GİRİŞ
Çelebi kelimesi asil, efendi, “beyzade” gibi anlamlara gelmektedir. Osmanlılarda özellikle XIV. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar kültürlü yüksek tabakaya mensup olanlar, hanedan mensupları, ilmiye ricali, divan şairleri, kalem erbabı, Dîvân-ı Hümâyun kâtipleri, gibi genel olarak okumuş, bilgili kimseler, bazı Osmanlı şehzadeleri ve hatta bazı gayrimüslimler bu unvanla anılmıştır. Kelime muhtemelen Çalap (Allah) kelimesinden gelme olup, İlahi yani Allah’a mensup demek olan “Çalabi” kelimesinin[1] çelebi haline dönüşmüş şeklidir. Bu unvan Konya Mevlevi Âsitânesi postnişinleri[2] ve Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelen kişiler için de kullanılmaktadır. Hacı Bektaş soyundan gelen kişilerin tüm erkeklerine hüdâdatlı ve mürselli ayırımı yapılmadan ortak bir unvan olarak kullanılmıştır[3].
Hacı Bektaş soyundan gelen insanlara bu unvanın verilme nedeni muhtemelen; Velayetname’ye göre Hacı Bektaş Veli’nin Hz. Muhammed’in soyundan gelen bir seyyid olması ve bir hükümdar çocuğu olması nedeniyle O’nun soyundan geldiğini iddia eden kişilerin de hükümdar soylu asil ve entelektüel bir ailenin temsilcileri olması ve bu kişilerin dergahta önemli görevler üstlenerek Allah yolunda etraflarına ışık saçmaları nedeniyledir.
Araştırmalar en geç 15. yüzyılın ikinci yarısında Çelebilerin Hacı Bektaş evlatları ve onun yasal varisleri olarak kabul edildiğini[4] XVI. yüzyıl başlarından itibaren farklı[5] bir yapı sergileyen Bektaşiliğin giderek iki yapıyı bünyesinde barındırdığını ve benzeri inançları da paylaşmakla beraber Balım Sultan kanalıyla mücerret (evlenmemiş) dervişlik anlayışının Osmanlı yönetiminin müdahalesiyle Bektaşilik içerisine dahil olduğunu göstermektedir[6]. Bu çerçevede dedebabalık görevinin de ilk defa Balım Sultan dervişi olan Sersem Ali Baba (1569)[7] tarafından yapıldığı ortaya konmuştur[8].
Bu çalışmada nesillerinin Hacı Bektaş-ı Veli soyundan geldiklerini iddia eden ve Osmanlılarca da bu şekilde kabul edilen “seyyid çelebi” ailesinin Osmanlı devlet yönetimi ile ilişkileri, dergahtaki rolleri, nüfusları ve kendilerine tanınan bazı ayrıcalıklar üzerinde durulacaktır. Konu ile ilgili bazı araştırmalar yapılmışsa da bu çalışmalar, çelebi ailesinin Hacı Bektaş Veli’nin bel evladı olduğuna delil gösterilen bazı menkıbeler, dergahtaki çelebi-baba mücadelesini konu alan olaylar veya çelebi ailesi ile ilgili dolaylı bilgiler veren kısıtlı ve lokal kalmış çalışmalardan ibarettir[9] . Bu çalışmaların bazılarında çelebilerin Alevi ve Bektaşiler üzerindeki rolleri de eksik yorumlanmıştır[10]. Bu çerçevede Çelebi ailesinin Osmanlı döneminde Hacı Bektaş dergahı ve diğer Alevi Bektaşi ocakları ile ilişkileri ve onların devlet ve toplum nezdinde sahip oldukları imtiyazlar vs. Başbakanlık Osmanlı arşivinde bulunan ve muhtelif nedenlerle çelebileri konu edinen belgeler esas alınarak yeniden değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ana kaynaklar dışında araştırmamıza temel teşkil eden ve konunun verimliliğini artıracak bazı incelemeler de bulunmaktadır.
A. HACI BEKTAŞ VELİ’NİN EVLADI OLUP OLMADIĞI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR
Hacı Bektaş-ı Veli dünyadan mücerred göçmüş, kendi çoluk çocuğu da olmamıştır[11]. Gözle görülür bir muğlaklık olmakla beraber Velayetname başta olmak üzere hiçbir eski kaynak O’nun evlenip çoluk çocuk sahibi olduğundan bahsetmez[12]. Bununla beraber Hacı Bektaş-ı Veli’nin mücerretliği konusu Alevi- Bektaşi toplumu içerisinde tartışma konusu olmuştur. Bu çerçevede genel kabule göre Bektaşiler dedegan (çelebilik) ve babagan (dedebabalık) şeklinde iki ana guruba ayrılmıştır. Bu hususla bağlantılı bir diğer isimlendirme de yol evlatlığı ve bel evlatlığı şeklindedir. Yol evlatlığı (babagan) ve bel evlatlığı (çelebiler) şeklindeki kabule ek olarak bölgede Hacı Bektaşın mücerret olduğunu ve bel evladı bulunmadığını ileri süren nefes evlatlığı şeklinde bir kabul daha oluşmuştur[13]. Nefes evlatlığına göre Hz. Peygamberin soyuna mensup olma meselesi, fiilen o soya mensup olmaktan çok manevi bir mensubiyet olarak anlaşılmalıdır. Belki de manevi mensubiyet zamanla Hz. Peygamberin soyundan gelmek olarak da anlaşılmış olmalıdır[14].
Seyyid Hacı Bektaş-ı Veli’nin soyu ile ilgili bazı menkıbeler şu şekildedir:
Hacı Bektaş Veli, Horasan’dan kardeşi Menteş ile Rum diyarına gelince önce Sivas’a uğramış ve orada Baba İshak ile buluşmuştur. Dönüşte Kırşehir’de Baba hankahında 40 gün hizmet ederek icazet ve hilafet alarak postnişin olmuş ve Sulucakarahüyük’e (Hacım Köyü) gelip yerleşmiştir. O sırada Sulucahöyük 7 haneden ibarettir. Velayetname’ye göre kendisini ilk karşılayan İdris Hoca ile zevcesi Kutlu Melek (Kadıncık Ana) olmuş ve hürmet göstermişlerdir. Mücerred Bektaşilere göre İdris hocanın Mahmut, Habip ve Hızır Bali isimli 3 çocuğu olmuş ve Hızır Bali sonradan dergah kaymakamı seçilmiştir. Çelebilere göre ise Kutlu Melek (Fatma Nuriye) İdris hocanın karısı değil kızıdır. Çelebiler de O’nun neslindendir[15]. Müdafaa’da Bektaşi olan bazı kişilerin evlenmeyişi seçmeleri nedeniyle Hacı Bektaş Veli’nin de evlenmemmiş gösterilmesinin doğru olmadığı hatta Hacı Bektaş Veli gibi Seyyid olan bir kişinin “Nikahlanın ve çoğalın” veya “Dinde ruhbanlık yoktur” hadislerine karşı olmasının mümkün olmadığı ifade edilerek Hacı Bektaş Veli’nin İdris hocanın kızı Kadıncık ile evlendiği ve soyunun buradan devam ettiği ifade edilmiştir[16]. Bu çerçevede Çelebiler Hacı Bektaş Veli’nin Timurtaş, Hızır Lala, İbrahim Seydi, Seyyid Ali Sultan ve çok dinamik ve hareketli olmasından kinaye olarak Kızıldeli lakapları ile anılan ve asıl adı İbrahim (1310-1402) olan tek bir çocuğu olduğunu ve Hacı Bektaş Veli’nin soyunun da buradan devam ettiğini kabul etmişlerdir[17].
Nefes evlatlığına dayanak olan bir başka menkıbeye göre Hacı Bektaş’ın bir ermiş olduğu anlaşılınca, Kadıncık Ana, kocası İdris’e haber vererek O’nu evlerine davet etmiştir. Bu sırada şeyhin abdest aldığı veya ellerini yıkadığı suyu dökmeye kıyamayan Kadıncık, abdest suyunu içmiştir. Bir keresinde de abdest alırken Hacı Bektaş’ın burnu kanamıştır. Kadıncık bu suyu da içmiştir. Durum anlaşılınca Hacı Bektaş, “Senden iki oğlumuz gelecek” demiş ve gerçekten Kadıncık hamile kalmıştır. Bir müddet sonra üç oğlan çocuğu doğmuş, biri ölmüş ikisi ise yaşamıştır. Bazı Bektaşilerin inancına göre Kadıncık Ana’dan doğan ve biri Habip diğeri Hızır Lale adındaki bu çocukların ikincisinden Hacı Bektaş’ın soyu devam etmiştir[18].
Bektaşilerin bir kısmı ise tecerrüd kavramının sadece evli olmamak olarak yorumlanmaması gerektiğini, tarikat ehli nazarında “mücerred” olmanın Allah’tan başka her şeyle ilgiyi kesmek anlamına geldiğini ileri sürmüştür. Bu durumda Hazreti Pir için söylenen “Alem-i tecerrüdde idi.”, “bekar yaşadı.” “müteehhil değil idi.” yani “Evli değildi.” gibi ifadelerin O’nun evlenmediği anlamına gelmeyeceğini bu şekildeki düşüncelerin boş ve yanlış olduğunu ifade etmişlerdir[19].
Hz. Pir’in soyu ile ilgili bütün bu farklı düşüncelere rağmen, Osmanlılar Kırşehir bölgesini topraklarına kattıkları zaman Hacı Bektaş Veli dergahında gerek seyyid olduğunu gerekse de Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin soyundan geldiğini iddia eden çelebilerle ilgili toplumsal kabulü aynen onaylamış[20] ve onları devlet nezdinde itibarlı kılmıştır.
B. HACI BEKTAŞ VELİ VE SÜLALE MENSUPLARININ UNVANLARI
Soy gütme, ulu tanıdıkları kişilere ve soylarına derin saygı ve sevgi gösterme geleneğine bağlı olan Türkler, Hz. Peygamber ve O’nun en yakınlarına da büyük sevgi ve saygı göstermişlerdir[21]. Nitekim Sünni gelenekte olduğu gibi Bektaşilerin geçmişlerinde de “seyitlere bağlanma” geleneği vardır[22]. Hacı Bektaş Veli de Hz. Peygamberin soyundan gelen bir seyyid olup O’nun Hz. Ali soyuna bağlı olduğu, hatta isim değiştirmiş Hz. Ali olduğuna inanılmaktadır[23]. O, Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuş olup İmam Musa Kazım’ın neslinden gelen ve İbrahim-i Sâni diye tanınan Seyyid Muhammed adlı bir hükümdarın oğludur[24]. Dolayısıyla O, hem Hz. Peygamberin evladı olması hem de hükümdar çocuğu bir şehzade olması nedeniyle pak bir nesilden gelmektedir.
Velayetname’de Ahmet Yesevi’nin kendisine halifelik sembolleri olan tac, şamdan, seccade, sofra ve alem teslim etmek suretiyle O’nu Anadolu’yu irşad etmekle görevlendirdiği ve O’nun, Anadolu’ya gelmeden önce Mekke’ye giderek hac görevini ifa edip ve “Hacı” unvanını aldığı belirtilmektedir [25].
Osmanlı arşiv kayıtlarında Hacı Bektaş Veli tekkesini konu edinen muhtelif vesikalarda gerek devlet yöneticilerinin gerekse de belgede konu edilen kişilerin bu zat ile ilgili kullandıkları unvanlar O’nun pak nesli ve yaşam tarzı, dolayısıyla kendisine toplumun bakışını yansıtması açısından önemlidir. Nitekim asıl adı Muhammed bin İbrahim bin Musa olmasına rağmen muhtelif Osmanlı arşiv vesikalarında Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri; sultanu’l- Arifin Hacı Bektaş-ı Veli (Allah’ı gerçek yönüyle bilen kişilerin sultanı)[26], Hacı Bektaş-ı Kuddise Sırruhu’l azîz[27], “Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise Sırruhu’l âlî, [28] Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise Sırruhu’l âlî ve’l-celî ( Sırrı ve hakikatı aziz ve şerefli olsun)[29] Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri[30], ‘Azîz[31], Kutbu’l ârifîn (Evliyaların imamı) Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise sırruhu’l âlî[32], Kutbü’l- ârifîn ğavsül vâsilîn Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise sırruhul âlî hazretleri[33], Kutbü’lârifîn ğavsül vâsilîn (yüce makamlara ulaşan velilerin yardımcısı) Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise sırruhul celî hazretleri[34], Cedd-i a’lâ[35], Kutbu’l-ârifîn Ğavsul vâsilîn burhânu’l âşıkîn (hak aşıklarının delili ve rehberi)[36], Cedd-i emced-i ârifîn zahra’l-vâsılîn merhum Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise sırrıhu’l celî ve’l hafî hazretleri[37], Hacı Bektaş-ı Veli Horasanî, Hacı Bektaş-ı Veli el-Horasanî en-Nişâbûrî ve Seyyid Muhammed[38] gibi adlarla isimlendirilmiştir.
Bu unvanlardan Bektaş-ı Veli ifadesi Allah’ın arkadaşı anlamındadır. Nitekim Pir’in lakabı olan Bektaş (bazı Türk topluluklarındaki ifadesiyle Bektav)[39] kelimesi, arkadaş, yoldaş (Kilis ve Maraş yörelerinde pek içli dışlı ve vefakar arkadaş), sağlam ve olgun kişi, taş gibi sert[40], sert ve güçlü adam[41] gibi anlamlar taşımaktadır. Dolayısıyla Pir, müritleri ve onu sevenler tarafından Allah yolunda sağlam adımlarla yürüyen bir Veliyyullah yani Allahın velisi/dostu olarak görülmüştür.
O’nun soyundan geldiğini iddia eden ve gerek bir kısım tarikat müntesipleri tarafından gerekse de Osmanlı yöneticileri tarafından tanınıp kendilerine her türlü saygının gösterildiği kişiler ise “çelebi” unvanıyla anılmışlardır. Sülale mensupları Osmanlı arşiv kayıtlarında da “çelebi”[42], “seyyid çelebi” ve “seyyid çelebi efendi”[43] gibi unvanlarla tanımlanmışlardır.
Sultan 3. Mustafa zamanında verilen Şaban 1177 tarihli fermana[44] ve Çelebi Cemaleddin efendinin savunmasında belirttiği üzere Hacı Bektaş-ı Velinin evladı iki sınıf olup birincisine “mürseller” (Mürsel Bâlî’nin soyundan gelenler) ikincisine ise “hudâdâd” (Hudadâd’ın soyundan gelenler) adı verilmiştir[45].
Bu ayırımın nedeni olarak az önce belirttiğimiz Çelebi ailesinin temsilcisi Cemaleddin Çelebi’nin de yalanladığı “Hüdadad’ın soyundan gelenler Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından değildir.” iddiası veya Hüdadad Çelebi’nin Kalender Çelebi’yi öldürttüğü” gibi mesnetsiz söylentiler ortaya konmuşsa da bunun asıl nedeninin posta oturma yetkisi ile ilişkili olduğu anlaşılmaktadır[46]. Vakıf şartları gereğince seccadenişinlik evlad-ı mürsele tahsis kılınmıştır[47]. Bu görev babadan oğula geçiyor gibi görünüyorsa da koşullar uygun olduğunda kardeşe de geçebilmiştir[48].
Mürselli soyunun, Hacı Bektaş’ın bıraktığı emanetin asıl sahibi ve aldıkları emaneti gelecek nesillere taşımaya yetkili kişiler olarak görülmesi, ilginç bir şekilde mürsel kelimesinin anlamı ile de örtüşmektedir.
Hacı Bektaş tekkesi tarafından verilen bazı icazetnamelerde ise çelebi ailesinin reisi “şeyhu’z-zaman“, “sahibu’s-seccade”, “kutbu’l-pirân”, “malik-i ilmu’l-yakîn ve mürşidu’lhakke’l-yakin”, “hadimu’l-fukarâ ve’l-mesâkîn” sıfatlarıyla anılmıştır[49]. Dedegan koluna bağlı soy mensupları çelebi unvanı yanında özellikle günümüzde “ulusoylar” olarak bilinmekte ve bu soydan gelen bazı aileler de “Ulusoy” soyadını taşımaktadır [50].
C. SÜLALE MENSUPLARININ YAŞAM ALANLARI
Hacı Bektaş Veli vakfının asitanesi Hâcim nam-ı diğer Kara(ca)öyük karyesidir. Bu köy Hacı Bektaş Veli geldiğinde 7 haneden[51] ibaret[52] küçük bir köy iken O’nun buraya yerleşmesiyle önem kazanmış ve hızlı bir şekilde nüfus artışı ile karşı karşıya kalmıştır. Köyün bütün vergileri ister malikane, ister divani olsun, tamamen Hacı Bektaş veli zaviyesine ait olduğu gibi, avarız vergilerinden de ahalisi muaf tutulmuştur. Bunun yanı sıra köyün serbestiyet şartı ile tasarruf olunması yani idari inzibati selahiyeti haiz kadılar dışında hiçbir devlet memurunun buraya müdahale edememesi ve bütün hakların tamamen vakıf mütevellisine ait olması gibi unsurlar 15. yüzyıl sonlarından itibaren köyün hızlı bir şekilde nüfus artışına neden olmuştur [53].
Sülale mensuplarının Kırşehri (Kırşehir) kazasına bağlı Hâcim nam-ı diğer Karacaöyük karyesi ile beraber Torbîl (Torbalı) Hacı ve Kızılcain namı diğer Cebbar Irmak, Kilisâcık, Kışlak ve Elgün adı verilen altı köyde yaşadıkları ifade edilmiştir. 1123 (1711- 1712) senesinde verilen bir suretle bu köylerin umur-u şeriyesi Kırşehri sancağından Karaman sancağına ilhak edilmiştir. 1137 (1724-1725) senesinde verilen bir suretle de bu köylerin umur-u şeriyyesi Hacı Bektaş kazasından alınıp (ifraz) Konya kazasına nakil ve ilhak olunmuştur[54].
Çelebiler, bugün de serçeşme Hacıbektaş ilçesinde yaşamakta olup, aile ve Çelebi kolu Bektaşilerinin başında da Veliyettin Çelebi bulunmaktadır[55].
D. HACI BEKTAŞ VELİ SÜLALESİNİN HANE SAYISI
16. yüzyıl Tapu tahrir kayıtlarında “evlad-ı Hacı Bektaş” olarak 1576 yılında on iki nefer[56], 1584 yılında ise 15 nefer kayıtlıdır [57].
1797 tarihli bir vesikada vergi muafiyetinden bahsedilirken Hacı Bektaş Veli evladı 13 nefer olarak ifade edilmiştir. İlgili vesikada “13 nefer evlad-ı Merhum Hacı Bektaş Kuddise sırruhu’l-‘azîz” ifadesi geçmektedir (Haziran 1797)[58].
19. yüzyıl ortalarına ait (M.1840/H.1256) temettuat sayımlarında Hacı Bektaş kazasında ikamet eden Hacı Bektaş evladının bu kimliklerinin ihmal edilerek sayıma tabi tutuldukları anlaşılmaktadır. Nitekim yapılan sayımda Hacı Bektaş evladı veya çelebi unvanıyla anılan herhangi bir kişinin vurgulanmadığı gözlemlenmektedir[59]. Çelebilerin sayısı 1896[60], 1899[61] ve 1900 yılında 14 hane[62] olarak tespit edilmiştir Ortalama hâne büyüklüğü ortalama 5 kişi olarak kabul edilirse[63] Hacı Bektaş Veli sülalesinin bu tarihlerde ortalama 70 kişiden meydana geldiği tahmin edilebilir.
E. ÇELEBİ AİLESİNİN OSMANLI YÖNETİMİ İLE İLİŞKİLERİ
Osmanlı devleti nezdinde Bektaşi tarikatının ve ona ait vakıfların meşru ve yasal temsilcisi daima “şeyh” unvanlı Çelebi ailesinin reisi olduğu bilinmektedir. Çelebilerin gücü dergâhın hukuki statüsünün yasal temsilcisi olmaları ve buna bağlı olarak dergahın mali gelirlerinin kontrolünü ellerinde bulundurmalarından kaynaklanmaktadır. Ancak buna ilaveten en azından devlet nezdinde ve tarikatın resmi belgelerinde “şeyh” unvanıyla en yüksek ruhani otoriteyi de ellerinde bulundurdukları açıktır[64]. Bu çerçevede Hacı Bektaş dergahında şeyh olarak göreve başlayan zat, İstanbul’a gelerek şaşalı bir törenle karşılanmış, buradan Ağa Kapısı’na Yeniçeri ağasının yanına daha sonra da Babıali’ye gönderilip[65] kendisine hususi bir protokol uygulanmıştır. Bunun dışında Osmanlı sultanları tahta oturduğu zaman Hacı Bektaş Dergahı postnişininin mutat bir davranış olarak yeni padişahı tebrik etmeye geldikleri görülmektedir. Mesela sultan II. Mustafa tahta oturduğu zaman “mutad-ı kadim üzere” Hacı Bektaş tekkesi postnişini 9 arkadaşıyla beraber İstanbul’a gelerek padişahı tebrik etmiştir. Padişah da kendilerine çeşitli ikramlarda bulunmuştur [66].
17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hacıbektaş’taki Pirevi şeyhleri tarikata bağlı diğer zaviyelerin postnişin tayinlerini de kendi denetimleri altına almaya çalışmışlar ve bu konuda Osmanlı yöneticilerinin desteklerini istemişlerdir. Osmanlı merkezi idaresi de Hacıbektaş şeyhleri tarafından gelen bu tür bir denetim talebine karşı çıkmamışlardır. Nitekim Tanzimat dönemi Osmanlı padişahlarının açıkça arzu ettikleri merkezileştirilmiş bir tarikat yapısının 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı yöneticileri tarafından desteklenmiş olması muhtemel gözükmektedir[67]. Konu ile ilgili olarak, Hacı Bektaş veli evlatlarından olup hala zaviyelerinde seccadenişin olan Şeyh Abdullatif Baba vermiş olduğu bir arzuhalde şunu ifade etmiştir: Osmanlı topraklarında Baba, Dede, Abdal, Derviş Sultan adıyla anılan tekye, nazargah, hangah ve zaviyelerine yapılacak her türlü işlemin (mahlûlât, tebdîlât, meşrutiyet iddiası ve birbirlerine ferâğât ve kasr-ı yed ve sair tevcîhât) tarikat dışından olan (ecnebi) kimseler tarafından arz edilmesine itibar edilmemesi bunun yerine Bektaşi şeyh, zaviyedar ve seccadenişinleri tarafından yapılacak arzların dikkate alınmasını, ecnebiler tarafından yapılan arzların Bektaşi hankah, tekye, zaviye ve seccadenişin olan şeyhler tarafına havale olunmak üzere şerh verilmesini istemiştir (9 Ş 1201/ 27 Mayıs 1787) [68].
F. HACI BEKTAŞ VELİ DERGAHINDA GÖREV PAYLAŞIMI VE ÇELEBİLERİN GÖREVLERİ
Hacı Bektaş Veli’den sonra tarikatta en etkili olan Balım Sultan olmuştur. Bu yüzden O’na tarikatın ikinci piri ve kurucusu olarak bakılmaktadır. Balım Sultan, tarikatın erkan ve ayinlerinde önemli yenilikler yapmıştır. Tekkelerin işleyişini yeniden düzenleyerek tarikatı, köylere ve kasabalara kadar uzanan son derece güçlü ve örgütlü mücerret dervişler teşkilatı haline getirmiştir. Bu yeniliklerin sonucunda Bektaşilikte, iki ayrı kolda varlığını sürdürerek günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan birisi çelebiler, diğeri de babalar olarak bilinmektedir. Çelebiler kendilerinin Hacı Bektaş soyundan geldiklerini iddia etmiş, babalar ise bunu kabul etmeyerek kendilerinin yol evladı olduklarını ifade etmişlerdir[69]. Pirevini geliştiren, Bektaşi tarikatına yeni bir biçim kazandıran Balım Sultan olmuştur. Bu çerçevede Meydanevi’nde on iki posta makam ayrılmıştır. Buna nispetle de on iki ev kurulmuştur. Bugün yalnız bunlardan altısı bulunmaktadır. Bunlar, atevi, ekmekevi, aşevi, konuk (mihman) evi, meydan evi ve kiler evi. Dergahın dışında ise balımevi, Hanbağı ve Dedebağı vardır. Bu ev ve bağların birer babası ve dervişleri bulunmaktadır. 1826’ya kadar dedebaba, meydanevinin babasıdır. Bu tarihte meydanevi babalığı kaldırılmış, Dedebaba da kilerevi babası olmuştur. Dedebabanın ölümüyle aşevi babası O’nun yerine seçilmiştir. Dolayısıyla Pirevi’ndeki bütün evlerin babaları babagân kolundan seçilmiştir[70]. Pirevi’ndeki cemlere de bunlar başkanlık etmiştir. Çelebiler pek karışmamış veya karıştırılmamışlardır[71]. Bu yönüyle Pirevi’nde bulunan çelebiler tarikatın ikinci önderi[72] olarak gözükmektedir.
G. ÇELEBİLERİN GÖREVLERİ
1. Dergah Mütevelliliği
Dergahın mütevelliliği Hacı Bektaş Veli soyundan gelen çelebilere hasredilmiştir[73]. Osmanlılar Kırşehir bölgesini fethettiklerinde orada çoktan kurulmuş olduğu anlaşılan Hacı Bektaş Dergâhı ve vakfının hukuki statüsü Osmanlılarca da kabul edilmiş ve vakfın mütevelliliği Hacı Bektaş evladı olarak kabul edilen Çelebilere verilmiş veya onların elinde kalmaya devam etmiştir[74]. Yapılan bir diğer araştırma 1588 yılında, dergahta Sersem Ali Baba tarafından dedebalık makamının kurulmasıyla beraber çelebilerin dergahta sadece vakıf yönetimini üstlendiklerini ortaya koymaktadır[75].
6 Ocak 1907 (21 Zilkade 1324) tarihli Ahmet ve Veliyyüddin çelebilere tevcih edilen ve tüm geçmiş döneme atıfta bulunan bir beratta ise; “vakf-ı mezbûrun ğallesi batn-ı evvelde bulunan evlâd-ı zükûru ma’rifetiyle âyende ve revendeye it’âm-ı ta‘âm ve hidmetlerinde ihtimâm itmek üzere tevliyet ve zâviyedârlığı kadîmen ve batnen ba’de batn velî-yi müşârü’n-ileyhin evlâd-ı zukûruna tevcîh oluna geldiği teâmüli iktizâsından olduğu …”[76] ifadesinin geçmesi Hacı Bektaş Veli dergahında tevliyet görevinin Hacı Bektaş sülalesine tevcih edildiğini açıkça göstermektedir. Ancak muhtelif dönemlerde dergahta meydana gelen çekişmeler vs. sıkıntılar Hacı Bektaş dergahının tevliyet görevinin 15 Zilkade 1265 (2 Ekim 1849) tarihli ferman hükmü çerçevesinde Hazine namına evkaf müdürleri tarafından ifa edilmesine de neden olmuştur (4 Muharrem 1322/21 Mart 1904)[77].
Bazı kaynaklar özellikle babagan kolunun görüşleri çerçevesinde hareket ederek dergah mütevellisinin görevinin yoksullara ve dergaha gelip gidenlere yemek ve yatacak yer temin etmek, dergahın onarım ve bakım işlerini yürütmekle sınırlı olduğunu belirtmiştir[78].
Yapılan bir araştırma başından günümüze kadar Çelebi kolundan 32, Babagan kolundan ise 29 postnişin ve mütevellinin ayrı ayrı göreve geldiğini ortaya koymuştur[79].
2. Bektaşi Dergahlarına Görevli Tayini
Osmanlı devleti Bektaşiliğin merkezi olarak Hacıbektaş köyündeki hankahı, tarikatın şeyhi olarak da burada ikamet etmekte olan Hacı Bektaş evladı sıfatıyla çelebileri kabul etmiştir[80].
Hacıbektaş şeyhlerinin kendi tarikatlarına bağlı zaviyeler üzerindeki kontrol haklarını (şeyh adayı belirleme) 1620 yıllarında elde etmiş oldukları tahmin edilmektedir[81]. Şeyhler bu görevleri yanında mütevelli de oldukları için devlet, vakıf mütevellisi ile birlikte şeyhi de onaylamış olmaktadır[82]. Şeyh, Pirevi’ne bağlı bütün dergâhlardaki üst düzey manevi atamalar (baba, halife, postnişin gibi unvanların verilmesi, dergâhların şeyh veya postnişinlerinin atanması), vakıf gelirlerinin toplanıp harcanması ve Bektaşiliğin devlet nezdinde temsil edilmesi gibi hususlarda nihai merci olup Bektaşi tarikatının devletin tanıdığı yasal lideridir[83]. Bununla beraber Hacı Bektaş Veli’nin manevi irşad halifesi olduğu iddiasında olan dedebalar da şeyh atamalarında bulunmuşlardır. Mesela dedebabayı en yüksek ruhani otorite olarak tanıyan Arnavutluk ve Girit Bektaşileri şeyhlerinin atamasının, dedebaba tarafından onaylandığı görülmektedir[84].
3. Kızılbaş-Alevi Ocaklarına İcazetname Vermek
Alevilerin yalnız süluk yoluyla ulaşılan manevi bağa değer verdiği ve bel evlatlığını (çelebi soy bağını) tanımadıkları ayrıca Alevi grupların dergahtaki dedebabayı şeyh tanıdıkları iddia edilmişse de[85] bunun istisnai bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Çelebiler Alevi aşiretlerini kendilerine bağlı gruplar olarak görmüşler[86] ve 1970’li yıllara kadar yüzyıllarca gerek dinsel gerek siyasal alanda Alevi ocaklarına önderlik yaparak[87] dede, baba ve vekil adları altında bulunan ocakzadeleri sevk ve idare etmişlerdir[88]. Bu çerçevede özellikle Anadolu’da bulunan bazı ocakların “el ele el Hakka” ilkesine göre birbirine bağlı ve en son Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na bağlı hale geldikleri ve çelebilerle kopmaz bir bağlarının oluştuğu anlaşılmaktadır[89]. Ne var ki özellikle 17. yüzyılın başlangıcından itibaren ocaklar arasında bağlantı birçok sosyal, siyasal ve ekonomik nedenlerle birbirinden kopmaya başlamıştır[90].
Çelebi ailesi ise 19. yüzyıldan itibaren iyiden iyiye Kızılbaş kitlelerine yönelmeye başlamış ve zamanla büyük bir “Dede Ocağı”na dönüşmüştür[91].
Anadolu’daki Alevi-Bektaşilerin önemli bir kesimini oluşturan[92] Çelebilere bağlı ocaklar[93] Hacı Bektaş çelebisinden her yıl icazet almak suretiyle dede olarak görevlendirilmişler, icazet almayanlar ise dedelik yapamamışlardır. Çelebi gerektiğinde atadığı dedeyi de değiştirebilmiştir[94].
Bununla beraber bazı Alevi ocakları (Dersim yöresindeki bazı Kızılbaş ocakları gibi) Çelebilerden bağımsız hareket etmiş[95] veya Çelebi (efendi) geleneğine daha yakın olmakla beraber[96] zaman zaman icazetname alarak çoğu zaman bağımsız bir tarzda taliplerinin hizmetlerini görmüşlerdir. Hubyar Ocağı gibi [97].
Çelebilere bağlı Alevi ocaklarına örnek olarak Seyyid Ali Sultan Ocağı, Garip Musa Ocağı, Eraslan Ocağı, Güvenç Abdal Ocağı[98], İzmir Kemalpaşa’da bulunan Hamza Baba Ocağı[99] gibi ocakları örnek verebiliriz. Yine bugün Tokat Erbaa Sıraçları da Hacı Bektaş Ocağı’na bağlıdırlar, yani çelebiler koluna mensupturlar[100].
Dergah şeyhi tarafından verilen icazetnamelerde çelebi ailesinin şahitler içerisinde, babalardan önce ve birinci sırada yer alması[101] yine şeyh tarafından verilen hilafetname[102] evraklarında da ilk dönemlerde hilafetnameye mütevelli kolunun soy zincirinin (çelebi ailesi) yazılması ve zamanın mütevellisinin imza ve mührünün konması[103] onların dergahtaki öncü konumlarının icazetname ve hilafetname belgelerine dahi yansıdığını ortaya koymaktadır.
Bazı Bektaşi hilafet ve icazetnamelerine başlık olarak “çâlîpan” ifadesinin konulduğunun[104] belirtilmesi de muhtemelen bu belgeleri verme yetkisine haiz şeyh çelebinin, çelebi unvanı ile ilgili gözükmektedir.
H. ÇELEBİLERİN DERGAH GÖREVLİLERİYLE İLİŞKİLERİ
Dergahın maddi ve manevi işleri çelebi ailesi ve babalar tarafından bir dayanışma içerisinde yürütülmüştür[105]. Bektaşilik 19. yüzyılda geçirdiği yasaklık sürecinde çelebiler ve babagan isimli iki kola ayrılmıştır. 19. yüzyıl öncesinde Osmanlı devleti böyle bir ayırımın ortaya çıkmasına izin vermemiştir. Bu durum ancak Bektaşilik yasaklanıp devletin kontrolünden çıkınca ortaya çıkmıştır[106].
Dergahın tevliyet görevi, çelebilerin uhdelerine verilmiş olmasına rağmen 19. yüzyılda ve 20. asır başlarında dergahta görevlerini tam olarak icra edemedikleri ve babalarla aralarında bir mücadelenin varlığı dikkat çekmektedir. Nitekim Hacı Bektaş Hankâhı şeyhi ve “zamanın çelebisi” Mehmed Hamdullah Efendi (1767-1836) halkın “fesadı”na sebep olduğu gerekçesiyle, 1826 yılında Amasya’ya sürgün edilmiş, buna karşılık Hacıbektaş’taki “zamanın dedebabası” Sivaslı Mehmet Nebi Dedebaba’ya (1813-1834) ise dokunulmamıştır[107]. 18 Ağustos 1834 tarihinde de çelebilik payesi kaldırılıp, tekkede görevli Veliyüddin efendi Sivas’a sürülerek çelebilerin devlet tarafından tekkedeki egemenliğine son verilmesine rağmen her iki güç arasındaki mücadele yine devam etmiştir[108]. Bununla birlikte zamanla çelebilerin yeniden vakıf gelirlerinden hisse almaya başlamaları ve onlara karşı merkezi hükümetçe yürütülen baskıların azalması tekkede tekrar söz sahibi olmalarına neden olmuştur[109]. Bu çerçevede 1860’larda ana tekke, yeniden Bektaşiliğin kalbi olarak faaliyetlerine başlamış ve çelebiler diğer Bektaşi tekkelerine şeyh atama yetkilerini yeniden elde etmişlerdir[110].Bu arada tekkede bulunan babalara dokunulmamış olması her ne kadar çelebilere eski hakları yeniden verilmişse de[111] babalarla çelebiler arasındaki mücadelenin daha da derinleşmesine ve babaların çelebilere karşı daha aktif mücadele sergilemelerinde etkili olmuştur. Mesela II. Meşrutiyet döneminde Hacı Bektaş Veli tekkesinde şeyhlik görevini elde etmek için çelebi-baba mücadelesi verildiği görülmektedir. Buna göre çelebiler şeyhliğin Hacı Bektaş Veli soyuna ait olduğunu savunurken, babagan koluna mensup babalar ehil olan kişinin meşihat hakkına sahip olabileceğini iddia etmişlerdir[112].
Tekkedeki bu yetki mücadelesi zamanla iki grup arasında farklı konularda restleşmelere de neden olmuştur. Mesela Hacı Bektaş bölgesi kaza olmadan önce de nahiye veya köy iken yine devlet yöneticileri tarafından hane ve nüfus sayılarına kadar titizlikle Osmanlı yöneticileri tarafından denetlenmiş olmasına rağmen, babaganların iddiasına göre; 1329 yılında Hacıbektaş’ın kaza olması için padişahtan irade çıkmışsa da buna Çelebi Cemaleddin’in engel olduğu, bunun nedeninin de kaza olursa mahkeme, nüfus, tapu dairesi, eczane, hastane gibi teşekküller ile kaymakam ve başka aydın kişiler ve memurların oraya geleceği ve kendisinin manevi kimliğinin kaybolacağı “düşüncesine” sahip olduğu buna karşılık çelebiler böyle düşünürken ve aydınlardan kaçarlarken orada halkın uyanması ve okumasını sağlamak üzere rahmetli Salih Niyazi Dedebaba tarafından yeni bir mektep yaptırıldığı[113], çelebilerin Hacı Bektaş evladı olduklarını ileri sürmelerine rağmen Onun türbesini yılda ancak bir defa ziyaret ettikleri[114] gibi öznel yargılar her iki güç arasındaki restleşmeye işaret eden ifadeler olarak gözükmektedir.
I. DERGAH GELİRLERİNİN PAYLAŞIMI VE ÇELEBİLERE AİT GELİRLER
Hacı Bektaş-ı Veli vakfına ait hankahın meşihat ve tevliyetinin tesviyesinin nasıl yapılacağı konusunda maliye nezaretinin görüşü alınarak hareket edilmiştir (23 C 1258/ 1 Ağustos 1842).[115] Meclis-i Vala’dan çıkan bir mazbatada dergah gelirlerinden 4 hissenin tevliyet ve meşihata, 4 hissenin dergahın tamirine, 4 hissenin dervişlerin mutfak masraflarına ve üç hissenin de Hacı Bektaş soyuna verilecek şekilde taksim edileceği belirtilmiştir[116].
Yapılan bir araştırmaya göre Çelebilerin gelirleri 21 köyün geliri ve dergahın 1435 kilo tuz istihkakının 615 kilosundan meydana gelmektedir[117]. Hacı Bektaş Veli hazretleri sülalesinden gelen kişilerin babadan oğula (eban an ceddin) tasarrufları altında bulunan emlak ve arazilerin toplam kıymeti 1899 yılında 334.500 kuruş olarak tespit edilmiştir (16 Cemaziyelahir 1317/22 Ekim 1899)[118].
1897-1900 yıllarına ait bazı vesikalarda ise sülale mensuplarına evkaf sandığından senevi 20.000 kuruşa yakın istihkak verildiği anlaşılmaktadır[119].
1. Dergah Gelirlerinin Paylaşımı Sırasında Çıkan Sorunlar ve Çözümü
Hacı Bektaş Veli vakfının gelirlerinin tahsis edildiği yerler belirli olmasına rağmen hasılattan dolayı hankah şeyhi ile evlad-ı vakıf vs. hissedarlar arasında zaman zaman anlaşmazlıklar çıkmıştır (1 Z 1268/ 16 Eylül 1852)[120]. Sorunun çözümü konusunda 19. yüzyılda sancaklar nezdinde sancak kaymakamı, sancakta görevli “evkaf müdürü” ve kazalarda müdürlere vekaleten görev yapan kişilerle iletişime geçilmiş ve sorunun çözümü sağlanmıştır (2 Ra 1270/ 3 Aralık 1853)[121]. Anlaşmazlıkların 1265 (1848-49) senesinden itibaren mahallinde, evkaf müdürü kanalıyla çözülmesi ve evkafı hümayun hazinesi tarafından idare edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır (1 Z 1268/ 16 Eylül 1852)[122]. Bu çerçevede dergahtan tahsis edilen gelirlerin paylaşımı konusundaki şikayetlere bazen bizzat İstanbul müdahil olmuş bazen de vakfın bağlı bulunduğu Ankara vilayetinden gönderilen görevlilerle çözüm bulunmuştur.
Çelebilere ait tarlalardan aşar ve ağnamın toplanması hususunda Çelebiler ile diğer görevliler arasında ihtilaf çıktığında (Hacı Bektaş Veli vakfı mütevellisi Cemaleddin ve dergah postnişini Hamza efendilerle dergahta görevli babalar arasında çıkan ihtilaf üzerine) konu ile ilgili olarak çelebilerden Ali, Mehmet, Halil ve Ceyb tarafından vilayete bir dilekçe verilerek sorunun çözümüne yardım istenmiştir[123]. Çelebilerle dergahtaki diğer görevliler arasındaki bir başka sorunun çözümünde de bölgeye, evkaf-ı hümayun hazine görevlilerinin görüşleri alınarak, İstanbul’dan bir mübaşir gönderildiği görülmektedir (2 Ra 1270/ 3 Aralık 1853) [124].
İ. HACI BEKTAŞ VELİ SÜLALESİNE TANINAN BİR AYRICALIK: VERGİ MUAFİYETİ
Sülale mensuplarının vergiden muaf olduklarına dair muhtelif nedenlerle ve muhtelif zamanlarda emr-i şerifler çıkarılmıştır. Nitekim 1147 (1734-35) yılında bir emr-i şerif çıkarılmış, bu emir 1203 yılı Receb ayı ( Mart/Nisan 1789), 1217 senesi Evâsıt-ı Zilkadesi (9 Mart 1803), 1218 senesi Zilhiccesinin 24. günü (5 Nisan 1804) ve 1220 yılı evâil-i Saferinde (Mayıs 1805) de tecdid edilmiştir. [125]1797 tarihli bir vesikada “13 nefer evlad-ı Merhum Hacı Bektaş Kuddise sırruhul aziz” ile beraber “….. ve 745 nefer mea nefer-i saire, 46 nefer aded-i zemin ve 81 nefer hizmetkaran-ı zaviye-i Hacı Bektaş-ı Veli Kuddise sırruhu”nun öşür ve tekalif-i şakkadan muaf tutuldukları belirtilmiştir (Haziran 1797)[126].
Bu çerçevede Hacı Bektaş-ı Veli evladının eskiden beri tekalif-i örfiye ve şakka, avarız, nüzül, sürsat, bennak ve iştira, güherçile vs. vergilerden muaf tutuldukları anlaşılmaktadır.[127]
1. Tanzimat’la Beraber Vergi Muafiyetinin Kaldırılması
Tanzimat’la beraber “herkesin servet ve iktidarına göre …. tevzi olunmak üzere her karyeye maktuan …” vergi tahsis edilmiştir. Bu çerçevede emlak ve arazilerin kıymetleri ve erbab-ı sanayi ve ticaretin yıllık temettuları çerçevesinde vergi tahriri yapılmıştır. Hacı Bektaş Veli vakfına ait arazilerin vergi muafiyeti devam ederken Hacı Bektaş Veli sülalesine mensup çelebiler ayrı tutularak vergi muafiyetlerine son verilmiştir. Konu ile ilgili olarak sülale mensupları eskiden olduğu gibi muafiyetlerini talep etmişlerse de “… tahrir nizamı icabınca her nevi arazi ve emlak ve şahıs temettuun vergüden istifası caiz olamayacağı..” ifade edilmiştir. Yapılan tahkikatta sülaleye mensup hane mensuplarının “..mezkur 14 hane çelebiyanın her birinin bidayet-i tahrirde (tahririn başlangıcında) uhdelerinde bulunan emlak ile tahrirden sonra iştira eyledikleri emlak ve arazinin başka başka olarak mevkileriyle nevini ve mevzu’u kıymet ve vergilerinin mikdarını mübeyyin olmak ve arazi-i mezkureden” Hacı Bektaş Veli zaviyesine meşrut olan vakıflardan olanlar ile olmayanların tespit edilmesi konusunda araştırma yapılmıştır (16 Cemaziyelahir 1317/22 Ekim 1899) [128].
Osmanlı yöneticileri Hacı Bektaş Veli evladının vergi muafiyetlerinin devam etmesi konusundaki ısrarlı taleplerini ülke içerisindeki muhtelif zatların soyundan gelen kişilerden de vergi muafiyetlerinin kaldırıldığını öne sürerek onları incitmeden reddetmişlerdir. Mesela aynı vilayet dahilinde Yabanabad kazasına bağlı Şeyhler köyünde medfun olan Şeyh Ali Semerkandi hazretleri evladından olanlardan da vergi alındığı, bu kişilerin de “emlak ve sair vergisiyle ağnam resmi ve aşarları karşılığı olarak 30.000 kuruş” vergi vereceği ifade edilmiştir (21 Safer 1314/1 Ağustos 1896) [129].
2. Sülale Mensuplarına Tarh Edilen Vergi Miktarı
1896[130] ve 1899 yıllarına ait bazı belgelerde Çelebilerin ecdadından tevarüs ederek devraldıkları emlak ve arazinin toplam değeri 334.500 kuruş olarak tespit edilmiştir[131]. Sülale mensuplarının vergisi ise 14 hane çelebiye 108 kuruş 29 pare hesabıyla 1522 kuruş hesap edilmiştir. Bu emlak ve arazilerin vergisinin 1863[132], 1896[133], 1899 ve 1900[134] yıllarında da 1656 kuruş 15 pare olarak tespit edildiği ancak bu miktarın, daha önce olduğu gibi 1522 kuruşunun vergi olarak tarh edildiği anlaşılmaktadır (16 Cemaziyelahir 1317/22 Ekim 1899)[135].
3. Sülale Mensuplarının Vergi Muafiyeti İçin Verdikleri Mücadeleler
Hacı Bektaş Veli sülalesi mensupları muhtelif zamanlarda verdikleri dilekçelerle Tanzimat’la beraber kendilerinden talep edilen vergilerin usulsüz olduğunu dile getirmiş ve vergi muafiyetlerinin devam etmesini talep etmişlerdir. Talepler devlet yetkilileri tarafından dikkate alınıp, konuyla ilgili meclis tarafından bir tahkikat başlatılarak sülale mensuplarının talepleri incelenmiştir(1268/1851-1852)[136]. Verilen dilekçeler Meclis-i Mahsus-u Vükela da görüşülerek Şura-yı Devlet Mulga Dahiliye dairesinde mazbata hazırlanarak padişaha arz edilmiştir (16 Cemaziyelahir 1317/22 Ekim 1899)[137].
1268 (1851-1852) yılında sülale mensuplarından Seyyid Ali ve Celaleddin efendi tarafından vergi muafiyeti için bir dilekçe verildiği görülmektedir[138].
1863 tarihine ait bir vesikada da Seyyid Feyzullah Çelebi Efendi tarafından bir şikayet dilekçesi verilmiştir. Dilekçede Hacı Bektaş evladının vergiden (tekalif) muaf olduğu dile getirilmiştir. Bu çerçevede Hacı Bektaş evladının gerek “irade-i seniyye” gerekse de meclis (meclis-i mahsus) kararıyla vergiden muaf olduğu, konunun yeniden görüşülmesine gerek olmadığı (muhtac-ı müzakere olmayub..) mağduriyetlerinin giderilmesi ve istenen verginin kazanın toplam vergisinden düşürülmesi konusunda talepte bulunulmuştur (22 Z 1279/10 Haziran 1863)[139]. 14 hane çelebiden vergi talebinin 1895 yılında da gerçekleştiği görülmektedir. Çelebiler bu defa, Eizze-i kiramdan Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli hazretleri ile bunlara bağlı birkaç dergahın, “çend sene önce” Şura-yı Devlet ve Babıali tarafından muafiyetlerinin tasdik edildiği ve konu ile ilgili gazetelerde bir de irade-i seniyye yayınlandığını ifade ederek, muafiyetlerini yinelemişlerdir. Hacı Bektaş evladı 14 kişinin mührüyle yazılan dilekçede kendi ellerinde de mevcut olan Sultan Mahmut han tarafından “tecdiden” verildiği iddia edilen bir ferman bulunduğu ayrıca 7 Safer 1280 (24 Temmuz 1863) tarihinde Mülka-yı Meclis-i Vala ve Meclis-i Muhasebe kararıyla maliye nezareti emirnamesini içeren bir suret ve Niğde mutasarrıflığının bir kıt’a buyuruldusu çerçevesinde Mevlana Celaleddin-i Rumi sülalesi gibi kendilerinin de şimdiye kadar bütün vergi ve tekalif-i emiriyeden muaf olduklarını ifade etmişlerdir. Sülale mensuplarından Çelebi Cemaleddin Şura-yı Devlet’e bir de telgraf çekerek yürütmenin durdurulmasını istemiş ve Şura-yı Devlet’çe karar verilinceye kadar kendilerine vergi konusunda baskı yapılmamasını istemiştir. Yapılan yazışmalarda sülale mensuplarına vergiden muaf olduklarına dair iddia ettikleri fermanın 1229 (1813/1814) tarihinde verildiği ve bunun daha sonraki tarihlerde de tecdid ve tasdik edildiği ancak bu muafiyetin “zaten mülga bir takım rüsum-u kadimiyeye aid olduğu ve tahrir nizamnamesi hükmünce hiçbir arazi ve mülkün ve şahsi temettuun vergiden istisnası caiz olmayacağına binaen ahali-i saire misüllü bunlardan da bidayet-i tahrirden itibaren vergi ahzı lüzumu” uygun görülmüş ve postnişin olan çelebilerin yeniden bir müracaat ve istidada bulunarak “iddia-yı muafiyetde bulunmuş olsalar dahi” bunlardan da “emlak ve temettuat vergüsü ahzı iktiza edeceği”ne karar verilmiştir (25 Cemaziyelahir 1311/3 Ocak 1894).Bu çerçevede dahiliye nezaretinden Şura-yı Devlet’e gönderilen yazıda tekalif-i emiriyeden muaf olma talebinde bulunan çelebilerin ellerinde bulunan “atik ferman-ı alideki muafiyet zaten mülga bir takım rüsum-u kadimiyeye aid olduğuna binaen tahrir nizamnamesi hükmünce bunların ma’fuyetleri muteber olamayarak” bunlara tahrir başlangıcından itibaren emlak ve arazilerine kıymetleri ölçüsünde, ticaret yapanlardan da yıllık temettuatları çerçevesinde vergi alınması gerektiği ifade edilmiştir (16 C.Evvel 1313/4 Kasım 1895). Bununla beraber vakfa ait gayrimenkullerin vergi ve aşardan müstesna tutulduğu bu çerçevede muafiyet iddia edilen yerlerin vakıf mı yoksa kendilerine ait bir mülk mü olduğu konusunda tespit yapılması gerektiği de ifade edilmiştir (7 R. Ahir 1313/27 Eylül 1895).[140]
1897 yılına ait bir diğer belgede de sülale mensuplarından Çelebi Cemaleddin efendi tarafından bir dilekçe verildiği ve sülale mensuplarının tekalif-i emiriyeden muafiyetleri hakkında ferman ve emir olup olmadığı hususunun Şura-yı Devlet tarafından tetkik ve müzakere edilmesi istendiği görülmektedir[141]. Konu ile ilgili olarak Şura-yı Devlet’çe bir tahkikat başlatılmışken bu sırada sülale mensuplarına “hazine-i celilece tarh-ı tekalif teşebbüsünde” bulunularak, “otuz yıllık vergi ve saire tahsiline” çalışılması sülale mensuplarını gerçekten mağdur etmiştir. Dilekçede muafiyet konusundaki karar çabuklaştırılmazsa sülale mensuplarının evkaf sandığından senevi 20.000 kuruşa yakın aldıkları istihkaka da el konacağı ifade edilmiştir (21 C 1315/17 Kasım 1897) [142].
Sülale mensupları 1897 yılında da benzer bir talepte bulunarak kendilerine tarh edilen miktarın Kırşehri kazası vergi toplamından düşürülmesi için dilekçe vermişlerdir (16 Cemaziyelahir 1317/17 Kasım 1897)[143] Sülale mensuplarının verdikleri dilekçelerin 1897 yılına kadar çok fazla hüsnü kabul görmediği ve Hacı Bektaş Veli sülalesinden 14 haneye tekabül eden 1522 kuruş verginin de tahsil edilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır(16 Cemaziyelahir 1317/22 Ekim 1899)[144]. Ancak 1900 yılı aile mensupları hakkında önemli bir kararın alındığı tarih olmuştur. Bu tarihte aile mensupları Meclis-i Mahsus-u Vükela kararı gereğince Hacı Bektaş Veli sülalesinden on dört hane çelebiden emlak ve arazi vergisi olarak önceden beri alınan yıllık 1522 kuruşun “bir atıfet-i mahsus” olmak üzere devlet tarafından ödenmesini talep etmişlerdir (1 C 1318/ 26 Eylül 1900)[145]. Konu ile ilgili vesikada 1522 kuruşun “’atıfet-i mahsus olmak ve virgüleri her ne mikdar ise kamilen ahz u istifa edilmek üzere kendilerine hazine-i celileden tahsisi” uygun görülen meblağın Rumi 1317 (1901-1902) senesi için düzenlenecek bütçeye (borca) eklenerek ödemesinin yapılmasına karar verildiği görülmektedir (22 L 1318/12 Şubat 1901)[146]. Bununla beraber çelebilerden vergi talebi daha sonraki yıllarda da zaman zaman devam etmiş ancak sülale mensupları vergi ödememek için resmi kanallara yine dilekçe vermişlerdir. Öyle ki 29 Eylül 1324 (12 Ekim 1908) yılında çelebilerden Hasan adlı kişinin imzasıyla Kırşehri merkezinden çekilen bir telgrafta öşür almak için Kırşehri ve Ankara meclis idarelerinin kararıyla memur ve zaptiyeler vasıtasıyla sülale mensuplarına zor kullanıldığının (kuvve-i cebriye) ifade edilip yardım istenmesi bizi bu şekilde düşünmeye itmektedir[147] Nitekim 1908 yılına ait bir vesikada da Hacı Bektaş Veli evladından Cemal ve rüfekası tarafından verilen dilekçede kendilerinden nizama aykırı olarak tekalif-i emiriye tahsil edilmeye başlandığı ifade edilmiştir (14 N 1326/ 10 Ekim 1908)[148].
SONUÇ
Velayetnameye göre Hacı Bektaş-ı Veli’nin soyu Hz. Muhammed’e kadar uzanmakta olup kendisi seyyiddir. Yine Velayetname’ye göre mücerred yani bekar bir şekilde vefat etmiş, çoluk çocuğu da olmamıştır. Bununla beraber bazı menkıbelerde O’nun evlendiği veya keramet göstererek bir hanımla evlendiği ve üç çocuğu olduğu ve oğlu Seyyid Ali sultan kanalıyla soyunun devam ettiği ifade edilmektedir.
Araştırmalar en geç 15. yüzyılın ikinci yarısında Çelebilerin Hacı Bektaş evlatları ve onun resmi varisleri olarak kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Osmanlılar Kırşehir bölgesini fethettiklerinde, O’nun soyundan geldiğini iddia eden seyyid çelebi ailesinin varlığını ve onlarla ilgili toplumsal kabulü onaylamış[149] ve onları Hacı Bektaş dergahının devlet nezdindeki resmi temsilcisi olarak kabul etmiştir. Bu çerçevede onları her zaman maddi ve manevi olarak korumuştur. Nitekim Osmanlı devleti onlar için başkent İstanbul’a geldiklerinde hususi protokol yapmış ve onları muhtelif vergilerden muaf tutmuştur. Padişah tahta oturduğu zaman dergah postnişinleri de mutat olarak padişahı tebrike gelmişlerdir.
Çelebi ailesine dergaha tahsis edilmiş köylerden 21 köyün geliri ve yine dergaha tahsisli 1435 kilo tuzun 615 kilosunun tahsis edildiği ayrıca evkaf sandığından bir istihkak verildiği (1897-1900 yıllarında 20.000 kuruş) anlaşılmaktadır. Bunun dışında Tanzimat dönemine kadar bazı vergilerden (tekalif-i örfiyye ve şakka, avarız, nüzûl, sürsat, bennak ve iştira, güherçile vs. ) muaf tutuldukları görülmektedir.
Anadolu ve Rumeli’deki Kızılbaş Alevi toplulukları ile çelebiler arasında sıkı bir bağ oluştuğu ve bu bağın zamanla daha fazla güçlendiği anlaşılmaktadır. Öyle ki Çelebilere bağlı ocaklar Hacı Bektaş çelebisinden her yıl icazet almak suretiyle dede olarak görevlendirilmişler, icazet almayanlar ise bu görevi yapamamışlardır. Bununla beraber bazı Alevi ocaklarının bazen çelebilerden icazet alarak çoğu zaman ise bağımsız bir tarzda taliplerinin hizmetini gördükleri de olmuştur.