Son yıllarda çeşitlenerek artan Osmanlı araştırmaları, şimdiye kadar ele alınmamış pek çok konuyu gündeme getirmeye başlamıştır. Osmanlı dönemi defin merasimleri de son yıllarda gündeme gelen konulardan biridir. Defin merasimleri semiyotik bir sistem içerisinde ele alınabilecek dini, örfi ve siyasi yönleri olan birçok uygulamayı bünyesinde toplamaktadır. Bu uygulamalardan biri de sultanların naaşları veya mezarları üzerine otağ kurulmasıdır[1] .
Osmanlı tarih kaynaklarında sultan naaşı üzerine otağ kurulduğuna dair ilk bilgi, I. Murad’ın 1398 yılındaki Kosova Savaşı’nda şehit edilmesiyle ilgili anlatılarda geçer. Anlatılara göre, savaş meydanında şehit olan sultanın naaşı üzerine hemen bir otağ kurulmuştur. Bu olayı nakleden Enveri[2] (öl. 1465 sonrası) “Şah üzere anda çadır kurdılar”, Âşık Paşazade[3] (öl. 1484 sonrası), “hemen padişahın üzerine çadır kurdular” ve Mehmed Neşrî[4] (öl. 1520) ise “Tizcek, Han üzerine çadır tutub” şeklinde ifade etmişlerdir. Sultanın naaşının tahnit edilerek iç organlarının gömüldüğü bu otağ daha sonra kaldırılmış ve yerine sultanın makam türbesi inşa edilmiştir[5] .
Mezarı üzerine otağ kurulduğuna dair bilgimiz olan ilk sultan ise I. Selim’dir. Celâl-zâde’nin[6] (öl. 1567) verdiği bilgiye göre 1520’de Edirne’ye giderken Çorlu’da ölen sultanın naaşı İstanbul’a getirilmiş, Edirne Kapısı’nda arabadan çıkarılarak tabuta konulmuş, cenaze namazı Fatih Camii’nde kılındıktan sonra inşa ettirmekte olduğu caminin mihrabı önüne defnedilerek üzerine otağ kurulmuştur.
“Vakt-i zuhrda idi merhûm cennet-mekân ve firdevs-âşiyânın na’ş-ı rahmetnakşları dahi gelüb, hazret-i Hudâvendigâr-ı’âlem-sitân süvar olub, Edirne kapusı mukâbelesinde vâki’ olan püşte üzerinde istikbâl eylediler. Ol mahalde cism-i şerîfleri ’arabadan çıkarılub, taht-ı tabuta konulub, erbâb-ı tevhîd-i temcîd ve müezzinân-ı sa’âdet-nüvid âvâze-i rahmet-endâzelerini ayyukâ çıkarub, ’âmme-i mü’minîn ve gürûh-ı muvahhidîn du’â-yı hayr ile fâtiha-i fahiya kır’at iderlerdi. Câmi’-i sa’âdet-nişân Hazret-i Sultân Muhammed Hân-ı cennet âşiyândan namâz-ı şerîfleri kılınub, derûn-i Kostantınıyye’de olan cibâl-i rahmet-iştimâlden Mirzâ Sarâyı dimekle ma’rûf bir câ-yı bülend ve makâm-ı sâmî ve ercümend var idi, ki cümle emkineden fâyik ve a’lâ, ve mecmû’-ı mesâkîn-i müslimînden bülend-ü bâlâdır, ol makâm-ı mübârek ve sa’âdet-mend türbe-i ’ulyâları içün ihzâr olunub, zât-ı rahmet-makrûnları anda medfûn olub, üzerlerine utâk-ı rahmet-menzil kurılub, tilâvet-i Kur’ân-ı ’azîm içün hâfızlar ve hârisler ta’yîn olunub, makâm-ı behişt-berîn zuhur eyledi.”
I. Selim’in defin merasimi Solak-zâde (öl. 1657)[7] tarafından da benzer şekilde anlatılmıştır:
“Vakt-i zuhurda merhum cennet mekân ve halled-aşiyân hazretlerinin naaş-ı rahmetleri dahi gelüb hazret-i Hüdâvendigâr esb-süvar olup Edirne kapusu mukabelesinde vâki’ olan pişe üzerinde istikbâl idüp ol mahalde cism-i şerîflerin arabadan çıkardılar ve tabuta koyub ashab-ı tevhid ve temcid ve müezzinân-ı saadet nüvid-i avâze-i rahmet endâzeleri ayyûka çıkarub cedleri Sultan Mehmed Han Gâzî hazretlerinin câmi’-i şerîfine alub geldiler. Ve namazın anda kıldılar ve derûn-ı şehirde olan cibâl ve rahmet-iştimâlden Mirzâ Sarâyı dimekle ma’rûf bir âli câ-yı bülend makâm-ı sâmî aramgâhi ve kendülere neşimen-i ebedi olmak içün ol makam-ı mübarek türbe-i ulyaları içün ihzâr olunup zat-ı rahmet makrûnları anda defn olundu. Ve üzerlerine otak-ı âlîye kurulup tilâveti Kur’ân-ı azîmü’ş-şan içün hâfızlar ta’yin olunub kırk gün muhâfazadan sonra, hazret-i padişah peder-i saadet-intizâmlarının merkadi civarında hukuk-ı ebeveti eda üzere bir âli câmi’-i cennet makam ve imaret-i güzin-i hayır-encam yapturdılar.”
Mezarı üzerine otağ kurulduğunu bildiğimiz ikinci sultan I. Süleyman’dır. I. Süleyman 1566 yılında Zigetvar’da ölmüş, İstanbul’a getirilen naaşı Süleymaniye Camii haziresindeki otağ içerisinde hazırlanan mezarına defnedilmiştir. Saray Şehnamecisi Seyyid Lokman Aşurî tarafından yazılarak saray nakkaşhanesinde resimlenen ve I. Süleyman’ın son yıllarını anlatan 1579 tarihli Zafernâme’nin (Tarih-i Sultan Süleyman) 115b sayfasında sultanın naaşının Süleymaniye Camii haziresine getirilmesi ve mezarının hazırlanması resmedilmiştir (Resim 1)[8] .
Resmin ön kısmında I. Süleyman’ın kırmızı desenli siyah bir Kâbe örtüsü yayılan, baş tarafına sorguçlu büyük bir sarık yerleştirilmiş olan tabutu matem elbiseleri giyinmiş ulema tarafından taşınmaktadır. Tabutun arkasında matem elbiseleri içinde, yanında ise şemle giyinmiş figürler bulunmaktadır. Cenaze alayının önünde Kanuni’nin birlikte gömülmeyi vasiyet ettiği söylenen çekmecesini taşıyan bir görevli vardır. Resmin sağında matem elbiseleri içinde ellerini başlarının iki yanına koyarak sultanın ölümüne feryat eden ağlayıcılar yer almaktadır. Resmin üst tarafında bir duvarla çevrelenmiş Süleymaniye Camii’nin haziresi görülmektedir. Hazirede Hürrem Sultan Türbesi’nin hemen yanına kurulmuş bir otağ içinde dört görevli tarafından sultanın mezarı hazırlanmaktadır. Resmin solunda mezarın hazırlanmasına nezaret eden ve elinde zira (arşın) tutan kişinin Mimar Sinan olduğu sanılmaktadır.
Mezarı üzerine otağ kurulduğunu bildiğimiz üçüncü sultan II. Selim’dir. 1574 yılında Topkapı Sarayı’nda vefat eden II. Selim’in naaşı vezirler tarafından kaldırılmış, namazı kılındıktan sonra Ayasofya Camii avlusunda hazırlanan mezarına defnedilerek üzerine otağ kurulmuştur. Sultanın ölümünden sonra sarayda boğdurulan beş şehzadenin naaşları da cenaze namazları kılınarak babalarının mezarının bulunduğu otağ içerisinde defnedilmiştir. Sultanın ve şehzadelerin naaşlarının otağ içerisindeki mezarlara defnedilmesi Selânikî (öl. 1600)[9] tarafından aşağıdaki gibi anlatılmıştır:
“Namaz ve du΄â-i Fâtiha’dan sonra sa΄âdetlü Pâdişâh harem-i şerîfe teveccüh idüp, na΄ş-ı şerîfi vüzerâ hazretleri kaldırup ve girîv ü feryâd ve âh u nâle vü zârî ile mele-i a΄lâda olanları inledüp Sarây-ı Âmire’den taşra çıkduğı gibi âmme-i âlem bir vechile zârî vü efgān eyledilerki cenâzeyi bi’z-zarûre turgurdılar âhir yap yap ma΄bed-i kadîm olan Ayasofya Câmi΄-i şerîfinün haremi garb cânibinde olan sâha-i şerîfede merkad-i münevverleri kazılan mahalle getürilüp, kabr-i şerîf hâzır olınca otak kurılup, ulemâ ve sulehâ ve meşâyih etrâfını alup, tesbîh u tehlîle meşgül oldılar. Rahmetu’llâhi aleyh.”
“Şehzâdelerün cenâzeleri çıkduğıdur.
Ba‘dehû içerüden kapucılar kethüdâsı gelüp vüzerâ ve erkân-ı devleti tekrâr Bab-ı Hümâyûn’dan içerü alup, gidüp beş nefer şehzâdelerün tabutların kaldırup; pâdişâh-ı merhumûn namazı kılındugı yerde namazları kılınup kezâlik taşra, halk-ı âleme çıkardılar. Allâh ta‘âlâ -celle zikruhû- ol gün İstanbul halkınun feryâd u figānın, melâ’ike-i arş-ı azîme dinledüp, zî-rûh olanlara hikmet ü ibretin müşâhede itdürdi. Bu hâlet üzre ma‘sûmların tabutların âh u nâleler ve zikr ü tesbîhler ile merhûm ve mağfurun-lehün na‘ş-ı şerîfi olduğı çadıra getürdiler. İki neferin bir tarafa ve üç neferin berü tarafa koyup ol gice ulemâ ve sulehâ tilâvet-i Kur’an-ı azîm eylediler.”
Şehzâdelerün defn olunduklarıdur.
Rûz-i penç-şenbih ramazân-ı şerîfün dokuzuncı günidur, altı aded merâkıd-ı şerîfe ile hâzırlanup ve beş nefer şehzâdelerün kabirleri mükemmel olunup, merhûm ve mağfurun-lehün ayağı ucuna defn olindılar.”
Bu tarihlerde Avusturya elçilik heyetinin vaizi olarak İstanbul’da bulunan Stephan Gerlach[10] Ayasofya Camii haziresindeki otağı ve içerisindeki sandukaları görmüştür. Gerlach’ın anlatısına göre sultanın sırma ipliklerle dokunmuş örtülerle kaplı sandukasının üzerine sırma işlemeli bir kumaş yayılmıştır. Sandukanın başucunda tüylerle süslü bir sarık vardır. Ayakucuna öldürülen şehzadelerin küçük sandukaları dizilmiştir. Üzerlerine örtüler serilen sandukaların üstüne şehzadelerin giysileri ve altın kuşakları yerleştirilmiştir. Her bir sandukanın başucunda güzel tüylerle bezenmiş birer sarık ile siyah ve beyaz sırma ipliklerle dokunmuş birer mendil bulunmaktadır. Sandukaların etrafı iri taneli boncuk dizisi ile çevrilidir. Otağın içerisi cam vazolara konulan çiçekler ve güllerle süslenmiş, sultanın sandukasının önüne iki büyük mum yerleştirilmiştir. Sandukaların etrafında oturan din adamları ölenler için dua ve ilahiler okumakta, gelip geçen ahali ise otağın dışında yere çömelerek dua etmektedir.
Selânikî ve Gerlach’ın verdiği bilgiler aynı dönemden günümüze ulaşan bir resimle de doğrulanır. Freshfield Albümü olarak bilinen 1574 tarihli albümde II. Selim ve boğdurulan beş şehzadesinin sandukalarının konulduğu otağı gösteren bir resim bulunmaktadır (Resim 2)[11].
Resimde II. Selim’in sandukası önde, şehzadelerin sandukaları ise II. Selim’in sandukasının ayakucuna dizilmiştir. Baş taraflarında sarıkları bulunan sandukalar yere serilen halılar üzerine yerleştirilmiştir. Sandukaların üzerine Kâbe örtüleri ve kıymetli kumaşlar yayılmış, etraflarına ise kandiller konulmuştur.
Mezarı üzerine otağ kurulduğunu bildiğimiz dördüncü sultan III. Murad’dır. 1595 yılında Topkapı Sarayı’nda vefat eden sultanın naaşı burada yıkanıp kefenlendikten sonra namazı kılınmış, Ayasofya Camii haziresinde hazırlanan mezarına defnedilerek üzerine otağ kurulmuştur. III. Murad’ın defin merasimi ve mezarı üzerine kurulan otağ Hasan Bey-zâde (öl. 1636)[12] tarafından aşağıdaki gibi anlatılmıştır:
“[Pâdişâh-ı hılâfet-penâh, kalkup, içerü gidüp, vâlid-i mâcidinün na‘ş-ı rahmetnakşı levâzımını ber-vech-i cemîl, itmâm u tekmil itdürdükten sonra,] ba ‘îd-i asrda, merhûm-ı merkūmun cenâzesi dahi çıkup, Sarây-ı hümâyûn fezâsında, namâzı müftî imâmeti ile kılınup, [kendüler, Harem-i muhterem’e gidup,] Ayasofya kurbında, ta‘yîn eyledükleri gülzârda, [hafr u] ihzâr olınan mezârında, defn ihtiyâr olındı…
[Cenâze-i mezbûreyi kaldurup, gülzâr-ı mezârına iletdiler ve serî´an, defn eylediler ve üstine otak-ı gerdûn-kıyâm kurup, hâzır olan fukarâ’-i enâmı it´âm ve hatemât-ı kelâm-ı Melik-i Allâm itmekle, rûh-ı pür-fütûhlarını vâsıl-ı nesîm-i dârü’s-selâm eylediler] ve ol evân-ı kıyâmet-nişânda, Sarây-ı hümâyûn’da [Şâh-ı âlî-şânun birâderleri olan] ontokuz nefer şehzâde, bilâ-cürm ü istihkāk, şühedâ zümresine ilhâk olınup; lâkin na‘ş-ı rahmet-nakşları ol gün, çıkarılmağa mecâl olmayup, gurûb, karîb olmağla, zamân, katı teng olup, techîzlerinde direng iktizâ eylemeğin, irtesi günde, ale’s-sabâh, çıkarılup,
Ki ân zamân nebüved der reh-i du‘â perde (953)
ol şühedâ’-i ma‘sûmîn-i mazlûmîn] namâzları fezâ’-i Dîvan’da Müfti’l-müslimîn imâmeti ile edâ olınup, ataları Pâdişâh-ı merkūm-ı merhûmun ayağı ucunda, defn olındılar. [Ol günde, fukarâ vü eytâma ıt‘âm-ı ta‘âm ve bezl-i sadakāt u in‘âm ve rûh-ı pür-fütûhları içün, kurrâ vü huffâz-ı enâm, hatemât-ı kelâm-ı Mecîd-i Allâm idüp, mevâlî-i izâm ile du‘âya kıyâm itdiler.]”
III. Murad’ın defin merasimi ve mezarı hakkında Hasan Bey-zâde’nin yanı sıra bu yıllarda Venedik Cumhuriyeti İstanbul Büyükelçisi olan Marco Venier’in Venedik devlet başkanı ve senatosuna gönderdiği bir rapordan da bilgi alınmaktadır[13]. Büyükelçinin gönderdiği rapora göre III. Murad’ın naaşı Ayasofya Camii haziresine kurulan büyük ve görkemli bir askeri çadırın içerisinde hazırlanan mezarına defnedilmiştir. Cenaze merasiminden sonra sarayda boğdurulan ondokuz şehzadenin tabutları da ertesi gün defnedilmek üzere çadıra getirilmiş ve babalarının mezarının çevresine yerleştirilmiştir.
Mezarı üzerine otağ kurulduğunu bildiğimiz beşinci sultan III. Mehmed’dir. Hasan Bey-zâde[14] ve Solak-zâde’nin[15] verdiği bilgilere göre 1603 yılında Topkapı Sarayı’nda vefat eden sultanın naaşı burada yıkanıp kefenlendikten sonra namazı kılınmış, Ayasofya Camii avlusunda II. Selim Türbesi’nin yanında hazırlanan mezarına defnedilerek mezarı üzerine otağ kurulmuştur. Hasan Bey-zâde III. Mehmed’in defin merasimiyle ilgili bilgi verirken mezarı üzerine otağ kurulduğunu şöyle ifade etmektedir:
“Emr-i techîz ü tekfîn, itmâma irüşüp, [mukarrebân u havâşî olan ağayân-ı tavâşî,] tâbût-ı rahmet-men‘ût [-ı Sultânı götürüp, Bâb-ı sa‘âdet-me’âb’dan taşra çıkarduklarında,] cesedleri görindüği gibi, [vüzerâ`-i saff-ârâ,] seğürdüp omuzlarına alup, meydân-ı Dîvân’da, nasb eyledükleri kürsî-i refî´-i feleknişâna vaz´ eylediler. [Pâdişâh-ı İslâm dahi, ol makāmda, hazır olup,] Müftî-i asra namâzın kıldurdılar. Pâdişâh-ı cedîd, içerüye gidüp, cenâzeyi ekābir, götürüp, Sultân Selîm-i halîm-türbesi bâğçesinde, hafr u ihzâr eyledikleri mezâr-ı pür envârına iletüp, defn eylediler. [Mustafa Paşa-hânkāhı şeyhi Şeyh Hasan, levâzım-ı telkîni edâ vü karîn eyledükten sonra, kabir] üzerine otak-ı âlî-nitâk kurılup, huffâz u kurrâ, tilâvet-i Kur’ân-ı kerîm’e meşgul oldılar ve rûh- ı pürfütûhı içun, ta´âm tabh olınup, fukarâ-i enâm, it´âm olındılar.”
III. Mehmed’in defin merasimi Solak-zâde tarafından da anlatılmıştır.
Vüzera ve ulema şemle getirub başlarına sardılar ve sairleri birer siyah çember bağlayarak müfti-i zaman ve erkân-ı bâb-ı saade yanında dizilub durdular. Merhum Sultan Mehmed Hanın naaş-ı rahmet-nakşı çıkmasına mütevakkıf oldular. Emr-i techiz ve tekfin itmama erişüb tabut-ı cesedleri göründüğü gibi vüzera seğirdüb ve omuzlarına alub meydan-ı divanda iskemle üzerine koyub müfti-i asır Mustafa Efendiye namazın kıldırdılar. Padişah-ı cedid gerü içeriye gidüp cenazeyi götürüb Sultan Selim-i Halîm türbesi bahçesinde hafr ve ihzar eyledikleri mezar-ı pür-enverlerine defn eylediler. Ve üzerine otak-ı âlî nitâk kurulub huffâz ve kurrâ tilâvete meşgül oldular. Ve ruh-ı pür futuhu içün taamlar tabh olunub fukara-yı enâm it’am olundular”.
Mezarı üzerine otağ kurulduğunu tespit ettiğimiz son sultan II. Mahmud’dur. 1839 yılında kız kardeşi Esma Sultan’ın Çamlıca’daki köşkünde vefat eden II. Mahmud’un naaşı Topkapı Sarayı’na getirilmiş, burada yıkanıp kefenlendikten sonra cenaze namazı kılınmış, büyük bir kalabalık eşliğinde defin yeri olarak belirlediği Esma Sultan’ın Divanyolu’ndaki sarayının bahçesine defnedilerek[16] mezarı üzerine otağ kurulmuştur. II. Mahmud’un mezarı üzerine kurulan otağı sultanın mezarını ziyaret eden Alman subay Helmuth von Moltke görmüştür. Moltke[17] II. Mahmud’un mezarı ve üzerindeki otağ hakkında aşağıdaki bilgiyi vermektedir:
“Marmara deniziyle liman arasında ve Nuruosmaniye camii yakınındaki bir sırtta, yerküresinin başka hiçbir yerinde böyle zengin bir tarzda bir araya gelmemiş kasabalar, denizler, dağlar, adalar, saraylar ve donanmaların genel panoraması seyredilir; bir zamanlar Sultan Mahmut, orada gömülmek istediğini söylemiş. Tabutunu işte buraya getirmişler; üzerine bir çadır kurulmuş, türbe de şimdi bu çadırın üzerinde kubbelenecek, çünkü müteveffa hükümdarın kemiklerinin bir kere daha rahatsız edilmemesi lazım. Huzur ve sükûn içinde yatsınlar.”
Osmanlı tarihleri ve seyahatnamelerde sultan mezarlarının yanı sıra şehzade naaşları ve şehit mezarları üzerine de otağ kurulduğunu gösteren bilgiler vardır. Şehzade naaşı üzerine otağ kurulduğunu dair bilgi Şehzade Mustafa’nın öldürülmesiyle ilgili anlatılarda geçmektedir. Anlatılara göre Şehzade Mustafa 1553 yılındaki İran seferi sırasında Konya Ereğli’si civarındaki Aktepe adlı bir menzilde konaklayan babası I. Süleyman’ın elini öpmek üzere ordugâha gelmiş, kendisini karşılayan bir saray çavuşu tarafından otağ-ı hümâyûna kadar götürülmüş, içeri girer girmez cellatlar tarafından kementle boğulmuştur[18].
Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi Seyid Lokman tarafından yazılan ve I. Süleyman’ın hünerlerinin konu edildiği 1589 tarihli Hünernâme’nin[19] ikinci cildinde hem anlatılmış hem de resimlenmiştir. Hünernâme’ye göre, öldürülen şehzade şehit naaşlarında olduğu gibi giyindiği beyaz kaftanı kefen kabul edilerek kapı önüne çıkarılıp uzatılmış ve üzerine otağ kurulmuştur (Resim3).
Üst kısmına “Merhum Sultan Mustafa’nın emr-i Hakk’a itaati ahvalidir” yazılı olan resmin sağ üst köşesinde perdeden yapılan bir çit (zukak) içindeki otağında beyaz bir kaftan giyinmiş olarak oturan Sultan Süleyman, karşısında duran bir görevlinin işaret ettiği art arda dizilmiş dört cellâda bakmaktadır. Sultanın hemen arkasında has odalı iki ağa bulunmaktadır. Padişahın otağını ordugâhtan ayıran çitin dışında ise boğdurulan şehzade ve naaşı üzerine kurulan otağ resmedilmiştir. Şehzadenin üzerinde beyaz bir kaftan bulunmaktadır. Başı açık olan şehzadenin sorguçlu sarığı yanı başındadır. Otağın hemen yanında ellerinde sopalarıyla iki görevli şehzadenin naaşına nezaret etmektedir. Az ileride ise şehzadenin başları vurdurulan iki adamı, Şahbey ve Rıdvan Bey gelişigüzel bir şekilde yatmaktadır (Resim 3).
Şehit mezarları üzerine otağ kurulduğuna dair bilgi ise Evliya Çelebi’nin (öl. 1684?) Seyahatnâme’si ile Silâhdar’ın (öl. 1723) Nusretnâme’sinde verilmiştir. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre[20]; 1663 yılındaki Uyvar seferi sırasında Estergon’da meydana gelen Ciğerdelen Muhasarası’nda şehit olan askerlerin naaşları toplanarak bir mezara defnedilmiş, üzerine otağ kurulup üç gün üç gece Kur’an okutulmuştur.
“Bu kıssa-i pür-hisseden Sadrıa‘zam hissedâr ve haberdâr olunca hemân ale’ssabâh cemî‘i şuhedâlarımızın na‘şe-i münevverelerin sahrâ-yı Ciğerdelen’de buldurup cümle Üstürgon tarafına getirdüp serâperde-i Berhayâ kurbunda Süleymân Hân depesi zeylinde bir hafr-i azîm kazdırup cümle bin altmış aded şehîdânın henüz bir gün bir geceden berü kanları revân olarak Ordu Monlası Ünsî Efendi cenâze-i şehîdân-ı gâ’ibân namâzına muktedâ olup iki kerre yüz bin aded guzât-ı muvahhidîn şehîdân namâzına bir kümeden hâzır olup {namâz-ı şehîdân kılınup} cümle şühedâyı biri biri üzre balık istifi gibi yığup defn etdiler.”
Ve bu şehîd üzre haymeler kurulup cümle Üstürgon ulemâları üç gün üç gece tilâvet-i Kur’an etmeğe me’mur olup Sadrıa’zamdan ulemâlara ihsân[u] in’âmlar oldu”
Silâhdar’ın Nusretnâme’de[21] verdiği bilgiye göre ise 1695 yılında Logoş (Lugoş/ Lugos) Kalesi’nin fethi sırasında şehit olan Şahin Mehmed Paşa, Arnavud Mehmed Paşa ve Siroto Hüseyin Bey’in naaşları Sultan II. Mustafa’nın (1695-1703) kendi otağı içerisinde hazırlattığı kabirlere defnedilmiştir.
“Şevketlû Padişah, askerlerin maneviyatını yükseltmek ve onları savaşa teşvik için Vezir Şahin Mehmed Paşa, Arnavud Mehmed Paşa ve Siroto Hüseyin Bey’in cenazelerini Otağ-ı hümâyuna getirerek, yüzlerini açtırıp her birine ayrı ayrı duâlarda bulunarak, şehidlerin ruhlarını şâd ettikten sonra, Âdil Köşkü önünde İçhalkı ile birlikte cenaze namazlarını kıldı. Şahin Mehmed Paşa ile Hüsrev Bey fıkıh kitaplarında yazılı olduğu şekilde, kanlı gömlekleri ile otağ içinde hazırlanan kabirlerine defnedildiler. Mahmud Paşa ise ölmeden önce dünya kelamı ettiği için cenazesi usulüyle yıkandıktan sonra gömüldü. Bu üç şehid yan yana toprağa konulduktan sonra mezarları toprak ile yulaf örtülerek belirsiz bir hale getirildi. Padişahımız bunlar hakkında «Gerçi düşman ordusunu perişan ettim amma, ne çare ki Mahmudumla Şahinimden ayrıldım» diyerek duyduğu üzüntüyü belirtmişti.”
Yukarıda sunulan örnekler Osmanlı defin merasimlerinde sultanlar, şehzadeler ve şehit mezarları üzerine otağ kurulmasının yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Bu uygulamanın doğru olarak anlaşılması için konunun hem Türklerin İslam öncesi defin gelenekleri, hem de İslami defin kuralları ve uygulamaları açısından değerlendirilmesi gerekir.
İslam öncesi Türk defin merasimlerinde[22] naaşın çadıra konulduğuna dair ilk bilgi Batı Hunları hakanı Attila’nın 453 yılında yapılan cenaze merasimiyle ilgili anlatılarda geçmektedir. Got tarihçisi Jordanes’in[23] nakline göre defin merasimi sırasında Attila’nın naaşı ordugâhının ortasına kurulan ipek bir çadırda[24] tabuta konulmuştur. Hun seçkinleri atları ile çadırın çevresinde dolaşırken yası yöneten yaşlılar tarafından Attila’nın hayatta iken yaptığı işler anlatılmış ve ağıtlar söylenmiştir. Yasa katılan erkekler saçlarını kesmişler ve yüzlerini çizerek derin yaralar açmışlardır.
Batı Hunlarında 5. yüzyılda tespit edilen bu geleneğin Asya’da yaşayan diğer Hun boyları veya topluluklarında da olması kuvvetle muhtemeldir[25]. Çin yıllıklarında yer alan Göktürk defin merasimleriyle ilgili anlatılar bu ihtimali doğrulamaktadır. Yıllıklarda verilen bilgiye göre Göktürkler ölülerini merasim için kurulan bir çadırın içine koymakta, ailesi ve akrabaları ölüye kurban sunmakta, at ile çadırın çevresini dolaşarak yüzlerini bıçakla kesmekte, böylece kan ve yaşın birlikte aktığı bu merasim yedi defa tekrarlanmaktadır[26].
Elimizdeki bilgilere göre bu gelenek sadece Türklerle de sınırlı değildir. Pencikent’teki II Numaralı Tapınak’ın güney duvarındaki 7-8. yüzyıllara tarihlenen Sogd dönemine ait bir duvar resminde yas merasimi tasvir edilmiştir. Resimde naaşın bir çadır içerisine konulduğu görülmektedir. Çadırın içerisinde ve çevresinde saçlarını ve yüzlerini kesip feryat ederek yas tutan figürler vardır (Resim 4)[27].
Benzer bir geleneğin Moğollarda da varlığı bilinmektedir. Gizli Tarih’e göre Cengiz Han öldürttüğü Teb Tenggeri’nin naaşı üzerine çadır kurdurmuştur[28].
“…Çinggis-hahan, Teb-tenggeri’nin bel kemiği kırılmış vaziyette bir köşede, arabaların yanında yatmakta olduğunu görünce üzerine boz bir çadır kurdurdu ve: Buradan gideceğiz!,, diye emir verdi. Bunun üzerine burasını terk ederek başka yere göç ettiler.
Teb’in üzerine kurulmuş olan çadırın penceresi (bacası) kapatılmış, kapısı örtülmüş ve etrafına nöbetçiler konmuştu. Böyle olduğu halde, üçüncü gün şafak sökerken çadırın penceresi açıldı ve teb’in (vucudu da) kendiliğinden yükselerek kayboldu…”.
Anlaşıldığı kadarıyla başta Türkler olmak üzere Asya’da yaşayan pek çok toplumda ölü çadırı kurulması defin merasimlerinin önemli bir parçasıdır. Türklerin İslam öncesi defin uygulamaları hakkında bilgi veren kaynaklarda ölü çadırı kurulmasının nedenleri belirtilmese de bazı çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Çadır bozkır halkları tarafından kutsal bir mesken olarak algılanmış[29] bu nedenle de her türlü ayin ve merasim çadırda veya çevresinde gerçekleştirilmiştir[30]. Ölü çadırı sembolik değerinin yanı sıra defin için gerekli hazırlıkların yapıldığı bir mekân olarak da önem taşımaktadır. Hun ve Göktürk defin merasimlerine ait anlatılara göre ölü çadırı içinde tahnit, kefenleme ve tabuta yerleştirme gibi işlemler yapılarak naaş defin için hazırlanmakta[31] çevresinde ise ağıtlar söylenmesi, saçların kesilmesi, yüzün çizilmesi ve kurban sunulması gibi yas adetleri gerçekleştirilmektedir[32]. Bu nedenlerle bozkır halkları için ölü çadırı hem sembolik hem de işlevsel bir mesken niteliğine sahiptir.
Konuya İslami defin kuralları ve uygulamaları açısından bakıldığında ise ilk olarak İslam dünyasında defin kuralları ve mezar yapılarının çok tartışılan konulardan biri olduğunu belirtmek gerekir. Kur’ân’da açık ve kesin bir hüküm olmadığı için defin kuralları ve mezarların yapısı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür[33]. Ancak genel kabullere göre kabirlerin kireç ve benzeri malzemeler kullanılarak yapılması, yükseltilmesi, üzerine kubbeli bina yapılması ile taşına övücü ve kaderden şikâyet edici sözler yazılmasının yasak olduğunda ittifak edilmiş, hatta bazı ulema bunların haram olduğu sonucuna varmıştır[34].
Mezar üzerine çadır kurulmasında da benzer bir durum söz konusudur. Buhari tarafından nakledilen bir hadise göre, Hz. Muhammed, Hz. Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahman’ın (öl. 673) mezarı üzerine kurulu bulunan çadırı kaldırtmıştır “İbn Umer (R) Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahmân’ın kabri üzerinde bir çadır gördü de: Ey oğul, bu çadırı sök, çünkü ölüyü kabrinde ancak kendi ameli gölgeler, dedi”[35].
Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde yer alan bir rivayete göre Ebû Hüreyre[36] (öl. 678) kabrinin üstüne çadır kurulmamasını vasiyet etmiştir. Ahmed bin Hanbel’in de[37] (öl. 855) mezarlar üzerine yünden dokunan bir tür çadır olan “fustat” kurulmasına karşı çıktığı ve oğlu İbrahim’e kendi mezarı üzerine çadır kurulmamasını söylediği rivayet edilmektedir[38].
Bazı hadis ve rivayetlerde mezarlar üzerine çadır kurulması men edilse de, ulema arasındaki farklı görüşler nedeniyle bu kısıtlamalara her zaman uyulmamıştır. İmam Şafiî (öl. 820), el-Üm’de[39] Mekke’de mezarlıklardaki kubbelerin yıktırıldığını gördüğünü, ancak ulemadan hiç kimsenin bunları yasaklamadığını ifade etmiş, Ali el-Kârî de[40] (öl. 1014), tanınmış şeyh ve ulema kabirlerine insanların ziyaret ve dinlenmesi için kubbe kurulmasına selefin izin verdiğini belirtmiştir[41].
Mezar üzerine çadır kurulup kurulmayacağı konusunda başlangıçta bir tartışma olsa da bu uygulamanın sonradan yasaklandığı anlaşılmaktadır. Örneğin Abdullah İbn Abbas’ın[42] (öl. 688) Ta’if ’deki mescidinde bulunan kabri üzerine çadır (fustat) kurulmuş, fakat bu çadır daha sonra kaldırılmıştır. Buhari’den nakledildiğine göre Hazret-i Alî’nin torunu Hasan İbn-i Hasen’in (öl. 669) mezarı üzerine eşi Fatma Binti-i Hüseyn, Ümmü’l-Mü’minîn Zeyneb Bint-i Cahş’ın (öl. 641) mezarı üzerine ise Hz. Ömer (öl. 644) tarafından bir kubbe[43] kurdurulmuş, ancak daha sonra bu kubbeler kaldırılmıştır[44].
Mezar üzerine çadır kurulması Memluk sultanlarının defin merasimlerinde de saptanmaktadır. Memlûklu tarihçisi İbni Tagrıberdi’nin (öl. 1466) verdiği bilgiye göre Sultan Melik Zahir Berkuk’un (öl. 1399) mezarı üzerine çadır kurulmuştur[45].
“Emirler ve kadılar vasiyetine uygun cenaze namazını kıldıktan sonra nâşını omuzlarında taşıyarak yol kenarında bir yere, çevresi duvarlarla çevrilmemiş bir mezara Cuma namazından önce defnettiler. Ondan önce hiçbir Mısır hükümdarı gündüz gömülmemiş ve mezarı üzerine bir çadır kurulmamıştır. Cenazesi defnedildikten sonra o çadırda günlerce Kur’an okunmuş, kalabalık halk kitlelerine yemekler verilmiş, birkaç gün boyunca devlet erkanı mezarı ziyarete gelmiş ve halk üzüntüye olmuştur.”
İslam dünyasında yukarıda bahsedilen rivayetler ve tarihçilerin verdiği bilgilerin yanı sıra mezarlar üzerine çadır kurulduğunu gösteren görsel kaynaklar da bulunmaktadır. Bunlardan biri 7. yüzyılda yaşamış bir Arap şairi olan Urvâ ibn Hizam’ın hikâyesine dayanan ve 11. yüzyılda Ayyuki tarafından Farsça yazılarak Gazneli Sultan Mahmud’a sunulan Varka ve Gülşah isimli bir aşk hikâyesidir. Bu hikâyenin 12. yüzyılın sonu veya 13. yüzyılın başlarına tarihlenen bir nüshasında bulunan Varka’yı aldatmak için yapılan Gülşah’ın sahte mezarı ve sözde yas tutan anne ve babası ile Şam hükümdarının Varka ile Gülşah’ın mezarını ziyaret etmesini gösteren iki resimde de mezar üzerine çadır kurulmuştur (Resim 5-6)[46].
Mezar üzerine çadır kurulduğunu gösteren bir tasvir de Timurlu döneminde hazırlanmış 1444 tarihli Nizami’nin Hamse’sinde bulunmaktadır[47]. Yazmanın İskender’in tabutu başında ağıt yakılmasını gösteren resminde naaş çadır içerisinde hazırlanan bir mezara konulmuştur. Çadırın çevresinde elbiselerinin yakalarını yırtıp feryat ederek yas gösterileri yapan figürler vardır (Resim 7)[48].
Mezar üzerine çadır kurulmasını İslami ikonografi açısından da değerlendirmek gerekir. İkonografik olarak mezar üzerine düşürülen gölgenin sembolik bir cennet imgesi oluşturduğu, bunun da mezar üzerine kurulan bina veya çadır, ya da ağaç veya bitki dalları gibi gölge oluşturan farklı unsurlarla yapılabileceği ileri sürülmüştür[49]. Yukarıda verilen hadiste de kaldırılması istenen çadırın mezar üzerine gölge yapması için kurulduğunun belirtilmesi bu bakımdan dikkate değerdir. Bazı surelerde[50] cennetlerin diğer özelliklerinin yanı sıra gölgelik bir yer olarak da tanımlanması, mezar üzerine düşürülen gölge ile cennet arasında sembolik bir ilişki olabileceğine delil oluşturacak niteliktedir.
Osmanlı sultanlarının mezarları üzerine otağ kurulmasında Türklerin İslam öncesi defin geleneklerinin mi, yoksa mezar üzerine düşürülen gölgeyle oluşturulan cennet imgesinin mi etkili olduğu tartışılması gereken bir konudur. Bu bağlamda hangi geleneğin daha etkili olduğunu anlamak veya en azından bir fikir vermesi açısından Osmanlı sultanlarının definlerindeki diğer uygulamalara bakmak yararlı olacaktır.
Osmanlı cenaze merasimleri incelendiğinde ağlama ve yanıp-yakılma[51], matem elbisesi giyme[52] sarık atma[53], başa toprak serpme[54], bedeni yaralama[55], saç kesme[56] ve çadır devirme[57] gibi yas göstergesi olan birçok davranış biçimi tespit edilmektedir[58]. Bazı merasimlerde cenaze alayının önünde, ölen sultanın kuyrukları kesilen veya boyanan tersine eyerlenmiş atlarının bulunması[59], askerlerin yaylarını kırmaları, kırık yayların tabutun üzerine konulması, sultanın yayının ve kılıcının mezarının yanına bırakılması[60] gibi davranışlar Osmanlı döneminde azımsanmayacak kadar İslam öncesi defin adedi olduğunu göstermektedir[61].
Osmanlı defin merasimlerinde saptanan bu adetler naaş veya mezar üzerine otağ kurulması uygulamasının da diğerleri gibi İslam öncesi defin gelenekleri ile ilişkili olabileceği kanaatini güçlendirmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Türklerin İslam öncesi defin merasimlerinde görülen birçok uygulama Osmanlı dönemine değin oluşan yeni sosyal şartlar içerisinde değişime uğramıştır. İslam öncesi dönemin ölü çadırlarını da bu bağlam içerisinde ele almak ve değerlendirmek gerekir
İslam öncesi defin merasimlerinde ölü için kurulan çadırın temel işlevi defin öncesi uygulamalarla ilişkilidir. Ölü çadırlarının içerisinde tahnit, yıkama, kefenleme ve tabuta koyma gibi işlemler yapılarak naaş defin için hazırlanmakta, çevresinde ise yas gösterileri gerçekleşmektedir. Bu uygulamalar bir bütünün parçaları olsa da ölü çadırlarının içerisinde gerçekleştirilen defin öncesi işlemler ile çevrelerinde gerçekleştirilen yas gösterileri birbirinden farklı nitelikte eylemlerdir. Bu ayırım Osmanlı dönemindeki değişimin algılanması açısından da önem taşımaktadır.
Osmanlı döneminde sultanlar için ölü çadırı kurma uygulaması ünik bir durumdur. Özellikle seferde veya başkent dışında gerçekleşen sultan ölümlerinin gizlenmesi[62] nedeniyle bu uygulamadan özellikle kaçınılmış, 1398 yılındaki Kosova Savaşı sırasında I. Murad için kurulan otağ[63] dışında sultanlar için ölü çadırı kurulduğuna dair bir bilgi de tespit edilememiştir. Sefer sırasında ölen sultanların definlerinde ölü çadırında yapılması gereken Osmanlıca tabiriyle «techiz ve tekfin” yani gerektiği durumlarda tahnit, yıkama, kefenleme ve tabuta koyma gibi her türlü defin öncesi işlem, I. Selim ve I. Süleyman örneğinde olduğu gibi sultanın vefat ettiği otağda yapılmış ve ayrı bir ölü çadırı kurulmasına gerek duyulmamıştır.
Eğer sultan İstanbul veya yakınlarında ölmüş ise techiz ve tekfin Topkapı Sarayı’nda yapılmıştır. 17. yüzyılın sonlarına kadar techiz ve tekfinin haremde yapıldığı dışında ayrıntılı bir bilgi yoktur. Konumuz açısından üzerinde durulması gereken uygulama 17. yüzyılın sonlarından itibaren bilgi sahibi olduğumuz tekfinlerin Enderun Avlusu’nda kurulan çadırlarda gerçekleştirildiği durumdur. Dönem kaynaklarından alınan bilgilere göre II. Süleyman (öl. 1691), II. Mustafa (öl. 1703), III. Osman (1757) ve I. Abdülhamid’in (öl. 1789) tekfinleri Enderun avlusunda kurulan çerge[64] veya sayebanlarda[65] yapılmıştır.
II. Süleyman’ın Topkapı Sarayı Enderun Avlusu’nun Kızlar Ağası Kapısı önüne kurulan çerge içerisindeki tekfini hakkında Silâhdar Mehmed Ağa[66] tarafından bilgi verilmektedir:
“Pâdişah-ı mağfurun cenâzesi harem kapısı dâhilinde vaki’ darü’s-saâde ağası odası önünde kurulan çergeye getirilüb gasline Şeyhülislâm memur iken pir ü alîl olmağla İmam Ali Efendi gasledüb bostancılar imamı Hacı Şaban Efendi su koyub techiz ve tekfîni tamam olduğunu arz eylediklerinde ata süvar ve alay köşküne nüzûl ve ikindi namazın eda eyledikden sonra köşk dâhilinde tahtadan vaz’ olunan musallaya inüb pâdişâh-ı mağfurun cenâzesin getürdiler. Ve İmam Ali Efendi hâzır olan âyan ve cemaat-i kesîre ile namazın kılub arabaya tahmil eylediler ve penbe ile dört tarafın besleyüb kavi kolanlar ile sarub kokmamak içün altına ve üstüne buz pareleri koydular”.
II. Mustafa’nın Topkapı Sarayı Enderun Avlusu’nda Ağalar Camii önündeki meydana kurulan çergedeki tekfinini ise bizzat Silâhdar Mehmed Ağa[67] yaptırmıştır. Silâhdar kendi yaptırdığı tekfini şöyle anlatmaktadır:
“Padişah, silahdar olduğum için cenaze töreninin benim tarafımdan yönetilmesini istemişti. Ben de vezirleri ulema ve büyük rütbedeki memurları çağırttım. Bunlar saraya gelip Akağalar kapısı dışında toplandıkları sırada, cenazeyi Kuşhâne kapısından çıkartıp, İçoğlanları cami’i önündeki meydanlığa kurulan çergeye getirttim. Vasiyeti üzerine ve Pâdişahın emri gereğince, Ayasofya şeyhi İspirî damadı Mustafa Efendi, Ayasofya başimamı Gonça zade Mustafa Efendi, İmam-i Sultanî Seyyid Mustafa Efendi ve Saray kurralarından Şeyh Mehmed Efendilerin yardımıyla yıkanıp kefenlendi. Tabutuna üç sorguçlu mücevveze konulduktan sonra kaldırıldı”.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki 350 numaralı cülûs merasimlerine dair Sadaret Defteri’ndeki bilgiye göre III. Osman’ın tekfini Topkapı Sarayı Enderun Avlusu’nda kurulan bir sayeban içerisinde yapılmıştır[68].
“na‘ş-ı gufran-nakş dahi bi-izn-i hümâyûn zülüfliyân kapusu kurbunda vâki‘ kızlar kapusu ta‘bîr olunur kapudan ihrâc ve mermer sütûnlar altında darb olunan sayebân derûnunda şehremîni ve yazıcı efendi ma‘rifetleriyle gasle mübâşeret esnâsında feth-i hakānîden beru selâtîn-i Osmâniyye’den ve gerek şehzade-i cüvanbahtândan ‘âzim-i şehrâh-ı cinân olanların na‘ş-ı gufran-nakşları mevzû‘-ı tahta-i tenşüy oldukta yeniçeriyân-ı dergâh-ı âli ocağı kullarından yeniçeri ağası ve sekbanbaşı ve kul kethüdâsı ağa kulları dahi gelip bir kerre dahi mübârek cemâl-i mağfiret-iştimallerin müşâhede ile merasîm-i hukûk-ı bendegîyi icrâ sûretinde resm-i hakk-ı vedâ‘ı edâ eylemeleri Saray-ı Hümâyûn’da öteden berü mer‘î olan hâlâttan olmağla bu dahi Enderûn-ı Hümâyûn tarafından sudûr eden izn-i hümâyûn üzere mûmâileyhüm gelip müşâhede ve der-‘akab ‘avdet eyledikten sonra gasle şürû‘ olunmağla ba‘de’l-hitâm kaldırılıp babüssa‘âde semtinde mevzû‘ musallâya îsâl olunurken”
I. Abdülhamid’in tekfini ve defin merasimi ise hem Esad Efendi’nin Teşrifat-ı Kadime’sinde[69], hem de 350 numaralı Sadaret Defteri’nde[70] benzer şekilde anlatılmıştır. Defterlere göre I. Abdülhamid’in tekfini de Topkapı Sarayı Enderun Avlusu’nda kurulan bir sayeban içerisinde gerçekleşmiştir.
“Bu esnâda Zülüfliyân kapusu kurbunda vâk’i kapusundan merhum efendimizi ihrâc ve mermer sütunlar altında darb olunan sâyebân derûnunda Yazıcı efendi marifetiyle gasle mübaşeretten mukaddem erkân-ı devlet cemal-i mağfiret iştimallerin müşahede ile merasim-i hukuk-ı bendegiyi icra suretinde resm-i hakk-ı vedâ-ı eda eylemeleri emr-i hümayuna muhtaçtır deyu kisedar-ı teşrifat, saâdetlû babü’s-saâde ağasına ifade ve ağay-ı müşarünileyh dahi şevketlû efendimize istâzan eylediklerinde «teşrifat ne ise icra olunsun» deyu izin sadır olduğunu tefhim eylemeleriyle sayeban altında, vefat eyledikleri elbise ile şeyhulislâm efendi ve kaymakam paşa ve kaptan paşa ve sudur-ı-kiram ve defterdar ve reis-ül-küttâb ve ocak ağaları varub rüyet ve bâdeddua avdet eylediklerinde meşâyih-i selâtîn ve imâm-ı dîvânhâne-i saray-ı hümâyûn ve imam-ı şehriyârî efendiler mübâşeretiyle ve saâdetlü dârü’s-saâde ağası nezâretiyle gasle şürû’ olunmağla”
Osmanlı sultanlarının 18. yüzyıldaki defin merasimleri D’Ohsson[71] tarafından da ayrıntılı olarak anlatılmıştır. D’Ohsson’un verdiği bilgiye göre; harem ağaları tarafından harem kapısına kadar getirilen naaş bostancılar tarafından alınarak harem yanındaki revakların altına kurulan çadıra götürülmektedir. Burada görevliler tarafından naaş tetkik edilmektedir. Daha sonra saray hocaları tarafından su ve sabunla yıkanmakta ve kokular sürülerek defin için hazırlanmaktadır[72].
Yukarıdaki anlatılardan tekfinlerinin çadırlarda yapılmasının ölen sultanın naaşının görülerek ölüm sebeplerinin saptanması gibi bir hukuksal süreçten kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Uzunçarşılı[73] teşrifat defterlerinde belirtildiği gibi sultanın suikasta uğrayıp uğramadığının yeniçeri ocağı tarafından bilinmesinin bir kanun olması nedeniyle yeniçeri ağası, sekbanbaşı ve kul kethüdasının ölen sultanın cesedini elbisesiyle birlikte görmelerinden sonra tekfin edilerek defin işlemlerinin yapıldığını belirtmekte, D’Ohsson ise bu uygulamanın Sultan İbrahim’in öldürülmesinden sonra (öl. 1648) usul haline geldiğini ifade etmektedir[74].
Topkapı Sarayı Enderun Avlusu’nun revakları altında kurulan çerge veya sayebanlar biçimsel olarak ölü çadırı geleneğini hatırlatsa da bu çadırlarda sadece görevliler bulunmakta, çadır çevresinde yas gösterisi yapılmamakta ve bunlar sadece tekfin için kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu çadırlar ile İslam öncesi defin uygulamalarındaki ölü çadırları arasında bir ilişki yoktur. İslam öncesi defin merasimlerinde ölü çadırının çevresinde yapılan yas gösterileri[75] Osmanlı döneminde ölüm haberinin duyurulması ile başlayıp defin merasimi sırasında devam etmektedir. Yas gösterilerinin bir parçası olan aş verilmesi, fakir fukaranın doyurulması ve sadaka dağıtılması gibi hayır işleri ise defin sonrasında mezar üzerine kurulan otağın çevresinde gerçekleşmektedir[76]. Bu yönleri ile otağlar ile İslam öncesi defin merasimlerindeki ölü çadırları benzer özellikler göstermektedir.
Mezar üzerine kurulan otağların diğer bir işlevinin sultan mezarlarını görünür kılmak ve korumak olduğunu düşünmek gerekir. Aksi takdirde mezarlar her türlü taciz ve saldırıya açık olacaktır. Celâl-zâde[77] ve Selaniki’nin[78] verdiği bilgiler de otağlar için bekçiler tayin edilerek güvenliklerinin sağlandığını göstermektedir. Dolayısıyla mezar üzerine kurulan otağlar bir ritüel olmanın yanı sıra, türbeleri inşa edilene kadar sultan mezarlarını görünür kılmak ve korumak gibi bir işlevle de kullanılmışlardır. Daha sonra bu otağlar kaldırılacak ve yerlerine sultanların kalıcı türbeleri inşa edilecektir. Bu nedenle sultan mezarları üzerine kurulan otağları geçici türbeler olarak nitelemek uygun olacaktır.
Mezarı üzerine otağ kurulduğunu bildiğimiz sultanlar için yaptırılan türbelerin inşa tarihleri de bu hususu doğrulamaktadır. 1520’de vefat eden I. Selim’in türbesi 1522’de, 1566’da vefat eden I. Süleyman’ın türbesi 1568’den sonra, 1574 yılında vefat eden II. Selim’in türbesi 1576’da, 1595’de vefat eden III. Murad’ın türbesi 1600’de, 1603’de vefat eden III. Mehmed’in türbesi 1608/1609’da ve 1839’da vefat eden II. Mahmud’un türbesi ise1840 yılında tamamlanmıştır[79]. Bu nedenle ölümleri ile türbelerinin inşa tarihleri arasındaki zaman süresinde sultan mezarlarının görünür kılınması ve korunması için otağ kurulması bir ritüel olmanın yanı sıra bir gereklilik olarak da gözükmektedir.
Otağların yerlerine kalıcı türbelerin inşa edilmesi tamamen yeni sultanın takdirinde olmakla birlikte[80] bu işlemin de belirli bir ritüel içerisinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. I. Selim ve III. Murad’ın türbelerinin inşasıyla ilgili anlatılara göre kalıcı türbelerin inşası için otağ ve çevresinde gerçekleşen yas gösterileri ile Kur’an okunması ve diğer hayır işlerinin son bulması beklenmektedir.
Solak-zâde I. Selim’in cenaze merasimini anlatırken “…kırk gün muhâfazadan sonra, hazret-i padişah peder-i saadet-intizâmlarının merkadi civarında hukuk-ı ebeveti eda üzere bir âli câmi’-i cennet makam ve imaret-i güzin-i hayır-encam yapturdılar” şeklinde I. Selim’in defninden sonra otağ ve çevresindeki merasimlerin kırk gün kadar sürdüğünü, bu sürenin bitmesinden sonra içerisinde sultanın türbesinin de bulunduğu külliyenin inşaatına başlandığı belirtilmektedir[81].
Selaniki[82] ise III. Murad’ın türbesinin inşasıyla ilgili olarak aşağıdaki bilgiyi vermektedir.
“Merhûm ve mağfûrun leh Sultân Murad Han’un kırkı tamâm olup, türbe-i şerîf binâsına mübâşeret olunduğıdur.
Ve şehr-i cumâdelâhirenün altıncı gün merhûm ve mağfûrun leh Sultân Murad Han -tâbe serâhu- türbesine tilâyet-i Kur’ân-ı azîm eyleyen bekciler eyyâm-ı erba‘îni tamâm idüp, rûh-ı pür-futûhları içün aşlar pişüp, fukarâ vü mesâkîn it‘am olunup, ma‘hûd olan ca‘izeleri virilüp sa’ir hasenât ve tasaddukât tevzi‘ olundukdan sonra du‘a ve senâlar ile ihtitâm eylediler ve ser-mi‘mârân ve mühendisân-ı devrân Davud Ağa türbe-i şerîfün resmini şeş-kûşe üzre ta‘yîn eyleyüp, binası içün esbâb u edevât ihzâr eyleyüp, temeli bırağılup, binâsına şurû‘ olundı. Fi’t-târîhi’l mezbûr.”
Yukarıda metinlerden de görüleceği gibi türbe inşaatlarının başlayabilmesi için en az kırk gün kadar beklenmesi gerekmektedir. Kuşkusuz bu süre matematiksel[83] bir hesaptan çok sembolik bir değere sahiptir. Anadolu’da kırkı çıkmak tabirinin gerek ölüler, gerekse de yeni doğmuş bebekler için yaygın olarak kullanılması, o gün mevlit veya yasin okutulması, hatim indirilmesi, yemek verilmesi ve helva dağıtılması gibi gelenekler dikkate alındığında bu sürenin önemi daha anlaşılır bir hale gelmektedir[84].
Yukarıda bahsedilenler dışındaki Osmanlı sultanlarının mezarları üzerine otağ kurulup kurulmadığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak bu sultanların ölüm tarihleri, defin yerleri ve türbelerinin inşa tarihleri mezarları üzerine otağ kurulup kurulmadığı hakkında fikir edinmemize olanak sağlayacak niteliktedir. Bu hususlar değerlendirildiğinde Osman Gazi (öl. 1324)[85], I. Murad (öl. 1389)[86], I. Bayezid (öl. 1402)[87], II. Murad (öl. 1451)[88], II. Mehmed (öl. 1481)[89], II. Bayezid (öl. 1512)[90] ve I. Ahmed’in (öl. 1617)[91] türbeleri oğulları tarafından ölümlerinden sonra inşa ettirildiği için görünür kılınmaları ve korunmaları amacıyla mezarları üzerine otağ kurulması muhtemel diğer sultanlardır.
Orhan Gazi (öl. 1362)[92], I. Mehmed (öl. 1421)[93], II. Osman (öl. 1622)[94], I. Mustafa (öl. 1639)[95], IV. Murad (öl. 1640)[96], İbrahim (öl. 1648)[97], II. Süleyman (öl. 1691)[98], IV. Mehmed (öl. 1693)[99], II. Ahmed (öl. 1695)[100], II. Mustafa (öl. 1703)[101], III. Ahmed (öl. 1736)[102], I. Mahmud (öl. 1754)[103], III Osman (öl. 1757)[104], III. Mustafa (öl. 1774)[105], I. Abdülhamid (öl. 1789)[106], III. Selim (öl. 1808)[107], IV. Mustafa (öl. 1808)[108], I. Abdülmecid (öl. 1861)[109], I. Abdülaziz (öl. 1876)[110], V. Murad (öl. 1904)[111], II. Abdülhamid (öl. 1918)[112], V. Mehmed Reşad (öl. 1918)[113] ve VI. Mehmed Vahidettin’in (öl. 1926)[114] naaşları ise bir bina veya türbeye defnedilmiştir. Bu nedenle muhtemeldir ki mezarları üzerine otağ kurulmasına gerek duyulmamıştır.
Bu çerçevede mezarı üzerine otağ kurulan ilk sultan olarak 1324 yılında ölen Osman Gazi’yi kabul etmek gerekir. Mezarı üzerine otağ kurulduğunu bildiğimiz son sultan ise 1839 yılında ölen II. Mahmud’dur. Bu tarihten sonra ölen sultanların mevcut türbelere defnedilmeleri nedeniyle naaşları üzerine otağ kurulmasını gerektirecek bir durum yoktur.
Mezar üzerine kurulan otağların Osmanlı dönemindeki ikonografisi de üzerinde durulması gereken konulardan biridir. Osmanlı kaynaklarında üzerine otağ kurulan I. Selim’in mezarı ile ilgili olarak “utâk-ı rahmet-menzil kurılub, tilâvet-i Kur’ân-ı ’azim içün hâfızlar ve hârisler ta’yîn olunub, makâm-ı behişt-berîn zuhur eyledi”[115] ve III. Murad’ın mezarıyla ilgili olarak ise “üstine otak-ı gerdûn-kıyâm kurup, hâzır olan fukarâ’-i enâmı it´âm ve hatemât-ı kelâm-ı Melik-i Alâm itmekle, rûh-ı pür-fütûhlarını vâsıl-ı nesîm-i dârü’s-selâm eylediler”[116] şeklinde cennet benzetmesi yapılmıştır.
Bu anlatımlarda otağ kurularak oluşturulan mekâna cennet benzetmesi yapılsa da cennet imgesinin otağla düşürülen gölgeyle ilişkili olduğuna dair bir veri yoktur. Bu nedenle bazı tarihçiler tarafından veya türbe kitabelerinde sultan türbelerine yapılan cennet benzetmesini otağ veya bina ile düşürülen gölgeden çok oluşturulan mekânın güzelliği ile ilişkilendirmek gerekir. Örneğin Şehzade Mustafa Türbesi kitabesinde geçen “Şah Selim han bin Süleyman emredüb, Oldu hoş bu revza cennetnuma”[117] ve II. Selim Türbesi kitabesinde geçen “Yaptılar bir türbe-i cennet misal, Dense lâyık kasr-ı Firdevs-i berin”[118] şeklindeki ifadeler de cennet benzetmesinin otağ veya bina ile düşürülen gölgeden çok oluşturulan mekânın güzelliği ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Kaldı ki güzelliğini belirtmek için cennet benzetmesi yapılması, Anadolu’da yaygın bir ifade biçimidir.
Mezar üzerine kurulan otağların ikonografisi bağlamında Nusretnâme’de geçen ifadeleri de dikkate almak gerekir. Silahdar’ın[119] ifadesine göre II. Mustafa askerlerin maneviyatını yükseltmek ve onları savaşa teşvik için bazı beylerin cenazelerini kendi otağı içinde hazırlattığı kabirlere defnettirmiştir. Dolayısıyla mezar üzerine kurulan otağlar sultani bir imge, bir itibar ve yüceltme unsuru olarak da değerlendirilmelidir. I. Süleyman’nın Şehzade Mustafa’nın naaşı üzerine, Uyvar seferinde ise şehit mezarları üzerine otağ kurulmasını da otağın sağladığı prestij ile ilişkilendirmek gerekir. Kaynaklarda sultanlar ve şehitler dışında naaş veya mezar üzerine otağ kurulduğuna dair bilgi bulunmaması da otağların sultani bir imge, bir itibar ve yüceltme unsuru olduğunu doğrulamaktadır.
Sonuç olarak; Türklerin İslam öncesi defin merasimlerinde önemli bir yeri olan ve İslamiyetin kabulünden sonra da sürdürülen naaş üzerine otağ kurma geleneği, Osmanlı dönemindeki yeni sosyal şartlar gereğince değişime uğrayarak yerini mezar üzerine kurulan otağlara bırakmıştır. Bu otağlar Osmanlılar tarafından sultani bir imge, bir itibar ve yüceltme unsuru olmasının yanı sıra, sultan mezarlarını görünür kılmak ve korumak gibi bir işlevle de kullanılmış, böylece kökleri yüzyıllar öncesine değin giden bir gelenek mevcut koşullar içerisinde yeniden şekillenerek varlığını uzun yıllar devam ettirmiştir.