Batılı ülkelere nisbetle son zamanlara kadar oldukça kısır kalmış olan tarih yazarlığımızda, diğerlerine nazaran daha da ihmal edilmiş konulardan birisi hiç şüphesiz Haçlı Seferleri tarihidir. Halbuki bu seferler ve ortaya çıkardığı sorunlar, Selçuklu atalarımızın Anadolu’yu yurt edinmeleri ile sıkı sıkıya ilgilidirler. 18. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda, batıda Haçlı Seferleri hakkında kütüphaneleri dolduracak sayıda yapılan bilimsel ve yarı bilimsel yayınlar da, esefle belirtmeliyiz ki, ülkemiz tarihçilerince ancak pek yetersiz bir ölçüde izlenmiştir. Buna mukabil son yıllarda özellikle üniversitemiz Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda yapılan doktora ve doçentlik çalışmalarında[1] bu istikamette bilimsel adımlar atıldığı gibi, .Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Prof. Dr. Ali Sevim’in ilk Haçlı Seferleri devrinde rol oynayan Türk kumandanlarından bazıları hakkında faydalı bilgiler ihtiva eden eser ve makaleleri ile .Atatürk Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Çoşkun Alptekin’in, maalesef sadece İngilizce olarak yayınlanmış olan doktorası ve henüz yayınlanmamış olan doçentlik tezi bu konuya değerli katkılar olarak mütalâa edilmelidir[2].
Biz bu küçük makalemizle, haçlı seferlerini konu edinen eserlerde faaliyetinden az veya çok bahsedilen bir Türk beyi hakkında kaynaklarda bulabildiğimiz bilgiyi toplu olarak sunmak istiyoruz. Amacımız, kahramanlarla dolu tarihimizin şimdiye kadar pek az bilinen bir şahsiyetini tanıtmaktan ibarettir.
Urfa Haçlı Kontluğu’nun sukutu devresinde büyük Türk Hükümdarı ve Zengiler Devletinin kurucusu îmadeddin Zengi’nin hizmetinde gerek Urfa ve gerekse Antakya Haçlı devletçiklerine karşı yıpratıcı faaliyetleri batılı tarihçilerce pek önemsenmeden kısaca kaydedilmiş olan [3] Türkmen beyi Savar’ın hayatı, kaynaklarda verilen bilgilerin yetersizliği yüzünden ancak ana çizgileriyle ve maalesef eksik olarak sadece 523 - 541 (1129 -1146) yılları arasında takip olunabiliyor.
Doğum tarihi için hiçbir bilgiye sahip olamadığımız Savar hakkındaki araştırmalarda ilk güçlük daha onun adının tesbiti ile başlamaktadır. Nitekim bu Türk beyinin faaliyetinden bahseden en eski ve onun yaşadığı devreye ait üç tarihçi, İbn al-Kalânisi (1073-1160), al-cAzîmî (1090 - 1161) ve Usâma b. Munkiz (1095- 1188)’in onun adını (سوار) şeklinde yazmalarına mukabil[4] ortaçağ İslâm ve Türk tarih yazarlığının şahikası olarak adlandırabileceğimiz “al Kâmil”inde İbn al-Aşır, zikrettiğimiz çağdaş müverrihlerin eserlerini ve ayrıca zamanımıza intikal etmemiş diğer kaynakları görmüş olduğu halde onun adını (اسوار) olarak kaydeder[5].
Her iki şekil de Arap yazısının verdiği imkânlara göre ayrı ayrı okunuşlara müsaittir. Batılı yazarlar bu kelimeyi, bildiğimize göre ondan ilk olarak bahseden Weil’dan itibaren Savvar[6], Sawâr[7], Sevar[8], Saouar[9] olarak okumuşlardır. Usâma’nin eserini neşreden Hitti ise bunu (نوار) olarak harekelemiş ve fakat verdiği notta “veya توار .- , R.H.C.’deki İbn al-Aşir metninde ve yine R.H.C.’deki Kamâl al-Dın neşrinde اسرار ” demek suretiyle tereddüdünü ifade etmiştir [10]. isim Arapça addedildiği takdirde bu şeklin doğru okunuşunun : نؤار = Sevvâr olabileceği akla geliyor [11]. İbn al- Asir’in verdiği (اوار) yazılışına gelince bu, Kamus tercümesi’ne göre [12] Usvâr veya îsvâr okunduğu takdirde “usta okçu ve usta ata binen anlamına gelmektedir ki, hiç şüphesiz hayatını incelediğimiz şahsiyete pek uygun bir addır. Ancak biraz önce adı geçen modern yazarlar, babasının adından da anlaşılabileceği gibi Türk olduğu şüphesiz olan bu kumandanın adını her halde Türkçe okumayı ve bunu belki de savmak fiilinden türetmeyi uygun bulmuş olacaklardır. Biz de daha yaygınlaşmış sayabileceğmiz bu okunuşa uyarak kahramanımızın adını Savar olarak kabul ediyoruz.
Savar’ın Îslâmî geleneğe uygun olarak unvan ve nisbesi ile birlikte tam adı, al-cAzîmî tarafından Seyfeddin Şucâ’eddevle Savar b. Aytekin olarak verilmiştir[13]. Seyfeddin unvanı diğer kaynaklarda da vardır. Ancak Şucâ’eddevle unvanı başka eserlerde kaydedilmemiştir. Buna mukabil İbn al-Kalânisî onu Seyfeddevle unvanı ile zikreder ki[14], başka kaynaklarda bu unvana da tesadüf edilmemektedir. Ayrıca sadece İbn al-Kalânisi ve ancak bir kere[15] onu “ '-Aje ” olarak kaydetmiştir ki, bundan
Savar’ın İslâmî adının Mesud olduğu sonucuna ulaşmak pekâlâ mümkün görülebilir. Şucâ’eddevle unvanının, daha ileride göreceğimiz gibi, onun faaliyetine hayranlığını sık sık yazdığı methiyelerle belirtmiş olan al-cAzîmî tarafından onu övmek gayesiyle kullanıldığı kabul edilebilirse, o zaman bu cesur ve gayretli kumandanın adı tam olarak Seyfeddin Mesud Savar b. Aytekin şekliyle kabul olunabilir.
Savar’ın babası Aytekin’in şahsiyeti hakkında da kesin bir hükme varmak güçtür. Selçuklu Devleti’nin kuruluşu devresinden Savar’ın doğmuş olabileceği 1100 yıllarına kadar kaynaklar bize birbirinden ayrı üç Ay tekin takdim ediyorlar. Bunlar kronoloji sırası ile, sultan Tuğrul Bey’in 1055 yılında Bağdad’a girmesini müteakip bu şehre şihne olarak tayin edilen, daha sonra Malazgirt Savaşı’na katılıp katılmadığı tartışma konusu olan ve sultan Melikşah tarafından Suriye’yi işgali sırasında kardeşi Tutuş’a yardım etmekle görevlendirilen Aytekin es-Süleymânî; Tutuş’un ölümü sırasında Berkyaruk’un Bağdad şihnesi olarak gösterilen Aytekin ; ve nihayet Berkyaruk ile Tutuş arasındaki Rey Savaşı’na Tutuş tarafında katılan Aytekin el-Halebî’dir.
Aytekin es-Süleymânî [l6]’nin ölüm tarihi hakkında iki rivayete sahip bulunuyoruz. Bunlardan birisi Sibt tarafından veriliyor. Sibt onun 6 Cumada I. 474 (12 Ekim ıo8ı)’de Ukbarâ’da vefat ettiğini bildirmektedir [17]. İkinci rivayet ise Ahmed b. Mahmud’un Selçuknâme [18]’sinde bulunur. O, Aytekin’in 481 (1087 /88) yılında Melikşah’ın valisi Aksungur tarafından Haleb’de bir kaza neticesinde öldürüldüğünü ve vasiyeti üzerine naşının doğuya gönderilerek defnedildiğini yazar [19]. Bizim konumuz bakımından bu verilen ölüm tarihlerinden her ikisi de Aytekin es-Süleymânî’nin Savar’ın babası olması ihtimalini zayıflatmaktadır. Çünkü seçkin bir kumandan olarak 1129-1146 yılları arasında faaliyette bulunan Savarın tarih sahnesine çıktığı esnada kırk yaşını oldukça aşmış bulunması pek muhtemel olmasa gerektir.
Aytekin , hele bu okunması mümkün olmayan eki ile, sadece İbn al-Aşîr tarafından zikrolunmaktadır[20]. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümünden sonra patlak veren iç mücadelelerde Tutuş’a karşı Berkyaruk tarafını tuttuğu ve 1094 yılında Bağdad şihnesi olduğu anlaşılan [21] bu zatın, yine t bn al-eAşır’in ve fakat ekini vermediği ve bu sebeble de al-Kâmil’in Tornberg tabı indeksinde, her halde yanlışlıkla, Aytekin el- Halebî maddesinde gösterilen ile aynı şahıs olduğunu zannediyoruz. [22]. İbn al-cAşır’e göre bu Aytekin, 1102 yılı başlarında Rûzrâver’de Berkyaruk ile kardeşi Muhammed 1 apar arasında varılan anlaşmada Berkyaruk lehinde önemli bir rol oynamış olmalıdır ki. Berkyaruk’un sultan olacağı ve Muhammed Tapar’ın melik unvanı ile yetineceği şeklindeki barışmadan sonra Muhammed Tapar bu şartı kabul ettiğinden dolayı pişman olarak Kazvîn’de verdiği bir davet esnasında, kendisini bu anlaşmayı kabule kandırmakla sorumlu tuttuğu bu kumandanın gözlerine mil çektirmiştir[23]. Bu emir Aytekin veya Aytekin bir daha tarih sahnesinde görünmüyor. Hayatta bulunduğu yıllara göre her ne kadar Savar ’ın babası olabilirse de, bunu da pek ihtimal dahilinde saymıyoruz. Çünkü Savar’ın, Tutuş soyu ile çok iyi münasebetler içinde bulunan bir babası olması gerektiği, onun faaliyeti konusuna geçtiğimizde daha iyi belirecektir.
Savar’ın babası olması muhtemel üçüncü şahsiyet Aytekin el-Hale- bî’dir. el-Halebî nisbeli Aytekin’in adı ilk defa İbn al- Aşir’in al-Kâmil’inde 488 (1095/96) yılı olayları içinde geçiyor. Burada Tutuş un Rey Savaşı nda mağlup ve katledilmesi sırasında onun gulâmlanndan olduğu kaydedilen Aytekin el-Halebî’nin Dukak’ı savaş meydanından kaçırarak bu sırada Haleb’de Suriye Melikliğini ilân etmiş bulunan ağabeysi Rıdvan’ın yanma götürdüğü anlatılmaktadır [24]. Bundan kısa bir süre sonra Dukak’ın, babası Tutuş’un Dimaşk’da nâib olarak bıraktığı Savtekin[25] tarafından gizlice, idareyi eline alması için Dimaşk’a davet olunması üzerine [26], Haleb’den kaçarken sadık adamı Aytekin el-Halebî’yi de beraberinde götürdüğü anlaşılıyor. Bilindiği gibi Dukak Dimaşk’a geldikten pek az sonra, sultan Berk- yaruk tarafından serbest bırakılan Zahîreddin Tuğtekin’in tahakkümü altına girmiş ve Tuğtekin, 1128 yılındaki ölümüne kadar devletin yönetimini elinde tutmuştur[27]. Dukak’ın kısa melikliği devresinde (1095- 1104) Tuğtekin’in gölgesinde kalan Aytekin’in zaman zaman Dimaşk’da Dukak'a nâ- iblik etmiş olduğu İbn al-cAdim'in bir kaydından anlaşılıyor[28]. Bu kayda göre 1103 yılında Hıms emîri Cenaheddevle Hüseyin’in Bâtıniler tarafından öldürülmesi üzerine şehirlerinin Haleb meliki Rıdvan’a intikalini arzu etmeyen halk Dimaşk hükümdarı Dukak’ı davet etmiş, fakat Dukak ile atabek Tuğtekin bu sırada Rahbe'de bulunduklarından Dimaşk nâbi Aytekin el-Halebî bizzat harekete geçerek Hıms’ı teslim almıştır [29]. Aytekin el-Halebî hakkında muhtelif kaynakların kaydettiği son olay ise, onun Dukak’ın ölümünden sonraki hadiseler sırasında Tutuş’un oğullarından Ertaş ile birlikte Tuğtekin’e karşı isyanından ibarettir[30]. Eski efendisi Tutuş’un en küçük oğlu olup Tuğtekin tarafından meliklik tahtına oturtulmuş olmasına rağmen atebeyden ve onun karısının kendisine karşı harekete geçmelerinden endişe duyan Ertaş ile işbirliği yapan Aytekin el-Halebî bu sırada Busra sahibi bulunmakta idi. Dimaşk’dan kaçan Ertaş ile beraber Havran bölgesine ve buradan da Kudüs krah Baudouin I.’in yanma gittiği kaynaklarca belirtilen Aytekin el-Halebî’in Ertaş ile birlikte Rahbe’ye döndükten sonra izi kaybolmakta ve sadece İbn al- Aşir tarafından 499 (1105/06) yılı olayları sırasında Tuğtekin’in Aytekin el-Halebî’ye ait olan Busra şehrini, onun adamlarından teslim aldığı kaydedilmektedir[31].
Buraya kadar verdiğimiz izahattan anlaşılabileceği gibi, aynı devirde yaşamış olan üç Aytekin’den sonuncusu, yani Aytekin el-Halebî Savar’ın babası olmak şansına daha fazla sahip görünüyor.
Adı ve babası hakkında verebileceğimiz bu bilgilerden sonra artık esas konumuz olan Savar hakkında kaynakların verilerine geçebiliriz.
Seyfeddin Savar tarih sahnesine ilk defa, Tuğtekin’in ölümünü müteakip onun yerine geçen oğlu Tâcelmülûk Börü’nün kumandanlarından birisi olarak 1129 olayları içinde çıkar. al-cAzîmî’nin 523 (25 Aralık 1128 - *14 Aralık 1129) yılı vukuatı için verdiği bilgiler arasında Savar’ın Kefertâb’a akın ederek aldığı esirlerle birlikte Hamâ’ya döndüğü kaydedilmektedir[32]. Diğer çağdaş ve sonraki kaynakların hiçbirinde bulunmayan bu olayın [33] doğruluğu, al-cAzîmî’nin bu sefer münasebetiyle Savar'a yazdığını belirttiği bir methiyenin ilk beyti ile teyid olunuyor[34].
Böylece Savar’ın, Busra şehrinin valisi olan babası Aytekin el-Ha- lebî’nin tarih sahnesinden çekilmesinden yirmi küsur yıl sonra Hama kuvvetlerinin veya bunlardan bir kısmının başında bulunduğunu tesbit etmiş oluyoruz.
Savar hakkında ve bu defa diğer kaynaklarda da yer alan ikinci haber, onun 1129 yılının sonlarında Kudüs kralı Baudouin H'in Dimaşk’ı kuşatması sırasında gösterdiği yararlığa aittir [35]. Gerçekten de bu önemli olayı tafsilâtıyla kaydeden İbn al-Kalânisî ve al-cAzîmî[36], Haçh kuvvetlerinin Dimaşk önüne gelmesini müteakip yiyecek toplamak üzere yağmalamaya gönderilen ünlü şövalye ve kralın ordu kumandanı (konnetabl) Guillaumc de Bures’ün emir ve himayesindeki kuvvetlerin Börü tarafından üzerlerine sevkedilen Dimaşklı Türk, yardımcı Arap ve başında Savar’ın bulunduğu Hamâlı Türkmen birlikleri tarafından baskına uğratılıp imha edildiklerini, bunlardan sadece Guillaume de Bures’ün pek az adamı ile kaçıp kurulabildiğini ve Haçlıların giriştikleri seferin de bu suretle akamete uğradığını bildirmektedirler[37].
Çağdaş kaynakların tercih edilmesi gereken ifadelerine göre, Dimaşk’ın büyük Haçh tehdidinden kurtulmasında önemli bir rol oynadığı anlaşılan[38] Savar’ın bu olay üzerinden çok zaman geçmeden Tâcelmülûk Börü'nün hizmetinden ayrılarak Haleb’de bulunan trnadeddin Zengi’ye iltihak ettiği hakkında al-eAzimi’nin verdiği haber ilk bakışta şaşırtıcı görünüyor[39]. Filkvaki al-cAzîmî 524 (15 Aralık 1129 - 3 Aralık 1130) yılı olaylarına ait haberleri arasında “Seyfeddin Savar’ın Börü’nün hizmetinde bulunmaktan çekinerek, Haleb’e geldiğini ve atabek îmadeddin Zengi’nin hizmetine girdiğini” kaydetmiştir. al-cAzîmî’nin kısa kronolojisi umumiyetle tafsilâta girmediği cihetle, Savar’ın bu hareketini belirgin bir sebebe bağlamak güçtür. Ancak Savar’ın son yıllarda kazandığı prestij ve ün yüzünden Börü’nün şüphesini çekmiş olması muhtemeldir. Aynı zamanda Savar’ın babası ile Tuğtekin arasındaki ihtilâfı bilen ve bu sırada Dimaşk Melikliği’ni de ele geçirmeyi kararlaştırmış olan îmadeddin Zengi tarafından onun kendisine iltihaka davet edilmiş olması da mümkündür. Nitekim gerek al-cAzîmî ve gerekse bu haberi ondan aynen alan İbn al- cAdîm, Zengi’nin Savar’ı çok iyi karşılayarak kendisine ikramlarda bulunup birçok ıktâlar verdiğini ve ona Haleb ve civarı şihneliğini tevcih ettiğini bildiriyorlar[40]. Her iki kaynağın bu haberi takip eden kayıtları, Zengi’nin, Savar’ın kendi yanına gelmesinden sonra derhal Dimaşk Melikliği’ne karşı giriştiği harekâta aittir. Bu da, bilindiği gibi, Antakya Franklarına karşı cihad maskesi altında Börü’nün kandırılarak oğlu Sevinç’i bir miktar kuvvetle Zengi’ye göndermesi ve Zengi’nin Sevinç’i tutuklayarak Hamâ’yı 8 Şevval 524 (14 Eylül 1130) tarihinde zaptetmesi ile sonuçlanmıştır[41]. Savar’ın bundan önceki faaliyetlerinde Hamâ kuvvetleri başında bulunmuş olduğu düşünülecek olursa, onun neden Zengi tarafından kendisine iltihaka teşvik edildiği kolaylıkla anlaşılır.
Savar’ın Haleb’e gelişi asli kaynak olan al-cAzîmî’de tarihlenmemiş olmakla beraber, Hamâ’nın Zengi tarafından zaptı için verilen tarih bu hususta 1130 yaz aylarını kabul etmeyi haklı gösterebilir. Seyfeddin Savar bu tarihten itibaren kuzey Suriye bölgesinde atabek Zengi’nin güvendiği ve bu güvenini hiçbir zaman kaybetmediği bir adamı olarak hizmet görecek, zaman zaman Dimaşk bölgesine de akınlar tertip etmesine mukabil özellikle Urfa ve Antakya Franklarına karşı durup dinlenmeden mücadele edecek ve Urfa’nın fethine yol açan önemli ve tarihimiz bakımından olumlu bir rol oynayacaktır.
525 (4 Aralık 1130-22 Kasım 1131) yılının Savar için oldukça hareketli geçtiği anlaşılıyor. Hamâ’dan sonra Hıms’ı da almayı tasarlayan Zengi bu şehri iki ay kadar kuşatmış ise de, bir neticeye varamadan 1130 Kasım ayı sonlarında Haleb'e dönmüş ve buradan da yeniden şiddetlenen Selçuklu- hilâfet çekişmesine katılmak üzere 1131 yılı başlarında Musul’a gitmişti[42]. Bu yıl içinde al-cAzîmî Savar hakkında iki olay kaydediyor[43]. Bunların birincisinde Savar’ın Haleb’in kuzeyinde Joscelin 1. tarafından mağlup edildiği ve bu çarpışmada bir miktar Müslüman savaşçısının öldürüldüğü bildirilmekte ve al-cAzîmî’nin bu münasebetle kendisine yazdığı teselli kasidesinin ilk beyti verilmektedir[44]. İkinci kayıt ise, bundan sonra Savar’ın Asârib varoşlarına kadar uzanan bir yağma akını yaptığını belirtir. Urfa kontu Joscelin I.’in 1131 yılı sonbaharında kazaya uğrayarak ölüm derecesinde yaralandığı malûm olduğuna göre[45], bu olayın 1131 yılının ilk yarısı içinde cereyan ettiği kabul olunabilir.
Bunu takip eden aylarda ve 1132 yılı içinde Savar’ın Kudüs kralı Baudouin Il.’in ölümünden (21 Ağustos 1131) sonra Franklar arasında çıkan karışıklıklardan faydalanamadığı görülüyor[46]. Bunun sebebi daha ziyade Zengi’nin doğuda meşgul bulunduğundan Suriye olaylarına müdahale edememesi ise de, bu hususta biraz önce bahsedilen, Urfa kontu Joscelin I.’e karşı uğranılan yenilginin Haleb kuvvetlerini zayıflatmış olması da düşünülebilir. Böylece kaynaklarda Haleb birliklerinin Savar kumandasında giriştikleri 1132 yılı harekâtının sadece Dimaşk hükümdarlığına bağlı Hıms arazisine yapılan küçük bir yağma akınından ibaret kaldığı görülmektedir[47]. Kaynaklarımız bu yıl içinde yalnızca Dimaşk birlikleri tarafından Kudüs Krallığına bağlı Banyas’ın zaptedildiğinden haberdardırlar[48]. .
527 (12 Kasım 1132 - 31 Ekim 1133) yılında ise Haçlı cephelerinde faaliyetin arttığı ve her iki tarafın da daha büyük çapta harekâtta bulundukları görülüyor. İbn al-Kalânisi 527 yılı Muharrem’inde (12 Kasım - 11 Aralık 1132) Franklar arasında anlaşmazlık çıktığı ve bunların birbirlerini öldürdükleri haberlerinin alındığını ve bir Türkmen birliğinin Frank topraklarına girerek karşılarına çıkan Zerdenâ hâkimini öldürdüğünü bildirmektedir[49]. Onun verdiği bu haberi doğrulayan al-cAzîmî ise, Türkmcnlerin el-Ma’arra ve Kefertâb’a saldırdıklarını fakat bir araya gelen Franklar tarafından bozguna uğratılarak geri püskürtüldüklerini ilâve ediyor[50]. Haber İbn al-cAdim tarafından da aynen ve al-cAzîmî’nin ifadesiyle tekrarlanmaktadır[51].
Bu olayın ardından, Urfa kontu Joscelin Il.’nin büyük kuvvetler toplandığını işittiği Haleb bölgesine saldırdığı yerli Hıristiyan tarihçi Süryânî Mikhail tarafından belirtilmekte ve onun bu hareketine cevap olarak Türkmen birliklerinin Tell-Bâşir bölgesine etkili ve başarılı bir akın yaptıkları ve kendilerine karşı çıkan 70 şövalyeyi öldürdükten sonra bu bölgeyi istedikleri gibi yağmaladıkları, Hıristiyanların birlik içinde bulunmadıkları için bu yağmayı önleyemedikleri bildirilmektedir[52]. Süryânî Mikhail’in vekayinâmesinde ne bu ve ne de diğer bir münasebetle Savar’ın adı kaydedilme- mekle beraber, aynı seferden bahseden tslâmi kaynaklar Tell-Bâşir bölgesine yapılan akının başında Savar’ın bulunduğunu bildirdikleri gibi, seferin tarihini de zikretmişlerdir. Gerçekten de İbn al-Kalânisi 17 Cumada II. 527 (25 Nisan 1133) tarihinde Savar’ın Haleb’den bir süvari birliği başında Tell-Bâşir üzerine akın ettiğini ve Frankların kendisine karşı çıkan en şeci 1000 atlı ve yaya askerini katlederek bunların kellelerini Haleb’e götürdüğünü kaydettiği gibi, al-cAzîmî de aynı meâlde bir ifade kullanmakta ve bu münasebetle Savar’a yandığı kasidenin ilk beytini eserine almış bulunmaktadır[53].
527 yılı sonlarında, uzun zamandan beri îmadeddin Zengi ile ihtilâf ve savaş halinde bulunan Artuklu hükümdarı Hüsameddin Timurtaş’ın itaat arzedip anlaşmaya yanaşması üzerine Elcezire bölgesinden, o zamana kadar Artuklularla beraber olan büyükçe Türkmen kitlelerinin Haleb bölgesine geldikleri ve buradan emîr Savar tarafından da desteklenerek Antakya Prinkepsliği ve Trablus Haçlı Kontluğu arazisine taarruza geçtikleri anlaşılıyor[54]. Bu şekilde Islâm baskısının artması, VVillermus Tyrensis’in ifadesine göre, Antakyahların Kudüs kralını yardımlarına çağırmalarına sebeb oldu [55].
Ülkesini parçalamakla tehdid eden iç karışıklıktan yeni kurtulmuş olan [56] Kudüs krah Foulque süratle harekete geçti; bu sırada bir Türkmen grubu tarafından Ba’rîn (Montferrand) kalesinde sıkıştırılmış olan Trablus kontu Pons’u kurtardıktan sonra Antakya’ya geldi. Burada sevinçle karşılanan kral Foulque, Urfa kontu Joscelin II.’i de yardımına çağırmakla beraber, onun gelmesini beklemeden Haleb bölgesinde bulunan Kınnes- rîn’e hareket etti. Burada vuku bulan büyükçe bir çarpışmada Haleb kuvvetlerinin bozulduğu ve bu arada içlerinde önemli Türkmen reisleri Ebu’l- Kasım el-Türkmanî ve ünlü şehid Belek Gazi’nin oğlu Şahinşah’ın da bulunduğu 100 kadar müslüman adisinin hayatlarını kaybettiği İslâmî kaynaklar tarafından da teyid olunmaktadır[57].
Ancak Kınnesrîn’den yine Haleb yakınındaki en-Nakara’ya yönelen Franklar burada Savar’ın Türkmenleri tarafından baskına uğratıldılar ve büyük kayıplar verdiler. Bununla beraber Kudüs kralı yine de bir başarı havası içinde Antakya’ya dönebildi [58].
Aynı şekilde kuzeyden gelmekte olan Urfa kontu Joscelin II. de, Savar ile Menbic sahibi Hassan b. Gümüştekin’in müşterek taarruzlarına uğrayarak büyük kayıplar verdi ve geri çekilmek zorunda kaldı [59].
Bu olaylar hakkında İbn al-Kalânisi ile rivayeti ondan alan İbn al- Aşir’in verdikleri Safer 527 (Aralık 1132) tarihinin yanlış olduğu çok açıktır. Çünkü bu sıralarda Kudüs krah, yukarıda bahis konusu ettiğimiz Hugue de Puiset isyanı ile uğraşmakta idi. Doğru tarih herhalde İbn al-cAdim’in, belki de al-cAzîmî’nin kaybolan büyük tarihinden [60] alarak vermiş olduğu Rebi I. 528 (Ocak 1134) olmalıdır[61].
al-cAzîmî aynı 528 (1 Kasım 1133-21 Ekim 1134) yılı içinde Savar’ın el-Cezr ve Zerdenâ kalesine bir akın yaptığını ve el-Ma‘arrateyn’i hükmü altına aldığım[62] ve bundan sonra Hârim (Harene) Franklarına taarruz edip ganimetle yüklü olarak Haleb’e döndüğünü ve tekrar Zerdenâ üzerine yürüyerek buradaki bir Frank kuvvetini baskına uğrattığını bildirmektedir ki[63], bu rivayet kendisini aynen tekrarlayan İbn al-cAdim dışında başka kaynaklarda kaydedilmemiştir. Karşılıklı baskın ve akınların pek çok vuku bulduğu bu devre içinde, her olayın muhtelif kaynaklarca zikredilmesini ümit etmek zaten pek fazla iyimserlik olurdu. Bu son taarruzların her halde 1134 yılının son aylarında yapıldığı kabul edilebilir.
1135 yılında Haçlılara karşı girişilen harekât daha da büyük bir çapa ulaştı. Bunun sebebi Zengi’nin kısa bir süre için de olsa Suriye’ye dönmek zorunluğunu duymuş olmasıdır. Tâcelmülûk Börü’nün 21 Receb 526 (7 Haziran 1132)’da ölümü üzerine Dimaşk hükümdarı olmuş bulunan oğlu Şemselmülûk İsmail kısa zaman içinde Haçlılara karşı elde ettiği başarılara rağmen, zalim tabiatı yüzünden tebasının ve yakınlarının gözünden düşmüş ve bu sebeble de kendi hayatından endişe duymaya başlamıştı. Bu yüzden, kendisine karşı cephe alan devlet erkânından intikam almak düşüncesiyle Imadeddin Zengi’ye müracaat ederek, ondan süratle gelip Dimaşk’ı almasını, gecikecek olursa memleketi Franklara teslim edeceğini bildirmişti [64].
Zengi Franklara karşı başarılı olabilmek için, Suriye’ye ayak bastığı andan itibaren, Haleb yanında Dimaşk’ı da hâkimiyeti altına almanın lüzumuna inandığı ve şimdiye kadar bu amacına ulaşmak üzere giriştiği teşebbüslerde hüsrana uğradığı cihetle, şimdi önüne çıkan bu beklenmez fırsatı elbette kaçıramazdı. Irak ve Elcezire’deki gayretlerini henüz başarılı bir neticeye vardıramamış olmasına rağmen süratle Suriye’ye yöneldi (1135 başı). Ancak onun Haleb’e ulaşmasından önce, 1 Şubat 1135’de Şemselmülûk İsmail, Dimaşk’da öldürülmüş bulunuyordu [65].
Zengi, Dimaşk hükümdarının öldürüldüğünü haber almasına rağmen, Dimaşk’ı eline geçirme şansını bir kere daha denedi. Şubat ayının sonlarında Dimaşk önüne vardı[66]. Fakat bu defa da çok büyük bir direnme ile karşılaştı ve ancak atabeyi bulunduğu Selçuklu Alp Arslan Davud b. Mah- mud adına Dimaşk’da hutbe okunmasını sağlayabildikten sonra Haleb’e döndü.
İbn al-cAdim’in ifadesine göre, Zengi, Dimaşk’dan Haleb’e dönüşünü müteakip Antakya bölgesine çok etkili ve başarılı bir taarruza girişti [67] 1 Re- ceb 529 (17 Nisan 1135) da Asârib’i fethettikten sonra birbiri arkasına Zerdenâ, I ell-Agdî, Ma arrat’ün- Numân ve daha sonra Kefertâb'ı zaptetti. Buraların eski Müslüman ahalisini daha önce sahip oldukları mülklerini geri verdi. Bu suretle artık bu sınır kesimini kesin olarak Hıristiyanların elinden kurtarmış olduğunu göstermek istiyordu [68].
Bu çok önemli olay İbn al-cAdim ve benzer ifadede bulunan Süryânî Mikhail dışında hiçbir kaynak tarafından verilmemektedir[69], İbn al- ‘Adim’in bu konularda esas kaynağı olan al-cAzîmî, 529 ve 530 yıllarındaki, yani bu olayın cereyan etmesi lâzım gelen senelerdeki hadiseleri çok düzensiz ve birbirine karışık bir şekilde veriyor. Bu herhalde elimizde mevcut olan tek al-cAzîmî nüshasının müstensihi tarafından esas metnin iyice okunup anlaşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Zannımızca, al-cAzîmî’nin kaybolan büyük eserinden faydalanmış olan İbn al-cAdim, olayların cereyan tarzını doğru olarak tesbit etmiş olmalıdır ve itimada lâyıktır. Cahen ve herhalde ondan esinlenen Runciman[70], Zengi’nin Antakya bölgesine yaptığı bu taarruz esnasında, Antakya ile Urfa ordularının işbirliğine engel olmak ve bunların bağlantılarını kesmek üzere Savar’ın Tell- Bâşir, Ayntâb ve Azâz bölgesine saldırmış olduğunu kabul ediyorlar. Her iki tarihçi de muhtemelen, biraz sonra bahsedeceğimiz, 1136 Mayısında Savar ın Lâzikîye seferi sırasında Keysun bölgesine kadar uzayan Türkmen akınım Zengi’nin bu 1135 seferi ile karıştırmaktadırlar. Onlardan çok önce yazmış olan Röhricht [71] ise, olayı daha doğru olarak değerlendirmiş ve Zengi’nin bu seferi esnasında Savar’ın Urfa Kontluğu arazisine taarruzundan bahsetmemiştir.
İmadeddin Zengi bu sırada, Antakya’dan Kınnesrîn’e kadar ilerlemiş olan Hıristiyan ordusuna karşı harekete geçmiş, fakat iş savaşa dökülmeden Frankların geri çekilmesi ile sonuçlanmıştı [72]. Zengi bundan sonra Şevval ayı sonlarında (1135 ağustos başları) tekrar Hıms arazisini tahrip etmiş ve aynı 529 yılının Zilkadesinde (Ağustos/Eylül 1135) Musul’a dönmüştür.
Zengi’nin Haçlılara karşı giriştiği bu ilk önemli taarruza Savar’ın da katılmış olması tabiidir. Ancak esasen tafsilâttan yoksun olan kısır haberler arasında Savar ın adı zikredilmemiştir ki, bu da, seferin asıl kumandanı Zengi olduğuna göre, tabii ve makul görülecek bir husustur.
Savar’ın 1136 yılı faaliyetlerinin, onun Hama askerleri ile birleştikten sonra Hıms arazisine yaptığı bir yağma ve tahrip akını ile başladığı anlaşılıyor[73]. Onun bütün kaynaklara aksetmiş olan, Lâzikîye’ye karşı giriştiği önemli akın ise herhalde Hıms seferinden dönüşünü müteakip yapılmış olmalıdır.
Bir önceki yıl içinde Zengi’nin Antakya Prinkepsliğine karşı kazandığı büyük başarı bu Haçh devletinin bir anlamda 1130 yılından beri ciddi ve güçlü bir efendiden yoksun kalmış olması ile ilgili idi. Bohemund II. un ölümünden beri sadece nâiblerce ve Antakya nın ilk Lâtin piskoposu Bernhard tarafından yönetilen Prinkepslik, hele bu sonuncunun 1135 yazında ölümünden sonra, daha da büyük İdarî, siyasî ve askerî karışıklık içinde kalmıştı [74]. Bu durum Antakya Devleti erkânının nihayet güçlü bir kişiliğe sahip Raimond de Poitiers’yi davet edip, onu 1136 yılı Nisanında Antakya tahtının meşrû vârisesi, henüz 9 yaşında bulunan Constance ile evlendirmesiyle değişti. Ancak Raimond’un idareyi henüz tam olarak ele almasından önce Savar Antakya ve bununla bağlı olarak Urfa Kontluğunun batı bölgesine çok şiddetli bir akın yaptı.
Savar’ın Lâzikîye seferi, gerek İslâmî kaynaklar ve gerekse Süryânî Mikhail tarafından oldukça tafsilâtlı olarak verilmektedir, İbn al-Kalânisı, 13 Şaban 530 (17 Mayıs 1136) tarihinde Dimaşk’da “emîr Mesud Savar’ın" Haleb'den, kendisine katılan Türkmenlerle birlikte Frank topraklarına çok başarılı bir akın yaptığının haber alındığını; bunun Şeyzer’den gelen ve Savar’ın 3000 kişilik bir Türkmen kuvvetiyle Lâzikîye bölgesine gaza edip yanında 7000’den fazla erkek, kadın ve çocuk esir ve büyük miktarda ganimet (100.000 baş sığır ve koyun) bulunduğu halde 11 Receb (15 Nisan) tarihinde Şeyzer’e dönmüş olduğunu bildiren bir beşâretnâme ile teyid edildiğini bildirmektedir [75].
Bu önemli haber İbn al-Aşır ve İbn al-cAdım tarafından biraz kısaltılmış olarak, fakat hemen aynı kelimelerle tekrar olunuyor[76] . Anlaşıldığına göre Savar, Antakya Devletindeki rejim buhranının doruk noktasına ulaştığı andan, yani Raimond de Poitiers’in Constance ile evlenmelerinin doğurduğu şaşkınlıktan faydalanmış olmalıdır.
Aynı olayın Müslüman kaynaklarına aksetmeyen ikinci cephesi ise, Süryânî Mikhail tarafından kaydedilmiştir[77]. Süryânî Mikhail, her ne kadar Savar m adını zikretmeden de olsa, Lâzikîye’ye yapılan akından, sonucunu değişik ve mantık dışı belirtmekle beraber[78], bahsetmektedir. Ancak onun bu rivayetten hemen önce kaydettiği ve Urfa Kontluğunun batı bölgesine karşı aynı sırada yapıldığı anlaşılan yağma akını ilgi çekicidir ve Haçh Seferi tarihçilerinin kanaatimizce yanlış tefsirlerine yol açmıştır[79]. Filvaki Süryânî Mikhail 1136 yılında Urfa Kontluğu sınırları içinde Franklarla Ermeniler arasında çıkan şiddetli ihtilâf ve mücadelelerin [80] Kontluğun savunma gücünü zayıflatması sonucu olarak Türklerin Afşin adında bir emîrin kumandasında Keysun bölgesine kadar ilerlediklerini ve mukavemetle karşılaşmayınca akmlarını Antakya’ya kadar uzattıklarını bildirmektedir.
Haçh Seferlerinin başlamış olduğu 11. yüzyıla ait kaynakların, bundan önce ve sonraki devrelere nazaran tafsilâttan önemli ölçüde yoksun olduğunu biliyoruz. Rivayetlerin bu kısırlığı ile olaylarda rol oynamış olması muhtemel pek çok kişinin unutulmuşluğa terkedildiği muhakkaktır. Süryânî Mikhail’in birkaç satırı arasına sıkışmış olup başka hiçbir kaynakta adından söz edilmeyen Afşin de bu türden bir şahsiyettir. Bahis konusu bu yıllar içinde Urfa Kontluğu sadece Haleb yönünden güneyden değil, Mardin ve Hısn Keyfâ üzerinden doğudan, Danişmend oğulları ile hatta Anadolu Selçukluları tarafından olmak üzere kuzeyden yapılan akınlara zaman zaman sahne olmakta idi. Haleb bölgesine ait haberler, şimdiye kadar görüldüğü gibi, diğer cephelerden girişilen teşebbüslere nazaran çok daha muntazam ve sistemli bir şekilde kaynaklara aksetmiştir ve bunlarda Afşin'in adı geçmediği gibi Keysun üzerine yapılan bir gazadan da söz edilmemektedir. Bu bakımdan biz yalnızca Süryânî Mikhail tarafından zikredilmiş olan bu son akının, kuzeyden yapılmış olmasını daha muhtemel addediyoruz. Süryânî’nin ifadesinde Afşin’in önce Keysun bölgesine ve burada fazla mukavemetle karşılaşmayınca daha sonra Antakya ya sarktığının beyan olunması bize, bu düşüncemizi takviye eder görünmektedir[81].
Savar’ın, ismen zikredilmemesine rağmen, 24 Ramazan 531 (14 Haziran 1137) tarihinde Haleb'e dönen Zengi nin [82] maiyetinde, onun Suriye ye varır varmaz giriştiği Hıms kuşatmasına katıldığı anlaşılmaktadır. Filvaki al-cAzîmî, Zengi’nin 2 Şevval (23 Haziran) de başladığı bu kuşatmaya Haleb’ten 500 kişilik bir kuvvet getirdiğini bildirir ki, seferin devamı hakkında verilen haberlerde de biraz sonra görüleceği gibi Savar’ın başarılı hareketlerinden bahsolunması bizim, onun Zengi’nin bu seferine başından itibaren katılmış olduğu tahminimizi doğrulayacak niteliktedir.
Nitekim Tuğtekin’in önemli kumandanlarından Muîneddin Unur un savunduğu Hıms’ın[83] bu defa da zaptedilememesi ve Frankların kendisini arkadan vurmak maksadıyla Hıms’a yaklaştıkları haberi üzerine[84] , kuşatmanın kaldırılmasını uygun bulan Zengi, Haleb e dönmeyerek Trablus Haçlı Kontluğu arazisinde bulunan Montferrand (Ba rîn) kalesi üzerine yürüdü.
Trablus Kontluğu bundan pek kısa bir süre önce büyük bir felâketle karşılaşmış, kont Pons, Dimaşk kuvvetlerinin başında Lübnan sahil bölgesine ani bir baskın yapan Bazvâş , veya ’ın eline düşerek Receb 531 (Mart/Nisan 1137)’deöldürülmüştü [85]. Onun yerine geçen oğlu Raimond II. babasının intikamını yerli bölge halkından aldıktan sonra, her halde Hıms istikametinde yürüyüşüne devam etmiş ve bu olay Zengi yi Montferrand üzerine yürümeye şevketmiş olmalıdır.
Montferrand kalesinin kuşatılması üzerine Trablus kontu Kudüs'e ulaklar göndererek kral Foulque’dan acele yardım ricasında bulundu. Wil- lermus Tyrensis, “Hıristiyan ahalinin zorluğa düştüğü bütün hallerde daima bir baba gibi yardımda bulunan Kral”ın hemen Krallığın bütün ileri gelenlerini yanına çağırıp devletinin bütün atlı ve yaya kuvvetleriyle derhal yola çıkarak Trablus topraklarına girdiğini haber verir[86]. Yine onun ifadesine göre, Antakya prinkepsinin ulakları burada krala ulaşarak onu Bizans imparatorunun tehdidi altında bulunan Antakya’ya yardımda bulunmaya davet etmişlerdir.
Gerçekten de 1137 ilkbaharında Bizans imparatoru loannes II. Kom- nenos, Haçlı Seferinin başından beri Bizans’ın izlemek istediği, fakat muhtelif engeller yüzünden bir türlü gerçekleştiremediği, Çukurova ve Suriye’yi yeniden Bizans hâkimiyeti altına almak politikasını, Anadolu’da ve Selçuklulara ve Danişmend oğullarına karşı bir sıra savaş ile dengeyi sağladıktan sonra ele almış ve Antalya’dan hareketle İçel ve Çukurova üzerine büyük kuvvetlerle yürüyüşe geçmişti.
Bu durumda Trablus’da yapılan bir toplantı sonunda, önce en yakın ve gerçek tehdit ve tehlikenin ortadan kaldırılması, yani Montferrand kalesinin kuşatmadan kurtarılması ve ondan sonra Antakya’ya yardıma gidilmesi kararlaştırıldı[87].
Bu arada, birleşen Kudüs-Trablus kuvvetlerinin Montferrand kalesini kurtarmak üzere yardıma geldikleri haberi Müslümanlar tarafından zamanında duyulmuş ve gerekli tedbirler alınmıştı. Haçlılar, al-cAzîmî ve onun verdiği haberi izleyen İbn al-cAdim’in ifadesine göre[88] Savar’ın kumandasındaki Haleb askerlerinden müteşekkil öncü birlikler tarafından pusuya düşürülerek büyük bir bozguna uğradılar; 2000’den fazla Frank öldürüldü, pek çoğu esir düştü ve ancak pek azı başta kral olmak üzere Montferrand kalesine kapanmak imkânını buldu [89].
Haçlı kalesi derhal yeniden kuşatıldı ve mancınıklarla geceli gündüzlü dövülerek iyiden iyiye tahrip olundu[90] . Kale dışındaki savaşta Kudüs kralının yanında getirdiği bütün teçhizat ve yiyecek maddeleri Müslümanların eline geçmiş olduğu gibi gerek Montferrand müdafileri ve gerekse kral ile birlikte buraya sığınanlar çok zor durumda kalmışlardı[91]. Ancak kral Foulque, süratli ulaklarla Antakya prinkepsini ve Urfa kontunu durumdan haberdar etmek ve yardımlarını istemek imkânını bulmuştu. Her iki Haçlı reisi de, Bizans imparatorunun her an bölgelerine girmesinin beklenmesine rağmen, Kudüs kralına yardım için süratle harekete geçtiler[92]. Haçlıları bu ümitsiz durumdan kurtaran, İbn al-Kalânisı’nin kaydettiği gibi Antakya ve Urfa’dan kuvvetli birliklerin yaklaşması şayiası[93] değil, Bizans imparatorunun Antakya’ya ulaşmak üzere bulunduğu haberinin Zengi’ye erişmesi oldu[94]. Muhtemel bir Bizans-Haçlı koalisyonundan çekinen Zengi, imparatorun kuzey Suriye’de dengeyi zorlayan varlığından endişeye düşmüştü. Gerkçekten de imparatorun seferi, ileride de görüleceği gibi, Franklar kadar Müslümanlar için de tehlike yaratmakta idi. Bu düşüncelerle Zengi, çaresizlik içinde kıvranıp duran ve yardıma çağırdığı Haçlıların yaklaştıkları hakkında da herhangi bir haber alamamış olan Kudüs kralına şaşılacak derecede yumuşak davrandı. İstediği sadece kalenin kendisine teslimi idi[95]. tçerdekilerin serbestçe çıkıp gitmelerine müsaade edildiği gibi, fidye ödemelerine gerek kalmadan aralarında Trablus kontu Raimond Il.’un da bulunduğu, önceki savaşta esir düşenler de serbest bırakılacaktı. Bu gerçekten ucuz kurtuluşu sevinçle karşılayan Kudüs krah Zengi’nin şartlarını derhal kabul etti, İbn al-cAdim barış anlaşmasının 531 yılı Zilkadesinin son on günü içinde (10/19 Ağustos 1137) imzalandığını ve bundan sonra Zengi’nin Haleb’e, Haçlıların da kendi ülkelerine döndüğünü bildirmektedir[96].
Bu olayların cereyanı sırasında Bizans imparatoru loannes II. Kom- nenos Ermenilere büyük darbeler indirerek Çukurova’daki önemli şehirleri (Tarsus, Adana, Misis) zaptettikten sonra Toros dağlarına çekilen Ermeni Leo’yu takipten vazgeçmiş ve seferinin ana hedefi olduğu anlaşılan Antakya önüne gelmiş bulunuyordu. Kral Foulque’u Montferrand kuşatmasından kurtarmak üzere güneye yönelmiş olan prinkeps Raimond, Zengi ile kral arasındaki barıştan sonra süratle ülkesine döndü ve henüz tam olarak kuşatılamamış olan Antakya’ya girebildi. Bizanslılar 20 Ağustostan 10 Eylül 1137’ye kadar Antakya’yı 20 gün baskı altında tuttular. Daha fazla mukavemet imkânı bulamayan Raimond nihayet imparatora boyun eğdi. îki taraf arasında varılan anlaşmaya göre, kış mevsimi yaklaştığı için bir yıl sonra imparator Frankların da yardımı ile Haleb, Şeyzer, Hamâ ve Hıms’ı zaptederek Raimond’a verecek, Antakya ise Bizans’a bırakılacaktı[97]. Bu kuşatma sırasında etrafı yağmalamak üzere Bizans ordugâhından ayrılan oldukça kalabalık bir grubun, Savar tarafından kıstırılarak bir kısmının öldürüldüğü ve geri kalanlarının da esir edilerek Haleb’e götürüldüğü kaynaklarımız tarafından belirtilmektedir[98]. Savar’ın Bizans kuvvetlerine karşı giriştiği bu teşebbüs her halde Zengi’nin BizanslIların bölgeye gelişini hasmâne bir hareket telâkki ettiğini göstermekte olup, İbn al-Aşîr’in, BizanslIların Franklar tarafından Zengi’ye karşı yardıma çağırıldıklarını beyan eden ifadesini doğrular niteliktedir[99].
İmparatorun kışı geçirmek ve önce Ermeni meselesini halletmek üzere Çukurova’ya dönerken, adamlarının Türkler tarafından uğradığı baskına rağmen, Zengi’ye bir elçi yollaması ve Zengi’nin de el-Hâcib Haşan adında bir adamının başkanlığında imparatora mukabil bir elçi heyeti ile bir takım hediyeler göndermesi her halde loannes’in Antakyahlarla kararlaştırdığı, ertesi yıl girişilecek büyük taarruzu peçelemek istediği ve Zengi’nin de İmparatorun bu sözüne inandığı şeklinde yorumlanabilir[100]. Bununla beraber İbn al-cAdîm, Haleb ahalisinin loannes’in bölgeye gelişinden endişe duyarak şehirlerinin surlarını takviye ettiklerini ve hendeklerini derinleştirdiklerini kaydetmektedir [101].
1138 yılı Şubatında Antakya’da ve Haçlılar elindeki diğer sahil bölgelerinde bulunan bütün Halebli tacirler Haçlılarca tutuklandılar. Bunların sayısı 500 kadar idi[102]. Bununla bölgede bulunan Müslümanların müşahede ettikleri savaş hazırlıklarını Zengi’ye bildirmelerinin önüne geçilmesinin istendiği anlaşılmaktadır. Filvaki Zengi, imparatorun elçisinin ifadesine güvenerek Hıms’ı kuşatmaya gitmişti ve Savar da yanında bulunmakta idi [103].
İmparator 1138 Martında alışılmamış bir yoldan, Maraş’a doğru bir sapma yaptıktan sonra güneye yönelerek aynı ayın sonunda Haleb’in 50 km. kadar kuzey-doğusunda Biza’â yakınında Müslüman topraklanna girdi; Biza’â şehrini bir hafta süren kuşatmadan sonra 25 Receb 532 (8 Nisan 1 t38)’de aman ile teslim aldı[104] ve buradan da Haleb üzerine yürüdü.
Biza’â’nm, sadece bir hafta da olsa, gösterdiği mukavemet Hıristiyan müttefiklerin Haleb’i gafil avlamalarına engel oldu. Biza’â’nm kuşatıldığı haberi üzerine Halebliler derhal Hıms önünde bulunan Zengi’ye haber gönderdiler. Zengi hemen yanında bulunan kumandan Savar’ı 500 atlı ile şehrin imdadına yolladı. Bu kuvvet daha 26 Receb (9 Nisan)’de Haleb’e ulaşmış ve halkın maneviyatım yükseltmiş bulunuyordu [105]. Bu sebeple imparatorun 19 Nisan (6 Şaban)’da giriştiği saldırı çetin bir müdafaaya çarptı. Haleb’in çok müstahkem surlara ve büyük savunma gücüne sahip olduğunu gören imparator kuşatmada fazla ısrar etmedi ve Bizans kaynağı olarak bu olayları tafsilâtla kaydeden Niketas Khoniates’e göre [106], yiyecek maddeleri bittiği, su ve yakacak azaldığı için kuşatmayı kaldırarak 22 Nisanda, garnizonunun terkettiği Asârib kalesini zaptetti[107]. Ancak
burada bırakılan garnizonun elinden kaçan birkaç kişi Haleb’e gelip Bizans ordusunun Asârib’den çekildiğini, Biza’â’da esir edilen Müslümanların bu kalede bırakılan küçük kuvvetin elinde bulunduğunu haber verince, emir Seyfeddin Savar’ın derhal Asârib üzerine yürüyerek Bizans garnizonunu kılıçtan geçirdikten sonra kurtardığı Müslüman esirlerle birlikte 11 Şaban 532 (24 Nisan. 1138) tarihinde Haleb’e döndüğü ve coşku dolu bir sevinçle karşılandığı Îslâmî kaynakların hepsinde kaydedilmiştir[108].
Bizans imparatorunun bundan sonra Ma’arrat’ün-Numân ve Kefertâb üzerinden, seferinin bundan sonraki en önemli hedefi Şeyzer’e gidişi, bu şehri kuşatması, başarısızlığı ve önce Antakya’ya, oradan da başşehri İstanbul’a dönüşü Haçlı Seferleri tarihinin çok çeşitli kaynakları tarafından tafsilâtıyla hikâye edilmekte ve bunlardan derlenerek çağdaş tarih yazarlarınca tasvir edilmektedir[109]. Bütün bu olaylara Zengi ile birlikte emir Savar’ın da katıldığı şüphesiz olmakla beraber[110] kaynaklarda onun adı zikredilmediği için bu olayların tafsilâtına girişmedik[111].
533 (8 Eylül 1138-27 Ağustos 1139) yılında Savar’ın Frank arazisine, her halde Antakya Prinkepsliği topraklarına bir akın yaptığı, ancak burada Franklar tarafından mağlup edilerek 1200 atlı kaybettiği sadece İbn al- cAdim tarafından bildirilmektedir[112]. Uğranılan kaybın büyüklüğü göz önüne alınırsa, oldukça önemli bir akın olması gereken bu hareket hakkında diğer kaynaklarda bir habere rastlanmaması gerçekten şaşırtıcıdır, İbn al- cAdim’in Savar’ın faaliyetleri hakkında kaynakları olan al-cAzîmî ve İbn al- Kalânisi böyle bir olaydan bahsetmiyorlar, İbn al-Kalânisı 533 yılı sonlarına doğru Dimaşk hükümdarı Şihabeddin Mahmud’un öldürülmesi üzerine Zengi’nin yeniden Dimaşk’ı ele geçirmek ümidiyle Suriye’ye dönerek önce Ba’albek ve daha sonra Dimaşk’ı kuşatması olayına büyük yer vermektedir. Bu olaylara Savar’ın katılmış olması büyük bir ihtimal içinde olmasına rağmen ne asıl kaynak I bn al-Kalânisi’de, ne de ondan yararlanan İbnal-Aşır ve İbn al-cAdim’de Savar’ın adı geçmiyor[113].
535 (17 Ağustos 1140-5 Ağustos 1141) yılında Savar’ın Şeyzer yanında Frankları bozguna uğratmış olduğu haberi de sadece al-cAzîmî’nin eserinde bildirilmekte olup[114] bu olay da diğer kaynaklara intikal etmemiştir. Sadece İbn al-cAdim’in bu yıl içinde Türkmen tahribatının çoğaldığı ve Frankların Zengi’ye bir elçi göndererek bundan şikâyette bulundukları, bu elçinin geri dönerken bir Türkmen grubu tarafından yakalanarak öldürüldüğü ve bunun üzerine Frankların Haleb’e akın ederek Türkmen ve Arap- lardan pek çok kişiyi esir ettikleri hakkındaki haberini[115] al-cAzîmî’nin kısa kaydı ile beraber mütalâa etmek mümkün görülebilir.
536 (6 Ağustos 1141 - 26 Temmuz 1142) yılında, pek kısa bir zamanda tekrar tarihin karanlıklarına gömülmek üzere, Savar’ın Alemeddin adında bir oğlu tarih sahnesinde görülüyor. Filvaki al-cAzîmî[116], ufak bir ilâve ile İbn al-cAdım tarafından da hemen aynı kelimelerle tekrarlanan bir rivayetinde, Frankların bu yıl içinde Sermîn [117] şehrine saldırarak burasını tahrip edip yağmaladıktan sonra Cebel es-Summâk[118]’a gittiklerini, burasını ve aynı şekilde Kefertâb bölgesini[119] harap ederek dağıldıklarını, bunun üzerine Seyfeddin Savar’ın oğlu Alemeddin’in Türkmen kuvvetleriyle birlikte Antakya kapısına dayanıp büyük ganimetle geri döndüğünü bildirmektedir. Alemeddin biraz sonra göreceğimiz gibi, sadece bir defa daha 538 yılı olayları içinde babası Savar yanında savaşırken al-cAzîmî tarafından kaydedilecektir. Onun hakkında başka kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlayamadık.
Yine aynı yıl Ramazanının ikinci on günü içinde (9/19 Nisan 1142), Antakya prinkepsinin Kudüs’e gitmesinden faydalanan Savar’ın Antakya bölgesine taarruz ederek Cisr el-Hadîd yanında büyükçe bir düşman grubunu baskına uğratıp pek büyük bir başarı kazandığını ve büyük ganimet ile, yanında öldürülenlerin kelleleri ve esirler bulunduğu halde Haleb’e döndüğünü görüyoruz [120].
537 (27 Temmuz 1142 - 15 Temmuz 1143) yılı için kaynaklarımız Antakya hükümdarının Biza’â vadisinde görüldüğünü, bu sebeble de Sa- var’ın onun üzerine yürüyerek Frankları kuzeye attığını haber veriyorlar[121]. Aynı yıl için Urfa kontu Joscelin Il.’in Şatt’ül-Fırat bölgesine taarruz ettiği, fakat Savar ile Joscelin’in Haleb’in kuzeyinde ordugâhları arasında bir araya gelerek aralarında bir barış anlaşması yaptıkları bildirilmektedir ki[122], bu barışın Antakya ile Urfa Haçh devletleri arasında uzun zamandan beri sürüp giden anlaşmazlıklardan ve Bizans imparatoru loannes’in Antakya ve genellikle Suriye Frankları problemine son vermek kararıyla giriştiği, ölümüyle sonuçlanan 1142/43 seferinin uyandırdığı iki taraflı endişeden kaynaklandığı tahmin olunabilir[123].
538 (16 Temmuz 1143 - 3 Temmuz 1144) yılı Müslüman akınları bakımından biraz daha hareketlenmiş görünüyor. Bu yılın Cumada I. (11 Kasım /10 Aralık 1143) ayı içinde Haleb birlikleri İbn al-cAdim’e göre [124], Antakya’dan çıkan büyük bir ticaret kervanını basarak büyük ganimetle Haleb’e döndüler. Bundan sonra Antakya’ya bağlı Bâsûtâ garnizonunun Müslüman arazisine akında bulunduğu, bunlara karşı çıkan Seyfeddin Savar ile oğlu Alemeddin’in Frankları bozguna uğrattıkları al-cAzîmî tarafından rivayet ediliyor [125]. Bâsûtâ kalesi garnizonu ile aynı yıl içinde bir büyük çarpışma daha yapılmış ve 25 Zilkade (31 Mayıs 1144) tarihinde bir Haleb birliği Bâsûtâ yanında baskına uğrattıkları garnizon kumandanını esir ederek 1 Haziran 1144’de Haleb’e getirip emîrSavar’a teslim etmişler ve Savar da onu zincire vurdurmuştur[126].
Seyfeddin Savar’ın hayatı ve faaliyeti hakkında Urfa’nın Zengi tarafından fethi münasebetiyle önemli haberlerin beklenebileceği 539 (4 Temmuz 1144-23 Haziran 1145) yılı ve sonrası için sadece İbn al-Kalânisi’nin iki kısa haberiyle yetinmek durumunda kalmamız oldukça üzücüdür. Bahis konusu haberlerin birincisi 6 Rebi I. 541 (15 Eylül 1146) Zengi’nin, kuşatmış olduğu Caber kalesi önünde kendi köleleri tarafından öldürülmesini müteakip oğlu sonraki büyük Türk hükümdarı Nureddin Mahmud’un babasının Suriye mirasını eline almak için Haleb’e dönüşünde yanında Hamâ emîri Salahaddin Yağısiyânî ile birlikte Seyfeddin Savar’ın da bulunduğu hakkındadır[127]. Bu, başka kaynaklara aksetmeyen önemli haberden Savar’ın Caber önündeki ordugâhta bulunduğunu ve diğer bir çok ümeranın aksine Nureddin’in tarafını tutmuş olduğunu anlıyoruz.
Savar hakkında sadece İbn al-Kalânisi tarafından kaydedilen ikinci haber ise onun, tmadeddin Zengi’nin öldürülmesinden faydalanarak Urfa’yı yeniden eline geçirmek üzere harekete geçen ve Urfa’nın yerli Hıristiyan ahalisi ile anlaşıp 1146 yılı Ekim ayı sonlarında şehre giren Joscelin II.’e karşı Nureddin’in emrinde Haleb’den derhal harekete geçen kuvvetler içinde Türkmenleriyle Savar’ın da bulunmuş olmasıdır[128].
Haçlı Seferlerinin çok ilgi çekici bir devresinde oynadığı rolü kaynakların verileri nisbetinde bir araya getirerek yorumlamaya çalıştığımız Savar hakkında bu tarihten sonra hiçbir kayda rastlayamadık. Savar’ın, Suriye’de Zengi Devletinin kuruluşunda ve büyümesinde oldukça büyük faaliyet gösterdiği açık bir şekilde görünen bu Türk beyinin ve son haberlerde adı geçmeye başlayan oğlu Alemeddin’in akıbeti hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir.
Yukarıdan beri verilmekte olan bilgilerin ana ve en verimli kaynağı, görüldüğü gibi, al-cAzîmî’nin muhtasar tarihidir. Filvaki İbn al-Kalânisi’de de, pek sık olmamakla beraber, bazen al-cAzîmî’nin rivayetlerinden müstakil haberlere rastlanılmaktadır; fakat genellikle Seyfeddin Savar’ın hareketlerini oldukça sistemli bir şekilde izlemiş ve kısa da olsa kitabına işlemiş olan sadece al-cAzîmî’dir denilebilir. Ancak maalesef al-cAzîmî’nin bu kısa tarihi 538 yılı ile son bulur. Onun hem mufassal eserini hem de bu muhtasarını görmüş olduğu, bunlardan yaptığı geniş iktibaslarla malûm olan İbn al-cAdım de Savar hakkında verdiği bilgiler için al-cAzîmî’nin sadece elimizde bulunan nüshasından veya bunun aynı olan diğer bir nüshadan faydalanmış olmalıdır. Çünkü onun Savar hakkında verdiği haberler de muhtasar al-cAzîmî tarihinin sona erdiği 538 yılı ile tükenmektedir. Onun büyük eseri Buğya'de Savar’ın adının geçmemesi, Zubdat al-Halab'i kaleme alırken önünde sadece muhtasar al-cAzîmî’nin bulunmuş olduğunu düşündürmektedir. Başka bir ihtimal de al-cAzîmî’nin mufassal eserinde Savar’dan hiç söz etmemiş olmasıdır ki, bu da bizi, al- cAzimi’nin belki de muhtasarını Savar’a takdim etmek düşüncesiyle kaleme almış olması düşüncesine sevketmektedir [129].
Gerek Anadolu ve gerekse özellikle Haçh Seferleri tarihini araştırma bakımından üstün bir önem taşıyan bu kaynağın mevcut yegâne nüshası, bu eserden ilk defa ayrıntılı olarak bahseden merhum hocamız Mükrimin Halil Yinanç’ın[130] da belirtmiş olduğu gibi, müellifin müsvette halindeki eserinden oldukça acemi ve konuya pek aşina olmayan bir kimse tarafından temize çekilmiş görünmektedir[131]. Bu arada eserin son sayfalarının herhangi bir sebeple temize çekilemeden kalmış olması da pek mümkündür; çünkü al-cAzîmî’nin 1161 yılından önce ölmediği malûmdur. Eserini 1144 yılının ortaları ile kapatması ve hiç olmazsa devrinin en önemli olayı olan Urfa’nın fethiyle bitirmemiş olması oldukça gayri tabiidir. Muhtasar’ın daha tam bir nüshası ele geçmedikçe bu husustaki bütün tahminlerin bir hipotez olarak kalmaktan kurtulamayacağı da şüphesizdir.