Osmanlı împaratorluğu’nda Arap harfleriyle Türkçe kitapların basımevinde basılış tarihini, değerli tarihçi ve eğitimci, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı rahmetli İhsan Sungu (1883-1946), 31 Ocak 1729 olarak saptamıştır. Daha çok “Vankulu lügati” diye tanınan bu sözlüğün basımı üzerinden tam 257 yıl geçmiş bulunuyor. Bununla ilgili olarak, 1979’da basımcılık ve yayıncılığımızın 250. yılını kutlamıştık. Biz, İstanbul’da yapılan toplantıda, İbrahim Müteferrika’dan 114 yıl önce Paris’te basılmış Türkçe-Fransızca bir kitabı, mikrofilmi ve fotokopileriyle birlikte, tanıtmaya çalışmıştık. Amacımız, basm-yayın tarihimize, ufak da olsa, bir katkıda bulunmaktır. Çünkü bu kitap, şimdiye değin kimsece bilinmiyordu. “Vankulu lûgati”nin basılışı, Arap harfleriyle basım işine dünyada 1729 yılından önce hiç girişilmemiş olduğu anlamına gelmez. O kitap, Osmanlı imparatorluğu sınırları içinde Arap harfleriyle basılmış ilk Türkçe kitaptır, ama dünyada basılan ilk Türkçe kitap değildir.
İki yıl sonra da, 1981 ’de Türk gazeteciliğinin 150. yıldönümünü kutladık.
İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesine bağlı Gazetecilik ve Halkla ilişkiler Enstitüsünde, Dünya ve Türk Basm-Yayın Tarihi dersini, birkaç ders yılı boyunca okutmuş, ancak artık sağlığım elvermediği için Mayıs 1979’da bu işi bırakmak zorunda kalmıştım. Konunun içine girince anladım ki, Dünya Basın-Yaym Tarihi gibi, Türk Basın-Yayın Tarihi de bizde henüz tam anlamıyla yazılmış değil. Ebüzziya Tevfik, Selim Nüzhet Gerçek, Server İskit, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil vb. gibi değerli basm-yayın tarihçilerimiz gelip geçmiş, ama ötekiler hep bunların kitaplarındaki bilgileri kopya etmiş, konuya pek katkıda bulunmamışlar (bunların adları saymakla tükenmez).
Şimdi biz de, herkesin yaptığı gibi, ilk Derleme Müdürü, değerli Basın- Yayın Tarihçisi, “Türkiye bibliyografyası”nın kurucusu rahmetli Selim Nüzhet Gerçek’in basımcılığımızın 200. yıldönümü dolayısıyla yazıp İstanbul’da Ebüzziya Basımevinde 1928’de bastırdığı, 11 yıl sonra da bunun ikinci basımını İstanbul’da Devlet Basımevinde 1939’da yaptırdığı “Türk matbaacılığı” adlı birinci derecede önemli kitabının baş tarafından yararlanarak, ancak en sonunda buna bir katkıda bulunarak, İbrahim Müteferrika’dan önce Avrupa’da Arap harfleriyle basılmış Arapça, Farsça ve Türkçe kitapları özetle tanıtmaya çalışacağız.
Basım sanatı Avrupa’da ilk ürünlerini vermeye, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle dünyada yeni bir çığır açtığı sıralarda başladığı halde, Türkler, Avrupa’da kendi dillerinde kitap basan en son uluslardan biri oldu. Selim Nüzhet Gerçek, yukarıda adı geçen kitabında (s. 7); “İnsanlar için en sathi bir tahavvülden bile haberdar olmak mümkün değildir” diyorsa da, bizce, Fatih döneminde basım tekniğinin bulunmuş olduğu Türklerce de biliniyordu, ama bizde kabul edilmemişti.
Kari Faulmann adlı bir Alman bilgini, “Basımevinin Tarihi” adh kitabında Arap harfleriyle dünyada basılan ilk kitabın İtalya’nın Fano kentinde 12 Eylül 1514 tarihinde basılmış olduğunu yazar. Metin Arapçadır. Ayrıca, ondan iki yıl sonra (1516’da), biri Arapça olmak üzere, dört dilde bir “Mezamir” (Davut peygamberin makamla okuduğu Zebur sureleri) kitabı basıldı. Bu dört dilden birinin de Türkçe olduğu doğruysa, o zaman, dünyada basılan ilk Türkçe kitabın da bu olması gerekir, ama kitap üzerine başkaca bilgimiz yoktur.
Türk Basın-Yayın tarihçilerinin Türk basımevi tarihini yazarken, makalelerinden pek çok yararlandıkları Ebüzziya Tevfik de (“Mecmua-i Ebüzziya”, sayı 31, s. 1675) buna inanmakta, yazılarında bunu tekrarlamaktadır. Fransız basımevi tarihçilerinden Firmin Didot, “Encyclopédie”nin 26. cildinde (s. 706) yayınlanan “Essai sur la typographie” (Basımcılık üzerine deneme) adlı yazısında aynı bilgileri verir. Bu bilgiler “Encyclopedia Britannica”da da var. O bakımdan, bu bilgilerin doğru olması gerekmektedir. Üstelik, Ebüzziya, bu basımevinin Papa Julius II tarafından kurulduğunu yazarak, Arap harfleriyle basım yapan ilk basımevleri ve Arap harfli basma ilk kitaplar üzerine de bilgiler verir. Ancak, ne yazık ki, kaynakları bilinemediği ve bulunamadığı için, kesin bir biçimde doğruyu araştırmak, elli yıl önce mümkün olmadığı gibi, şimdi de mümkün değildir.
Fatih’in oğlu Sultan Bayezit Il’nin (saltanat dönemi 1481-1512) “basım işleriyle uğraşmayı idam cezasıyla engellemesi”ni ileri süren Firmin Didot’nun bu iddiası, herhalde, doğru olmasa gerek; çünkü, böyle bir ferman, hâlâ daha ortaya çıkmış değil. 124 şiirini kapsayan bir Divan sahibi, bilgin bir padişahın böyle bir buyruk verebileceği düşünülemez bile. Kaldı ki, Yahudilerin 1492 yılında Ispanya’dan Türkiye’ye geldikleri zaman yanlarında basımevi de getirdiklerini, Prof. Avram Galanti Bodrumlu “Türkler ve Yahudiler” (1928, s. 7, yeni basımı 1947) adlı kitabında kaydeder. O zamanlar İstanbul’da üç, Selânik’te bir Yahudi basımevi varmış. Yalnız Sultan Bayezit II döneminde İstanbul ve Selânik’te 19 Yahudice kitap basılmıştır.
Şimdi, ülkesinde kendi tebaasınca en az 4 basımevinin işletilmekte olduğunu bilen bir padişahın basım işleriyle uğraşanları idamla korkutması, akıl alacak şey midir? Bu boş laftan başka bir şey olamaz.
O çağlarda basımevinin yurda ve halka ne ölçüde yararlı bir buluş olduğunun henüz daha kestirilmemiş bulunduğu anlaşılmaktadır.
Kâtip Çelebi’nin “Keşf üz-zünun” adlı kitabını kimi değişikliklerle kaynak edinmiş olan Fransız doğubilimcisi Barthélemy d’Herbelot de Molainville’in (1625-1695) “Bibliothèque orientale” (Doğu kitaplığı) adlı kitabına (ilk basımı Paris 1697, ikinci basımı Mayestrik 1776) bir önsöz yazmış olan Fransız doğubilimcisi Antoine Galland (1646-1715), S. N. Gerçek’e göre, orada diyormuş ki: (dilini sadeleştirerek aktarıyorum) “Skalijer yaşadığı sırada Roma’da Arapça olarak İbn Sina’nın eserleri, (Tahrir ül-Üklides) ve bir coğrafya basılmıştı. Bundan amaç, Arapça öğrenenlerin yararlanması değildi. O zaman daha Arapça dilbilgisi ve sözlük olmadığından, kimse bundan yararlanamazdı. Bu kitaplara edilen harcamalar, Doğuda kitap ticareti yapmak içindi. Ancak bu tasarı, ilk dönemlerde kârlı olmadı.
“Müslümanlar kendilerine verilen kitapları almak istemediler; çünkü bunların arkasından Kuran’ın da basılmasından korkuyor, bizde Incil ne denli kutsalsa, onlarca da o denli kutsal olan kitaplarına böylece bir saygısızlık edilmesinden çekiniyor, almak istemiyorlardı.
"Buna inzibati bir neden daha vardı. Doğuda kitap istinsahıyla geçinen pek çok adam vardı. Böylelikle onlar dilenciliğe mahkûm olacaklardı.
“Aynı zamanda Türk, Arap ve Acemlerin basma kitaplardan zevk almadıklarını da buraya eklemek gerekir. Basma kitaplar daha yararlı, onları okumak daha kolay olmakla birlikte, onlar kötü bir yazıyla yazılmış bile olsa, yazma kitapları en iyi basılmış bir kitaba yeğ tutuyorlar.
“Bu yön basma kitapların, yazısı da güzel olan yazma kitaplardan, daha kolay, daha zevkle okunduğunu kendi kendine deneyenlere acayip görünürse de, burada bunun nedenlerini araştırmadan bir yarar umulamaz. Sonuç, bu ulusların basma kitaplardan hoşlanmadığıdır.
“Hatta İstanbul'da bir kitapçıda İbn Sina’nın basılmış olan eserlerini gördüm. Bu kitap, Arap harfleriyle basılanların en güzeli, yazısı da elyazısına en yakını olduğu halde, uzun bir süreden beri, Batıda satılışından daha ucuz olmakla birlikte, satılamamıştı. Oysa aynı kitabın yazma nüshaları gerek tanıdığım kitapçı, gerek öteki kitapçılar tarafından, pek pahalı olarak, satılmaktaydı.
"Bu basmalardan sonra Roma’da doğu dilleriyle yalnız Hıristiyanların ve misyonerlerin işine yarayacak kitaplar basılmaya başladı...”
Bundan çıkarılacak sonuç şu olabilir: Bizden önce Avrupa’da Arap harfleriyle kitap basımına başlanmış olması nedenini, kitap ticareti isteğine yükleyip yöneltmek, pek yanlış sayılmaz. Avrupa devletlerinin siyasi- ekonomik etkilerini, o zamanlar Osmanlı-Türk egemenliğinde bulunan Orta-Doğu, Yakın-Doğu ülkelerine sokmak emelinin de bu davranışta bir parça rol oynadığı söylenebilir.
İbn Sina’nın Gallant tarafından söz konusu edilen kitabının adı “El- Kanun fit-tıb” (Tıp Kanunu), 1593 (H. 1002) yılında Roma’da basıldı; kitabın yazma bir nüshası İstanbul’da Fatih’teki Millet Kitaplığındadır (Feyzullah Efendi bölümü No. 1325). Basma nüshaları ise, İstanbul’un çeşitli kitaplıklarında bulunmaktadır.
İkincisi, Nâsıreddin el-Tûsi’nin “Kitab-i tahrir-i usul ül-Üklides” (Euclidis, Elementorum geometricorum, libri tredecim), 1594 (Hicri 1003) yılında Roma’da Medicea Basımevinde basıldı; bu kitabın yazma bir nüshası da Millet Kitaplığı Carullah Efendi bölümündedir (No. 1453).
Böylece, Kari Faulmann’ın daha 1514 yılında Arap harfleriyle bir kitap basıldığı üzerine verdiği bilgiyi bir duyultu (rivayet) olarak kabul etsek bile, Batıda 1593-94 yıllarında Arap harfleriyle iki kitabın basıldığı, bu kitapların elde kalan nüshalarıyla ispatlanmıştır. Bu kitapların İstanbul’da satıldığı da bir gerçektir. Bu kitaplar üzerine Efdalettin Bey’in “Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası”nda (VII/40, 1332/1916) yayınlanmış “Memalik-i Osmaniye’de tabaatın kıdemi” başlıklı bir makalesi vardır.
“Kitab-i tahrir-i usul ül-Üklides”in sonunda yayınlanmış Sultan Murat IH’ün Türkçe bir fermanı bulunmaktadır. Padişah burada-özetle- şöyle diyor: “Memalik-i Mahrusamda vaki olan sancak beyleri ve kaptanlar ve kadılara bu emr-i hümayunum vasıl olucak malûm ola ki, memalik-i mahrusamda ticaret eden efrenç tacirlerinden (burada adları anılıyor) nam bezirgânlar dergâh-i muallâma gelüp vilâyet-i Frangistan’dan ticaret içün bazı meta ve Arabi ve Farisi ve Türki basma bazı muteber kitaplar ve risaleler getiırüp memalik-i mahrusamda kendi hallerinde bey’ ü şirâ (ahm-satım) ederler iken bazı kimesneler yolda ve izde ve iskelelerde fuzuli yüklerin yıkıp denklerin bozup içinden beğendikleri emtea kısmını akçesiz ve cüzi baha ile cebren alup ve sizde Arabi ve Farisi kitaplar neler deyu ticaret içün getürdükleri cemi kitapları ellerinden alup bahasın vermeyüp ve kendülerinin ve vekillerinin ve adamlarının bey’ ü ticaretlerine mâni oldukların bildirtip min ba’d (bundan böyle) emn ü aman üzre gelüp gidüp kendü hallerinde ticaret ettüklerinde bir fert dahi olmayup minnet ü meccanen metaları alınmayup ve yükleri bozulmayup men olunmak babında hükm-i hümayunum talep ettükleri ecelden buyurdum ki...”
Böylece sürüp giden fermanda padişah Arapça, Farsça ve Türkçe (!?) basma kitap satan yabancı tüccarlara dokunulmamasını, kendi hallerine bırakılmasını, kitapların gasp edilmemesini, her ne alırlarsa kendi rızalarıyla satın alanlardan bütün değer bahasıyla alınmasını, şer-i şerife ve ahidname-i hümayuna muhalif asla ve kat’a kimsenin karışıp saldırmamasını, inat ve muhalefet edenlerin adlarıyla yazıp padişaha arzedilmesini, bu husus için yeniden şikâyet ettirilmemesini emir ve ferman buyurmaktadır.
Bu Türkçe ferman metni, öyle sanırım ki, 1516’da basıldığı söylenen Davut Peygamberin “Mezamir” kitabı dikkate alınmazsa, basılan tek sayfalık ilk Türkçe metin olma özelliğini taşır; 1594 tarihli olduğunu tekrarlayalım.
Mansurizade İzmirli Mustafa Nuri Paşa (1824-1889), “Netayic ül- vukuat” (Olayların sonuçları) adlı 4 ciltlik tarihinde (îst., Uhuvvet Matbaası, 1327/1911), ikinci basımının 3. cilt, 110. sayfasında şunları söyler: “Murad-i Salis asrında bir ecnebi Türkçe huruf ile kitap tabetmek ve gümrük rüsumundan muaf tutulmak üzere ruhsat istida edip müsaadeyi havi ferman verilmiş olduğundan H. 996 tarihinde (M. 1587) Vasıf tarihi hacminde bir kitap basmış ve ferman-i âli-i mezkûru dahi dibacesine aynen yazmış olmakla bir nüshası Şeyhülislâm-i esbak Hüsam Efendi merhumda manzur-i fakir olup fakat ismi ve kangı (hangi) fenden olduğu hatırda kalmadı.” S. N. Gerçek’in de işaret ettiği gibi, bu kitap az önce söz konusu olan “Usul ül-Üklides”tir. Sonunda basılmış olan femandan, o zamanki hükümetin iznini aldıktan sonra basımına başlandığını, Galland’ın söylediği gibi, Doğu ülkelerinde kitap ticareti yapmak isteyenlerce basıldığını, o zamanki hükümetin basma kitapların varlığından haberi bulunduğunu, yurda sokulmalarına, dışalımlarına engel olunmadığını, İstanbul’da basma kitap ticaretinin var olduğunu açıkça anlamış oluruz. Böylece, Galland’ın sözlerini doğrulayan bu belgenin ayrı bir değeri vardır.
Şimdi, S. N. Gerçek’in sırasını izleyerek, Hıristiyanlara, misyonerlere ilişkin olmak üzere basılmış olan kitapların Türkçeyi ilgilendirenlerinden de biraz söz edelim. H. Omont’un “Documents sur les Jeunes de langues” (Dil oğlanları üzerine belgeler, Paris 1890) adlı kitabında; 1719 yılında, aşağı- yukarı elli yıldan, yani 1669’dan beri kapanmış olan, amacı Fransa elçiliğine, güvenilebilecek tercüman (çevirmen, dilmaç) yetiştirmek olan Ecole des Langues orientales vivantes’ın (Yaşayan Doğu Dilleri Okulunun) yeniden açılması için, Bonac markisi diye ünlü Fransız generali ve diplomatı Jean-Louis Usson’un ( 1672-1738) elçi olarak İstanbul’a gönderildiği (016) sırada Fransız hükümetine verdiği bir muhtıra görülmektedir. Gereğine göre davranılması için, bu muhtıra, Doğu dillerini ve kültürünü bilen Ossip Renaudot’ya incelenmek üzere gönderilmiş. Renaudot’nun verdiği cevapta, çok değerli bilgiler, Türkçeyi ilgilendiren kitapların hemen hemen hepsinin adları varmış. îşte, bunların en eskisi, Hieronimo Megisero’nun yazdığı “Institutionuın lingue turcicoe” (Türk dilinin kuruluşu) adlı Türkçe dilbilgisi kitabı, 1612 yılında basılmıştır.
îşte şimdi kronoloji sırası, 1615 yılında Paris’te basılan, bizim Bibliothèque Nationale’de bulup mikrofilmini yaptırdığımız “Fransa Padişahı ile Ali-Osman Padişahı mabeyninde münakid olan ahidnamedir ki zikrolunur” adh kitaba geldi. Ancak, bizim için her bakımdan önemli olan bu kitabı, araştırmamızın ikinci bölümünde ayrıntılarıyla ayrıca tanıtmak istediğimizden, ondan sonra Müteferrika’ya dek Avrupa’da basılan Türkçe kitaplar üzerine de biraz bilgi sunmalıyız.
Bundan sonra, A. du Ryer’in “Rudimenta grammatices lingua turcicoe” (Türk dili gramerinin ana çizgileri) adlı, 1630 yılında Paris’te basılmış olan Türkçe bir dilbilgisi kuralları kitabı gelir. Fransa’nın Halep Konsolosluğunu yapmış olan bu kişi, Kuran’ı da Fransızcaya çevirmiştir.
1670 yılında, G. Seaman tarafından “Grammatica linguaoe turcicoe” adıyla, du Ryer’in kitabından daha ayrıntılı bir kitap yayımlanmıştır.
Bundan sonra da, bu biçim kitapların en büyüğü olan Meninsky’nin “Thésaurus linguarum orientalum turcicoe, arabicoe, persicoe” adıyla 1680 yılında Viyana’da basılmış olan sözlüğü gelir. Bu kitapta Türkçe, Arapça, Farsça bütün kelimelerin Latince, Fransızca, İtalyanca, Lehçe (Polonya dili) ile anlamlan, söyleniş biçimleri yazılıdır, hem de Latin harfleriyle... Meninsky’nin pek büyük oylumlu bu kitabı için yeniden Arap harfleri döktürmüş, basımı için de yeni bir basımevi kurmuş olduğu söylenmektedir. Meninsky’nin aynı tarihte “Linguarum orientalium institutiones şive grammaticoe turcicoe” adh bir Türkçe dilbilgisi kuralları kitabı da yayımlanmıştır. 1687 yılında, yine onun Türkçe-Latince bir sözlüğü basılmıştır.
Türkçe başlığı “Söz kitabı" olan, 1665 yılında Roma’da basılmış ilginç bir Italyanca-Türkçe sözlük de var. Doğu ülkelerinde misyonerlik yapmış Bernardo da Parigi tarafından düzenlenmiş olan bu sözlüğün İtalyanca başlığı “Vocabolario Îtaliano-Turchesco”dur. Pietro d’Abbauilla tarafından Fransızcadan Italyancaya çevrilmiştir.
Arap harfleriyle Batıda basılmış öteki kitapların adlarını anmak, uzun sürer. S. N. Gerçek “bundan bir faide melhuz olmadığı” nı ileri sürerse de, keşke, daha çok kitap adı verebilseydi! Çünkü, ondan sonra pek az kimse bu konuya eğılebıldı. O, Ebüzziya Tevfık’in bundan önce de söz konusu ettiğimiz Mecmua-i Ebüzziya”nm 81. sayısında (s. 1667) çıkmış bir makalesındeki-bizce de ilginç-bir noktaya döner ki, o da şudur:
Ebüzziya, orada, 1589-1611 yıllan arasında Fransa’nın İstanbul elçisi olan François Savary de Brèves’in İstanbul’da bir hakkâka (kazıyıcı, oymacı) nesih ve talik (Arap harflerinin yazma ve basma kitaplarda en çok kullanılan çeşitlerini) döktürmüş olduğundan, bir yıl sonra Paris’te basılan Lejay’nın “Kitab-i mukaddesinde (Kutsal kitap) kullandığından söz ediyor. “Halâ Fransa’da, Arabi, Farisi ve Türki lisanlarıyla her ne tabedilmek murat edilse, bu harflerle tertip ve tab olunmaktadır” diyormuş. S. N. Gerçek, bu yazının Lejay’e ilişkin bölümünde-hakh olarak-bir yanlışlık olması gerektiğini, Lejay’nin Kutsal kitabının, bir yıl sonra değil ancak 1645 yılında basıldığını ekler.
"Meydan-Larousse” ansiklopedisine göre (VII. c., 1972, ss. 876-877), Fransız dilbilimcisi Michel Lejay, 1588’de Paris’te doğdu, 1674’te gene orada öldü. Birkaç dilde yazılmış bir Kutsal kitap yayımladı (Ansiklopedi buna “Incil” diyorsa da yanlış olmalı). Bu çalışmasında P. Morin, Godefroi ermant, Aquino lu Filippo vb. gibi bilginlerden yardım gördü. 1645’te yayımlanmış olan bu Kutsal kitabın asıl adı “Biblia Hebraica, Samaritana, Chaldaica, Graeca, Syriaca, Latina, Arabica”dır, yani (İbrani, Samiriye, Kaide, Yunan, Suriye, Latin, Arap dillerinde Kutsal kitap).
S. N. Gerçek, tarihçi Ahmet Refik Altınay’ın da “ikdam” gazetesinde yayınlanmış bir makalesinde bu (Savary de Brèves)den söz etmekte olduğunu bildiriyorsa da gazetenin tarih ve sayısını vermemektedir. “Maatteessüf, bu malûmatın ayrıca tevsikına imkân bulamadım” diyor. (Biz de Muzaffer Gökman’ın 1978’de basılan “Tarihi sevdiren adam: Ahmed Refik Altınay adlı kitabının gazete ve dergilerdeki yazıları bölümünde bu makalenin adına, özetine rastlayamadık.) Omont’nun kitabında olduğu gibi, daha bir-iki yerde yalnız Lejay’nin harflerinin pek güzel olduğuna ilişkin kayıtlara rastlandığını sözlerine ekliyor. Bibliothèque Nationale’de bulduğumuz Türkçe-Fransızca kitabı bastırmış olan Fransa’ nın İstanbul elçisi Comte de Brèves üzerine yeni bilgileri bu araştırmamızın ikinci bölümünde sunacağız.
Az daha geri giderek, İbn Hacib’in “El-Kâfiye” adlı Arapça dilbilgisi kitabının İtalya’nın neresinde, hangi tarihte basıldığının kesin olarak bilinmediğini söyleyeceğiz. Ancak, XVI. yüzyılın sonlarında, belki de 1587 yılında İtalya’da basıldığı sanılmaktadır. Arapça öğrenecekler için değerli bir kitap olduğu söylenmektedir. Bu kitabın yöntemine uygun olarak, bizde, Güzelhisarizade Hüseyin tarafından yazılan “Igrab ül-Kâfıye” adh kitap, o tarihten aşağı-yukarı 200 yıl kadar sonra, İstanbul’da Müteferrika Basımevinin 21. kitabı olarak, 1785 (H. 1200) yılında basılmıştır.
Osmanlı imparatorluğunun, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da, özellikle Akdeniz bölgesindeki geniş ülkeleri egemenliği altında bulundurması dolayısıyla, yabancılar, bu devletin dili, edebiyatı, kültürü ile yakından ilgilenmek zorunluluğunu duymuşlardı. Hele Fransızlar, Orta-Doğu’ya girebilmek için can attıklarından, Türkçe ve Arapça öğrenmenin yollarını aradılar, bu uğurda bir hayli yayın yaptılar. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayıp paylaşma anlamına gelen (Doğu sorunu)nu ortaya çıkarmak üzere bulunan Çarlık Rusyası da, bilginlerini, aydınlarını Türk dili, edebiyatı, kültürü üzerinde incelemeler yapmaya özendirmiştir. Batıda, bütün Avrupa, hattâ Amerika’da sürdürülmekte olan bu araşurmalara Doğubilim (Şarkiyat, Oryantalizm, Oryantalistik) ya da Türkiyat (Türkoloji) denilir. Son zamanda, bunun bir dalı olarak Osmanoloji (Osmanlı dili, edebiyatı, kültürü) de ortaya çıktı.
Tanıttığımız kitapların çoğu, bütün bu faaliyetler arasında sayılabilir.
S. N. Gerçek, yukarıda adı geçen kitabında (ss. 15-16) biraz da 1706 yılında Halep’te basılmış bir kitaptan, “Mezamir-i Davud”dan söz eder. Bu kitap üzerine “Mecmua-i Ebüzziya”da (sayı 81, s. 1669) uzun uzadıya bilgi bulunduğunu söyler.
İlkin Ahmet Mithat, Scheffer’in “Kitap adları” başhkh kitabında bu kitabın adını görmüş, kitap üzerine verilen bilgiler arasındaki “Ahşap huruf ile tab olunmuştur” kaydı dikkatini çekerek “Tarik” gazetesinde bir makale yazmıştır. S. N. Gerçek diyor ki: “Bu makalede kendi gibi kitap ve matbaacılık ile meşgul olanlara yakışmayacak bazı hatalar yapmış olduğundan matbaa ve matbaacılığa karşı meyil ve alâkasını memleketimizin en meraklı tâbii olarak ispat etmiş olan Ebüzziya merhum buna itiraz etmiş ve bu kitabın kendi görülemediği için söz uzamış.”
Daha sonra, S. N. Gerçek, Millet Kitaplığının Carullah Efendi bölümünde 2 numarada kayıtlı olan bu kitabı incelemiş. Devingen (müteharrik) harflerle basılmış olmadığını, sayfalarının şimşir üzerine hakkedilmiş sayfa kalıplarıyla düzenlenmiş olduğunu görmüş. Kitabının belgeler bölümüne bunun ilk ve son sayfalarının röprodüksiyonlannı da koymuştur. Gariptir ki, “Mezamir-i Davud” denilen bu kitabın reprodüksiyonunda kitap adı “Kitab ül-tncil ül-şerif ’ diye okunmaktadır. Böylece, bu kitap “Mezamir” midir, yoksa “İncil” mi? Bizce bilinmemektedir. Millet Kitaplığına gidip yeniden incelemek gerek. Kitap, Suriye’de yerleşmiş olan Hıristiyan papazlarının Osmanlı dönemindeki çalışmaları ve faaliyetleri üstüne bir fikir vermekteymiş.
Elçiliği sırasında oralarda gezip dolaşan Marki de Nouantel, Halep papazlarından söz ederken: “Tüccarların kârlı mallar için hırsla kavga çıkardıkları gibi, bunlar da ihtidalar (dinden dönmeler) için aynı şiddetle kavga çıkarırlar” diyormuş. İşte, bu kitap da, şüphesiz, din amaçlarıyla onlarca çıkarılmıştır. S. N. Gerçek: “Tuhaf ki, bizde de az daha iki sahib-i kalem arasında âdeta bir niza (kavga) çıkaracakmış” demektedir.
Aslında Ebüzziya Tevfik az önce andığımız makalesinin sonunda (“Mecmua-i Ebüzziya”, sayı 81, s. 1679) pek doğru olarak şu bilgileri verir: “Halep matbaası Antakya Patriğinin teşvikiyle (Ulahya) manastırından gelmiş olan (İsnagof) namında bir rahip tarafından ağaç üzerine hakkedilmiş sayfaların bir mengenenin tazyikıyla kâğıda nakşından başka bir şey değildir. İlk eseri ise 35 tabaka kâğıdın iki kere katlanmasından ibaret olan ve ıstılah-i tabaatte müsemmen (sekizgen), yani (in-Octavo) denilen tertibi havi 280 sayfalı bir kitaptan ibarettir ki, o da Mezamir-i Davud’dur.” Ancak, Millet Kitaplığındaki nüsha 121 yaprakmış; bu, 242 sayfa eder. Ebüzziya Tevfik’in 280 demesinden, aradaki farkın neden kaynaklandığını kestiremiyoruz.
24-29 Eylül *979 tarihleri arasında İstanbul’da toplanmış olan III. Uluslararası Türkoloji Kongresinin Türk tarihi bölümünde bir bildiri okumuş olan Romanya Gagauzlanndan değerli tarihçi Prof. Dr. Mihail Guboğlu, “Türk-Arap basınının asırlar boyunca dünyada tarihçesi, 250. yıl dolayısıyla Türk-Arap basını, 1729-1979” başlıklı bildirisinde, 1722 yılında Petrograd’da (şimdiki Leningrad) Deli Petro üzerine Türkçe bir kitap basılmış olduğunu söylemiş, orada bunun iç kapağının fotokopisini de göstermişti. Ancak biz, bu kitap metninin Osmanlı Türkçesi değil, Kuzey Türkçesi (Kazan, Tatar şivesi) olduğunu sanmaktayız. Kongre bildirileri kitap biçiminde basıldığında, bunu daha iyi anlayabileceğiz. Şunu da söylemeliyim: Sayın Prof. Guboğlu, “Türk-Arab basını...” derken, Arap harfleriyle basılmış Türkçe kitapları kastediyordu.
Bu dönemlerde dış ülkelerde basılan Arap harfli kitaplar Osmanlı İmparatorluğu’na getirilip başkent ve başka kentlerde serbestçe satılırken, İstanbul’da, Selânik’te ve taşranın başka kentlerinde Musevi, Ermeni ve Rum basımevlerince bir takım kitaplar basılıp yayımlanıyordu.
II. 20 MAYIS 1604 TARİHİNDE İSTANBUL’DA İMZALANAN, 1615 YILINDA PARİS’TE KİTAP OLARAK BASILAN TÜRK-FRANS1Z BARIŞ, TİCARET VE KAPİTÜLASYON ANTLAŞMASI
Osmanlı Sultanı Mehmet III ün ölümü (1603) ile yerine henüz pek genç (13 yaşında) olan en büyük oğlu Sultan Ahmet I’in geçişi (22 Ocak *603), Fransa ve Navarre Kralı Henri IV’e Fransız kapitülasyonlarını (ayrıcalıklarını) yeniletip genişletmek için uygun bir fırsat oluşturdu. Fransa Kralı, özellikle Venediklilerle Ingilizlere verilen sancak ayrıcalıklarına üzülüyor, bunları geri aldırtabileceğini umuyordu.
İşte bu nedenle, Osmanlı Sultanı Ahmet I (1590-1617) ile Fransa Kralı Henri IV (1553-1610) arasında, 20 Mayıs 1604 (Hicri 20 Zilhicce 1012) tarihinde İstanbul da bir barış, ticaret ve kapitülasyon antlaşması yapılmıştı. Bunu gerçekleştiren, Fransa’nın o zamanki elçisi Comte de Breves’dır (1560-1628). Fransa ile aramızda imzalanan beşinci kapitülasyon antlaşması olan bu belgeyi, Fransa elçisi, Osmanlı padişahına yaranmak için, bir “cemile” olsun diye, 1615 yılında Paris’te -bir sayfası Türkçe, karşı sayfası bunun çevirisi olarak Fransızca olmak üzere- Estienne Paulin basımevinde kitap biçiminde bastırıp İstanbul’da padişaha sundu. İşte, bugünkü bilgilerimize göre, dünyada basılan ilk Türkçe tam metin kitap budur, sanıyoruz.
Kitabın Türkçe başlığı şudur: ‘ERAASA PADİŞAHI[1] İLE ÀL-İ OSMAN PADİŞAHI MABEYNİNDE. MÜNAKİD OLAN AHİDNAMEDİR[2] KİZİKROLUNUR". Hemen altındaki Fransızca başlığı da şöyledir: “ARTICLESDl 7RAİCTEEAİCT EN L’ANNE Mil six cens quatre, entre HENRI le Grand Roy de France, et de Navarre, El Sultan Amal Empereur des Turcs. Par l'entremise de Messire François Savary, Seigneur de Brèves, Conseiller du Roy en ses Conseil d’Estât et Privé, lors Ambassadeur pour sa Maiestè à la Porte dudit Empereur". Görüldüğü üzere, kitabın Fransızca başlığı Türkçesinden biraz değişik, epey ayrıntılı ve somuttur. (Bu durum, kitabın asıl metninde de görülmektedir.) Bunu, dilimize bugün şu biçimde çevirebiliriz: Fransa ve Navarre’ın Büyük Kralı HENR1 ile Türklerin İmparatoru Sultan Ahmet arasında 1604 yılında yapılan antlaşma maddeleri. Sinyor de Brèves, Kralın Devlet ve özel Konseylerinde üye, o zamanlar adı geçen İmparatorun Babıâlisinde Majestelerinin Büyükelçisi François Savary Beyefendinin aracılığı ile (sayesinde).
Bu başlığın altında Fransa Kralının arması, onun hemen sağında, daha küçük boyutta. Kral Kitaplığının (bugünkü Bibliothèque Nationale’in) mührü bulunmaktadır. îç kapağın arkası boştur.
İkinci yaprağın en üstünde Sultan Ahmet I’in tuğrası bulunur. Altında Fransızca şu deyiş var: “L’Empereur Amat, fılz de l’Empereur Mehemet, tousiours victorieux”, (yani: İmparator Mehmet oğlu Ahmet, muzaffer daima.) Bunun altında Arapça şu deyiş var: “Nişan-i şerif-i alişan-i sami mekân-i sultani ve tuğra-yi garra-yi cihan-sitan-i hakani nefed bilavn ül- Rabbani hükmü oldur ki”. Bunun da altında Fransızca şu deyiş bulunmaktadır: “Marque de la haulte famille des Monarques Ottomans, avec la beauté, grandeur, et splendeur de laquelle tant de pais sont conquis, et gouvernez”. Bunun anlamı da Türkçeye şöyle aktarılabilir: (Bunca ülkeleri fethetmiş ve yönetmekte olan Osmanlı sultanlarının yüce ailesinin güzel, büyük ve görkemli nişanı ya da tuğrası).
Fransızca metnin ilk sözü olan (Moy/Ben)in ilk harfi M, pek büyük boyutlu, süslü ve renkli olarak resmedilmiş, ancak Türkçe metnin ilk sözü olan (Hazret-i Hak) için böyle bir büyütüp süsleme, renkleme yapılmamıştır. Bundan çıkarılabilecek sonuç şu olabilir: XVII. yüzyılın ilk yıllarında bile, basma Batı kitaplarında, hâlâ daha yazmaların etkisi görülmektedir. Basma kitaplar, hâlâ yazmaları andırmaktadır.
Sayfalarda sayı kaydı yoktur. Bunun yerine, bir sonraki sayfanın ilk sözünün ilk hecesi, bir önceki sayfanın sağ alt köşesine konulmaktadır. Bu da yalnız Fransızca metinde yapılmıştır (Eskiden yazmalarda olduğu gibi). Antlaşma maddelerinin sıra sayıları, Türkçe metinde bile, şimdi kullanmakta olduğumuz rakamlarla gösterilmiştir. (Çok sonraki yayınlarda bu madde sayıları değiştirilip çoğaltılmıştır.)
Bibliothèque Nationale’deki yer numarası (Petit in-4’ Lg 6.67-68) olan, Müteferrika’dan tam 114 yıl önce Paris’te basılmış bulunan bu Türkçe- Fransızca kitap nasıl bulundu?
1950 yılında, yeni kurulan Ankara Milli Kütüphanesinin ilk iki uzmanından biriyken, Hükümetçe, Fransa’ya kütüphanecilik, özellikle dokümantasyon yüksek öğrenimine gönderilmiştim. Sabahları Fransa Devlet Dokümantasyon Teknikleri Enstitüsüne, öğleden sonraları Paris Yüksek Kütüphanecilik Okuluna, geceleri de Alliance Française’in yabancılar için düzenlediği yüksek dil kurslarına devam ederdim. Yaz aylarını da boş geçirmemek için, ya Sorbonne Üniversitesinin Civilisation Française denilen Fransız Uygarlığı kurlarını ya da Fransa Devlet Arşivlerinde düzenlenen Uluslararası Arşivcilik kurlarını izlerdim. Amacım, tam bir dokümantalist olarak yurda dönmekti.
Artık 1952 yılı sonlarına gelmiştik. Dokümantasyon Enstitüsünü bitirebilmek için bir (mémoire/muhtira) hazırlamam gerekiyordu. Fransa da basılmış Türkler ve Türkiye ile ilgili Fransızca belgeleri kapsayan bir dokümantografya hazırlığına başlamıştım. Bunun için Paris’teki 40-50 kadar kitaplığı bir bir dolaşıp bizimle ilgili kitapları, broşürleri, haritaları, fotoğrafları ve öteki belgeleri yer numaralarıyla birlikte saptayıp bunları 237 daktilo sayfası tutan bir tez halinde Enstitüye sundum. İşte, Paris Ulusal Kitaplığında bu konuda incelemeler yaptığım sırada, kataloglarda bu kitabın fişini görünce şaşıp kaldım. Basım tarihi 1615, basılış yeri Paris, basımevi sahibi pek ünlü bir basımcı (Estienne Paulin). 24 yapraklık küçük bir kitap. Yurda dönerken hemen bir mikrofilmini edindim. Ancak, hemen incelemek fırsatını bulamamıştım. Ama kimi konuşmalarımda, konferanslarımda, yazılarımda, kaleme aldığım ansiklopedi maddelerinde “Fransa Kralı ile Osmanlı Padişahı arasında imzalanan bir ticaret antlaşmasının metni, 1615’te Paris’te basılmıştır” biçiminde kısaca sözünü etmiştim. Bu ufak not, daha sonra basm-yayın tarihimizle ilgili tez ve doktora hazırlayanlardan hiçbirinin dikkatini çekmedi.
Fransa Kralı Henri IV adına ve hesabına bunca önemli bir antlaşma koparabilen, daha sonra bunu Paris’te bir kitap halinde bastırıp Osmanlı Sultanı Ahmet I’e sunan bu Comte de Brèves kimdir? Onun hakkında kaynaklarda çok çelişkili bilgiler var. En iyisi, Fransızca “Larousse”un çevirisi olan “Meydan-Larousse” ansiklopedisine bakmak. Bu kitabın 2. cildinin (1972) 570. sayfasında, Comte de Brèves üstüne şu bilgiler var: “François Savary, marquis de Maulevrier, Fransız diplomatı (1560-Paris 1628). Henri IV saltanatının en seçkin elçisi. 1591’den 1606’ya kadar İstanbul’da büyükelçi olarak görev aldı. 1606’da kapitülasyonları yeniletti. Berberi devletlerinin büyük sayıdaki Hıristiyan tutsaklarını hürriyete kavuşturmak suretiyle ün yaptı. 1608’de Roma büyükelçiliğinde bulundu. Doğudan, bugün hepsi Milli Kütüphane’de bulunan yüzden fazla Türkçe ve Farsça eser götürdü.”
Şu küçük notta bile birtakım büyük eksik ve yanlışlar var. îlkin, doğum yeri belli değil. İstanbul’da elçiliğe başlayış tarihi, Ebüzziya’dan naklen Selim Nüzhet Gerçek’te, ondan naklen de Prof. Dr. Osman Ersoy’un “Türkiye’ye matbaanın girişi ve ilk basılan eserler” (1959) adlı doktora tezinde (s. 22) 1589 olarak gösterilmektedir. Arada iki yıllık bir fark var. Biz Fransız kaynağını temel olarak ele alırsak, bu Comte de Brèves, üç padişah döneminde büyükelçilik yapmış oluyor: Murat III (saltanat dönemi 15741595)> Mehmet III (saltanat dönemi 1595-1603), Ahmet I (saltanat dönemi 1603-1617). Tam 15 yıl sürekli olarak İstanbul’da büyükelçi kalmış, rahmetli tarihçimiz Reşad Ekrem Koçu da “Osmanlı muahedeleri ve kapitülasyonlar (1300-1920) ve Lozan Muahedesi, 24 Temmuz 1923” (1934) adlı kitabında bu kontun İstanbul’da 17 yıl elçilik yaptığını yazar. Hangisi doğru? bilemem. Kapitülasyonların yenilenmesi, elimizdeki kitaba göre, 1606 değil, 1604 yılında olmuştur. Ama, aynı elçi, bundan önce Fransa ile dördüncü kapitülasyon antlaşmasını da 25 Şubat 1597 tarihinde (H. 1005) İstanbul’da Sultan Mehmet IH’ten Kral Henri IV adına koparabilmişti. Uzun süren elçiliği sırasında Osmanlı İmparatorluğu halkının dilini, halkbilimini, edebiyat ve kültürünü öğrenmişti.
Fransız “Constellation” dergisinden naklen “Bütün dünya” yıllığında (1965, s. 54-56) yayınlanan Fransız yazan Gabriel Aminyon’un “Türkiye’ye gelen ilk Fransız sefirleri” başlıklı yazısından öğrendiğimize göre, Kont Savary de Brèves, İstanbul’a elçi atanınca André du Ryer’yi de birlikte getirmişti. Ryer’nin baba ocağı olan La Garde şatosu, Savary’lerin malikânesine komşuydu. Bir diplomatın yanında, sihirli ülkelere gitmek, daha yetişmekte olan bir genç için, ne bulunmaz bir fırsattı!
Savary de Brèves de bu mesleğe, amcasının yanında başlamıştı. Kral Henri III, Jacques de Savary Lancosme’ı İstanbul’a elçi olarak gönderdiğinde, o da yanındaydı. Amcası görev başında ölünce, Savary de Brèves, bunu Fransız sarayına bildirdi, onun yerine atanmasını istedi. Bir temsilci olarak vekâlet etmesi için emir geldi. Buna kızarak, ailesinden hiç kimsenin böyle küçük bir görev görmediğini, kendisine tevdi edilen büyük sırlarla hemen Fransa’ya döneceğini bildirdi. Bunun üzerine, hemen elçilik emri geldi.
Babıâli’ye gönderilen elçiler içinde Doğu dillerini bilen tek elçi, belki de o olmuştur. Padişahla vezirleri, Fransa Kralının gönderdiği elçinin kitaplığını hep Türkçe ve Farsça kitaplarla doldurduğunu, Farsça şiirler okuduğunu, konuşmalarına Arapça atasözleri ve deyimler kattığını gördükçe, çok memnun oluyorlardı. Çünkü o zamana dek gelen elçiler, bir Doğu edebiyatı bulunduğunu bilmedikleri gibi, tüm Müslümanları şiddetle yönetilmeye layık barbar olarak görüyorlardı.
Bu yeni elçi, Babıâli ile olan gündelik temaslarında onların öylesine güvenlerini kazandı ki, üzerlerinde büyük bir etki sahibi oldu. Padişah bile onun hatırını kıramıyordu. Henri IV kral olmak için savaşırken, büyük zorluklarla karşılaşmıştı. Savary’nin hatırı için padişah, Marsilyalılara bir ferman göndererek, derhal krala boyun eğmelerini, yoksa onların bütün gemilerini yakalayıp yakacağını, hepsini tutsak alarak İstanbul’da köleliğe mahkûm edeceğini bildirdi. Buyruğunu hemen yerine getirdiler. Kral Henri IV de böylece Provans (Güney Fransa) bölgesini ele geçirdi.
İşte André du Ryer, böyle bir hocanın elinde yetişti. Çok geçmeden çevirmenlik yapacak denli Arapça öğrendi. Elçisinin ona gereksinmesi olmadığından, boş zamanlarından yararlanarak Türk diliyle edebiyatına çalışmaya başladı. Birkaç yılda bir dilbilgisi kitabıyla bir sözlük hazırladı.
Kuşkusuz bunlar, Türkçe üzerine Fransızca yazılan ilk yapıtlardı. Ondan sonra Kuran’ın çevirisine başladı. Farsça şiirlere âşıktı. Sadi’nin kitaplarıyla başbaşa, çok zevkli dakikalar geçiriyordu. Ne yazık ki, 1605 (!) yılının bir mayıs günü, sevgili elçisi bavullarını toplayarak çıkıp gitti. O günden sonra Sultan ile Kralın gönderdiği elçiler arasındaki dostluk karardı. Boyuna elçi değişiyordu... Bunların hepsi de Türkçe bilmeyen, Doğu kültüründen birşey anlamayan, Batı kültürü ve gelenekleriyle övünen, kendini beğenmiş kişilerdi. Boyuna gaf üstüne gaf yapıyorlardı. Du Ryer, yaldızlı hülyalarından ayrılarak, bir çevirmen olduğunu hatırlatmak zorunda kaldı. Artık acı sözler söylemek zorundaydı.
Elçinin biri, itimatnamesini verirken, Padişahın önünde diz çökmek istemedi. Bir başkası, denizde Kaptan-ı Deryanın donanmasıyla karşılaşınca, onun selamına karşılık vermeye tenezzül etmedi. Bir üçüncüsü, Yedikule zindanlarında yatan bir Lehlinin kaçmasına yerdim etti. Buna son derece kızan Kaymakam bu sefer onu tutup zindana attırdı. 4 ay zindanda kaldı, çıkmak için 15.000 kuruş ödedi.
Bu gibi olaylar, zavallı çevirmeni çok güç durumlara düşürüyordu. Adeta örsle çekiç arasında kalıyor, şefinin şikayetlerini Padişaha bildirirken, onun öfkesine sessizce katlanıyordu. Sultan, bir gün o denli kızdı ki, bütün elçilik memurlarını cezalandırdı. Du Ryer, sarayın gözünden düşmeyen tek Fransızdı.
Bu elçilerin bütün kusurları, Türkçe bilmemeleriydi. Türkçe bilmiş olsalardı, Sultanın, vezirlerin töre ve geleneklerini, düşünüş biçimlerini anlayarak ona göre davranırlardı. Fransa Kralının bu konuda kabahati büyüktü. Elçilerin ödeneklerini göndermiyordu. Bu yüzden, elçilerini hep varlıklı soylular arasından seçiyordu. İstanbul’daki elçilerin, Marsilyalı tüccarlardan °/o 2 hisse almalarını şart koşmuştu. Marsilyalı tüccarlar, buna bazen uyarlar, bazen de uymazlardı. Bu yüzden elçiler de borçlanmak zorunda kalırlardı. XVIII. yüzyıla dek bu, böylece sürüp gitti...
Césy 1614 yılında İstanbul’a atanıncaya değin, elçilerin kendi masraflarını görmeleri âdetti. Yalnız Marsilyalı tüccarlardan % 2 bir kazanç alırlardı. Bu işten sıyrılmaya çalışan tüccarlar, Césy ile bir anlaşma yaptılar. % 2 yerine, ona yılda 16.000 lira vereceklerdi, ilk yıl bu parayı ona peşin ödedikleri gibi, birçok da armağan getirdiler. Ancak, ondan sonraki yıllarda on para vermediler. Bu yüzden parasız kalan Césy’nin başvurmadığı yol kalmadı.
Bir ara Halep’te bir çiftlik satın aldı. Bunun büyük bir kâr getireceğini umuyordu. Oysa, bu çiftlik başına belâ kesildi. Marsilyalı ve Türk tüccarlara olan borçlan yetmiyormuş gibi, üstelik hâzineye de borçlandı. Bu sefer ülkesine, “Mücevherlerime, gümüşlerime dek her şeyimi rehine koydum, borçlarımın faizlerin bile ödeyemedim” diye sızlanan mektuplar yağdırmaya başladı. Fransa Krah da onu geri çağırarak, yerine Marcheville Kontunu yolladı.
Marcheville’in ilk görevi, onun borçlarını ödemekti. Ama o bu paraları kendine harcadı. Padişah da borçlarından ötürü Césy’nin İstanbul’dan ayrılmasına izin vermedi. Şimdi elçiler ikileşmişti. Birinin resmi sıfatı yoktu, öteki de henüz itimatnamesini verememişti; çünkü Sultan İstanbul’dan uzak bir sayfiyede bulunuyordu.
Bu yüzden iki elçi arasında bir savaşım başladı. Marcheville adam tutarak rakibinin camlarını, çerçevelerini, kapılarını kırdırdı. Bu yetmiyormuş gibi, Türklere de sataşmaya başladı. Bir gün yoldan geçerken, ona yol açmadıklarını bahane ederek yeniçerilerin üzerine kılıçla saldırdı. Başka bir gün Kaymakama hakaret etti, onu boğdurmak için emir aldığını söyledi. Kaymakam da öfkelenerek onun gözünü korkutmak için elçiliğin bir bölümünü ateşe verdi.
Türklerin saygı gösterdikleri tek Fransız, Du Ryer idi. O, iki elçinin arasını bulmaya çalışıyor, onlarsa onu Padişahın tarafını tutmakla suçluyorlardı. En sonunda Padişah, durumun gülünçlüğünü anlatmak üzere, Du Ryer’i Paris’e gönderdi.
Du Ryer, 1632 Haziranının sonlarına doğru, Paris’e hareket etti. Oraya varınca, İstanbul’daki Fransız elçilerinin durumunu anlatan bir rapor hazırladı. Bu raporda, parasız kaldıkları için bu duruma düştüklerini de belirtiyordu. Bu rapor, Richelieu’nün hoşuna gitmemekle birlikte, etkisiz de kalmadı. Kral, Césy’nin alacaklılarını susturacak kimi önlemler aldı.
Du Ryer’nin bir daha İstanbul’a dönmediği tahmin ediliyor. Çünkü orduya girip birçok yararlık gösterdi. Kralın soyluları arasında yer aldı. Yaşamının sonuna doğru La Garde şatosuna çekildi, orada çok yaşh olarak öldü.
Césy’ye gelince, daha sekiz yıl İstanbul da kaldı. Padişah, Marcheville’in münasebetsizliklerine dayanamayarak onu yakalatıp sınır dışı edince, Fransa Krah, Jean de la Haye Venteley adında yeni bir elçi gönderdi. Césy’yi ölü ya da diri olarak göndermek için emir almıştı. 31 Ocak 1640 tarihinde sessiz-sadasız İstanbul'a geldi, doğru elçilik binasına gitti. Herkes uykudayken, Césy’yi yatağından çekip çıkardı; ilk hareket eden gemiyle Fransa’ya yolladı.
Bütün bunlardan çıkan en önemli sonuç, neden Fransız elçilerinin kapitülasyon antlaşmalarında Fransız gemicilerine ve tüccarlarına daima ayrıcalıklar koparmaya çalıştıklarının artık açığa çıkmış olmasıdır: Çünkü aylıkları ve ödenekleri yoktu, Marsilyalı tüccarlardan % 2 pay alıyorlardı! işte 1604 tarihli kapitülasyon antlaşması da bunu ispatlayan belgelerden biridir.
Prof. Osman Ersoy, yukarıda adı geçen kitabında, “torga tarafından seyyah Otavio Sapiencia’ya atfen bildirildiğine göre, de Brèves, Paris e dönerken beraberinde Türk hocalar götürmüş ve onların yardımı ile Paris'te bir matbaa kurmuştur” diyor ve hemen şunu ekliyor: “Bu konuda Biographie üniverselle’de yazılanlar belki de daha doğrudur” diyerek Fransızca bir paragraf veriyor. Biz bunu Türkçeye şöyle çevirebiliriz: “Doğudan yüz cildi aşkın Türkçe ve Farsça kitap götürdü, bunlar bugün Bibliothèque Nationale'de bulunmaktadır. Roma’da en usta sanatçılara hakkettirdiği Doğu harfleriyle bu kentte ve Paris’te Doğu dillerinde çeşitli kitaplar bastırdı.” Böylece, bu Arap harflerinin kontun İstanbul elçiliği sırasında değil de, Roma elçiliği yıllarında Roma’da döktürüldüğü, kitapların İstanbul’da basılmayıp Roma ve Paris’te basılmış olmasından da anlaşılmaktadır [3].
Paris’te Yüksek Kütüphanecilik Okulundaki hocalarımdan Robert Brun’ün “Le Livre Français” (Fransız kitabı, Paris 1948, s. 81) adlı kitabında Comte de Brèves için şunlar yazılıdır: “Ünlü selefleriyle rekabeti düşünmeden, XVI1. yüzyılın kimi basımevi sahipleri, saygıdeğer bir düzeye yükseldiler. Burada ilk safta Antoine Vitré adını anmak uygun olur, kendi çağında Fransa’nın görmüş olduğu en iyi basımcı (typographe) olarak sayılmıştır. İstanbul Elçisi François Savary de Brèves, onu 1615’te, Guillaume Le Bé’nin hakkettiği Doğu harflerinin kullanıldığı özel bir basımevinin başına getirmişti. 1628’den 1654’e değin, kendini Le Jay’nin “Bible polyglotte” (Çok-dilli Kutsal kitap) adh kitabının basımına verdi; infolio boyunda olan bu kitap on cilt tutuyor, Paris’te Süryani harflerinin kullanıldığı ilk kitap oluyordu. Kralın basımcısıydı, daha sonra Fransa Ruhban Meclisinin basımcısı oldu. En sonunda, Sébastien Cramoisy onun yerine geçti...”
Aynı kitabın 175. sayfasında da Antoine Vitré üzerine şu ek bilgiler var: “1609’dan 1674’e değin Paris’te kitapçılık ve basımcılık yaptı. François Savary de Brèves, Le Bé’ye hakkettirdiği harflerle kurduğu Doğu Basımevinin yönetimini ona verdi. 1630 yılında Doğu dilleri için Kralın basımcısı olarak atandı. 1628’de basımına başlayıp 1645’te tamamladığı, on ciltlik, Le Jay’nin “Bible polyglotte” adlı kitabının basımıyla ün kazandı. Pek geniş bilgili bir adam olmamakla birlikte, kendi çağında, Fransa’nın gelmiş-geçmiş en usta basımcısı olarak sayıldı.”
Biraz da şu Arap harflerini hakkeden, Fransa’da ünlü gravür sanatçıları ve harf dökümcüleri yetiştirmiş olan Le Bé ailesinden söz edelim. Bu ailenin en tanınmış üç kişisinin de adları Guillaume’dur, bunlar 1,11,111. Guillaume diye anılır (tıpkı krallar gibi). Bizi ilgilendiren 1 ve IL Guillaume Ee Bé dir. Hocam Robert Brun’ün kitabının 170. sayfasında bu aile üzerine de kısaca bilgi bulunmaktadır: “I. Guillaume Le Bé, 1525’te Troyes’da doğdu, çıraklık dönemini 1545’ten 1550’ye değin Robert Estienne’in yanında geçirdi, daha sonra sanatında ustalaşmak üzere Venedik'e, Roma’ya gitti. Doğu harfleri, özellikle İbrani harfleri dökümünde uzmanlaştı. Mesleği süresince bunlardan on dört çeşit harf döktü. Plantin’e “Bible polyglotte”u için harfler sağladığı gibi, Le Roy ile Ballard’a da müzik notaları hâkketti. 1561 ’de Garamond’un ölümü üzerine, onun kurumundan gelen pek çok harf ve matris çeşitlerini topladı, bütün döküm araç ve gereçlerini bir araya getirdi. 1598 yılında öldü.
Oğlu IL Guillaume Le Bé de kitapçı, basımcı ve harfdökümcüsüydü. 1600-1636 yılları arasında çalıştı. Moretus’ün muhabiriydi.”
Adı geçen Jean Moretus de Belçikalı bir basımcıdır. 1543-1610 yılları arasında Anvers te yaşadı, çalıştı. Ünlü ressam Rubens onun portresini yapmıştır.
Bütün bu ayrıntılardan çıkarabileceğimiz sonuç şu olabilir: Comte de Brèves, her nedense, İstanbul elçisiyken değil de Roma elçisiyken orada çalışan yurttaşı IL Guillaume Le Bé’ye döktürdüğü Arap harfleriyle Paris’te bir Doğu Dilleri Basımevi kurmuş, bunun başına ilkin Estienne Paulin’i, daha sonra Antoine Vitré’yi getirmiştir. İlk bastığı kitap ya da kitaplardan biri de elimizdeki Osmanlı-Fransız barış, ticaret ve kapitülasyon antlaşması olmuştur[4].
III. ANTLAŞMANIN İÇERİĞİ
Bu kitapta neler var? 42 maddelik siyasi-diplomatik bir antlaşma metni. Oysa, başka kaynaklarda bu antlaşmanın 50 ya da 55 madde olduğu kayıtlı, örnek: Osmanlı-Fransız antlaşmasının tam metnini değil de, ancak Osmanlı tarihi için gerekli olabilecek kadar bir metin özeti verebilen Reşad Ekrem Koçu, yukarıda adı geçen kitabında (ss. 420-425) bunun 55 madde olduğunu yazar. “Tercüman-i hakikat” gazetesi yayımı olan 5 ciltlik “Mecmua-i muahedat”ta (Antlaşmalar derlemesi’nde, 1294/1878-79), metni şöyle dursun, adı bile anılmamaktadır. Baron de Testa’nın “Osmanlı antlaşmaları derlemesi”nde (10 cilt, 1854-1901) 50 madde olarak yalnızca Fransızca metni verildiği gibi, ondan naklen, Ermeni asıllı Osmanlı devlet adamı Gabriel Noradunkyan’ın (1852-?) Cumhuriyet döneminde yerleştiği Paris’te bastırdığı “Recueil d’actes internationaux de l’Empire ottoman” (Osmanlı împaratorluğu’nun uluslararası antlaşmaları derlemesi) adlı kitabında da aynı şey tekrarlanır. 100 milyon kadar Osmanlı belgesinin saklandığı İstanbul’daki Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğünde bu antlaşmanın Türkçe metni ya da Fransızca çevirisine bugüne değin rastlanmamıştır, ama ileride işlenmemiş, daha gözden geçirilmemiş belgeler arasında bulunabilir. Topkapı Sarayı Arşiv ve Kitaplığından bir cevap alamadım. Sultan Abdülhamit II tarafından Topkapı’dan Yıldız Sarayına götürülen, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün emriyle oradan İstanbul Üniversitesi Merkez Kitaplığına devredilen kitap ve belgeler arasında da bu dokümana rastlanmıyor. Ancak, antlaşmayı imzalayan Sultan Ahmet I’in sağlığında bu belge kitap haline getirilip kendisine sunulduğuna göre, metnin esas 42 maddeden oluştuğuna güvenebiliriz. Bunu 50 ya da 55 madde diye gösteren yazarların kaynağı, Comte de Saint-Priest’in anılan olabilir. Esad Fuad Tugay’ın Türk Tarih Kurumu’na bağışladığı kitaplar arasında bulunan bu anılann başlığı şu: “Mémoires sur l’Ambassade de France en Turquie et sur le commerce des français dans le Levant par M. le Comte de Saint-Priest, suivis du texte des traductions originales des Capitulations et des Traités conclus avec la Sublime porte ottomane” (Paris, Ernest Leroux, éditeur, libraire de la Société Asiatique de l’Ecole des Langues orientales vivantes.., 1877). Nitekim, kitabın 415-430. sayfalannda yer alan antlaşma metni 55 maddeyi içermektedir. Metinler karşılaştınl- dığında, kimi maddelerin parçalanıp birkaç madde haline getirildiği, kimi maddelerin de birleştirildiği görülmektedir; yoksa, her iki metin de birbirinin aynıdır.
Metnin sonunda, Comte de Saint-Priest, 430. sayfanın altına şöyle bir not koymuş: “Ces capitulations ont été publiées en 1615 à Paris, en turc et en français”/Bu kapitülasyonlar, 1615’te Paris’te Türkçe ve Fransızca olarak yayımlanmıştır. Daha sonra kitabın Fransızca başlığı ile basımevi adı verilmiştir. Demek oluyor ki, en geç, 1877 yılında, bu kitabın Paris’te 1615’te Türkçe-Fransızca olarak yayımlandığı biliniyordu! Ama, hiç kimsenin dikkatini çekmemişti.
Gene o nottan öğrendiğimize göre, antlaşmanın Fransızca metni, en erken, 1621 yılında Paris’te basılmış olan J. de Lavardin’in “Histoire de Georges Castriot” adlı kitabının sonunda, Faret tarafından bir ek biçiminde verilmiştir. Ayrıca, bu metin, 1630’da Paris’te yayımlanmış olan “Relation des voyages de M. de Brèves/Bay de Brèves’in gezilerinin öyküsü” adlı kitapta da bulunmaktadır. Comte de Saint-Priest, Faret metnini esas aldığını, ancak bunun kimi bölümlerini 1615 basımına göre tamamladığını söylüyor; metnin sonunda, Comte de Brèves’in “Notes sur quelques articles du précédent traicté/Bu antlaşmanın kimi maddeleri üzerine notlar” başlıklı notlarını da ekliyor (ss. 430-438). Bu notlar da Comte de Brèves’in gezilerinin öyküsünü anlatan kitaba bir ek olarak yayımlanmıştır. En sonunda, Comte de Saint-Priest, kitabının XII. bölümünde (s. 439 vd.), Fransa Kralı Henri IV’ün Saint Germain’den Comte de Brèves’e yazdığı mektuplara yer vermektedir; bunların en eskisi 8 Mayıs 1597 tarihlidir.
Paris’te Carmes sokağında, Collège des Lombards’da (Imprimerie des Langues orientales, Arabique, Turquesque, Persique, etc.) da, yani Arapça, Türkçe, Farsça vb. gibi Doğu Dilleri Basımevinde, Estienne Paulin tarafından basılmış bulunan bu kitabın asıl Türkçe metnine gelince, kitabın
42 maddesi arasında ilginç kimi maddelerine ve özelliklerine işaret etmek isteriz. (Kitabın Türkçe-Fransızca röprodüksiyonu, araştırmamızın sonunda aynen verilmiştir).
Metnin baş tarafında Sultan Ahmet I, ilkin kendini tanıtır: Tann’nın kulu, peygamberin oğlu, muzaffer sultanların sultanı, yeryüzünün en büyük prenslerine taçlar bahşeden bir kimse olduğunu söyler. “Haremeyn-i şerifeyn” (yani, Mekke ile Medine) hadimi ve Kudüs-i mübarekin hami ve hâkimi”, Avrupa, Asya ve Afrika’nın egemeni (bu deyim yalnız Fransızca metinde geçer) olduğunu söyledikten sonra, sahip ve maliki bulunduğu ülkeleri, bölgeleri, kaleleri, kentlerin belli-başlılarını sayıp döker, öylesine ki, bu yer adlarına bakarak insan 1600’lerdeki Osmanlı İmparatorluğu topraklarının tam bir haritasını çizebilir. Sayılan yer adlarından kimisi şunlar: Rumeli ve Temışvar, Bosna vilâyeti, Zigetvar kalesi, Anadolu ve Karaman vilâyeti, îmadiye eyaleti, Arabistan diyarı, İran’ın kuzeybatısı, Kars, Gürcistan, Demirkapı, Tiflis, Şirvan canipleri, Kırım ve Kıpçak iklimleri, Kıbrıs, Zülkadriye, Şehr-i Zöl, Diyarbekir, Halep, Rum, Çıldır, Erzurum, Şam, Bağdat (Fransızcasında Babil “Babylone”), Küfe, Basra, Mısır, San’a, Yemen, Habeş(istan), Aden vilâyetleri, Tunus, Halk ül-vad (Fransızcası Goulette), Trablus-i garp ve başkaca ülkeler, bölgeler, kaleler, kentler... Bu arada Akdeniz ve Karadeniz’in padişahı (dikkat buyurulursa: Bahr-i sefit ve Bahr-i siyah denilmiyor, o adlar çok daha sonraları kullanılmıştır), “nice yüz bin asakirin” sultanı, zaptedilemez ünlü Eğri kalesinin padişahı, nice diğer ülkelerin, adaların, boğazların, geçitlerin, kabilelerin, aşiretlerin şehinşahı olan ben Sultan Ahmet Han ibn Sultan Mehmet Han...im, diyerek bütün gelmiş-geçmiş dedelerinin adlarını anar.
Madde özetleri şöyledir:
- maddede, Arapça bir deyişle, özet olarak “Fransa Padişahı Anrik” (Fransızcasında “Henri IHI. Empereur de France”) ömrünün sonuna değin mutlu olsun, denilmektedir.
- maddede “Brèves kalesinin maliki ve zabiti olan Françesko Savary nam muteber elçisi” padişaha gelip eski dostluk antlaşmasını yenilemek, yeni bir kapitülasyon antlaşması yapmak istediğini söylemiş olduğu belirtilir. Burada, Türkçe metinde bulunmayan, Fransızca metnin sayfa ortasında büyük harflerle (A SAVOÎR/ŞÖYLE Kİ) deyimi geçer. Böylece, antlaşmanın Türkçe aslıyla Fransızca çevirisinin birbiriyle (mot-â-mot) aynı olmadığı, maddelerde kimi değişiklikler görüldüğü, Fransızca metnin daha ayrıntılı ve somut olduğu anlaşılmaktadır.
Büyükelçi de Brèves, bu antlaşmaya ilişkin notlarında, Sultan Murat, Sultan Mehmet ve Sultan Ahmet’in saltanat dönemlerinde yenileştirdiği kapitülasyon antlaşmalarının tümüyle yepyeni maddeler içerdiğini söyler. Oysa, Reşad Ekrem Koçu diyor ki: “Fakat, 1604’te yenilenen ahitnamede bu imtiyazı (yani Venediklilere ve îngilizlere verilen sancak imtiyazlarını) almaya muvaffak olamadı. Buna mukabil, başlıcalan Katolik mezhebine ve Kudüs şehrini ziyarete dair yeni bazı imtiyazlar aldı” dedikten sonra, “Bu ahitnamenin 4. ve 5. maddeleriyle verilen imtiyazlar, Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki katolikleri himaye ve tesahüp etmek hususunda Fransa'nın haiz olduğu hakk-i mahsusun menşeini teşkil etmiştir” diye de sözlerine ekliyor.
Gerçi, 4. madde sonunda şöyle bir deyiş var: "... ve Fransa padişahının reayasından onunla dostluk üzre olan Nesari hâkiminin reayasında emn ü amanla Kuds-i şerif ziyaretine gelüp gidenlere ve Kamame nam kilisede mütemekkin olan ruhbanlara dahi ü taarruz olunmaya.” •
5. madde metni de aynen şudur: “Ve Venedüklü ve îngilterelülerdeıi maada müstakil elçileri olmayan cümle harbi tüccar sonradan Fransalu ahidnamesine ilhak olunmuştur deyu min ba’d (bundan böyle) İngiltere elçisi tarafından dahi ü taarruz olunmaya.”
Bu madde içerikleri, R.E. Koçu’nun yorumlamak istediği anlama mı gelir? bilemiyorum. Gene Koçu’nun 25. maddeye ilişkin bir deyişi var:
“Bu ahitnamenin fevkalâde bir ehemmiyeti haiz diğer bir maddesi de 25. madde olmuştur. Bu madde mucibince de, Fransa Krah, Fransız sancağına karşı yapılacak bir tecavüz üzerine Mağrip korsanlarını, Osmanlı İmparatorluğu ile bozuşma addedilmeden, tedip ve tecziye etmek hakkını kazanmıştır ki, Cezayir ve Tunus’un Osmanlı Devletinin birer eyaleti olduğuna göre, devlet ve istiklâl kelimelerinin ifade ettiği mana ile tamamen tezat teşkil etmektedir.”
25. maddede böyle bir konudan söz edilmemektedir. Yalnız, karada ve denizde kendi halinde yürüyüp giden Fransalılara, tüccarlara kimsenin engel olmayıp karışmaması, saldırmaması isteniyor. Cezayir ve Tunus adları, daha önce, 14. ve 15. maddelerde geçmektedir ki, Koçu’ya bir derece hak verdirecek niteliktedir:
“Madde 14 - Cezayir-i garp korsanları limanlarına vardıklarında riayet olunup barut ve kurşun ve yelken ve sayir âlât verilüp lâkin mezburlar Fransa tüccarına rast geldiklerinde esir ve malların garet ederlermiş. Merhum babam tab-i türah zamanında bid-defaat tembih olunup mütenebbih olmayıp taaddi üzere imişler. Bu hususa dahi nza-yi hümayunum yoktur. O makule Fransalu esir var ise, ıtlak olunup malları bi- kusur verile. Min ba’d mütenebbih olmayan korsanların şenaat ettiğin müşarünileyh name ile ilâm ettikte kangı (hangi) Beylerbeyi zamanında olursa, ol Beylerbeyi mazul olup garet olunan alınanlara ve sebep olanlara tazmin ettirile. Bu husus için defaatla tembih olunmuş iken, mütenebbih olmadıkları ecelden emr-i şerife imtisal etmezler ise, anlar dahi Fransa vilâyetine vardıklarında Fransa Padişahı tarafından kafalarına ve limanlarına kabul etmeyüp fesatlann def için takayyüt eylediğinde akt olunanı ahde halel vermez deyu merhum babam tabi türah zamanında verilen hükm-i şerifin mazmunu kemâkân mukarrer ola ve bu babda mumaileyhin şükr ü şikâyeti makbul-i hümayunum ola.”
15. maddede, Cezayir ve Tunus’a bağlı Osnor körfezinde mercan ve balık avlayan Fransahlara kimsenin dokunmaması emredilir. îşte, bütün öteki maddeler de bunlara benzer şeylerdir, bilinen kapitülasyonlar ( ayrıcalıklardır.
Bu arada, padişah, 18. ve 35. maddelerle Fransalılann birbiri arasında kan dökme ya da başkaca kötü şeyler olursa, “elçileri ve konsolosları âdetlerince görüp fasl edeler, zabitlerimden ve kadılarımdan bir fert, bir kimesne mâni olmaya” deyip Fransızlara adli kapitülasyon da vermektedir.
36. madde de, bizce, pek ilginçtir: “Ve Fransa gemileri âdet ve kanun üzere İstanbul’da aranup gittikten sonra, kanun-i kadim üzre bir dahi Boğaz Hisarları önünde aranup icazet verilir imiş. Hâlâ kanun-i kadime muhalif Gelibolu’da dahi aranır imiş. Min ba’d âdet-i kadime mucibince hemen Boğaz Hisarları önünde aranup gide.” Demek oluyor ki, Fransız gemileri Boğaz Hisarları önünde bir kez arandıktan sonra, İstanbul’da, Gelibolu’da bir daha aranmayacakmış!
IV. SONUÇ
Görüldüğü üzere, genel tarihimiz, diplomasi tarihimiz, ekonomi ve ticaret tarihimiz, dil, edebiyat ve kültür tarihimiz, kitap ve basın-yayın tarihimiz bakımlarından son derece ilginç olan bu kitap, bu belge üzerinde çok daha geniş ve derin incelemeler yapmalıyız.
örnek olarak, dil bakımından, kadar yerine değin, lüzumu yerine gereği, nakletmek yerine iletmek vb. gibi Türkçe sözler geçmektedir. Genellikle, antlaşma, epey sade bir dille yazılmıştır. XVII. yüzyıl başı düzyazı Türkçemize iyi bir örnek oluşturmaktadır.
Şunu da söyleyerek sözümüzü bitirmek istiyoruz: Comte de Brèves’den sonra, İstanbul’a Fransa elçisi olarak Comte de Salignac geldi. İstanbul’a ancak bir yıl sonra, 1607’de ulaşabilen Kont, Kral Henri IV’un, Comte de Brèves gibi, büyük bir güven ve samimilik beslediği kişilerdendi. Ancak, çok geçmeden, Kral Henri IV, bağnaz bir delinin suikastine kurban giderek bir hançer darbesiyle öldürüldü ( 161 o). Aynı yıl içinde İstanbul Elçisi Comte de Salignac da öldü. Böylece, Fransa ile Osmanlı hanedanları arasındaki güçlü ve şiddetli sevgi ve bağlılık, bir süre için, kesintiye uğradı.
Fransa ile altıncı kapitülasyon antlaşması, o tarihten ancak 69 yıl sonra, 5 Haziran 1673 (H. 1084) tarihinde Edirne’de Sultan Mehmet IV ile Kral Louis XIV arasında imzalandı. Bu kapitülasyon (ayrıcalık) antlaşmasını bizden koparıp alan da Fransa’nın o zamanki İstanbul Büyükelçisi Marquis de Nointel’dir (1635-1680). İlkin, Girit savaşı sırasında Fransa’nın Venedik’e, daha sonra da Avusturya’ya yardım etmesinden dolayı, iyi karşılanmadı; ancak 1604’tekinden daha kazançlı kapitülasyonları elde etmeyi başardı: gümrük resminde % 5-3 indirim sağladı.