sahih-i Buhart Muhtasanı Malik (filah), Nuzum ibn Asım (ahkâm), eş-Şifâ (Kâdı 'İyadi'nin Akâid (Senüsfı n) Hazreciye (Şerif el-Karnatfnin), Lâmiye (ibn Mâlik'in), Cemu'l- Cevâmi'(Subldnin), Tellüsu'l-Miftah... [71] Bu kitapları tedris edenlere `icâzetnâme' verilir. lcâzetler müderris tarafından verilmekte olup çeşitlidir. Lisans diplomasinin karşılığı olan ve sahibinin fikıh, mantık vd. dersleri okutması veya rivayet etmesini sağlayan yeterlilik diplomalar' (şahadetu'l-Kifaye) ile, bütün İslami ilimleri okutma, rivâyet ve naldetme haklarını verenicazetler (mütahassıs müderris diploması veya doktora diploması) bunlardan başlıcalarıdır. Kuşkusuz bu icâzetnâmeler islam ilimleri yönünden de önemli bir malzeme oluşturmaktadır, çünkü beldenin seçkin bilginlerinin, şeyhlerinin ve onların şeyhlerinin isim ve künyelerinin listesidir, neticede Doğu ve Batı'daki Müslüman âlimler arasındaki sağlam isnad vesikaları ve ilmi şecere ortaya çıkmış olacaktır.

Gerek lise seviyesindeki medreselerde tahsil yapanlar gerekse yüksek öğrenim gençliği, istedikleri medresede okurlar ve istedikleri müderrisden ilim tahsil ederlerdi. Eğitim-öğretim kurumlarının idaresi genellikle Vakı fların elindeydi; ülkede bir Milli Eğitim Bakanlığı mevcut değildi. Hemen her şehirde ilim ve takvası, tasavvufa bağlılığı ile ün yapmış kişiler veya aileler vardı; Konstantin'de Ben Bâdis ve el-Kunfaz aileleri, Tlemsen'de el-Makarri ve el-Abbani aileleri, Bicâye'de el-Mancalati ve el-Meşhed aileleri, Bislcra'da Ebü Zeyyân Nasır b.Mi'zeni ailesi kendilerini ilim ve irfana adamakla ün yapmış ailelerin başlıcalandır. [72] Gençler ve halk bu ailelere gelir, onlardan ilim öğrenirdi; dışarıdan gelenler zâviyelerde kalırlar ve vakıflardan maddi ve manevi destek görürlerdi.

Ülkenin eğitim-öğretim tarihinde önemli yeri olan kurumlardan birisi de Kur'an Kursları'dır. Kurs yeri, Genellikle camiye bitişik bir oda veya hücre idi. Bazan dükkanlar veya kütüphaneler de bu görevi yerine getirirdi. Ayrıca kırsal kesimde, Murabıtlann zâviyelerinde kur'an hı fzı için özel bölümler vardı. Kur'an kursları ülkenin her tarafına yayılmıştı ve genellikle bulunduğu mahallin, veya yaptırılan ya da vakıf sahibinin adını alırdı. Müzeyyidu'l Kayseriye, Mektubu's-Semmâln, Ali Paşa, el-Hac Mustafa Bölükbaşı,el-Ameli... Kuran kursları gibi. [73]

Kur'an kursları toplumun her kesimindeki insanlarca yaptınliyordu; beyler, paşalar, dayılar, memurlar, yerli halk herkes Kur'an kursu yapımına önem veriyordu. Mesela Beytu'l-Malcı San Mustafa'nın emriyle Seyyide Cami'nin yanında bir Kur'an kursu yapıldı. Ayrıca, zâviyelere ve vakı flara bağlı kurslar da vardı.

Ancak, ilkokul vazifesi gören bu ibtidâi medreseler genellikle sağlığa uygun değildi, yer olarak da dardı; çoğunlukla hasır serilidir.

Osmanlı devrinde-Cezayir'de, yalnızca eğitim-öğretim yapılan müstakil okul yoktu, çünkü bu dönemde böyle bir okul açma fikri mevcut değildi; camilerdeki müderrislerin maaşlarını vakıflar verirdi, medreselerdekilerinkini ise ya belli sayıdaki eşraf veya zenginler ya da o medresenin hususi vakfı öderdi. [74]

2) Zâviyeler ve Ribatlar: Cezayir'deki Osmanlı varlığının belirgin özelliklerinden birisi tasavvufun gelişmesi ve tarikatların her tarafa yayılmasıdır. Tasavvuf erbabını seven, tarikat şeyhlerine yakın olan, tıpkı ilim ehli gibi, bunları maddeten ve manen destekleyen yöneticiler bir yandan kadirililc, bektaşilik, nakşibendilik ve mevlevilik gibi Anadolu tarikatlarını buraya naklederlerken, öte yandan ülkede çeşidi yerlerde zaviyeler ve türbeler yaptırdılar, neticede zaviyelerin ve ribadarm çoğlamasında ve ülkenin dini düşüncesinde etkili olmasında önemli rol oynadılar. Şehirlerde ve kırsal kesimlerde, dağlık mmukalarda ve Sahra'da yaşayan tasavvuf ve tarikat erbabı, inançlarını ve görüşlerini her yerde yaydılar, müridlerine zikir yapmayı öğrettiler, onları uzlet ve ibadet temellerine dayalı bir yaşayışla yönelttiler. Meşhur olan şeyhlere özel yerler yapıldı; orada ziyaretçilerini, müridlerini ve taraftarlarını kabul ettiler, öğrencilere de dersler verdiler. Bu tür yaşayışta olan mutasavvıfin adı da "murabıt" oldu, ki bulunduğu yerin âlimidir. Nitekim bulunduğu bu yer de, halk arasında "falan Sial..."n zaviyesi veya falan Sidi'n ribatı diye tanındı. işte bu falan Sidi öldüğünde bu zaviyeye veya ribata defnolundu; orası yeşile boyandı ve artık onun soyundan gelenler ve halk orayı bir ziyaret yeri haline getirdiler, kutlulaştırdılar, adını her tarafa duyurdular ve meşhurlaştırdılar ki, günümüzde bile Kuzey Afrika ülkelerinde. özelliklede Cezayir'de bu durumlarını korumaktadırlar. Çeşidi şeyhlere ait türbeler halkın ziyaret yerleridir.

Ayrıca, her şehirde bir veli türbesi vardır, Tlemsen velileri, Cezayir, Konstantin, Bicâye ve Bona salihleri gibi. İbn Meryem "el-Bustan"ında, Muhammed b, Süleyman "Ka'betu't-Taifyin"ninde ve el-Buni de "Elfiye-ed- Durretu'l-Musavvana fi Sulahât Bonâ"sinda bu salihleri ve velileri tanıtırlar.

Başkent Cezayir'de evliya ve sulehâ için yapılmış çok sayıda zaviye, tekke ve türbe vardı. Veli Dede, Abdurrahman es-Sa'alebi, Abdulkadir el- Giylant, Sidi Muhammed Şerif, Sidi Ahmed b. Abdullah el-Cezâiri, Sidi Cuma, Sidi el-Kittani, Sidi Sadi, Sidi el-Fast, Sidi Ya'keıb, Sidi Eyyub zaviyeleri ve türbeleri bunlardan bazılarıdır. [75]

Konstantin şehrinde de çok sayıda zaviye vardı; Sidi el-Manatıld Sidi Abdelmumin, Sidi Mahluf, Sidi Meymun, Sidi Raşid zaviyeleri gibi. Ayrıca Türklere ve Köroğlu ailesi mensuplarına has zaviyeler de vardı. Tlemsen ve çevresi de zâviyeleriyle ünlüdür, Sidi Bu Medyen, Sidi Muhammed Senust zâviyeleri gibi. [76]

Kırsal kesimlerde zâviyelere valcfedilmiş araziler vardı; halk bunların bakımını üzerine almıştı, eker-biçerdi; gelirlerini hocalara ve talebelere verirler, zâviyenin ihtiyaçları için harcarlardı.

Cezayir'deki zaviyelerin ve tekkelerin sayısının camilerin ve medreselerin sayısına yakın olduğu bildirilir. Osmanlı döneminin sonlarına dogru yalnızca Tlemsen'de 30 kadar zâviye bulunuyordu; Konstantin'de de, Salih Bey zamanında, I 3 zaviye vardı.

Zaviyelerin kırsal kesimlerde birlik-beraberlik ve cihad konularında olumlu ve önemli rolü oldu; halkın ve gençlerin dini yönden aydınlatılmasını sağladı. Şehirlerde de medreselerin, Kur'an kurslarının yerine geçti, aynı düzeyde öğrenim verdi. Ancak, zaviyeler ülkede olumsuz etkilerde de bulundular; halkı tembelliğe, miskinlige, cahilce teslimiyetciliğe sürüklediği gibi düşüncenin donmasına, fikri ve ilmi hareketin durmasına büyük etki yaptılar. öyle ki insanlar, ribatı medreseye, murabıtı 'alime, tercih eder duruma geldiler. [77]

3) Mescidler-Camiler: Islam'da, temel eğitim ve öğretimin yaygı nlaşması nda, Arapça'nın ve İslam kültürünün öğretilmesinde büyük payı olan kurumlardan birisi kuşkusuz camilerdir. İslam eğitim-öğretim kurumları tarihinde Hicri 459 yılı bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren, camilerin dışında, yeni eğitim kurumları kuruldu: Bağdat'ta Nizamiye medresesi tesis edildi. Böylece, saraylar, cilt evleri (havaniyetu'l-varrakin), kütüphaneler, daru'l-Hikmelerin ve mescitlerin yanısıra, düzenli eğitim-öğretim kurumları-örgün eğitim yerlerikuruluyordu. Aslında, mescid-cami, Islam'da, sadece ibadet yeri değil, eğitim- öğretim kurumu, sosyal,ekonomik ve idari konularda kararlar alınan meclis, diplomatların kabul edildiği, askeri harekatın yürütüldüğii, adli-kazai meselelerin çözümlendirildiği bir yerdir. Camilerin bu yönlerdeki fonksiyonu herkesce bilinmektedir. [78]

Camiler-mescidler Osmanlı dönemi Cezayir'inde eğitim-öğretim ve din hizmetleri veren kurumların başında gelir. Bu camilerden bir kısmı bazı zaviyelere bağlı bulunurken, bir kısım zâviye de bu camilere bağlıydı. Bu kurumlarda çoğunlukla öğrenciler, garibler ve fakirler için bannaldar ve evler vardı, müridlerin toplanıp zilcir yaptıkları hücreler mevcuttu. Camilerin hacimleri gördükleri hizmete göre değişirdi; yalnızca günlük namaz kılınan mescidler bulunduğu gibi, hem günlük namaz hem de cuma ve bayram namazlan kılınan camiler de vardı. "Hutbe Camii (Câmiu'l-Hutbe) diye adlandınlan bu camilerden bazıları daha büyük ve bakımlı olup "Ulu Camii" (el-Camilu'l-Kebir) diye, bazan ''el-Cemau'r-reisi'' bazan da "el-Camiu'l- Azam" (Baş Cami-En Büyük cami) tarzında isimlendirildi. [79]

Cezayir'deki şehirlerin çoğunda "Ulu Camii" (el-Camiu'l-Kebir) adı verilen, büyüklüğü ve eskiliği ile ün yapmış camiler de mevcuttur. Osmanlılar, Selçuldulardaki bu geleneği hem devlet merkezinde hem de eyâletlerinde yaşatular, önemli yerleşim merkezlerine Ulu Cami'ler bina ettiler. Ayrıca şehrin eski semtlerinde yapılan ve "Eski Cami" (el-Mescidu'l-Atik) denilen camiler de vardı ve şehrin yöneticisinin himayesinde olurdu. Hem mülki'âmirler hem de vakıflar camilerle yakından ilgilenirlerdi.

Camiler ve mescidler bazı salih kişilere veya velilere nisbet edilmezler, genellikle yaptırılan hayırsever, siyasi ve askeri kimselerin ya da tâcirlerin adlarını taşırlardı; oysa zâviyeler çoğunlukla sülehâya ve evliyaya nisbet olunurlar, Ahmed b.Abdullah el-Cezâiri zâviyesi ve Abdurrahman es-Sa'alebi zâviyesi bunlardandır. Buna karşılık, camiler, mescidler yapıldı kları mahalle veya yerleşim merkezine, mimâri özelliklerine, tezyinatma ve yapımda kullanılan maddenin rengine göre isimler alırlar, Yeşil Cami (el-Camiu'lahdar), Ulu Camii, Ada Kapısı Camii (Camiu babı'l-Cezire), Cami-i Hayy gibi. Bazan da mahalle sakinlerinin veya meslek erbabının adına nisbet edilir, Terziler Camii (Câmiu'l-hayyatin) gibi. [80]

Cezayirli halk camilerin yapımına ve bakımına büyük önem verirdi. Mescidsiz hiçbir mahalle veya köy yoktu; gerek kırsal kesimde gerekse şehirde ibadet mahalli olmasının yanında, sosyal ve kültürel faaliyetlerin merkezi olarak da camiler-mescidler en önemli yerlerdi. Zaten başlangıçtan bu yana "İslam öğretim ve eğitiminin başlıca yeri camilerdir. Islam'ın ilk devirlerinden itibaren camilerde halkalar meydana gelmeye başlanmış ve bu, bugüne değin sürmüştür. [81]

Camilerin etrafinda evler, dükkanlar ve Kur'an kursları ile, gerektiğinde, fakir veya yabancı öğrencilerin bannacaklan bir yer bulunurdu. Ulke halkını biribirine bağlayan, Türklerle yerli halkı birbirine yakı nlaştıran, aralanndaki bağları güçlendiren öncelikle camilerdi. Nakdi ve ayni yardımlar, sadakalar ve infaklar camilerin en önemli gelir kaynağı idi; mahalle ve köyün ileri gelenleri, zenginleri camilere teberruda bulunurlardı. Ayrıca Türk idarecileri camilere önemli yardım yaparlardı , fakat devlet cami yaptırmaktan sorumlu değildi; eğer bir paşa, bey veya vali bir cami yaptırırsa, onu kendi malı ndan yaptırır, servetinden de vakfederdi. Siyasi veya idari görevi icabı değil; imanından, ihsanından dolayı cami yaptırırdı, halkı da böyle hayır işleri yapmayı teşvik ederdi.

Türk hâkimiyeti döneminde Cezayir'de yaptırılan ilk hanefi camii es- Safer Camii'dir. Bu camiin giriş kapısında şu ibareler yazı lıdır "Bu cami büyük bir camidir, pek yüce bir makamdır, takva üzere tesis edilmiş bir binadır. Yüce Sultanımız, ulu hakan, alemlerin Rabbı'nın yolundaki mücahid Efendimiz Hayreddin, ki Allah ona yardım etsin, bu camiin yapılmasını mevlası fakire emretti; Efendimiz Hayreddin Yüce Allah'ın kulu Safer'dir, Allah onun günahların' bağışlasın." [82] Paşaların sonuncusu olan Hüseyin Paşa, Cezayir şehrinin en güzel camii sayılan bu camiyi tamir ettirdi. Taştan yapılmış olan (Safer) Cami'inin üstü muazzam bir kubbe ile örtülüdür, mihrabı, pencere kenarları beyaz ve yeşil çinilerle süslüdür.

Gerçekte, hemen her şehirde Türk beyleri, paşalan, ağalan ve dayı lannca yaptırılan camiler mevcuttur, Cezayir şehrindeki Ulu Cami, Sidi Ramazan Camii, Kasaba Camii, Hasan Paşa Camii, Vahran'da Paşa Camii ve (Osman) Bey Camii, Konstantin'de Ahmed Bey Camii ve Hasan Paşa Camii, bunlardandır. Daha sonra Türk muhacirleri ile onların evladı olan Köroğııllan ve öteki aileler yeni hanefi camileri yaptırdılar, el-Hac Hüseyin Mizmorto Camii, Yeni Camii, Hıdır Paşa Camii ve Abdi Paşa Camii bunlardandır. Hanefiler, ülkede, mâliki camilerinin yanında, birçok cami bina ettiler ve onlarla ilgili zengin vakıflar meydana getirdiler. Bu camiler çok gösterişli idi ve zeytinyağı kandilleriyle aydınlatı ırdı, kapılan ve pencereleri çinilerle kaplıydı, tabanı halı ve kilimle döşeli, tavanı ve duvarları Arapça ve Türkçe harflerle nakışlı, temiz ve bakımlı idi; seyyahlardan birçokları Vahran'daki camilerin yine bu şehirdeki kiliselerden daha süslü ve bakımlı olduğunu söylemişlerdir. [83]

Camilerde genellikle minber, mihrab ve pencere kenarları çinilerle kaplıdır ve üzerlerinde çeşitli âyetler veya hadisler yazılıdır, döşenmesi caminin mali durumuna göre değişk, bazı zengin camiler çok kıymetli hali ve kilimle döşeli, diğerlerinde ise sıradan bir döşeme veya hasır seriliydi.

Her camide halkın, öğrencilerin ve hocaların okuyacakları )(kapların bulunduğu birer kütüphane bulunurdu; kitapların sayısı ve çeşitliliği camiden camiye değişirdi. Bazı mescidlerde ise sadece Kur'an, Sahih-i Buhari, tasavvuf ve tarikat kitapları dışında kitap bulunmazdı. [84]

Türk hâkimiyeti döneminde Cezayir'deki camilerin sayıları ile ilgili istatistikler farklılık göstermektedir, çünkü henüz bazı şehirlerle alakalı istatistik bile yoktur. Kaynaklar çoğunlukla büyük şehirlerden ve buralardaki "Ulu Cami" veya Cuma Cami'i (mesacidu'l-Hutbe)'nden sözetmekle yetinirler. Bazı istatistikler de Osmanlı öncesinde yapılan camilerle Osmanlı himayesi döneminde yapılanlar' kanştwırlar. Mesela, Mağribli seyyah et-Temeğrati, XVI. yüzyıl sonunda Cezayir şehrinden sözederken şunları söyler:" Orada bir "Ulu Cami"(el-Camiul-Kebir) vardır, geniş bir camidir ve imamı mâlikidir. Uç hutbe okunur, bunlardan birisi Türkler içindir ve imamlan hanefidir.-" [85] Bu demektir ki, onun zamanında Cezayir'de sadece üç büyük camii (Cevamilil-cum'a) vardı; birisi malikilerin cuma namazı kıldıklan Ulu Cami (el-Câmiul-Kebir), diğeri hanefi camii-belki de Hayreddin Paşa'nın yaptırttığı Safer Camii kasdediliyor-, üçüncüsü ise, muhtemelen Kaşşaş Camii veya daha önce yapılan Sidi Ramazan Camii'dir.

Öte yandan, Ispanyol yazar Herdo(?), yaklaşık aynı dönemde (16. yüzyıl sonu), başkent Cezayir'de 7 camii ve 100 dolayında mescid bulunduğunu yazar. [86] Italyan ilim adamlarından Benatti(?) ise, Hicri XIII/M.XIX. yüzyılda, yine Cezayir kentinde 9 cami ve so mescid olduğunu kaydeden [87]

Başkent'teki el-Camiu'l-Kebir (Ulu Cami), mâliki ve hanefi müftülerin bazı önemli dini meseleleri ve kazai işleri görüşüp karara bağlanmak üzere haftada bir toplandıklan yerlerdiır, bu toplantıya hanefi ve maliki kadılar ve öteki önde gelen idareciler; gerektiğinde Paşa veya nâibi de katılırdı. Bu meclis, gündeminde bulunan genel ve özel konuları görüşüp sonuçlandınrdı.

Mâliki müftüsünün bulunduğu yer olan Ulu Carni'in görevlilerinin sayısı kalabalık, vakfı da çok zengindi. Mâliki müftüsünün yanısıra, iki müftü yardımcısı, iki imam, 9 muallim, 18 müezzin, 8 “hizb okuyucusu", üç vakıf vekili-ki bunlardan biri müftû yardımcısıdır ve baş vekildir, ikincisi miiezzinlerin valcıfiannın temsilcisidir, üçüncüsü de hizb okuyucularmın vekilidir-; ayrıca 9 temizlikçi ve üç tane sahur görevlisi vardır. [88]

Başkent Cezayir'deki Yeni Cami ise, hanefi mûftülüğünün merkeziydi, ki bir bakıma Istanbul'daki şeyhulislamlık makamının temsilcisiydi. Hanefi müftû toplantılara mâliki mûftüden önce girerdi ve ilk zamanlarda Paşalar üzerinde de etkili oldu. Yeni Cami, Hicri XI/M.XVII. yüzyılda Yeniçeri Ocağı'mn emriyle yaptınldı. Valcıfian da hayır işlerine bağlıydı. Denize nâzır olan bu cami, bir zaviye harabesi üzerine kurulmuştur. Cezayir ordusu bir savaş kazandığı zaman iyice aydınlatılırdı. Çok sayıda yöneticisi ve görevlisi vardı; Cezayir'deki Osmanlı dönemi örnek sanat eserlerinden birisidir. Duvarlannda Kur'an âyetleri, Arapça ve Türkçe yazılı dini ibareler ve Kaside-i Bürde'den bazı beyitler yazılıdır. [89]

Deifeques (?), Cezayir şehrindeki dini kurumlardan sözederken, I 246/ 1830 yılında burada 13 cami (câmiu'l-hutbe) ve ı o9 mescid, 32 kubbe, I 2 zayiye ve toplam olarak 176 dini kurum bulunduğunu kaydeder. [90]

Konstantin şehrindeki camilerle ilgili istatikler de farklılık gösterir. Dini eğitim ve öğretime, mescidlere ve zaviyelere büyük önem veren Salih Bey zamanında bu şehirde 75 mescid vardı; ayrıca şehrin dış kısmında 7 mescid mevcuttu. Fransız işgali öncesinde yapılan istatistiklere göre ise, bu şehirde 35 cami, 12 hanefi ve 92 de maliki mescidi varch. [91] Bunlardan Hicri 1147'de yapılan el-Hunka mescidi, en ünlüsüdür. Aynı yüzyılda Annabe şehrinde 37 cami ve mescid mevcuttu.

Bicâye şehri de eski ve yeni mescidleriyle ünlü bir yerdi. Osmanlılar devrinde burada yapılan camilerin başında Hicri 12 12' (M.XVIII)de Mustafa Paşa'nın emriyle yapılan Ulu Cami gelmektedir.

Tlemsen de, Osmanlı idaresinin yaptırdığı dini ve mimari eserlerden yeteri kadar nasibini alan şehirlerdendir, XVIII. yüzyılın sonlarına dogru bu şehirde 50 mescid, 5 cami ve çok sayıda zâviye bulunduğu kaydedilir ki, Ulu Cami, Sidi Bumedyen Camii, Muhammed Senusi Camii, Evlâdu Imam Camii en ünlüleridir.

Muasker, Vahran, Mâzüne, Mustaganem, Blida, Milyane ve benzeri yerleşim merkezlerinde çok sayıda cami ve mescid vardı. Ancak bir çok seyyah bu ibadet yerlerinin bakımsız ve kirli olduğunu yazmaktadırlar. [92]

Camilerdeki görevli sayısı farklı idi; bazan-Cezayir kentindeki Ulu cami'de olduğu gibi-görevli sayısı 60'1 geçerdi, bazan da bir elin parmakları sayısı kadar görevli bulunurdu. Ancak, her camide mutlaka bir imam, bir hatib veya imam- hatib, bir vekil, bir müderris, bir müezzin bulunurdu. Bunlardan herbirinin, ilmine ve yeteneğine göre, cami vakfinda ayrı ayrı görevi vardı.

Hıdır Paşa, mesela, XVI. yüzyılın sonuna doğru, kendi adına yaptı rılan camiin vakfını-aylık maaş olarak-şu şekilde belirledi:

Konstantin'deki "Süku'l-Gazel Camii (Câmiu'Süld'I-Gazel)'nin görevlileri ve maaş tutarları ise, Salih Bey zamanında, aşağıdaki şekildeydi:

Aynı dönemde Muhammed b. Osman Bey'in (Cezayir Beylerinden Muhammed el-Kebir'in oğludur) Muasker şehrinde yaptırdığı "Aynu'l- Beyda Camii'ne tahsis ettiği vakıflar da şu şekilde dağıtılmıştır: [93]

Görüldüğü üzere, Osmanlı devrinde cami .görevlileri, hizmetleri karşılığında ücret almaktalar ve onlara ücret vakıf vekili, kütüphane vekili gibi idarecilere ve memurlara ödenen ücretten birkaç kat daha fazladır. Ancak, ödenen ücretler Cami vakfinın mali imkanlarına ve görevli sayısına göre değişmektedir.

4) Kütüphaneler ve Kitaplar: Türk hakimiyeti döneminde Cezayir'de herbirisi ilim ve kültür hazinesi olan çok sayıda kütüphane meydana getirildi. Eğitim ve öğretim çalışmalarına kaynak teşkil eden bu ilim ve kültür yuvaları, yazma, telif ve tercüme birçok değerli eseri ihtiva etmekteydi. Hemen her mescid ve camide bir kütüphane vardı. Hac yolculuları ile yabana ülkelere yapılan ticaret yolculuklan kütüphanelerin zenginleşmesinde en önemli faktörü oluşturuyordu. Endülüslü göçmenlerin beraberlerinde getirdikleri kitaplar ile hanefi fakihlerinin ve alimlerin Anadolu'dan taşıdıkları eserler, Doğu ve Batı İslam 'alemine ait bilgileri Cezayir'e naldetti. Büyük yerleşim merkezlerindeki ve Ulu Cami yakınındaki kütüphaneler daha zengindi. Konstantin'delci Salih Bey kütüphanesi, Şeyh Buras kütüphanesi, Şeyh Ibnul-Fekün kütüphanesi, Albay Muhammed b.Osman Bey (el-Kürdi) kütüphanesi, Şeyh et-Tazi Zaviyesi kütüphanesi, adları anılmaya değer zengin kütüphanelerdi.

Kütüphanelerdeki kitaplar genellikle din ilimleriyle ilgiliydi; kıraat hadis, tefsir, fikıh, tevhid, usül ve tasavvuf kitapları çoğunluktaydı; tarih, coğrafya, felsefe ve mantık kitapları azdı.

Kütüphaneler, özellikle kitap bağışlar' yoluyla zenginleşirdi, özel kütüphanelerini vakfeden kimseler de vardı. Cami ve medrese talebelerine Allah nzası için kitap vakfedilirdi ve kitapları vakfeden onların dışarıya çıkarılmasını yasaldardı, kitaplara da mührünü basardı. Seyyahlar Konstantin'delci Salih Bey kütüphanesinde hanefi kadısı Muhammed b.el-Arabi b. İsa'nın imzası ve şerhleri bulunan kitaplar buldular. [94] Kur'an mushafian, hadis ve fikıh, dua ve zikir kitapları vakfedilen kitaplann çoğunluğunu oluşturuyordu. Konstantin'deki Mustafa Başterzi kütüphanesi bu tür kitapların çoğunlukta olduğu kütüphanelerdendir.

Tlemsen'deki Muhammed b.Yusuf es-Senüsi vakfiyesinde şu yazma kitaplar bulunmaktaydı: Sahih-i Buhan (2 nusha), Şerhu Şeberhayti al a Muhtasarı Halil (4 cilt), Şerhul-Harşi ala Muh. Halil (1 cilt), Tenbihul-Enarn (2 cilt), Şeyhu'l-Areısi Sefereyn (2 nusha).

Kostantin şehrindeki İbnu'l-Fekün kütüphanesi ve öteki cami-medrese kütüphanelerinde ise genellikle şu kitaplar bulunurdu:

eş-Şatibi el-Endelüsfnin Kitabu'l-cum'an fi muhtasar ahbarrz-zaman, İbn Hişam'ın Şerh (bant saa.d), et-Tebrizrnin el-muallakatu's-seb'a, el-Mustemleh mine't-telcmile (ünlü Endülüslülerin biyoğrafisi), el-Menavrnin el- Keyâkibu'd, durriye fi terâcimi's-sâdeti's-süfiye, Harirl'nin Makamat, el-Harsrnin Şerh-u muhtasar-ı Halil, ez-Zöhretu'n-nire (Hayreddin'in tarihi), Mizanu'ş-Sa'rani, el-Kayravanfnin el-Mu'nis fi ahban ifrikiye ve Tunis, el-Makardnin Nefhu't-tib, Mes'udfnin Murucu'z-zeheb, Fethu'l-husanu's-seb'a (Arablar'ın Afrikayı fetihiyle ilgili kıssalar), el-Kaınusul-muhit, ibnu'l-Esir'in en-Nihaye..., Imriu'l-Kays divanı, şerh Ibni'l-Heysem, tarihu Beni Abbas, Beyânu mulukfl-Cezâir, Futılhu Ifrikiye, Tarihu Taberi, ve el-Malcrizfnin Tezkire adındaki eseri gibi. [95]

Ne var ki, Cezayir kütüphanelerini dolduran bu değerli kitaplann önemli bir bölümü Fransız işgalinden sonra, sömürgeciler tarafından Avrupa'ya taşınmışur. öyle ki, gerek dini ilimler gerekse Cezayir tarihi ile ilgili olan birçok değerli eseri Avrupa kütüphanelerinde bulabiliyoruz.

5) Vakflar: Osmanlı dönemine ait Cezayir kültür kurumlarından birisi de yaluflardır. Vakıflar İslam uygarlığının en önemli eserlerinden birini oluşturur. Müslümanın hayır işleme inancının ve filmin sonucudur. Islam'ın ilk yıllarından itibaren kurulan vakıf kurumu, Selçuklular zamanında oldukça gelişti, Osmanlılar zamanında ise altın çağın' yaşadı.

Vakıf, dini e‘acA, gerekli kazai kurala göre kurulur. Genellikle kâdı, dolayısıyle mahkeme vakfın varlığını meşrulaştınr. Vakfedenin ve şahitlerin huzurunda vakfı kaydeder, değerini belirler, amaçlarını ve yararlanma durumlarını intikal şeklini ayrı ayrı yazar. Vakıf tarihini yazar, valcfedene, şahitlere irnzalaunr, sonrada kendisi imzalar. öyleyse vakf Şer'i bir vesikadır, vakıf, ailesi ve vakıfdan yararlananlar bu şer'i vesikaya gereken ihtiramı gösterirler. Ne varki, bu saygı her zaman gösterilmemiş, vakfın malları bazı idareciler tarafından kendi mülkleri gibi kullanılmış, bazan da ihmal edilmiştir.

Vakfın bir vekili (başkan-müdür) veya yöneticisi vardır. Vakfın, vakıf şartlarına uygun olarak bakımı, kullanılması ve idaresi onun sorumluluğundadır. Ayrıca vekilin ahlaklı, ilim aşığı ve güvenilir birisi olması icabeder. Paşa veya dayı gerektiğinde velinin ailesinden olmayan birini vekil tayin edebilir.

Vakıf belli bir topluluğun, meclisin veya idarenin yönetiminde de olabilir. Ancak bunların sayıları ne olursa olsun, Paşa veya bey tarafından tayin edilirler. Valuftan hizmeti karşılığında belli bir maaş alan vekil, âlimlerden oluşan mütevelli heyete ve mürakabe meclisine her yılın sonunda faaliyet raporu verirdi.

Vakıflar çok çeşididir ve sınırlandırılmaları zordur. Arazi, dükkan, ev, arsa, tarla vb. şeyler vakfedilebilir. Vakfın gayesi, mescidlere, medreselere ve zaviyelere yardım etmek, buralardaki görevlilerin maaşını vermek, ülkede eğitim ve öğretimin en iyi şekilde yapılmasını sağlamak, fakir halka, yetimlere ve miskinlere yardım etmek, Endülüslü muhacirlere barınak ve yiyecek temin etmektir. Bir mezhebin öğretilmesi ve yayılması gayesine yönelik vakıflar da vardı.

Bazı kimseler de, Kur'an hafizlanna, din bilginlerine, tarikat şeyhlerine, evladına veya eşine vakıf yapardı. Halkın ihtiyacı olan zeytin ve zeytinyağı temini için vakfedenler de vardı. Nitekim yeniçerilerin ve bazı tarikadann yararına olan vakıflar mevcuttu. Böylece vakıflar, sosyal ve kültürel hayatın gelişip iyileşmesine önemli katkılarda bulunmakta, ilim adamlarının, din hizmeti gören kimselerin, talebelerin ve fakir halkın yararına hayır işleri yapmaktadır. [96]

Cezayir'de vakıflar belli bir ırktan ve mezhepten kimseler değildi; Türk veya Arap asıllı, kadın ve erkek, hanefi-maliki her Cezayirli vakıf yapardı. Aynı şekilde beyler, paşalar, ağalar ve dayılar, birçok vakıf kurdular, mektep- medrese, mescid, cami, tekke ve zaviye tesis ettiler. Türk idarecilerinden ilk vakıf Cezayir Beylerbeyi Barbaros Hayreddin Paşa'dır ve inşaa ettirdiği Safer Camii'ne has bir vakıf kurmuştur. [97]

Valiler, vezirler, hocalar ve önde gelen öteki idareciler çeşidi alanlarda vakıflar kurdular, hemen her mescid ve zaviye ile ilgili bir vakıf vardı. Vakıflar, medrese ve mescid de yaptınhyordu. Hayıra hizmet vakıflar), Mekke ve Medine vakıflar' da sosyal yapıda önemli hizmetler görüyordu. Mekke- Medine (Harameyn) vakıflar' hem en zengin hem de en itibarlı valuflardı; Paşa tarafından tayin edilen dört kişilik bir mütevelli heyetce yönetilirdi. Haremeyn vakıflar', Osmanlı idaresinin sonuna doğru (XVIII. yüzyılın sonları), Cezayir'de, 840 ev, 258 dükkan, 33 mahzen, 82 oda, 3 hamam, 4 kahve, 1 otel, 57 bostan ve birçok hurmalığa sahipti.

Mekke-Medine vakfinın siyasi önemi de büyüktü; islam alenrıinde Cezayir'in görünümü durumundaydı. Cezayir'in hac gemisi her yıl önemli miktarda para, altın, gümüş, elbise vb. şeyleri Mekke ve medine fakirlerine dağıtılmak üzere harameyn bölgesine götüriırdü. Cezayir'in her yöresinde bu vakıflarla ilgili arazi ve emlak vardı. [98]

Cezayir şehrindeki Ulu cami ve es-Sa'alebi Zâviyesi vakıflan ile, Konstantin, Muasker, Tlemsen ve Bicâye'deki Ulu Camilerin vakıflar' ülkedeki en zengin vakıflar' oluşturuyorlardı. Cezayir'deki Ulu Camii vakfinın idaresi, Kaddure ailesinin elindeydi ve vakfin gelirinden birçok medrese ve zâviye yapıldı; Veli Dede ve eş—Şeyh es-Sa'alebi zâviyeleri bunlardandır

1184/1770 yılları istatistiklerine göre Cezayir'deki dini gayeye yönelik vakıflar şunlardır:

1— Harameyn-Endülüs müşterek vakıflar' : 62 adet

2 — Harameyn ve Camii `Azam vakıflar' : 69 adet

3 — Harameyn vakıflarına ait evler : 74 adet

4 — Harameyn vakıflarına ait mahzenler : 76 adet

5 — Harameyn vakıflarına ait arazi ve emlak : 81 adet

6 — Mizmorut Camii valuflan : ı 3o adet

7 — Abdi Paşa Camii vakıflar' : 134 adet

8 — Ali Paşa Camii vakıflar' : 142 adet

9 — Hıdır Paşa Vamii vakıflan : ı 39 adet

10 — Fakirler, esirler ve talebelere ait vakıflar : 48 adet

Başlıcalannı zikrettiğimiz bu valuflann dışında kuşkusuz başka vakıflar da mevcuttu ve çeşitli amaçla hizmet etmekteydi. [99]

Osmanlı devri Evkaf kurumlanndan biri de Beytu'l-mal kurumu idi. Beytu'l-malcı denilen bir emin tarafından yönetilirdi. Beytu'l-malı koruma görevi, resmi bir göreydi. Paşa veya Bey, beytu'l-mal emirine yönetimde yardımcı olmak üzere bir kâdı tayin ederdi. Böylece, beytu'l-mal hem siyasi yönü hem de hayır gayesi olan bir kurumdu.

Beytu'l-mal kurumu, bütün yetimlerin, kimsesizlerin malları ile terekelerine bakardı; fakirlerin ve kimsesizlerin defiıedilmesi, her perşembe günü 1 00 fakire sadaka dağıtılması, her bayramda Paşaya ve tardımcılanna hediyeler verilmesi gibi işleri görürdü. Her ay belli miktarda devlet hazinesine para öderdi. [100]

Yahudiler de, tıpkı Hı ristiyanlar gibi, kiralama ve benzeri yollarla mevcut vakıflardan yararlanırlardı. Mesela, bir yahudi harameyn vakıflarına ait emlaktan belli bir miktar aldığı gibi, bir hı ristiyan da Abdi Paşa camii vakfından yararlandı. [101]

Sonuç olarak söylemek isteriz ki; Cezayir, Türk hakimiyeti döneminde sosyal ve kültürel yönlerden altın çağını yaşadı. Bab-1 Ali ile bu ülke arası ndaki ilişkilerin en iyi düzeyde olduğu XVII. yüzyılda ülke örnek bir sosyokültürel yapıya kavuştu. Seyahatnameler, teracim ve tarih kitapları bunun açı k örneklerini sunmaktadırlar. Mesela, Mağribli seyyahlar el-Ayyaşi, et- Temgurüti ve benzerleri, ülkenin sosyal ve kültürel hayatına eserlerinde önemli yer ayı rdılar. Bunlardan el-Ayyaşfnin yazdı klarına göre, ilim ve kültür kurumları Sahra'nın en ucra yerlerine kadar yayılmıştı; medreseler, mescidler ve zâviyeler örümcek ağı gibi ülkeyi sarmışlardı. O, bunlardan bazılarının isimlerini de sayar ki, Sidi Ahmed b. Musa, Sidi Abdullah b. Tımtım, Ömer b.Muhammed ve el- Ahdari zaviyeleri bunlar arasındadır.

İlim adamları özellikle su, arazi, hastalıklar ve tedavi yolları gibi sosyal ve güncel konularla ilgileniyorlar ve bunlar üzerinde fıkıh kurallarını uygulamaya çalışıyorlardı. Onların en çok önem verdikleri şey de kitaplardı. Kütüphanelerde, çok sayıdaki telif eserlerin yanısıra, nadir yazmalar da bulunmaktaydı. el-Pervezeli'nin "en-Nevazili"nin İbn Merzuk tarafından yazılan nushaları buna örnektir.

el-Ayyaşi'nin dikkatini çeken bir husus da, Sahra'daki Vergla halkının özürlü olmadıkları halde, abdestle değil de teyemmüm yoluyla namaz kılmaları ve yeni bile olsa, ölünün elbisesini şehrin dışına atmaları ve yakmalarıdır. [102]

Türk yönetimi dönemi Cezayir idaresi ve kurumları ile ilgili olarak Türkçe verilen bu ilk malumatın müstakil çalışmalarla genişletilmesi ve geliştirilmesi en içten dileğimizdir.

* A.Ü. ilahiyat Fakültesi İ slam Tarihi ve Sanatları Bölümü Başkanı.

Dipnotlar

  1. Seyahatnâmeler, genel tarih kitaplan ile dini ve edebi literatüre ait eserler Cezayir'deki kurumlardan öz olarak sözederler. Bkz- mesela. Yefrini, "en-Nuzhetu'l-Hâdi fi 111emarl- Karni'l-Hadt"; Eb'ul-Kasım ez-Zeyyâni, "et-Tercümânetu'l-Kübı-a"; Ibn Sahnün er-Râsidi, "es- Sağrul-Cem'âni fi Ibtisamts-Sağrill-Vahrâni"; Şeyh Abdurrahman b.Muhammed el-Ciylali, "Tarihu'- 1-Cezairil-Amm" (Cazair 1402/1982); Ibnu'z-Zakir, "er-Rıhle" (Cezair 1902); el-Mehdi el-Bu'abdeli, °Lamahat min Tarihi Büna" (Multeka 1976, s. 57-9o; Ebul-Kasım Sidullah,"Tarihul Cezairi's -Sakar (C£.7air 1985). Ayrıca Fikri'l-Islâmi Sempozyumu( 9), Tlemsen 1975'de sunulan tebliğler, çünkü bu sempozyum Osmanlı Devri Cezayir Tarihine aynlmısur.
  2. Bu tür eserlere örnek olarak bk7-: Claude Bontems, "Manuel des Institutions Algeriennes de la domination turque k l'ındependance "(ed. Cu)as, 1976); C. Collot, "Les instututions de l'Algerie" (1830-1962), cours polycopi de la Fac. du Droit, Alger 1970; P.Boyer, "L'Evolution de l'Algerie Mediane" (Paris 1960); H. Coste, "Les impots achour et hockor dans le dpartement de Constantine" (Alger 1911); P.Leroy-Baeulieu, "L'Algerie et la Tunisie" (Paris 1897); Sabaterys, "Elements du drott musulman et organisation de la justice dans le pachallk d'Alger avant 1830" (Alger 1866); N.Robin, "Notes sur l'organisation militairc et administrative des Turcs dans la Grande Kabylle" (R.A. 1873, s. 132 ve devamı); L. Lacoste "la Marine algerienne sous les Turcs" (Paris 1931); P.Boyer, "Contribution k l'tude de la politique religieuse des Turcs dans la regence d'Alger, "XVI-XIX. siıkles" (Revue de L'Occident et de la MCditerranee, 1966, s. 1-50); LRınn, "Marabouts et Khouan" (Alger 1884); E. de Neveu, "Les Khouans, ordres religieux chez les Musulmans d'Algerie" (Alger 1913); H. de Grammont, "Histoire d'Alger sous la domination turque" (Paris 1887); Federmann et Aucapitaine, "Nonces sur l'histoire et administration du beylik de Titteri" (R.A., 1865 et 1867). Bunlann ve benzeri kitaplann yazarlan çoğunlukla Avrupa devletlerinden, özellikle de Fransa tarafından gönderilen misyoner papazlardır.
  3. Günümüz Cezayir kültür tarihi yazarlanndan Ebu'l-Kasım Sa'dullah, Cezayir'in Türk hâkimiyeti devrini 920/1514 veya 1516 yılından itibaren başlatmanın yanlış olduğunu, çünkü bölgedeki Türk varlığının çok öncelere vardığını hatta 897 H. yılında Garnata'nın düşüşüne rastladığını belirtir (Sa'dullah, "Tarihul-Cezairi's-Salcafr, C. 1, s. Ot). Nitekim Piri Reis (Ahmed b.el-Hac Muhammed el-Kinnânl)'in "Seyahatname"sinde kaybettiğine ve bazı mahalli kaynaklardaki bilgilere bakarsak, Osmanlıların Cezayir'in sahil halkı ve özellikle de din görevlileri ile münasebetleri vardı: onlarla anlaşıyorlar ve ortak düşmana karşı birlikte savaşıyorlardı. Piri Reis, 896/1491 yılında Bicaye'de bulunduğunu kaybeder (R. Mantrant, Revue d'Occident Musulman", 1973, numero: 15-16, pp. 150-168; yazar burada Piri Reis'in Seyahamame'sini tanıtır).
  4. Oruc Reis'in ölüm tarihi ve gömüldüğü yer konusu ihnlaflıdır. Çoğunluğun görüşüne göre 29 Eylül t 518'de şehid olmuştur ve Fas yolu üzerindeki "Beni Snassen Dağı"nın eteğinde gömülüdür. Bazıları da onun Rio Salado savaşında yararlandıktan sonra ı st 8'de şehid olduğunu ve Ayn Temuşenete medfun bulunduğunu söylemektedir. Nitekim Ayn Temuşent belediyesi her yıl Temmuz ayının ilk haftasında "Oruc Reis'i anma" törenleri düzenlenmektedir. (Aynca blcz.: Abdulhamid b. Eşnahu, "El-Eyyâmul-Ahire li-mulüki Beni Zeyyan ve Istişhâdu MÜTKAMİ FİKRİN İSLAMİ Oruc", Tlemsen 1975,ss. 41-48).
  5. Bazı tarihçiler, Beylerbeylik döneminden önce, ayrıca "Türk Fetih dönemi" (920-950/ 1514-1544) ayırımı yaparlar.
  6. Claude Bontems, "Manuel des Institutions Algeriennes, C.1, s. 31,138.
  7. Aynı kitap, ss. 34-36; Abdurrahman el-Ciylali, "Tarihul-Cezairill-Arnm, C.3, s.225.
  8. Cezayir tarihi ile ilgili çalışmalarıyla tanınan Fransız yazar P.Boyer, Cezayir'in Osmanlı yönetimi devrine müstakil çalışmalar ayırmışur. Türk hakimiyetini çeşidi yonleı-iyle inceleyen P.Boyer, dayılık devri kurumlanyla ilgili ayrıntılı bilgiler verir. H.de Grammont'un çalışmaları ile bazı yazrnalara dayanan P.Boyer, mesela, "Des Pachas Triennaux la Revolution Khoja "(R.H. 1930, s. 99 vd.) adlı çalışmasında, dayılık döneminin üç safhadan geçtiğini gösterir, [671'den 171o'a kadarki dönem: Bu dönemde dayılar ordunun elinde oyuncak oldular. Bu zaman içerisinde iktidara gelen 11 dayıdarı beşi sürgüne gönderildi, beşi öldürüldü, biri de tabii ölümle öldü; 1710'dan 1798'e kadarki saflıa; dayılar tamamen Erkan'a dayanmaktadır, 9 dayının hüküm sürdüğü bu devrede sukünet vardı r, 1798'den 1830'a kadarki safha; Devlet Erkan'ı arasında böltinmeler vardı ve iktidar çaturdıyordu; 9 dayıdan 6'sı öldürüldü.
  9. C.Bontems, aynı kitap, s. 36-38.
  10. Erkan-Üst yöneticiler (Puissances)ın varlığı, 1718 tarihinden itibaren , yani Istanbul'dan Paşalık unvanı elde eden Ali Çavuş (ı 710-171 8)'un hükümdarlığı zamanında kendini hissettirdi. ı 718'den 1808'e kadar iş başına gelen bütün beyler bu Erkan arasından tayin edildiler ve genellikle birbirlerinin akrabasıydılar, Hazneci Muhammed b. Osman, Arablar Ağası Kör Kadı, Hazneci Ibrahim, Küçük, Hoca Muhammed b. Bekir bunlara örnek gösterilebilirler.
  11. Gerek Yeniçeriler gerekse ida" askeri, iktisadi ve ilmi görevler yapmak üzere Istanbul'dan gönderilen Türkler bekar olarak Cezayir'e geliyorlardı. Bunlann önemli bir kısmı Endülüski kadınlarla evlendiler. Bu tür evlilikten yeni bir nesil teşekkül etti ki, bunlara "Köroğlu" ve sonraları *Kuloglu” denilmiştir. Sözkonusu ailenin ülke yönetimindeki payı büyüktür.
  12. Bontems, aynı kitap, s. 48-so.
  13. P. Boyer, Des Pachas Triennaux â la Revolution d'Ali Khoja, s. 11o.
  14. C. Bontems, a.g.e., s. so.
  15. H. Coste, Les lmpots achour et hockor dans le departement de Constatine, s. 45.
  16. Geniş bilgi için bkz. L.Lacoste, la Marine algerienne sous tes Tures (Alger 1884); Moulay Belhamissi, Histoire de la Marine Algerienne(depuis XV.e siecle jusqu'au XVIII.e siecle), ENAL, 1986 Alger.
  17. Sa'dullah, a.g.e—, C. 1, s• 143.
  18. Bontems, a.g.e., s. 61.
  19. Aynı kitap, s. 61.
  20. Günümüzde Kuzey Afrika ülkelerinden Fas, Tunus ve Cezayir'de genellikle Osmanlı dönemi idari ananesi devam etmektedir. Söz konusu ülkelerdeki idarecilerin tayinleri yine aynı yolla yapıldığı gibi taşıdıkları unvanlar da değişmemiştir, paşa, halife, kaid, vali, haznedar, çavuş vb. gibi isimler taşımaktadırlar.
  21. P. Boyer, a.g.e., s• 1 45-
  22. "Hocalık" günümüzde, "müdürlük" mansıbının, hoca da müdürün karşılığıdır, buna göre Cezayir'de müdürler, mütehassıs kişilerden olurdu.
  23. I.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III. cilt, 2. kı sı m, 3. bas. T.T.K. yay, XIII. dizi, s.293
  24. Ihtiyar bir denizci olan ilk Cezayir dayı sı Hacı Mehmet Ağa onbir yıl dayılı k yaptı, fakat devlet işlerini damadı Baba Hasan yürüttü ve 1092/1681'de kayı npederinin yerine dayı oldu. Son Cezayir dayı sı Mezomorto Hüseyin Paşa idi.
  25. Uzunçarsılı, aynı eser, aynı yer, s. 294-95.
  26. Mevlay Belhamissi, el-Cezair min hilali, r-Rıhelatıl-Mağaribe fil-ahdri-Osmani (Cezair 1981 ) içinde, s. 28.
  27. el-Ayyasi, Mau'l-Mevaid, aynı kitap içinde, s. 28.
  28. el-Ayyaşi, aynı kitap, s• 29.
  29. Türkler, aynı dönemlerde, Tunus eyaletinde de, 4 bölge beyliği veya sancak beyliği tarafı ndan yönetilen bir idare kurdular ve buralara dört bey veya vali tayin ettiler.
  30. Osmanlı dönemi Cezayir kurumlar tarihini oldukça sılbjektif bir biçimde ele alan ve Türk yöneticileri sık sık suçlayan C.Bontems, böyle bir bölgesel yönetim uygulamayı, yerli halkı n kilçümsenmesine dayandırarak gerçekleri tahrif etmeye çalışmaktadı r (aynı kitap, s. 52).
  31. Bontems, a.g.e., s. 54.
  32. Sa'dullah, a.g.e., C. I, s. 148.
  33. Uzunçarsı ll, a.g.e, C. 111, 2. kısım, s. 294 vd.
  34. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Istanbul I 978, IX, s.385.
  35. Sa'dullah, a.g.e., C. 1, s. 145; Bontems, a.g.e., s. 80.
  36. Llzunçarşılı , a.g.e., s. 296.
  37. llzunçarı sılı , a.g.e., s. 304.
  38. lizunçarşı lı, Yılmaz Öztuna ve benzeri tarihçiler "Kuloğlu" ailesini, özellikle Batı Anadolu'dan gelen ve Endülüslü göçmen kadınlarla evlenen çerilerin çocukları ve Yeniçeri Ocagı'na asker veren soy olarak gösterirken, Ercüment Kuran, onların Akdeniz kıyı sındaki ülkelerden ihtida eden kişilerden meydana geldigini ve bu denizci çocuklarının tümüyle babalarının haklarına sahip bulunduklarını söylemektedir.
  39. Adları anılan bu yazarların kitaplarını araştırmamız boyunca muracaat kaynağı olarak kullandığımızdan burada ayrıca zikretmedik.
  40. Sa'dullah, a.g.e., C 1, s. 2 50-258.
  41. Araştırmamızın başlangıcında Türk hâkimiyeti döneminde Cezayir toplumunun çeşitli durumlarından sözeden ve değişik dillerde yazılmış bulunan eserlerin bir listesini vermiştik; burada bunlara ilave olarak: Hamdan Hoca'nın, "Kitâbul-Miraat"ını; el-Ayyaşı'nin "Maul- Mevâid"ini; Ebtı Ali (el-Hasan) İbrahim el-Merinrnin, "Unvânul-Ahbâr fimâ marra al â Bicâye" sini; Reşid ed-DuvakIrnin "Mesâcidu Medinetil-Cezair fil-Ahdi'l-Osmanrsini; H.de Grammont'un "Histoire d'Alger sous la domination turque ı sis-183o" nü; P.Boyer'in "I'Evolution de l'Algerie Mediane; A. Devoulx'un "Les archives du Consulat general de France â Alger" (Alger 1865)'sini; P.Gaffarel'in histiore, conqute et colonisation" (Paris I93o)'nu; M.L.Zoubeiri'nin "Le commerce exterieur de l'Est Algerien» (Alger I975)'ni; E.Fourmestraux'nun "L'Instruction publique en Algerie" (Alger t882)'sini; Y.Turin'in "Affrontements culturels dans l'Algerie Coloniale" (Paris 1970'ni; P.Bemard'ın "Les anciens impots de l'Afrique du Nord" (Alger 1926)'nu; L. Charpentier'nin "Pr&is de la nation alOrienne et tunisienne" (Alger I899)'ni ve benzerlerini zikredebiliriz.
  42. Bontems, a.g.e., s. ı 58.
  43. Sa'dullah, a.g.e., C. 1., s.160.
  44. Türk hâkimiyeti öncesi Cezayir sosyal ve kültürel tarihi ile ilgili olarak elimizde, başta seyahatnameler ve terâcim-tabakat kitapları olmak üzere, birtakım değerli eser mevcuttur. XV. yüzyıl Mağribli yazarların bı raktıkları bu eserlerden bir kısmı günümüze kadar ulaşmış olup araştırmacılara kaynak olarak kullanılmaktadır. Büyük çoğunluğu fikıh, tefsir ve edebiyat ilimlerinde ihtisas sahibi olan bu devir yazarları arasında Ibn Haldun'un öğrencisi Ibnu'l-Ezrak gibi seçkin tarihçiler de vardı. Ilınu'l-Ezrak, "Bedaiu's-Sulük" (tahk. Muhammed b.Abdulkerim, Cezâir 1977) adlı eserin yazarıdır. Aynı şekilde Ebul-Abbas Ahmed b.el-Kanfez el-Kosantini, "el-Farisiye fl Mebadird-Devieti'l-Hafsıyye" unvanlı eseriyle ve es-Sa'alebi "er-Risâle" adlı kitabı ile bu çağın ünlüleri arasında yer almışlardı r. ibnul-Kanfez'in tarih sahası nda "el-Vefayat" adı nda bir eseri olduğu gibi, Abdurrahman es-Sa'alebi'nin de tarih ve siyer alanında değerli kitapları mevcuttur; "el-Envar fi Ayati'n-Nebiyyi'l-Muhtar"ı siyer, "Camiu'l-Himem I Ahbarf1- 1.1mem"i de tarih konusunda değerli iki eseridir. Ancak, bu devrin en ünlü tarihçisi, Beni Zeyyan'ı n tarihçisi lakabıyla ün yapan ve "Nazmu'd-Dur ve'rikyan fi şerefi Beni Zeyyan ve Zikri MülakihimilsAyan ve men Meleke min Eslafihim fima maza mine'z-zaman adlı eserin yazarı Muhammed b. Abdülcelil et-Tenissi'dir.
  45. Sa'dullah, a.g.e., C. I , s.160.
  46. Sadullah a.g.e., C. t , s.160.
  47. Pierre Bourdieu, "Sociologie de l'Algerie", Que Sais-Je, Puf, 6. bas. Paris 1980, s. 56 vd; Bontems, a.g.e., s. 80 vd.
  48. ez-Zeyyani, et-Tercümânetül-Kübrâ", M. Belhamissrnin "Tarihu'l-Cezâir rnin hilâl Rehelâtil-Mağaribe..."si içinde, s. 37 vd.
  49. Selçuklular ve Osmanlılardaki bu tür cami yapım geleneği Türk hâkimiyetindeki yerlerde (eyâletlerde) de devam etmiş, her şehirde bir "Ulu Cami" bina edilmesi cihetine gidilmiştir.
  50. M. Belhamissi, a.g.e. 38.
  51. et-Temegrnti,en-nefhatul miskiyye s. ı 39 ve, Belhamisi, aynı eser, s. 57.
  52. Belhamissi, aynı eser, s. ni.
  53. Sabri Hizmetli, "ilim ve Kültür Yönünden Osmanlı Dönemi Cezayir-Türk Ilişkilerine Bir Bakış", Ilim ve Sanat der., sayı: 4, sene: 2, s. 43.
  54. M.Belhamissi, a.g.e., s. 57; Resid ed-Duvakll, Mesâcldu Medinetil I-Cezâir fil-Ahdil Osmani, Cezâir '1974, s. 1 2.
  55. M.Belhamissi, aynı eser, s. 162.
  56. Aynı eser, s. 162.
  57. et-Temeg ri, a.g.e., s. 159; Belhamisi, a.g.e s•57.
  58. 983 yılında bu küçük ve fakat güzel şehri ziyaret etme firsatı buldum; şehir girişindeki sur'un kalıntısı ve o devre ait birkaç tarihi eser bakiyesi varlığı nı devam ettirmektedir.
  59. Belhamissi, aynı eser, s. 40; et-TemegrCıti, a.g.e., s. 137.
  60. İbn Haldun'un bu şehri Verkla, Vârkla, Vârkli ve Vârgalan şeklinde okuduğunu Belhamissi zikredilen kitabında söylemektedir (Belhamissi, s. 83).
  61. Bu bilgiler el-Ayyaşi'nin "Mâu'l-Mevâid" adlı şeyahatnamesinden alınmıştır (Bkz: Bel hamissi, a.g.e , 183.
  62. Aynı yer. s. 83.
  63. Lewicki (T.), L'Etat Nord Africain de Tahert et ses relations avec le Soudan occidental a la fm du VIII. et LX. siecle, Cahiers d'Etudes Africaines, 8, 1962.
  64. Bu konuda geniş bilgi için bkz: M.Belhamissi, a.g.e....,s. 46 vd.
  65. Bu kitaplar hakkında bilgi için blcz. Sabri Hizmetli, Fikretun Ammetun Ilmi ve's-Sakâfi Fil ahdil osmani AÜlIFD, C.XXX, s. 2 1 3 Ankara 1989.
  66. Bu konularla ilgili olarak M.Belhamissi'nin mezkur eserine müracaat edilebilir; çünkü eser, dört seçkin Faslı seyyahı n eserlerini kapsamaktadı r.
  67. Türk hâkimiyeti dönemi Cezayir kurumlannı oldukça subjektif bir tarzda ele alan Fransız yazar Claude Bontems, ülkenin mali düzenini tamamen dini-gayri dini, Kur'an! ve gayri kur'ani şeklinde keyfi bir bölümlemeye tabi tuttuğu vergilere dayandınr, yöneticileri, halkı soyan ve onlardan zorla vergi alan &Ilimler olarak göstermeye çalışır (bkz mesela, C. Bontems, Manuel des İnstitutions Algeriennes, s. 87- ı os). Oysa ülkenin ekonomik yapısına can ve yön veren birçok kaynak vardı. Her bölgenin yetiştirdiği ürünler, yeraltı ve yerüstü kaynakları, altın ve bakır gibi madenleri, hurma zeytin, keten, kına, meyve ve sebze, hurma, balık, tavukgiller ve benzeri ürünleri vardı; bunlan satarak öteki komşu bölgenin ürünlerini alarak ekonomik varlıklarını siirdürürler ve iyileştirmeye çalışırlar&
  68. Sa'dullah, a.g.e., C. I ., s. 250-2 58.
  69. Sa'dullah, aynı eser, C.1., s. 254
  70. Osmanlı devri Cezayir tarihi ülkemizde genellikle bilinmediği gibi, üç asrı aşan bu dönemdeki eğitim-öğretim düzenini, plan ve programlarını kapsayan, bilim ve kültür durumunu ele alan müstakil bir eserde yazılmamıştır. Ancak, müstakil olmasa da genel olarak belirtilen devir Cezayir kültür tarihini içine alan Ebu'l-Kasım Sadullah'ın "Tarihu'l-Cez.iyirrs- Sakar(2 cilt)'sini bunun dışında tutmak gerekir. Bazan karşı t fikirlerin hatta suçlamaların hada sübjektif değerlendirmelerin yer aldığı bu eserde, genel anlamda, eğitim-öğretim meselesine, bilimsel ve kültürel yapıya temas edilmiştir.
  71. Belhamissi, a.g.e...., s. 33 vd.
  72. Ibn Meryem, el-Bustan fi zikril-Ulema v'e-EvliyA bi Tlemsen, neşr. Taleb Abdurrahman, Cezlir 1987, s. 288, M. Emrit, l'Etat intellectuel et moral de l'Algerie en 1830, R.H.M.C., 19.54, ss. 201-212.
  73. Sa'dullah, age s. 279.
  74. ibn Sahnun er-Raşidi es-Sagru'l-Cum'ani fi Sagri.1-Vahrani, s. ı 2.
  75. Belhamisi, a.g.e., s• 49-
  76. E.de Nevau, Les Khouans, ordres religieux chez les Musulmans d'Algerie, (Alger '913), s. 34; L.Rnm, Marabouts et Khouan, (Alger 1884), s• 75.
  77. Sa'dullah, a.g.e., s. 272-274.
  78. Bu konuda blcz.: Nebil Amir Sabth, et-Terbiyetu'l-Islarniye ve devrtil-Mesâcid flhA, Mecelletu kulliyeti't-terbiyye, el-adadul-evvel, Katar 1982; Abdullah el-Mesed, Vazifetu'l- Mescid fr1-Muctems'1.1-mu•ssır, Kahire 1974; Abdlulhalim Mahmud Ali, el-Mescld ve Eseruhtl fl'I-Muctema'11-1slamt, Kahire, 1976; Cad Ahmed FirgalL ed-Devrıft-Terbevi li'l-Mescid, mecelletul- Faysal, el-aded I 38, 1988.
  79. Sa'dullah, a.g.e., C. ı , s.243-245-
  80. Sa'duilah, a.g.e., C.ı . L245.
  81. H.G. Yurdaydin, Islam Tarihi Dersleri, 2. bas, s. 71.
  82. Sa'dullah, a.g.e. C. I, s. 252.
  83. Aynı eser, s. 253.
  84. ed-Duvak11, Mes.icidu Medinetil-Cezair fi'l ah-Dil Osmani s. 80.
  85. et-Temegdıd, a.g.e., 5. 139.
  86. Deifuques, Revue Africaine, ı 862, s. 371.
  87. Sa'dullah, a.g.e., C. I., 5. 245.
  88. Ibn Sahnun er-Raşidt, a.g.e., s. ı o-ı 2.
  89. Ilın Sahnun er-Rasidi, a.g.e., s. I 2.
  90. Deifeques Revue Africaine, 1862, 372.
  91. P.Boyer, L'EvolutIon de l'Algerie Mediane, s. 70.
  92. Sa'dullah, a.g.e., s. 246.
  93. Hıdır Pasa Camii'nin vakfı ile Konstantin Sılku'l-Gazel Camii vakfinın taksimleri için bkz: Deifeques, Revue Africaine, 1869, 24; Aynu'l-Beych Camii vakfinı n taksimi için de: Sa'dullah, a.g.e., s. 256; İbn Sahnun, a.g.e., s.12'ye bakı nız.
  94. Sa'dullah, a.g.e., s.304.
  95. Geniş bilgi için blcz: Sa'dullah, a.g.e., ss. 304-3 lo •
  96. Vakıflann Osmanlı döneminde Cezayir'de oynadığı iktisadi ve ictimAi rol için bakınız: Nâsınıddin Sa'Ichini, en-Nizarnıfl-Malill'I-Eykleti'l-CezMnyye, doktora tezi, Edebiyat fak. Cezayir 1974.
  97. Sa'dullah, a.g.e., s. 231.
  98. Nâsıruddin Sa'idani, adıgeçen doktora tezi, s. 32 vd.
  99. Sa'dullah, a.g.e., C. ı ., s.24 I -243.
  100. Nası ruddin Sa'idunI, adıgeçen doktora tezi, s. 103.
  101. Sa'dullah, aynı eseri, C. I, s. 240.
  102. M. Belhamissi, a.g.e., s. 30-31.

Şekil ve Tablolar