ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

Neşet Çağatay

Anahtar Kelimeler: İslam, Hukuk, İslam hukuku, Osmanlı, Tarih

20 Nisan 571 .günü Mekke'de doğan Hz. Muhammed, 8 Haziran 632 günü Medine’de öldüğünde, İslam dininin ve onun sosyal ve ekonomik kurallarının genel çizgileri belirlenmiş bulunuyordu.

İslam dini kişinin bütün faaliyetlerini, onun Allah'la ve toplumla olan her türlü ilişkilerini içine almış bulunduğundan onda hukukî ve sosyal kurallar, fıkıh veya şeriat dediğimiz bir düzenlemede iç içedir. Bir başka deyişle İslam hukuku, hem din, hem sosyal yaşam ve toplum yönetimi kurallarını kapsadığından çok geniş bir hukuk sistemidir; çünkü Peygamber hem İslam dininin kurucusu hem Medine devletinin başkanı idi.

Biz burada İslam hukukunun bütün bölümlerinden söz edecek değiliz. Bu, hem Ölçek bakımından imkânsız, hem bu konu ile ilgili kişilerin bunları çok iyi bildiklerinden gereksizdir. Bu nedenle ben burada bu hukukun, bazı karakteristikleri üzerinde duracak ve Osmanlı halife-sultanlarının bu hukuk kurallarından bazılarını değişik biçimde hatta bazen şeriata aykırı uygulayışlarından bir kaç örnek vermekle yetineceğim.

Bildiğiniz gibi bu hukukun, Hz. Peygamber zamanında Kur’an, sünnet, yani Peygamberin kendi uygulamaları, kıyas ve ictihad, icma-ı ümmet olmak üzere belli başlı kaynakları vardı. O zamanki Arap topluluğu çok sade ve dar sınırlı bir hayat tarzı sürdürmekte olduğundan, yönetim ve sosyal kurallarda pek sıkıntı çekilmiyordu. Arada çıkan hüküm bulma zorlukları, Kur’anla, Peygamberin uygulamaları (sünnet) ve kıyaslarla çözümleniyordu, kıyas, hakkında nas bulunmayan bir meselenin hükmünü, kur’an nassı veya sünnet ile hükmü bilinen meseleye göre açıklamaktır. Müctehitler tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla kitap ve sünnete dayandırılmış olur.

Sahabiler kıyasa başvurmuşlardır, örneğin, Hz. Peygamberin Ebu Bekiri, kendi yokluğunda namazlarda imam tayin etmesi, hatta onun ardında bir defa namaz kılması onun, dar bir cemaata önder olmasını, bütün İslam cemaatına başkan (halife) olmasını kıyas yoluyla kabul ettiler.

Ebu Bekir, halifeliği sırasında mirasta dedeye baba muamelesi yapmıştır, onda babalık anlamı bulduğundan. İbn-i Abbas da dedeyi, oğulun oğluna kıyas etmiştir.

Ancak, yedinci yüzyılın ortalarına doğru Medine İslam devletinin sınırlan birdenbire genişledi. İki eski ve köklü imparatorluğun, Sâsânî İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğunun büyük parçaları. Böylece de değişik din, sosyal ve ekonomik düzendeki bu iki bölgenin yönetiminin İslam kuralları ile bağdaştırılması, halkları arasında uyum sağlanması gereği ortaya çıktı.

Öte yandan Ali B. Ebi Talib’in halife seçilmesinden sonra çıkan Ali- Ayşe, Ali-Muaviye olayları yani Cemel olayı ve Sıffın savaşı, müslümanlar arasında birçok konularda, Kur’an’ın bazı hükümlerinin yorumlanmasında beliren anlaşmazlıklar yüzünden önce müslümanlar arasında hâricîler, sünnîler ve şîîler denen mezhepler ve bunların türlü kolları ortaya çıktı. Bunların, halifelerin ve öteki yöneticilerin durumları, türlü din ve mezhep saliklerinin durumları, savaş ganimetleri, insanların Allah'la, dünya ve âhiretle ilişkileri hakkında farklı görüşleri ayrı fıkıh ekollerinin gelişmesine neden oldu. Böylece Îbâdîler hârici fıkhı, şîîler, isna aşeriye ve zeydiye fıkıhları, sünnîler, hanefî, mâliki, şafıî ve hanbelî fıkıhları geliştirdiler. Böylece değişik yerlerde değişik görüşte yedi fıkıh sistemi uygulanmaya başlandı.

Bu değişik mezhep fakihleri kendi hukuk kurallarını sistemleştirirken ıctıhad, kıyas, ıcma gibi, Peygamber zamanında az kullanılan İslam hukuk kaynaklarını daha çok kullanmaya, onlara daha çok başvurmaya başladılar. Esasen Peygamberin kendisi, ashabın ictihad yapmasını teşvik etmiş hatta bazen kendisinin halletmesi için başvurulan bazı konuları onların, kendi görüşleriyle (ictihadlarıyla) halletmelerini istemiştir. Bu hususta Tevbe sûresinin 43 ve ondan sonra gelen âyetlerinde ictihadda yapılacak hatanın affedileceği ifade edilmiştir.

Hz. Peygamber, Muaz b. Cebeli görevli olarak Yemen’e yolladığında kendisine, orada halkın işlerini neye göre halledeceğini sormuş o da kitaba ve sünnete göre halledeceğini söylemişti. Peygamber, onlarda aradığın bir hüküm bulamazsan ne yapacaksın dediğinde Muaz, kendi içtihadıma göre hallederim deyince Peygamber memnun olmuş ictihadlarında isabet edersen iki sevab, hata edersen bir sevab kazanmış olursun demek suretiyle ashabı, gerekli durumlarda ictihad yapmaya teşvik etmiştir. Peygamberin kendisi de yirmi beş kadar ictihadda bulunmuştur. İctihad bir tür akıl yoludur. İslamda yöneticiler ve fakihler akla büyük önem vermişlerdir.

İkinci halife Ömer h. el-Hattab, Kur’an’ın kesin emirlerine aykırı hükümler hile vermiştir, örneğin, savaşlarda alman ganimetlerin beşte dördünün, taşınır veya taşınmaz olduklarına bakılmaksızın savaşa katılanlar arasında bölüştürülmesi Kur'an emridir. Halife Ömer, onlarda gelecek kuşakların da hakları var diye, taşınmaz mallardan oluşan ganimetleri savaşçılara taksim etmemiştir. Yine Kur’an’ın Tevbe sûresinin 61. ayetinde, Mekke fethinde İslama girmek İçin süre isteyen bazı Mekke büyüklerine, kalbleri İslâma ısındırılsın diye, alman ganimetlerden hisse verilmesi emredildiği halde Ömer, kendi halifeliği devrinde bu hükmü de uygulamamış tir.

Fer’î meselelerde delillerden hüküm çıkarma diye tarif edebileceğimiz ictihad, özellikle yedinci yüzyılın ikinci yarasından itibaren İslam hukukunda kural koymakta, hüküm çıkarmakta en önemli bir kaynak olmuştur. Tabii İçtihadın da kaynakları Kur’an ve hadis olduğundan, o sıralarda tefsir ve hadis çalışmaları önemli ölçüde gelişti. İctihad, İslam hukuk sisteminin gelişmesinde büyük rol oynamış bir hüküm kaynağıdır. Herkes ictihad yapamaz, ictihad yapmak için arapça, tefsir, hadis, kıyas, gibi konulan iyi bilmek, iyi niyetli ve sağlam itikadlı olmak gerekir.

Hicri 100-350 (M. 718-961) yıllan arası ictihad devri olarak kabul edilir. Büyük imamlar ve müetehidler bu devirde yetişti. Onlar, temelleri dine dayanan fıkıh denen İslam hukukunun bütün konularım inceleyip ana prensiplerini tesbit ettiler.

Bundan sonra H. 400 (M. 1009) yılı başlarında ictihad kapısının kapandığı kabul edildi. Oysa ki bu devirde ictihad yapabilecek güçte bilgili âlimler vardı. Ama bunlar ictihada cesaret edemediler, tenkid edilmekten çekindiler. Gerçekten bu sıralarda İslam alemi, siyasi ve idari gücünü yitirmiş, moral çöküntü içerisine düşmüştü. Bu devirde mezheb tartışmaları artmış, her mezhebin söz sahibi kişileri kendi düşüncelerini hakli çıkaracak sözlerle ve kitaplarla mücadeleye girişmiş olup onların fikrini, görüşünü, delilini çürütmeye çalışmakta idi. örneğin o sıralarda Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf Cüveyni (ölümü: 1043) “el-Muhit” adında bir kitap yazmaya başlamıştı, o bu eserinde bütün muslümanların benimseyeceğini düşündüğü, hiç bir mezhebin görüşüne bağlı kalmamaya çalışıyor, nasların kaynaklarına bakıyor, hükümleri doğrudan doğruya kaynaktan. Kur'andan ve sünnetten alıyordu. Mezheplere karşı ne taraftarlık ne de taassup gösteriyordu. Onun yazmakta olduğu bu kitaptan üç bölüm, şafiî fakihlerinden Ebu Bekir Ahmed b. Hasan b. Ali el-Beyhaki'nin (994-1066) eline geçti, kitapta kullanılan hadisler hakkında bazı tenkitlerde bulundu. Cüveyni de kitabim yazmaktan vazgeçti.

Bütün müslümanların kabul edeceği kuralları kapsayan bir kitap yazdırma teşebbüsüne Abbâsîler halifesi el-Mansur (halifeliği: 754-775) de girişti. O, imam Malik b. Enes’e (yaşamı: 712-795) İslam hukuku kurallarını toplamasını rica etmiş o da kendi görüşünü (maliki fıkıhını) içeren “el- Muvatta” adlı eserini yazmıştı. Mansurdan onbir yıl sonra Abbâsîler tahtına geçen Harun er-Reşid (halifeliği: 786-809), imam Malik’e “kitabınızı Mekke'de kâbeye koyalım herkes gelip okusun böylece uygulamada birlik sağlansın” deyince imam Mâlik “Sakın böyle bir şey yapmayınız; çünkü İslam ülkelerinin her yerinde yetkili ve bilgili hukukçular vardır. Onlar kendi bulundukları yerlerin özelliklerine ve gereklerine uygun hükümler vermektedirler. Verdikleri hükümler değişik de olsa hepsi doğrudur. Onları dinleyiniz” diyerek hukukun zamana ve yere göre konularda değişilikler göstermesinin zorunlu olduğunu söylemek istemiştir.

Büyük Selçuklular hükümdarı Melikşah (1055-1092) bütün müslümanların hukukî konularda ortaklaşa yararlanacakları genel bir fıkıh kitabı yazdırmak istemiş ama her mezhebin aynı konuda değişik görüşleri olduğu için mümkün olmamıştır.

X. yüzyıldan sonra gelen bazı mezhep ileri gelenlerinin, ictihad kapısının kapanıp kapanmadığı hususundaki görüşlerine gelince: hanefilerin çoğu ictihad kapısının tamamen kapanmadığı görüşündedirler. Bu konuda malikîler de hanelilere ve şafiilere yakın fikirdedirler. Onlara göre herhangi bir zamanda “mutlak muctehid” bulunmayabilir; ancak her yüzyılda mezhepte müctehidlerin bulunması gerekir.

Hanbelîlere göre ise İslam cemaatinin her yüzyılda bir müctehidden yoksun kalması caiz değildir. Bu konuda İbn-i Kayyım el-Cevziye (1292- 1350) şöyle der: “Gelecekteki müctehidler hakkında Hz. Peygamber: Allah bu ümmete her yüzyılın başında dini yenileyecek bir müctehid gönderir. Onlar Allahın dinini yeniden canlandırmak için gönderdiği kişilerdir”. Hanbelîler bu düşünce ile, içtihat kapısının kapandığına inanmadıkları gibi, her yüzyılda bir mutlak müctehidin bulunmasını zorunlu görürler.

Şiîlerin imamiye koluna göre ictihad kapısı her zaman açıktır, İmamiye-i isna aşeriye âyetullahları, kendilerini oniki imamların vekili sayarlar. Bunlar imamların işlerinden ve sözlerinden bir hüküm bulamazlarsa meseleleri akılları ile yani ictihadları ile hükme bağlarlar. Çünkü onlara göre akıl, kitap, sünnet ve imamların sözlerinden sonra gelen bir hüccettir.

İctihad kapılarının kapanmasından sonra müslüman halk, kitapta, sünnette ve öteki fıkıh kaynaklarında bulamadıkları hususlarda bilgi edinmek İçin mahalli müftilere başvurmaya başladılar. Onlar da sorulan soruların yorumlarım ve cevaplarını ihtiva eden fetvalar verdiler.

XI. yüzyıldan sonra İslam aleminin bir çok yerinde yazılmış fetvalar ve bunların tipik misallerinden oluşan fetva mecmuaları ortaya çıkmıştır. Bir muftinin yani fetva verecek kişinin bazı şartlan haiz olması gerekir.

İslamın ilk devirlerinde müslüman halk bazı konularda Peygamberden fetvalar alınışlardır. Peygamberin, aşere-î mubeşşerenin, öteki büyük sahabilerin ve tabiinden adlan belli meşhur fakihlerin fetvaları, her zaman İçin en değerli hukuk kaynağı olmuşlardır.

Osmanlılarda önemli konularda müftilerin ve baş müfti demek olan şeyhülislamların görüşü alınmadan karar verilmezdi. Fakihler fetvalarında, dayandıkları kaynakları belirtmek zorunda idiler. Şeyhülislamlar İçin böyle bir zorunluk, kaynak gösterme zorunluğu yoktu.

Osmanlılarda kadılar verdikleri kararlarda ve müftiler fetvalarında Hanefi mezhebi görüşlerine dayandıklarından, müftilere müftilik yapmak için verilen izinnamelerde, bazı istisnaî hallerde başka mezhepler görüşlerine de uymaya izinli görünmekle birlikte, Hanefi imamlarının en sahih hükümleri ile fetva vermeleri açıkça emredilirdi. Kadıların normal hallerde başka mezheplere dayanarak verecekleri hükümler ise geçerli olmazdı; çünkü kadılar, adalet dağıtmada, adaleti yerine getirmede padişahların vekili sayılıyorlardı, bununla birlikte Osmanlı halife- sultanları, Sünnî denen mezhep temsilcileri oldukları halde, başkent İstanbul’daki ordu birlikleri yeniçeri kışlalarında Şii inanca çok yakın olan bektaşi gelenekleri yaygındı.

Örf ve geleneğin bir hukuk kaynağı olarak kullanılışı:Hanefilerce ve Malikilerce nas bulunmadığı hallerde asil olarak kabul edilen örf, toplumların sürekli olarak başvurdukları, işlerin düzgün gitmesini sağlayan bir hukuki kural çıkarma kaynağıdır.

Örf, genellikle fıkıh usulüne dahil sayılmıştır. Peygamberin “müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir” şeklindeki hadisi buna işaret eder. Bir toplumun güzel gördüğü örfe aykırı davranmak, güçlüğe ve sıkıntıya neden olur. Oysaki Kur'anda “Allah sizin için dinde bir güçlük kılmadı” denmiştir.

Bu nedenle Hanefi ve Maliki bilginleri “sahih örf ile sabit olan şey, şer’î bir delil ile sabit olmuş gibidir” derler. Örfü hüküm çıkarmak İçin bir delil olarak alan bilginler onun, kitap ve sünnette hüküm bulunmayan yerlerde geçerli olduğunu kabul ederler. Esasen İslam hukukçuları genellikle sultanlara, şeriatın açıkça tersini emretmediği alanlarda “örf ve adetlerde mevcut bulunduğu'' ve “amme çıkarlarının icab ettirdiği” gibi mucib sebeplerle, kanun ve nizam koyma yetkisini tanımışladır. Bu hususta fakihler “devletçe teb'a üzerindeki tasarruflar amme çıkarını gerektiriyorsa, şeriatça da sahih ve muteberdir” demişlerdir. Osmanlılarda ilk sıralardan beri örfi ve şer'î olmak üzere iki kaynaklı bir hukuk sistemi uygulanmıştır. Osmanlılar özellikle yönetim ve örgüt hukuku ile amme kuruluşlar alanında millî veya örfi diyebileceğimiz bir hukuk geliştirmişlerdir. Eski Türk devletlerinden gelme bu gelenek, hem Türk toplumunun kendi ihtiyaçlarında, hem de ele geçirilen bölgelerde mahallî vergileri, örgüt ve yönetimlerin aynen korunmasıyla oralarda, büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Bu yolla teşekkül eden hukuk, gitgide, fıkıh kitapları içide donmuş kalmış gözüken şer'î hukuk kurallarından farklı bir yapı ile, gelişmeye müsait ve kanunlarla düzenlenen bir siyasi hukuk veya bir devlet hukuku şeklini almıştır.

Osmanlı hükümdarlarının, ilk sıralardan beri kanun çıkardıklarını sanıyoruz. Bunlar, aynı alana ait değişik zamanlarda verilmiş emir ve fermanların yavaş yavaş bir araya getirilmesi suretiyle muayyen bazı alanların özel kanunlarım veya kanunamelerini oluşturmuş olmalıdırlar. Daha sonraları bu kanunlar bir araya toplanarak muayyen bir devirde Osmanlı imparatorluğunda uygulanan kanunlar kolleksiyonunu oluşturmuşlardır. Bu suretle meydana getirilen ilk askerî ve siyasî kanun dergisinin birinci Murat devrinde (saltanatı: 1362-1389) ve onun emriyle beylerbeyi Timurtaş Paşa tarafından meydana getirildiği sanılmaktadır. Bu tür kanunnameler Fatih Sultan Mehmet zamanında (saltanatı: 1431-1481) şekillenmiştir. Bu hükümdar İstanbul'u aldıktan az sonra yayınladığı reaya kanunnamesi İçin “atalarım ve dedelerimin kanunları” demektedir.

Bu kanunnamelerle düzenlenen sorunlar, şer'î hukuk alanına dahil olmayıp emirler, yasaklar ve örneklerle teşekkül etmiş bir gelenek ve görenek hukuku çerçevesine aittirler. Bu alanda ise hukuk, dinî makamların şer'î denilen bir takım hüküm ve prensiplerden hareketle ve zihnî spekülasyonlarla elde ettikleri skolastik ve teorik bir hukuk değil, örgütlü bir devlet yönetiminin ihtiyaç ve tecrübelerinden yararlanılmış, kökleri günlük hayatta bulunan pratik, dini bağların dışında kalmış bir hukuktur. Bunları fetvalarla karıştırmak hatalı olur. Örf ve gelenek hukukunun fetvalardan çıkmasına da İmkân yoktur.Önemli ve tartışmalı konuların çözümlenmesi için verilmiş görünen bazı fetvalar bile, birer yüksek mahkeme karan olarak değil, bu alanda şer’î kurallara ve kitaba uymayan veya genellikle şer'î hukuk alanına ait sayılmayan, emir, yasak ve kanun koyma yoluyla yapılan bir işlemin meşru olduğunun, dinî bir otorite tarafından tastik ve teyidi niteliğindedir.

Osmanlı İmparatorluğunda, bir yandan ünlü müftilerin verdikleri fetvaların toplandığı fetva mecmuaları yazılırken öte yandan, padişahların çıkardıkları kanunların toplandığı kanunnameler yazılmıştır.

Bunlar, ünlü fıkıh kitapları yanında, bunlardaki şer’î hükümlerden büsbütün ayrı bir örf ve âdet hukuku geliştirme girişimi gibi görünmektedirler. İstanbul Bayezid genel kitaplığındaki 4789 nolu kanun mecmuası bunlardan biridir. Daha sonraları, gerek özel girişimlerle, gerek resmî emirlerle daha bir sürü kanun derlemeleri meydana getirilmiştir. Bunlar arasında Kanunî Sultan Süleyman (saltanatı: 1520-1566), ikinci Selim (saltanatı: 1566-1574), birinci Sultan Ahmet (saltanatı; 1603- 1617) ve dördüncü sultan Murat (Saltanatı: 1623-1640) devirlerinde toplanmış kanunname derlemeleri elimizdedir. Bunların en ünlüsü, 1675 yılında Hezarfen Hüseyin Efendi tarafından toplanmış olan “Telhis ül-beyan fı Kavanin-i Âl-i Osman” adlı kanun derlemesidir.

Osmanlı hükümdarları son zamanlara kadar bu tür kanunnameler çıkarmışlardır. Bu kanunnamelerin hazırlanmasında, uygulanmasında veya değiştirilmesinde, Divan’daki uzman kanun ve yönetim adamlarının rolleri büyüktür. Bu rol, kanun yapımı bakımından değil, teknik bakımdan ve danışma yönlerindendir. Bu kanunlar, biçim ve uygulama yönlerinden kanun olma niteliğini ve gücünü, yalnız padişahın arzu ve iradesinden almaktadırlar. Uzmanlar tarafından hazırlanan kanun teklifleri, ancak padişahın huzurunda okunup onun onayı alındıktan sonra kanun hükmünü alabilmektedir.

Padişah tarafından bir ferman şeklinde çıkarılan kanunların şeyhülislam tarafından tasdiki gerekmiyordu. Esasen şeyhülislamlar padişah tarafından tayin ve azledilirlerdi. Bununla birlikte savaş açmak için, matbaanın yurda sokulması için fetvalar alındığı da olmuştur.

Şeyhülislamlar, kanunla düzenlenen ve yürütülen işler hakkında fetva verdikleri zamanlarda “şer’î maslahat değildir”, “nasıl emredilmişse öyle hareket edilmek gerekir” şeklinde bir ifade kullanmaktadırlar. Bu bize, Türkiye’de dinî makamların bile, kanunlarla halledilen meseleleri “yüksek bir devlet işi ve politik bir mesele” sayarak onları red ve münakaşa etmekten kaçındıklarını gösterir. Osmanlılarda kanunname çıkarma, padişahın kişisel bir hakkıdır. Bir padişah tahta geçtiğinde, kendinden önceki hükümdarın emir, ferman ve kanunnamelerini isterse tasdik eder, istemezse onları kaldırır, değiştirir veya yenilerini çıkarır.

Osman imparatorluğundaki eyaletler, vilayetler, özel olarak görevlendirilmiş kişiler tarafından köy köy ve buralardaki çiftlik ve yaylalar, onların uğraşı alanları tesbit edilip deftere yazdır ki bu defterlere “arazi tahrir defterleri” denir. Her bölgede uygulanan kurallar, alman şer’î ve örfi vergiler bu defterlerin baş tarafına o eyaletin kanunnamesi olarak yazılır. Bu bölgelere zaman zaman görevliler yollanarak görülen değişiklikler tesbit edilir. Büyük değişiklikler sonunda bütün eyaletler yeniden yazılır, ikinci Selim zamanında yazılmış en son “tapu tahrir defterleri”, Ankara’da Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü arşivlerinde saklanmaktadır. Bu defterlerin başındaki kanunnamelerden 107 tanesi, 1943 yılında rahmetli Ömer Lütfü Barkan tarafından yayınlandı.

Yine Osmanlı halife-sultanları tarafından zaman zaman çıkarılıp, beylerbeylerine, sancakbeylerine ve kadılara yollanan, kanunnamelerin kötü uygulanmaları üzerine yerel yöneticilerin uyarıldığı ve halktan isteyenlere az bir ücret karşılığında suret verilmesi bildirilen adaletnameler de enteresandır. Bunlardan onyedisi, 1967 yılında Türk Tarih Kurumu “Belgeler” dergisinde yayınlandı. Bu kanunname ve adaletnamelerden ayrı olarak bazı toplumlara, askeri sınıflara, gümrüklere ve limanlara ait ÖZCİ kanunnameler de düzenlenmiştir.

Bu tapu tahrir defterlerindeki kanunnamelerin bazılarında, fethedilen yerlerin eski hükümdarları zamanında uygulanmış bazı hükümler yürürlükte bırakılmış, bunlar oraların kanunnamelerinde örneğin Dulkadir Oğulları bölgesinde “Alaüddevle Bey kanunu", Akkoyunlulardan alman yerlerde “Hasan Bey kanunu”, Mısır Kölemenlerinden alman Suriye kanunnamelerinde “Kansu Gavri kanunu'' diye zikredilmişlerdir.

Bu padişah kanunnamelerinde şeriata aykırı hükümler: Osmanlı padişahları tarafından kanlan bu kanunname, ferman ve emirnameler incelenirse bunlarda İslam hukuku ile ilgisi olmayan hatta bazen ona aykırı pek çok hüküm görülür. Biz burada onların hepsini sıralayacak değiliz. Sadece birkaç örnek vermekle yetineceğiz.

Miri arazi örneği: Bir müslümanın, tarım için toprak alması, satması, onu kiraya vermesi gibi fıkhın muamelat kısmını ilgilendiren konularla, miras usulleri gibi şeriatın aslî kaynakları tarafından açıkça belirlenmiş olan hususlar Osmanlılarda, mîrî topraklar rejiminde olduğu gibi örf ve âdetlere veya devletin vergi ve arazi politikasına göre değişen padişah fermanlarıyla, örfi bir hukukun konulan haline sokulmuştur. Osmanlı imparatorluğunun kuruluş devirlerinden beri, büyük bir kısım memleket topraklan devlet mail “mîrî arazi” toprak statüsüne göre idare edilmiştir. Bu statüye göre.

Habeşistan, Mısır, Kuzey Afrika'daki bazı yerler dışındaki bütün Osmanlı toprakları üzerindeki tarımla uğraşan halkın hepsi, daimi ve irsi bir kiracı durumunda bulunuyordu. Her dönümü yaklaşık olarak 1000 m2 olan ve verimine göre 60-200 dönümlük çiftliklere bölünmüş olup, bu çiftliklerden birine sahip olan yurttaş bu toprakları sürekli olarak ekip biçtiği sürece elinde tutabilirdi. Buna karşılık elde ettiği ürünün onda birini öşür olarak, ayrıca çiftliği elinde bulundurduğu için de “çift resmi’’ denen belli miktardaki nakdî bir vergiyi devlete verirdi.

Bu Mîrî arazi rejiminde köylü, toprağını satmak, hibe veya vakfetmek hakkına sahip bulunmadığı gibi, öldüğünde toprakları mirasçıları arasında taksim edilmezdi. Bu çiftliklerin bütünlüğünün bozulmaması için, kanunnamede yazılı şartları haiz olan mirasçılardan yalnız birine ve hiç bir harç ödemeden geçerdi. Oysa ki İslam hukukuna göre bu toprakların İslam miras oranlarına göre mirasçılar arasında taksim edilmesi gerekir. Bu küçük çiftliklerin parçalanmazlığı prensibi 1858 yılında yayınlanan “arazi kanunnamesi”ne kadar 550 yıl sürdürüldü.

Esasen, Kur'an’da ve (zaif bir örnek dışında hadiste) bulunmayan vakıf müessesesi de İslam miras hukukunu büyük ölçüde zedelemiştir.

Osmanlılar, İslam ceza hukukunda da şeriata aykırı uygulamalarda bulunmuşlardır. Osmanlı halife-sultanları tarafından düzenlenmiş bulunan kanunname ve fermanlar, devlet için hayatî önem taşıyan bir alanda, devrin genel şartlarının gerektirdiği tedbirleri almak hususunda şeriat hükümlerinin kolaylıkla dışına çıkabildiğini göstermektedir.

Osmanlılardan önceki İslam devletlerinde devletin güvenliği bakımından “divan-ı mezalim” tarafından âsilere ve ülke güvenliğini bozanlara, klasik İslam ceza kurallarından ayrı yöntem ve ölçülerle hareket edilmiştir. Osmanlılarda bu alanda fıkha aykırı kurallar daha geniş ele alınmıştır. Bu cümleden olarak bazı Osmanlı hükümdarları, nizam-ı âlem için kardeşlerini boğdurmuş, en küçük bahanelerle vezirleri idam ve mallarını müsadere etmişler, devletin askerî ve mâlî güvenliğine kastettikleri iddiasıyla eşkıyayı, tehlikeli sayılan dinî fikirleri yayanları, devlete borcunu ödemeyen mültezimleri, kalp para basanları öldürmüşlerdir.

Öte yandan, İslam ceza hukukunda, adam öldürmedeki kısasta-belli şartların oluşması halindeki uygulama hariç-para cezası bulunmadığı halde, Osmanlı kanunnamelerinde cezaların birçoğu para cezaları haline sokulmuş veya şeriatın belirlediği cezalara para cezaları, türlü biçimlerde ilave edilmiştir, örneğin zina cezası Kur’an’da recm ve sopa vurmak şeklinde belirlenmiştir. Bu suçun Osmanlı kanunnamelerindeki uygulama şekli, çok kez sopadan söz edilmeksizin, suçu işleyenin mali durumu ile orantılı olarak 300-200-100 akçe arasında para almaktır. Zina edenler, evli değillerse bu ceza yine varlıklarına göre 200-100-40 akçeye düşmektedir. Zina eden gayr-i müslimler, köle veya cariye cezası öderler. Yaralamalarda, kısas yapılmazsa yaralamanın derecesine göre para cezası alınırdı.

İslam hukukunda değeri on dirhem gümüş bedelini geçen malları çalanın cezası, elinin kesilmesi iken Osmanlı kanunnamelerinde baz, durumlarda bir had cezası olduğu halde, bu el kesmeden hiç söz edilmeden, çalman malın değerine de bakılmaksızın tazir şeklinde sopa cezası ile buna ilave olarak iler sopa başına birer akça alınmaktadır.

İslam hukukuna göre riba yani kat kat faiz haramdır. Bu haramlık sonraları daha düşük faizlere de yayılmıştır. Osmanlılarda Ebussuut Efendinin Maruzatında, kanunname ve adaletnamelerde yüzde onbeşe hatta yirmiye kadar olan faizler haram sayılmamıştır. Dahası, Osmanlılarda, gelirleri hayır işlerine sarfedilmek üzere yüzlerce para vakıfları kurulmuştur. Örneğin 1551 yılında İstanbul'da mevcut 2445 para vakfından 845'İ sırf para vakfı, 305'İ başka gelirlerle karışık olarak faiz gelirleri ile yürütülen 1050 vakıf vardı. Bu vakıfların % 61 gibi büyük bir kısmı 1519-1351 yıllar, arasında kurulmuş olan 653 vakfa aitti.

1561 yılında yalnız Bursa şehrindeki amme vâkıflarının elinde, türlü taşınmaz, mallardan başka, faizle işletilmek üzere (3.349.046) akça vardır. Aynı yılda bu paranın (3.250.799) akçası faizle işletilmiş ve 333.1 10 akçalık faiz geliri elde edilmiştir.

Fiat artışlarında yeniçerilerin et istihkaklarına yardim olmak üzere Fatih Sultan Mehmet 24.000 altın. Kanuni Sultan Süleyman 1565 yılında ayni amaçla 698.000 akçalık bir sermayeyi faize koymuşlardı.

İslam hukukuna göre şarabin içilmesi, alımı, satımı şiddetle haramdır. Ama şarap yapan gayr-i müslimlerin şaraplarından Osmanlı Devleti miri (devlet) için onda bir öşür almaktadır. Ayrıca bu devlet hissesi şaraplar bir yerde depo edilerek yerli halkın şaraplarından önce bu devlet şaraplarının satılmasın, sağlamak için, bunlar bitinceye kadar iki ay on gün süre ile bölge halkının şarap satması men edilmektedir ki buna “moaopolye tutmak” denmektedir.

Yine bu cümleden, İslam dinine göre domuz murdar sayılır ve eti haramdır. Bu nedenle müslümanlar domuz beslemezler. Gayr-i müslimlerin şarap içmede olduğu gibi domuz beslemeleri ve etlerini yemeleri serbesttir. Ancak Osmanlı devleti, onların besledikleri domuzlardan vergi alınışlardır. Domuzlardan alınan bu verginin miktarı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında (1520-1566), iki domuzdan bir akça idi. Şarap öşürünün alınma zamanı son baharda bağ bozumu zamanında olduğu gibi domuz vergisinin verilme zamanı da, arı kovanları vergisinin alınma zamanı idi.

Avrupa'da XV. yüzyılda başlayıp XVI. yüzyılda hızlanan, matbaanın icadı, Rönesans ve Reformasyon gibi olayların düşüncelerde uyandırdığı gelişmeler, savaşlar, anlaşmalar ve elçiler aracılığı ile kurulan ilişkiler dolayısıyla, yavaş da olsa Osmanlılarda görüldü.

Askeri ve sivil alanlardaki Osmanlı müesseseleri XVIII. yüzyıl başlarında iyice bozulmuştu. Bunları düzeltme çabaları tek yönlü ve askerî alanda XVIII. yüz yılın ikinci yarısı başlarında başladı ise de etkili olmadı. Sultan II. Mahmut (saltanatı: 1809-1839) da yurttaşlar arasında eşitliği ve hürriyeti sağlayan tanzimat fermanının ilan edilmesi, dinle devlet yönetiminin ayrılmasındaki zorunluluk fikrini uyandırdı.

1854 yılında Osmanlılarla Rusya arasında çıkan Kırım Savaşı’nda Fransa, İngiltere ve yeni kurulan İtalya’nın Osmanlılar yanında yer alması üzerine bu devletlerle Osmanlılar arasındaki işbirliğinin kurulması 1856 Islahat Fermam’nın yayınlanmasına ve bununla da demokraside ve yönetimde yeni gelişmelere yol açtı. 1850 de Avrupa'dan ticaret kanunu alındı. 1860 da şer’iye mahkemeleri dışında görev yapmak üzere ilk ticaret mahkemeleri kuruldu. 1862 de yine batıdan, ticaret mahkemeleri usulü nizamnamesi alındı. Yine bu sıralarda, banka muameleleri yani faizle para verip alma işi yapan memleket sandıkları kuruldu.

1869 yılında Cevdet Paşa başkanlığında kurulan bir heyet mecelle denen ve kısmen şeriata dayanan bir kanun düzenleyerek yurttaşlar arasındaki muameleleri kanun yoluyla halletmek için büyük bir adım atıldı. Aile hukukunu, konusu dışında bırakan bu mecelle, hukuku, fetvalarla düzenleme yerine, fıkhı kanunlaştırma yoluna gitmede büyük bir yenilikti. 1908 de dinle devlet işlerinin ayrılmasında yani laikleşmede büyük bir adım atıldı; şer’iye mahkemeleri, meşihat dairesinden alınarak Adliye Bakanlığına bağlandı.

Yine cumhuriyetten önce, 1917 yılında aile hukukunu düzenleyen kanun kuvvetinde bir kararname yayınlandı. Bu kararnameye göre kocasının ikinci kadınla evlenmesine razı olmayan kadına boşanma isteğinde bulunmak, hatta evlenme sırasında, kocasına tek evliliği şart koşmak hakkı tanınıyordu.

Balkan savaşları, I. dünya savaşı ve Anadolu'nun birçok yerlerini işgal eden yabancı birlikleri yurttan atma savaşları vererek bitkin bir duruma düşen Türkiye’nin, kendi millî sınırlan içine çekilerek eğitim, ekonomi ve sosyal alanlarda çağdaş dünya yaşamına uyma çabasına girişme gereğini duyan büyük önder M. Kemal Atatürk, Türkiye’nin laiklik ve demokrasi yolunda ilerlemesi için gerekli bütün planlan yaptı. Türk halkı bugün de, onun çizdiği aydınlık yolda ilerlemektedir.