ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

İsmail Parlatır

Anahtar Kelimeler: Osmanlı İmparatorluğu, Türkler, Orta Çağ, Kölelik, Avrupa, Tarih

İnsanlık kadar eski bir geçmişi olan kölelik, bir insanın bütün varlığı ile bir başkasının tasarrufunda bulunmasıdır, önceleri savaş esirliği ile ortaya çıkan,beslenen ve sosyal hayata yerleşen kölelik kurumu,zamanla toprağa bağlı kölelik, toplu kölelik ve ev içi hizmeti köleliği biçiminde geniş bir kullanım alanını içine aldı. Bu yapısıyla da yüz­yıllar boyu varlığını korudu ve sürdürdü.

Yakın geçmişe değin de gerek ekonomik gerek sosyal hayat içinde vazgeçilmez bir kurum olarak yerleşen kölelik, zaman zaman dünya politikasını etkilemiş, zaman zaman Osmanlı yönetiminde de ön plana çıkmıştır. Üstelik XIX. yüzyılda onun kaldırılması konu­sunda devletler arası girişimler yoğunlaşmış, ister istemez Osmanlı yönetimi de bu girişimlerden uzak kalamamıştır. ٠

İşte, yüzyıllar boyu gerek dünya gerek Türk sosyal hayatında yerleşen ve varlığını sürdüren bu kurumun, önce tarihî geçmişinin kısa bir değerlendirilmesinde yarar var.

Dünyada kölelik

İnsanlığın tarihi ile birlikte ortaya çıkan kölelik, Eskiçağ bo­yunca yakın ve orta doğu Avrupa ekonomisinin ve sosyal hayatının değişmez bir unsuru oldu. Ortaçağ ile birlikte bu kurum, hem kay­naklarını hem de kullanım alanlarını genişletti. Üstelik, dünyanın belirli yerlerinde “esir pazarlan” kurulmuştu, öte yanda, Asya ve Avrupa’da köleliğin yayılmasında savaşların büyük rolü olurken bir de buna Afrika’dan mülteciler akını ekleniyordu.

Ortaçağ boyunca sosyal hayata iyiden iyiye yerleşen kölelik, Yeniçağ ile birlikte ortaya çıkan Amerika sömürgeciliği ile yeni boyutlar kazandı. Buna, daha çok toplu zenci ticaretini körükleyen Avrupa koloni sistemi eklendi. Deniz ticaretindeki üstünlüklerinden dolayı Batılı devletler, bu sistemi benimsedi ve daha da geliştirdi. Üstelik, köle ticaretini izne bağlayan Asiento (1517) antlaşması yapıldı [1].

Ekonomik çıkarlar doğrultusunda yoğunlaşan bir köle ticareti, 1618-1786 arasında, yaklaşık 2.13 milyon zencinin Amerika'ya taşınmasını sağladı. Amerika'da, özellikle güney eyaletlerde kölelik, 1865'te patlak veren İç savaşa kadar eski hızını yitirmeden sürdürüldü.

Öte yanda Afrika zenci ticareti, orta doğu ülkelerini de bes­lemeye başladı. Abbasiler donemi (75O-1258)’nde Bağdat, Doğu'nun en büyük “esir pazarı” durumunda idi. üstelik, bu İmparatorluğun güçsüzleşmesinden yararlanan Türk ve Çerkeş köleler, Mısır’da Memlûk Devleti (125O-1517)'ni kuruyordu [2]. Ancak, burada hemen belirtelim ki Amerika’da söz konusu olan ağır İş gücüne ve toplu çalıştırmaya dayalı kölelik, orta doğu Müslüman ülkelerinde daha dar bir kullanım alam, ev içi hizmeti olarak görünüyordu.

Son çağlara kadar böylesine bir seyir gösteren kölelik, zaman zaman da tepkilerle karşılaştı. Nitekim, Stoicism felsefesi savunucuları, köleliğin aleyhinde idiler [3]. Ancak bu kuruma karşı ilk hareket, bazı İngiliz soylularından geldi. Bunun üzerine kral John (1199-­1216),Mağna Carta (Büyük ferman) adil ferman imzalamak zorunda kaldı (1215). Bu tarihi belgede insan hak ve özgürlüklerinin satıla­mayacağı söz konusu ediliyordu. Ancak, bu ilk adim büyük bir sonuç getirmedi.

Avrupa kültürünün gelişmesi, köleliğin kaldırılmasında büyük etken olmuştur, denebilir. Nitekim bu düşünce, Fransız ihtilali (1789) ile önem kazandı. Santa Domingo (Haiti)’nun sömürgelikten kurtulması bunun sonucudur (1804).

Bununla birlikte köleliğin kaldırılmasında İngiltere'nin öncülük ettiği görülür. Bu devlet, ilk olarak Amerika sömürgeciliğine son verdiğini ve esir ticaretini resmen yasakladığım açıkladı (1.5.1087). Arkasından Viyana Bildirisi (8.2.1815) bu yolda devletler arası ilk girişim oldu. Bu bildiriden sonra Fransa, Brezilya ve Portekiz 1816-1830 yıllan arasında esir ticaretine son verdiklerini duyurdular. İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve Prusya köleliğin kaldırılması için Ouintupelvertrag Antlaşması (20.12.184i)’nı imzaladılar.

Köleliğin yasaklanması bir süre sonra 15.11.1884’te gene gün­deme geldi ve 14 devlet, Berlin Konferansı sonunda Berlin Umumî Senedi ile kölelik ve köle alım satımına karşı çıktı. Ar­kasından Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri’nin de katıldığı 16 devlet, “Kölecilik aleyhtarlığı” olarak nitelenen Bürüksel Konferansı’na katıldı, 2.7.1890 günlü antlaşma ile bu konferans, daha önce gerçekleştirilmiş olunan Berlin Konferansı’nı tamamlıyordu. Bu antlaşma, köle ticaretini kesinlikle yasaklarken sömürgelerde de yerli halka geniş haklar geti­riyordu. Bunu 10.9.1919 günlü Saint Germain Sözleşmesi izledi. Bu sözleşme ise, daha önce alınan kararlara ek olarak, zorla çalıştırma, uluslararası ve kıtalararası köle ticaretini, evlât edinme ya da borçlanma yolu ile gerçekleştirilen köleliğin ortadan kaldırıl­masını kesin güvence altına alıyordu.

Bu tür antlaşmalar gerçekleştirilir ve yürürlüğe konulurken dünyanın değişik ülkelerinde kölelik, ya gizliden gizliye yürütülüyor ya da devlet gözetiminde sürdürülüyordu. Gizliden gizliye köle kullanımını Çin ve Araplar uygularken Rusya da 1917 devriminden sonra kurduğu “esir kampları” ile devlet gözetiminde sürdürülen köleliği sergiliyordu.

Milletler Cemiyeti’nin kurulmasından sonra ise köleliğin kaldırılması konusunda bir başka görüşme gerçekleştirildi. 28 devletin katıldığı 25.9.1926 günlü sözleşme, köleliğin kısa süre içerisinde kaldırılması konusunda çalışmalar yapılmasını öneriyordu. Birleş­miş Milletler ise, kabul edilen “İnsan hakları evrensel beyanna­mesi” (10. 12.1948)’nin 4. maddesindeki: “Hiçbir kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti, her türlü şekliyle yasaktır” hükmü ile “kölelik”e kesinlikle karşı çıkmıştı. Bu hüküm doğrultusunda bir komisyon, birçok devlette köleliğe benzer uygulamaların bulunduğunu, özellikle Arap yarımadasında bunun klasik biçimiyle sürdürüldüğünü ortaya çıkardı. Bunun üze­rine düzenlenen konferansta, köle ticaretinin ve benzeri uygulamaların kesinlikle önüne geçilmesi karar altına alındı (7.9.1956). Üye dev­letler, bu sözleşmeyi uygulamada gerekli önlemleri almayı üstlen­diler. öte yanda köle ticareti suç sayılırken üye devletler de kendi bayraklarını taşıyan gemilerin köle ticareti yapmasını engellemekle yükümlü tutuldular. Üstelik bu konuda devletler arası iş birliğinin sağlanması da öneriliyordu.

Birleşmiş Milletler’in almış olduğu bu son karar, köle ticaretinin ve köle kullanılmasının ortadan kaldırılmasında büyük rol oynamıştır. Türkiye Cumhuriyeti, bu sözleşmeyi 7.7.1964 yılında onaylamıştır [4].

Eski Türklerde kölelik

Geniş anlamı ile dünyadaki köleliği böylece değerlendirdikten sonra eski dönemlerden başlayarak Türk sosyal hayatında bu kuru­mun varlığı konusuna da bir göz atmak yerinde olur.

Eski Türklerde köleliğin varlığını, Çin kaynaklarından öğre­niyoruz. O dönemde Çin’de oldukça gelişmiş olan bu kurum, Türk kavimlerine de geçmiş, özellikle karşılıklı akınlar sonucu alınan esirler, köleliğin yerleşmesinde büyük etken olmuştur.

M. Ö. 300’lerde Çin’de Ch’in yönetimi sırasında dağınık bir durumda bulunan Hunlar’ın devşirilerek Şan-tung’da satılması, Çin tarihinde ilk köle isyanlarına yol açmıştı. Bu olaylar sonucu, özgürlüklerini kazanan Hunlar, Chao sülalesini kurmuşlardı5.

Hunlardan başlayarak eski Türklerde köle kullanılması kaynak­larda söz konusu edilmektedir. Han döneminde bunlar, ev köleleri daha doğrusu büyük evlerde uşak olarak kullanılan hizmetçilerdi. Tobalarda ise kölelerin bir kesimi üretim alanlarında, bir kesimi ise çoban olarak büyük otlaklarda çalıştırılıyordu [6]. M. Ö. 206 ile M. S. 220 arası Kora kavimlerinde de kölelerin varlığından söz edilmektedir [7].

Eski Türklerde köle kullanımı konusunda en sağlam kaynak 'kuşkusuz yazılı belgelerdir. Bunlar içerisinde eskilik açısından ilk sırayı Orhun yazıtları almaktadır. Nitekim yazıtlarda yer yer “kul”, “câriye” sözlerine rastlamaktayız [8]. Ancak bunların verdiği kavram geniş olduğu kadar bu kişilerin sosyal durumu konusunda da yeterli ve doyurucu bilgi ile karşılaşamıyoruz.

Uygurlar döneminde ise yeni bulunan Köle satış belgeleri'nden bu kurumun varlığını daha açık ve kesin olarak değerlendire- biliyoruz. Bu belgelerden anlaşıldığına göre kadın ve çocuklar, borçlanmadan dolayı köle durumuna düşebildikleri gibi para ve mal karşılığında da satılabilmektedir. Bu konu ile ilgili 14 Uygurca metin bulunmaktadır. Bu belgelerden üçü, önceden köle olmayan kişilerin sonradan köle olarak satılması; sekizi, köle olan kişilerin bir başkasına satılması; biri, kölenin âzâd edilmesi; bir başkası, bir köle ile bir câriyenin evlendirilmelerine izin verilmesi; biri de Orta Asya şehirlerinden köle ve câriye satın alınması konusundadır. Ayrıca bir vasiyetnamede de bir ağabey, öteki malları ile birlikte iki kölesini de erkek kardeşine bırakmaktadır [9].

Köleliğin eski Türklerdeki varlığı, bir de bu konuda kullanılan söz ve kavramlarla ortaya çıkmaktadır. Kök Türkçe ve Uygurcada genel anlamda “kul”, “başka birine tâbi kimse, hizmetçi” karşı­lığında geçmektedir. Câriye için de “kün”ün kullanıldığım görü­yoruz [10]. “Kün” sözü, “dişi kul” olarak değerlendirilmiş, “kul” gibi genel bir anlam kazanmamıştır; doğrudan doğruya “câriye, kadın köle” anlamına gelmektedir; “karabaş” da aynı anlamdadır. Ayrıca, Uygur metinlerinde bir de “küngüz” sözü var; bu da câriye karşılığında kullanılmış [11]. öte yandan “kulsıg” sözünün de “köleye yakışır” diye bir anlam taşıdığı söz konusudur[12].

Uygurlardan sonra Karahanlılar, Harzemşahlar ve özellikle Selçuklular dönemlerinde eskiden beri süregelen kölelik, artık yavaş yavaş yerleşik hayata geçen Türklerde kesin çizgilerle belirmeye başlar. Nitekim, Harzemşahların kurucusu Anuş Tigin, Selçuklu emirlerinden Bilgi Tigin tarafından Gürcistan’da satın alınarak sarayda yetiştirilmiş ve sonra Har ez m valiliğine gönderilmiş Garca adlı bir Türk kölesidir. Ayrıca, X. yüzyılda en güzel ve en beğenilen kölelerin Türk illerinden satın alınanlar olduğunu, Horasan’da Türk köle ve câriyelerin değerlerinin 3000 dinara kadar çıktığını, o yüzyıl coğrafyacılarından İbni Hav kal, Kitabü Sûreti'l-arz adlı eserinde söylüyor [13].

İşte bu dönem sosyal hayatında daha da artan köleliğin varlığını, Türk kültür tarihinin en eski ve önemli belgelerinden olan Divani¡ Lügati’t-Türk'te bulabiliyoruz. Türklerin islâmiyete geçişlerinin ilk yüzyılında yazılmış olmasına karşın Türk yaşayışının gerek kendi döneminde gerek geçmişine özgü çok zengin malzemeyi içine alan bu önemli kaynakta, köle için genel olarak “kul” denilmektedir [14]. Ayrıca, “tigin” sözünün de kul, köle için kullanıldığı görülür [15]. Kâşgarh, rengi gümüş gibi olan köleye “gümüş tigin”, güçlü kuv­vetli köleye “güç tigin”, doğan (çağrı) kuşu gibi yırtıcı köleye de “çağrı tigin” denildiğini belirtiyor [16]. Ayrıca, erkek ve dişi ayarımı gözetilmeden kölelere “karabaş” adının verildiği de söz konusudur.

Öte yanda köleliğin XI. yüzyıl topluluklarında geniş yer tutan bir kurum olduğunu, Divan'da gerek onlara verilen adlardan gerek kölelerin sosyal hayattaki durumunu yansıtan sözlerden anla­maktayız [17].

X. yüzyıldan başlayarak Türk illerine yavaş yavaş giren Müs­lümanlık, öteden beri süregelen kölelik kurumuna yeni değer yargıları da katmıştır. Üstelik, İslâm dininin yerleşip yayılması, bu değer yargılarını da birlikte getirmiş ve kölelik bir de “şeriat” hükümlerine göre yön kazanmıştır. Durum böyle olunca, İslâm dininin bu kuruma bakış tarzını da gözden uzak tutmamak gerekiyor.

İslâm'da kölelik

İslâm dini köleliği değerlendirirken bu kurumun Arap dünya­sındaki yapısını göz önüne alıyor. Çünkü, İslamiyetken önce özel­likle “Cahiliyye” döneminde kölelik, önemli bir sosyal kurum duru­mundaydı. Köleler, sert ve acımasız davranışlarla karşı karşıya kalıyordu [18].

İslâmiyetten sonra da bu kurumun sürdürüldüğü görülüyor. Bunda, “İslâm fütuhatı”nın rolü büyüktür. Çünkü, Hz. Peygamber’in Arap kabileleri ile yaptığı savaşlarda, kadın ve çocuklar da olmak üzere, ele geçirilen savaş esirleri, eski Arap geleneklerine göre “fidye-i necat” (kurtuluş akçası) ödemeleri gerekiyordu. Bunu ödeyememe durumunda ise “esaret”e düşülüyordu. Bunun sonucu olarak da köle ve câriye kullanımı Arap dünyasında hoş görü ile karşılanıyordu.

Burada, üzerinde önemle durulması gereken nokta, İslâmiyetin kölelik kurumuna, eskiye göre, daha toleranslı bir bakış tarzı getir­mesidir. Şöyle ki Kur'ân-ı Kerîm'de, “Köle ve câriyelere iyilik ve güzellikle muamele edilmesi, onlara karşı cabbarlıktan kaçınılması ’ [19] önerilmektedir. Ayrıca, “Kölelerin korunması, rızklarının tam ve eksiksiz verilmesi, çünkü o rızkın da Allah’tan geldiği”[20] öğütlenmektedir.

Öte yanda, kölelere iyi davranılması ve onların korunması konusunda da Hz. Muhammed’in birçok hadis'leri ile karşılaşıyoruz. Söz gelişi: “... yine sizin biriniz (memlûküne) kulum, câriyem! diye hitap etmesin (Çünkü hepiniz Allah’ın kulusunuz, hepiniz mem­lûksunuz) ve lâkin yiğitim, kızım, oğlum! diye seslensin...” [21] ya da “Herhangi bir kişi müslim bir rakabe âzâdlarsa Allah, onun her uzvuna (mukabil), âzâd edenin bir uzvunu (cehennem) ateşin­den halâs eder” [22]veya “Sizden biriniz hâdimini döğdüğünde yüzüne vurmaktan ictinab etsin” [23] gibi hadisler, köleliği koruyucu nitelik­tedir.

Bir de “şeriat” açısından konuya bakılırsa, esirlerin hukuki durumlarının değişik hükümlere bağlandığı görülür, öncelikle kö­leler, efendinin malı olarak kabul edilmiştir. Onlara herhangi bir kanunî yetki tanınmamıştır. Köleler, ne “vasi” ne de “nâzır” ola­bilirler; bütün kazançları efendileri içindir. Gene bu hükümlere göre, kadın köleler, efendilerinin malı olduğu için onların “istifrâş” (odalık)’ı olabilirler, aralarında nikâha gerek yoktur. Erkek köleler ise efendilerinin izni ile iki kere nikâh edebilirler; ancak bunlar, evleneceği kadının efendisine vermek zorunda olduğu “mehir”i çalışarak ödemek durumunda kalır. Eğer bir köle, karısını boşamışsa, “iddet” (bekleme) süresi içinde o kadını yeniden alabilir; fakat, ikinci kez boşamışsa “talâk” kesinleşir [24].

Öte yanda başka biri ile evli olan câriyenin çocukları, köle olarak efendinin malı sayılır; çocuk, câriyenin sahibinden olmuşsa hürdür. Bu hüküm, eski Araplardaki, “Çocuk batna çeker, yani çocuk annenin medenî haline uyar. Bunun için çocuk her durumda köle olarak doğar” anlayışını kaldırmış oluyordu. Bundan dolayı bir kişi, satın alma yoluyla veya bir başka câriye edinmişse, câriyenin gebe olup olmadığını anlamak için bir süre beklemesi gerekir. Buna, “istibrâ” (beklemek ya da câriyenin rahminin boş olup ol­madığını araştırmak) denir [25].

İslâmda köleliğin bir başka önemli noktası da “âzâdlık” kurumudur. Bu yolla bir köle, özgürlüğüne kavuşabilir. “Âzâdlık”ı, İslâm dininin desteklediği ve salık verdiği bir gerçek. Çünkü Hz. Muhammed’in bu konudaki sözleri gözden uzak tutulmamalıdır.

“Âzâdlık” genel olarak üç yolla gerçekleşebiliyor. Birincisi, efendinin kölesine “Ben öldüğümde hürsün” demesiyle olabiliyor; buna “tedbir” adı veriliyor. İkincisi, efendinin sağlığında “Bundan böyle hürsün” demesi ile gerçekleşiyor. Efendi bunu yaparken o kölenin üzerinde başkalarının hissesi varsa onları da ödemek zorunda kalıyor; ödemiyorsa o köle, yarı hür kabul ediliyor ki buna “muba az deniliyor. Üçüncüsü ve en çok geçerli olanı, kölenin çalışarak bede­lini ödemesi ile ortaya çıkıyor. Bu tür “azâdlık”a da “mükâteb adı veriliyor [26].

Ana çizgileri ile verdiğimiz bu hükümler ve öteki incelikleri iyiden iyiye gözden geçirilecek olursa, İslâm dininin kölelik kurumunu katı kalıplardan kurtardığı, onu yumuşatıcı ve daha insanca davra­nışlara bağlamaya çalıştığı söylenebilir.

İslâmiyetten sonra Türklerde kölelik

İslâmiyetin kabulünden sonra Türk sosyal hayatında kölelik yeni değerler ve kullanım alanları kazanmaya başlar.

Selçuklular döneminde sultanların hizmetinde özel olarak ye­tiştirilmiş köleler bulunmaktaydı. Bu kölelerin en önde gelen görev­leri “hâciblik”ti [27].

Öte yanda Selçuklular, devlet hizmetinde ve orduda kullan­mak üzere Türkmenlere büyük değer ve önem veriyorlardı. Her ne kadar Türkmenler, devlete büyük sıkıntı ve güçlükler yarat­mışlarsa da onların arasından seçilen binlerce genç, “gulam” (kö­lelik) sistemine göre yetiştirilmiş; bu yetişen gençler, sultanların hizmetlerinde bulunmuşlar, devlete gönülden bağlanmışlardır . Orduda ise bu satın alınan çocuklar, özellikle Samanoğulları döne­minde belirli yöntemler doğrultusunda eğitilmişler ve “hassa kıtaları”nda görev almışlardır [29]. özel olarak devşirilen ve yetiş­tirilen bu kölelerin savaşlardaki başarıları da gözden uzak tutulma­malıdır. Söz gelişi, Malazgirt Savaşı’nda Bizans İmparatoru’nu esir alan bir köledir. Nitekim bu köleyi Alp Arslan el üstünde tut­muştur[30].

Bu dönemde câriyelere verilen değeri ise onların saraydaki varlıklarından anlıyoruz. Üstelik, sultanlar tarafından birçok câriyenin başkalarına armağan olarak verildiği de görülmektedir [31].

Selçukluların Türk köleleri kullanmada daha değişik bir yön­tem uyguladıkları dikkati çekiyor. Onlar, bu köleleri genellikle eğitmek ve yetiştirmek eğilimindedirler. Başka kölelerin yaptıkları ev süpürmek, hayvanlara bakmak vb. işlerde onları kullanmazlar, devlet hizmeti için yetiştirirlerdi. Nitekim birçok Türk köle, devlet görevinde ve orduda önemli yerlere kadar yükselmişlerdi [32].

Selçuklulardan sonra Osmanlı devletinin kurulması ve impara­torluğa geçmesi ile kölelik kurumu, daha da gelişmiş, din ve devletin sağladığı hoş görü ile sosyal hayatta önemli bir yer etmiştir.

Osmanlıların kuruluşundan sonra devlet, genişleme politikası gereği hem Anadolu’ya hem de Rumeli’ye akınlar düzenlemeye başlar. Bu akınlar sonucu elde edilen başarılar, birçok savaş gani­metleri yanında sayısız esirlerin de ele geçmesini sağlıyordu. Bu esirler, genellikle devlet ve saray hizmetinde kullanılırken câriyelerın sayısı da gün geçtikçe artıyordu. Osmanoğullarının ilk baş­şehri Bursa’da, ikinci başşehri Edirne’de savaş sonrası elde edilen esirlerin satıldığı “esir pazarları” vardı [33].

Osmanlı devletinde kölelerin saray hizmetinde kullanılması ve özellikle câriyelerin saraya girmesi, Orhan Bey zamanından başlayarak gittikçe arttı. Fatih döneminde kurulan “Harem”, “cariyelik” kurumunun oluşmasında, gelişmesinde ve revaç bul­masında büyük etken olmuştur [34]. üstelik, I. Bayezid döneminde “Hadim Ağalığının varlığı söz konusu olduğuna göre “Harem” hayatinin başlangıcı daha da geriye götürülebilir [35]. .

“Harem”in sarayda yerleşmesi ve cariyelerle bezenmesi, yeni uygulamaları birlikte getirdi, o zamana değin padişahların Türk kızları ile evlenmeleri geleneği bir kenara itildi, câriyeler ile evlenme ya da onlarla düşüp kalkma alışkanlıkları baş gösterdi. Bu yolu açan da Kanuni oldu, o dönemde saray, çok sayıda esir ve cariyelerle dolmuştu. Nitekim bu cariyelerden olan Ukranyalı Rokzaları (Hürrem Sultan) ile evlenen Sultan Süleyman, sarayda kadın çekişmelerine yol açmış oluyordu [36].

XVI. yüzyılda iyiden iyiye gelişen bu saray geleneği, H. Osman ile ilk tepkiyi görür. Bu padişah, saray geleneklerini değiştir­mek, “Harem-i hümayun”u kaldırmak, sultanların Türk âilelerden kız almasına yeniden yol açmak emelini gütmeye başladı. Bunun sonucu olarak önce Şeyhülislam Esat Efendi'nin daha sonra Pertev Paşa'nın kızı ile evlendi [37]. Ancak onun bu yolda attığı adim, kendisinden sonra gelenlerce sürdürülemedi.

Sarayda böylesine yerleşen kölelik kurumu, bir başka açıdan devlet ve ordu adına da işletiliyordu. Selçuklularda görülen “Gulam” sistemi, Osmanlılarda 1362’de benimsenen “Pencik Kanunu” gere­ğince “Acemi oğlan” olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlıların “Ru­meli fetihleri” ile elde edilen esirlerden bir bölüğü “Acemi teşki­lâtına alınır, bir bölüğü de saraya ayrılırdı. “Acemi teşkilâtı' na almanlar, ordu İçin yetiştirilir; saraya ayrılanlar ise Edirne sarayı, Galatasarayı ve Atmeydani'ndaki İbrahim Paşa sarayında eğitilirlerdi. Acemi oğlanları içinde Bosnalı Müslümanlar ise doğrudan doğruya saray hizmetine alınıyorlardı[ 38]. Bu da kölelik kurumunun bir başka görünümünü sergiliyordu.

Varlığını sürdürdüğü yüzyıllar boyunca bu kurumun sosyal hayattaki görünümü de dikkat çekicidir. “Esir kaynakları”, “Esir pazarları”, “Esir alım satımındaki tutum ve resmî işlemler”, “Esir­lerin satıldıkları yerler”, “Esirlere yapılan davranışlar”, “Gördükleri eğitim ve kullanıldıkları yerler”, “Efendilerinin onlar üzerindeki hak ve yetkileri ’ gibi konular, kölelik kurumunun en belirgin unsurları olarak karşımıza çıkar.

“Esir kaynakları”, öncelikle savaşlar, insan avcılığı, hediye verme yolu ve ticaret olarak dört ana grupta toplanabilir.

Esir elde edilmesinde ilk sırayı savaşlar alırlar. Osmanlı kanun­larına göre savaşta elde edilen esirlerin beşte biri padişaha düşmekte idi; kalanları ise öteki devlet büyükleri paylaşırdı. Nitekim, impara­torluğun yükselme döneminde, özellikle Koca Sinan Paşa’nın serdarlığı sıralarında esir sayısı öylesine çoğalmıştı ki bunların yaş­lıları, kendilerinden fidye dahi istenmeden serbest bırakılmıştı [39].

Savaşlar dışında sınır boylarındaki akıncı güçlerin küçük çap­taki ileri harekâtı, esir elde edilmesinde bir başka yol olarak karşı­mıza çıkıyor. Akıncılar, güz aylarında devletin gösterdiği hedeflere karşı akınlar yaparlardı. Bu akınlarda birçok ganimet yanında elde edilen binlerce genç ve güzel kızlarla oğlanlar, İstanbul esir pazarlarına gönderiliyordu.

Bir de bu işi geçim vasıtası olarak kullanan yeniçeriler de vardı. İnsan avcılığı biçiminde Azak, Kılburun, özi, Çchrin, Hotin, Kamamçe, Bosna, Kilis, Açu, Tiflis vb. kalelerde nöbetçi olan yeni­çeriler, Kazak, Kalmuk, Nogay, Çerkeş beyleri ve Tatar Hanları ile iş birliği yaparak esir toplarlardı. 1699 Karlofça ve 1700 İstanbul antlaşmaları ile bu yol yasaklanmıştır[40]. Bunların yanı sıra insan avcılarının da küçük çapta esir elde ettikleri söz konusudur. Kaf­kasya’nın güzel kızları, kırlara veya dere kenarlarına gezmeye çıktıklarında bu kişilerce kaçırılır ya da evlenme sözü ile kandırılarak İstanbul'a getirilirdi [41]. Öte yanda korsan avcılığını da buraya ek­lemek gerekir [42].

Hediye verme yolu da köle elde edilmesinin bir başka yönü olarak karşımıza çıkıyor. Önce devletler arasında köle ve cariyeler sunulması yaygın bir gelenektir. Bu, daha çok güçsüz devletlerin güçlü padişahları onurlandırmak ya da onlara yaranmak İçin seç­tikleri bir yoldu. Osmanlı 'Harem”i bu yoldan birçok köle ve özel­likle cariye kazanmıştı [43].

Esir kaynaklarının en önemlisi ve klasik olanı, ''satın alma” yoludur. Eskiçağ'dan beri süregelen bu ticari gelenek, Osmanlı İmparatorluğu boyunca sürmüş, üstelik büyük bir kazanç yolu ol­muştur. Esir ticareti de iki ayrı kolda seyir gösteriyordu. Birincisi, bu İş ile uğraşanların esirleri elde ettikleri bölgelerdir. Nitekim Osmanlı devletinde esir ticaretini besleyen dört ana bölge söz konusu­dur. Birincisi Kafkas bölgesidir ki çerkes, Abaza, Gürcü köleler bu bölgeden geliyordu. Fatih döneminden sonra artan Arap ve Zenci köleleri toplama merkezleri, Afrika'da “Musavvâ”, Arabistan’da “Cidde” idi. Kuzey Afrika’da ise Libya, Tunus, Cezayir ve Senegal ayrı bir bölge olarak karşımıza çıkıyor. Yunanistan, . Sırbistan, Bulgaristan yanında daha kuzeyde Lehistan, Macaris­tan, Ukrayna, Polonya ve Rusya, Balkan bölgesini oluşturuyordu.

Kölelerin elde edilmesinde bir başka önemli yer “esir pazar­ları” idi. Yukarıdan beri saydığımız değişik esir kaynaklarından . toplanarak “esir pazarları”na getirilen köleler, mal gibi alınıp sa­tılmışlardır. İstanbul’a gelen kölelerin birçoğu ise bu güzel şehir­de yaşama arzusu ile satılmayı kendileri istiyordu: “Bir diyar-ı İslâmda öleyim” dileği, daha çok Çerkesler arasında yaygındı [44].

Esir ticaretine dinin hoş görü ile bakması bir yana onun dev­lete kazandırdığı gelirler de bu ticaretin devletçe destek görmesini sağlamıştır. Başbakanlık Arşivi’nin 78 numaralı Mühimme Defteri'nde 26 cemaziyelevvel 1018 (1609) tarihli İstanbul kadısına çıka­rılan bir buyruk ile padişah, bir “esir hanı” yapılmasını istemek­tedir. Bunun üzerine Bedesten’in soluna sonradan “Tavuk Pazarı” da denilen yere altlı üstlü 300 odalı büyük bir han yaptırıldı. İm­paratorluğun başından beri düzensiz ve dağınık yerlerde sürdürü­len köle alım satımı, daha önce III. Murad döneminde eski ve yeni Bedestenlerde merkezîleştirilmişti; arkasından I. Ahmed’in bu buyruğu ile esir ticareti bir pazarda toplanmış oldu. Nitekim bu han, esir ticaretinin yasaklandığı tarihe kadar varlığını sürdürmüştür. Daha sonraki yıllarda Fatih ve Üsküdar’da da “esir pazarı”nın ku­rulduğu görülmektedir. Üstelik, Çerkeş ve Gürcü kölelerin “Av­ret pazarı”nda, zencilerin de “Tiryaki çarşısı”nda pazarlandıkları söz konusudur [45].

Öte yanda satılmaları sırasında köleler, hiçbir söz hakkına sahip değillerdi. Efendileri ya da satıcıları neye karar verirlerse ona uyarlardı. Köleyi satın alacak kişi, onu en ince hatlarına kadar göz­den geçirir, erkeklerin güçlü kuvvetli olanları seçilirdi. Eğer satın alınacak câriye, “odalık” olacak ise satın alacak kişi, kızın göğsünü, kollarını, bacaklarını bir iyi kontrol ederdi, buna karşı çıkanların cezası büyük olurdu. Ayrıca, özellikle kadın kölelerin zaman za­man uygunsuz satışlar ile karşı karşıya kaldıkları da söz konusu­dur. Bunların başında “fuhuşa teşvik” geliyor. Bu yol, İstanbul’­daki azınlıkların veya yabancıların zenginlerine, beğendikleri kız­ları sözde denemek üzere geçici bir süre bırakmakla gerçekleştirili­yordu. Yer yer aynı yolu esircilerin, uçarı gençlere de tanıdıkları oluyordu. Bunun farkına varan padişah, İstanbul kadılığına gön­derdiği H. 967/M. 1559, H. 983/M. 1575, H. 991 /M. 1583 tarihli buyruklar ile bu uygunsuz satışların durdurulmasını, özellikle Müslüman olamayan azınlıklara câriye satılmasını yasaklamıştı[46]. Buna karşın sözü edilen ahlâk dışı ticaretin el altından yer yer sürdürül­düğü de anlaşılıyor.

Esir pazarlarından ya da öteki kaynaklardan elde edilen köle ve câriyelerin kullanıldıkları yerler ile onların yaptıkları hizmet­ler de değişiklik gösteriyor. Kullanıldıkları yerleri de saray ve konak çevresi olarak iki ana grupta toplayabiliriz.

“Saray” denilince akla öncelikle “Harem” gelir. Bu bölüm, sarayın kapalı olduğu kadar en ilgi çekici ve bilinmeyen yerlerin­den biridir. “Harem” konusunda bugüne değin gerek yerli gerek yabancı gözlemci ve araştırmacılarca birçok yazı yazılmış, değişik söylentiler ortaya atılmıştır.Ancak, bunların doğruluğu kesin de­ğildir [47]. Bununla birlikte Ayşe Sultan, Leylâ Saz, Prenses Cavidan gibi o hayatın içinden çıkmış, o ortamı yaşamış olanla­rın anılan bize gerçek “Harem”i bir parça olsun gerçek yönleri ile verebilmektedir.

“Harem”in önde gelen unsuru, “câriyelik kurumu”dur. Sa­ray’a yeni gelen câriyelerin belli kurallar çerçevesinde oraya uyu­mu öncelikle sağlanırdı. Arkasından “Harem kanunları” işlemeye başlardı [48]. Saray’da câriyelerin varlığı öteki hizmetlileri de bir­likte getiriyordu.

“Saray”dan sonra konak ve çevresi içinde kölelerin kullanıl­ması ise, kaynaklandığı Saray’a göre, daha değişik bir görünüm içindedir. Buralarda köle sayısı daha az olduğu için onlarla tek tek ve yakından ilgilenme geleneği yaygındı. Efendiler, kölelere çoğun­lukla ana-baba gibi davranırlar, onların yetişmeleri için ellerinden geleni esirgemezlerdi. Üstelik, kadın köleleri yaşlanmadan “âzâd” ederek kendilerine uygun bir kocaya verirlerdi, öte yanda iyilikse­ver vezirler ya da varlıklı kimseler, zeki ve uyanık kölelerini eğitme ve yetiştirme yoluna gitmişler; üstelik onların devlet katında önemli yerlere gelmesinde yardımcı olmuşlardır. Nitekim bu yolla vezir­liklere kadar yükselen köleler ile karşılaşıyoruz [49].

Osmanlı sosyal hayatında, özellikle konak, köşk ve varlıklı aile­lerin evlerinde, kadın kölelerin önemli bir yeri vardı. Değişik yol­lardan elde edilen câriyeler, çoğunlukla “odalık” olarak alınırdı. Ancak, bu odalıklar yüzünden birçok ailelerde kıskançlıklar sonucu büyük geçimsizlikler baş göstermiş, üstelik bu ortamdan en çok et­kilenenler de câriyeler olmuştur.

Erkek köleler ise daha çok ayak işlerinde kullanılıyordu. Yetenekli olanlarına ya da iş bilenlerine konak yönetiminin bile verildiği oluyordu. Ancak, şurası bir gerçek ki câriyelere göre erkek kölelere yapılan davranışlar daha soğuktu [50].

Köleler arasında en çok güçlük çekenler, kuşkusuz Türkçe bil­meyenler ve özellikle Arap ve Zenci olanları idi. .Bunlar, çoğunlukla mutfağa sokulur, çamaşıra verilir, “âzâd” edilecekleri güne kadar günleri ocak başında geçerdi. Gene de durumlarından yakınmaz­lardı.

Saray, konak, köşk ve çevresinde yoğunlaşan kölelik, alt kesime doğru inildikçe pek rağbet görmez, zaman zaman orta halli ailelerin köle kullandıkları söz konusudur. Ancak bu durum, ko­nak ve köşk çevresindeki kadar değildir. Üstelik konak çevresinin köle kullanması biraz da gösterişten ileri geliyordu. Nitekim bir pa­şanın ağırlığı, biraz da kullandığı köle ve câriye sayısına göre de değerlendirilebiliyordu [51].

Kölelerin böylesine değişik sosyal çevrede yerini alması, on­ların değişik davranışlar ile yüz yüze gelmelerini ortaya çıkaracak­tı. öncelikle onların üzerinde efendilerinin hak ve yetkileri, gerek hukukî açıdan gerek gelenek açısından olsun tam bir sınırsızlık için­de idi. Hiçbir zaman, hiçbir yerde onlar, söz hakkına sahip değil­ler, üstelik her emre uymak zorundaydılar. “Mahkeme sicilleri” (Şeriyye sicilleri)nden anlaşıldığına göre ağır koşullar altında bu­lunan köleler ile efendileri arasında sık sık anlaşmazlıklar çıkıyor­du [52]. Üstelik içinde bulunduğu ağır durumlara dayanamayan ve bu yüzden kaçan birçok köle de vardı. Gene de bunlar, efendileri­nin mahkemeye baş vurması üzerine er geç yakalanır ve ister iste­mez eski yaşayışlarına dönerlerdi.

Bunların dışında Türk sosyal hayatında çoğunlukla iyi dav­ranışlarla karşılaşan köleler, zamanla özgürlüklerini kazanarak halk arasına katılabilirlerdi. Yukarıda “İslâmiyette kölelik”i de­ğerlendirirken belirttiğimiz gibi, eğer efendisi köleyi “âzâd” etmiş­se, bu kişi, kanun önünde kendi varlığından da köleye birtakım hak bırakabiliyordu. Üstelik birçok efendi, çocukları ile birlikte ،،âzâd” edilmiş kölelerine de yüklü bağışlarda bulunmuşlardır, öte yanda câriyesini “âzâd” ederek onunla resmen evlenen ya da kölesinin çehizini düzerek onu bir başkası ile evlendiren efendilere de çok rastlanmıştır [53].

Kölelik kurumunda bir başka önemli nokta da “kölelik süresi”dir. Gerek Saray’da gerek sosyal çevrede bu süre, beyaz köleler için dokuz, siyahiler için yedi yıl olarak belirlenmiş. Bu sürenin sonunda kendilerine “âzâdlık kâğıdı” verilirdi. Onlar, isterlerse efendilerinin yanlarında kalabilirler, isterlerse bütün mal varlığı verilerek “çırağ” edilirlerdi [54].

Kölelik kurumunun ortadan kalkışı

Eski Türklerden başlayarak Türk sosyal hayatında görülen, İslâmdan sonra yeni değer yargıları ile beslenen ve Osmanlı İmpa­ratorluğu boyunca gerek din gerek devlet gözetimi ile sosyal hayata iyiden iyiye yerleşen “Kölelik kurumu”, biraz da dünya devletleri politikasının zorlaması ile, XIX. yüzyıl ortalarından başlayarak Osmanlı yönetimince de birtakım tepkilerle karşılaştı. Aslında böylesine köklü bir kurumun öyle birden bire ortadan kalkması da düşünülemezdi. Nitekim sözünü edeceğimiz ilk tepkilerden ancak 50-60 yıl sonra Türk sosyal hayatından yavaş yavaş çekildi gitti [55].

Tanzimat’la başlayan bu tepkilere geçmeden, daha önceleri Sultan II. Osman’dan gelen ilk tepkiden söz etmekte yarar var. O, câriyeler ile düşüp kalkmayı bir yana bırakarak ve Türk kızları ile evlenerek “Harem” alışkanlığını yıkmak istedi [56]. Böylece var­lığını ve gelişmesini Saray’a borçlu olan “Harem” ilk tepkiyi de Saray’dan görüyordu. Ancak, bu padişahın davranışı kendinden sonrakilerce benimesenemedi, üstelik “Harem” daha da genişledi.

Kölelik kurumuna daha geniş tepki, Tanzimat’tan sonra kendini gösterir. 3 kasım 1839 günlü Hatt-ı Hümayun'da yer alan:

“... tebaa-ı saltanat-ı seniyyemizden olan ahâli-i İslâm ve milel-i sâ’ire bu müsâ’adât-ı şâhâncmize bilâ-istisnâ mazhar olmak üzere can ve ırz ve nâmus ve mal maddelerinden hükm-i şeri ikti- zâsınca kâffe-i memâlik-i mahrûsamız ahâlisine taraf-ı şâhânem- den emniyet-i kâmile verilmiş...” [57].

yolundaki sözler, halk arasında en küçük bir ayırım gözetil­meden eşitliğin sağlanacağını açıklıyordu. Ayrıca Reşit Paşa, sadarete geçer geçmez (28 eylül 1846) “Mücrimlere işkence ve ezi­yetin men’i ve esir pazarlarının kaldırılması kabilinden faaliyet­ler” göstermişti[58]. Bunun arkası kesilmedi, 1847’de Sultan Abdülmecid, bir gün “meclis-i vükelâ”da vergiler üzerinde görüşü­lürken “Bâb-ı Alî”ye geldi; Üserâ-yı zenciyye ticaretini yasakladığını bildirdi [59]. Padişahın bu kararı, daha sonra irade-i seniyye'ler ile res­miyete döküldü, 1263 (1847)’te zenci ticareti yeniden yasaklanır­ken[60], aynı yıl Üsküdar Esir Pazarı kaldırılıyordu.[61].

Öte yanda Dünya devletlerinin o dönemde köleliğe karşı gös­terdiği tepkilere Osmanlı yönetimi, ister istemez ilgisiz kalamazdı; 1856 Paris Antlaşması ile Avrupa Devletler Cemiyeti’ne girerek bu yolda ilk adımı atmıştı. Bu antlaşma sonucu Osmanlı hükümeti, zenci köle ticaretini kaldıracağına, bu ticaret ile uğraşanları cezalandıracağına ve kölelerin ellerine âzâd-name verilece­ğine ilişkin sözleşmeler yapmıştı [62].

Bu olaylar sonucu olsa gerek, Başbakanlık Devlet Arşîvi’nde eli­mize geçen iki belgede, Üserâ-yı zenciyye ticaretinin kesinlikle yasak­landığı Mısır ve Bingazi valilerine duyurulmakta, Akdeniz’de köle ticareti yapan gemilerin bu işten alıkonulması istenmektedir [63].

Ayrıca, padişah 9 muharrem 1271 (1855) günlü ferman ile yalnız Çerkeş köle ticaretini yasaklamıştı; 1273 (1857) yılının Cemazıyelahır’ında ise yeniden zenci ticaretinin yasaklandığını bir kez daha duyuruyordu [64]. Bu konuda Trablusgarb, Bağdad, Bursa valileri ile Basra Körfezi’ndeki Osmanlı donanmaları komutanla­rına kesin emir verildi. O sırada Alışır valisi bulunan Said Paşa’ya da Sudan ve Habeşistan’dan alınarak Mısır’a getirilen zenci­lerin satılmasının engellenmesi ve bu işle uğraşanların şiddetle ce­zalandırılmalarını isteyen emr-i âlî gönderiliyordu [65].

Bu arada aynı yılda Meclis-i vâlâ’nın aldığı bir karar üze­rinde kısaca durmak gerekir [66]. Bu karar, birkaç yönden dikkat çe­kici nitelikte görünüyor, önce H. 1263 (M. 1847) yılında yasakla­nan zenci ticaretine, Trablusgarb ve öteki bölgelerde uyulmadığı dile getiriliyor. İkincisi, zenci ticareti yasaklanırken Çerkeş köle­lerin satıldıkları yerlerdeki durumlarının iyi olduğu, bundan dolayı onların alım satımının yasaklanmasına gerek duyulmadığı belirtili­yor. Üçüncüsü ve en önemlisi ise bu yasaklamanın İngiliz elçiliğine duyurulmasının istenmesidir. Aslında o dönemde, Dünyadaki esir ticaretinin kaldırılmasında, daha önce de belirttiğimiz gibi, İngil­tere büyük çaba harcıyordu. Onun için bu devletin Osmanlı İmpa­ratorluğuna bu konuda telkinlerde bulunabileceği gözden uzak tutulamaz. Nitekim, İngiltere’nin köle ticaretini kaldırmadaki ön­cülüğüne öteki devletlerin de yardımcı olduğunu, daha sonraki yıllarda çıkan gazete haberlerinden öğreniyoruz [67].

Osmanlı yönetimi, bir yandan fermanlar ve hükümet karar­ları ile köle ticaretini yasaklarken bir yandan da uygulamalarda bu kararları çiğniyordu. Şöyle ki 1264 (1848) tarihli iki irade'de Trablus valisinin gönderdiği köle ve câriyelerin yol giderlerinin ödenmesi istenirken[68] aynı anda İstanbul’a ulaşan kölelerin bir listesi de buraya ekleniyordu [69]. Bu da yönetimin bu soruna ciddi­yetle eğilmediğini açıkça gösteriyor.

Bir başka olay ise 1860 sonrasında Rus baskısından kaçan Çer- keslerin Trabzon ve Samsun çevresinde açlık ve susuzluktan zor durumda kalmaları üzerine hükümetin orada Esir pazarı kurdurarak bu kişileri sattırmasıdır. Üstelik bunların birçoğu, vükelâ ko­naklarına ya ucuz bir fiyatla ya da armağan yolu ile gönderilir [70].

İmparatorluğun, 2.8.1890 “Kölecilik aleyhtarlığı” antlaşmasının sağlandığı Brüksel Konferansı’na katılmasından ve orada alınan kararları benimsemesinden sonra, köle ticaretinin yavaş yavaş orta­dan kalktığı söz konusudur. Eskiden kalma köle kullanımı bir ya­na bırakılırsa, Esir pazarı denilen yerler artık tarihe karışmaktadır. Bunun yerini ise Evlât edinme yolu almıştır. 1908’e kadar süren bu yolun yanında ise gizliden gizliye “takdimcilik”, bir başka deyişle el altından köle satışlarının yapıldığı da gözden kaçmamaktadır [71].

1908 Meşrutiyetinden önce Çerkeş îttihad ve Teâvün Cemiyeti, Saray’daki Çerkeş kızlarının çıkarılmasında Elena Kahramanı Deli Fuad Paşa'dan yardım ister. Paşa, II. Abdülhamid ile dargındır. Ancak, bu konuda İngiliz elçiliği müsteşarı Fiç Moris’i araya sokar ve kızların Saray’dan çıkarıl­masını sağlar. Bunu yaparken Fuad Paşa gene de kızlar adına üzgündür. Cemiyetin üyeleri ile konuşurken,

“... Oradaki kızlar babalarının evinden ziyade emniyette­dirler. Adamın (Abdülhamid) bu cephesi böyle sağlamdır. Bizden bir teklif vuku bulur bulmaz, emin olun derhal bunları çıkarır.... Sonra bu kızlar ziyan olmasın. Ortalarda kalırlar diye korkarım”[72], yolundaki sözleri, gerçekte bir anlamda doğrudur. Saray ha­yatına alışan bu kızların birden bire dışarıya çıkarılması ve kim­sesiz olanlarının yeniden esir simsarlarının eline düşmesi işten bile değildi. Gene de Çerkeş kızları Saray’dan çıkarıldı. Çıkmak iste­meyenler de oldu. Onlar, Yıldız’ın loş odalarında alıştıkları hayatı seven kimselerdi. Ancak imparatorluğun son bulması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin saray geleneklerini yıkması, bu kurumun kesinlikle ortadan kalkmasına yol açtı.

Bununla birlikte, eskinin kalıntıları olarak zengin konakların­da görülebilen köle ve câriyeler, bu hayata alıştıklarından o yer­lerden birden bire kopamadılar [73]. O hayat içinde ya “dadı” ya “lala” ya “uşak” olarak ya da ayak işlerinde hizmet görerek ömür­lerinin sonunu getirmeye çalıştılar.

bibliyografya

Ahmet Refîk, Kadınlar Saltanatı (H 1049-1058), Orhaniye Matbaası, İstanbul 1923.

ALİ RIza Bey, Balıkhane Nazırı, Bir Zamanlar İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser: 11, İstanbul (tarihsiz). .

Amicis, Edmondo de, İstanbul (1874),çev: Beynun Akyavaş, Kültür Bakanlığı Yayınları: 320, Baylan Matbaası, Ankara 1972.

And, MetIn, Saray ve Çevresi,''Hayat Tarih Mecmuası”, c. I, s. 5/6, I Ha­ziran 1971.

Ansay, Ord. Prof. Sabri Şakİr, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, A. ü. ilahiyat Fakültesi Yayını: 25, Ankara 1958.

BARKAN, O. LÜTFİ, Türk Toprak Hukuku Tarihinde Tanzimat, “Tanzimat- I Maaril''Matbaası, İstanbul 1940, s. 321-421.

__________ , Edirne Askeri Kassami’na Ait Tereke Defterleri (1545-1659) - “ Belge­ler,” Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1966, c. 3, s. 5-6.

Baykal, a. Kemal, Odalıklar, “Tarih Dünyâsı”, s. 36, 24 Aralık 1952.

Baysun, Cavİt, Mustafa Reşit Paşa, “Tanzimat I,” Maaril" Matbaası, İstanbul 1940, s- 723-746-

BirseL, Salah, Kanlıca’da Bir Sadrazam. “Türk Dili”, c. 38, s. 327, Aralık 1978

Çağatay, Dr. Neşet, İslamdan önce Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi Yayını: 41, Ankara üniversitesi Basımevi, Ankara 1963.

Çandiroğlu, GülÇİn, Türk Toplumunda Kadın, “Hayat Tarih Mecmuası”, c. I s. 4, 1 Mayıs 1966.

DÜZDAĞ, M. ERTUĞRUL, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, Enderun Kitabevi, Hikmet Basımevi, İstanbul 1972.

Eberhard, Prof.W., Çin’in Şİmâl Komşuları, Türk Tarih Kurumu Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1942.

Engelhard, Ed., Tanzimat,çev: Ayda Düz, Milliyet Yayınları Tarih Dizisi: 41. Yelken Matbaası, İstanbul 1976.

Esen, Prof. Bülent Nuri, Kölelik ve Hürriyet, On Kitap Kulübü: 2, Nebioğlu Yayınevi ve Matbaası, İstanbul (tarihsiz).

Fetgerİ, Mehmet, Osmanlı Âlem-i İctimâisinde Çerkeş Kadınları, Zerafet Mat­baası, İstanbul 1330.

Findikoglu, Z. Fahri, Tanzimatta İçtimâi Hayat, “Tanzimat I,” Maarif Mat­baası, İstanbul 1940, s. 519-635.

GENÇ, DR. REŞAT, Divanü Lugâti't-Türk'e göre XI yy'da Türk illerinin Siyasi, Etnik, Sosyal ve Kültürel Durumu, Basılmamış Doktora Tezi, D. T. c. F. Kütüphanesi, Yazma Eserler Bölümü.

Gülensoy, Çelİk, 70 Odasıyla Serasker Rıza Paşa Konağı, “Yıllarboyu”, s. 3, Haziran 1978.

Günaltay, Şemsettin, İslamdan önce Araplar Arasında Kadının Durumu,'Belle­ten”. Ekim 1951.

Hifzi, Veldet, Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat, “ Tanzimat I,”Maarif Matbaası, İstanbul 1940, s. 139-209.

HİSAR, A. ŞİNASİ, Boğaziçi YaIıları, Varlık Yayınları, İstanbul 1954.

___________Eski Zaman Köşkleri, Varlık Yayınları, İstanbul 1968.

İNALCIK, Halİl, Osmanlı Hukukuna Giriş, “Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi”, c. 13.

İslâm Ansiklopedisi:

____________:Abd,abid, cüz: 2 (4. b.) M. E. Basımevi, İstanbul 1970, s.110-116.

_____________:Çerkesler,cüz: 25 (3. b.) M. E. Basımevi, İstanbul 1977, s.375-386.

______________:Memlûk, cüz: 77 (3. b.), M. E. Basımevi, İstanbul 1977, s.688-689.

____________Türkler, (Kültür ve Teşkilat) cüz: 128, M. E. Basımevi, İstanbul 1976, s. 214-240.

İZGİ, ÖZKAN,İslâmiyetten önce Türklerde Kadın, “Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi”, ,

Karal, e. ZİYA, Osmanlı Tarihi, Nizam-i Cedid ve Tanzimat Devirleri (1789­1856), c. 5, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1970.

———, Osmanlı Tarihi, Islahat Fermanı Devri (1856-1861), C. 6, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1976.

KonyalI, I. Hakkı, Câriyeler ve Esir Pazarı, “Tarih Dünyâsı”, yıl: I , S. 2, 1 Mayıs 1950

Köprülü, m. Fuat, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülâhazalar, Evkaf Matbaası, İstanbul 1931.

KÖymen, m. Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1954.

_______________Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1963.

_______________Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri: 4, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1976.

Ongan, Halit, Ankara'nın I Numaralı Şeriyye Sicili, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1958.

ÖZTUNA, Yılmaz, Kanuni Devrinde İstanbul, “Hayat Tarih Mecmuası”, c. 2, S. 8, I Eylül 1972.

———, Osmanlı Sarayında Câriyeler, “Hayat Tarih Mecmuası”, c. 2, s. II, I Kasım 1973.

Prenses, Cavidan. Harem ve içyüzü, “Tarihin Sesi”, s. I, I Şubat 1956.

Rado, Şevket, Esirliğin Kaldırılması Hakkında Sultan Aziz’in Fermam, “Hayat Tarih Mecmuası”, yıl: 2, c. I, s. I, 1 Şubat 1966.

Sahilloğlu, Prof. Dr. Halil, Onbeşinci Yüzyılın Sonu ile Onaltıncı Yüzyılın Başında Bursa'da Kölelerin Sosyal ve Ekonomik Hayattaki Yeri, “O.D.T.'Ü. - "Dergisi”, 1979-1980 Özel Sayısı, s. 67-138.

Saz, Leyla, Geçen Asırda Kadın Hayatı,“ileri”, 25 Nisan 1921.

_______________Harem'in içyüzü,yay: Sadi Borak, Milliyet Yayınları, Sıralar Matbaası, İstanbul 1974.

Sümer, Dr. Faruk, Osmanlı Sarayında Kadın, “Resimli Tarih Mecmuası”, VI/68, 1955.

Şehsuvaroğlu, Bedii, Türk İslâm Aleminde Kadın Hakları, '‘Hayat Tarih Mec­muası”, c. 2, S. 7, I Temmuz 1972.

TANERİ, AYDIN, Osmanlı Devletinin Kurulu؛ Döneminde Hükümdarlık Kurumun Gelişmesi ve Saray Hayatı Teşkilâtı,D. T. c. F. Yayını: 277, Ankara üniversitesi Basımevi, Ankara 1978.

Tokin, FüRUZAN Hüsrev, Osmanlı Türklerinde Fikir Hareketleri, Buket Bası­mevi, Ankara 1951.

Türk Ansiklopedisi:

__________: Câriye, c. 9, s. 388-390.

__________: Esir, c. ,5, s. 402.

_________: Esir Pazarı, c. 15, s. 402-403.

_________: Kölelik, c. 22, s. 273-275.

ULUÇAY, ÇAGATAY, Harem", Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1971. II. Beyazıd'ın Harem ve Safahat Âlemleri,''Yeni Tarih Dünyâsı”, c. 1, S. 7, 17 Aralık 1953.

————, Harem’in Sırrı Nedir?, “Yeni Tarih Dünyâsı'' c. 1, s. 2, 1 Ekim 1953.

Uzunçarl, İSMAİL Hakki, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1945.

__________:Kütahya Şehri, Devlet Matbaası, İstanbul 1932.

__________: XII-XIII. Asırlarda Anadolu'daki Fikir Hareketleri ile İçtimaî Müesseselere Bakış, III. Tarih Kongresi, Türk Tarih Kurumu IX. Seri, No: 3, Ankara 1948.

ÜlkütaşIr,M. Şakİr, Türk Toplumunda Kadının Yeri, “Hayat Tarih Mecmuası”, c. ı, S. 4, 1 Ocak 1968.

Dipnotlar

  1. Bu konuda geniş bilgi için bak. Encyclopaedia of the Social Sciences, “Slavery” (Primitive, Ancient, Mediaeval), New York 1934, Vol. XIV, s. 73-80.
  2. 2 Türk Ansiklopedisi, “Memlûkler”, C. XXIII, s. 485.
  3. 3 Roma’nın Stoicism mektebine bağlı feylesoflardan Seneque, köleler için şu sözleri söylüyordu: “Siz onlar esirdir diyorsunuz. Hayır, onlar da insandırlar, onlar da senin gibidir. Senin esir dediğin (insan) senin gibi aynı tohumdan vücuda gelmiştir” (Sadri Maksudi Arsal, Teokratik Devlet ve Lâik Devlet, Tanzimat I, Maarif matbaası, İstanbul 1940, s. 85).
  4. 4 Bak. Meydan Larousse, “Kölelik”, İstanbul 1972, C. 7, s. 532.
  5. 5 İslâm Ansiklopedisi, “Türkler”, Cüz: 128, İstanbul 1976, s. 224.
  6. 6 Prof. W.Eberhard, Tabalarda Köle Usulü, Belleten, C. X, S. 37, s. 255.
  7. 7 Prof. W.Eberhard, Çin'in Şimâl Komşuları, T. T. K. Basımevi, Ankara 1942,s.15
  8. 8 Söz gelişi, Kül -Tegin anıtının doğu yüzündeki 7. satırda: “tabğaç budunka beglik un oğhn kul boltı, eşilik kız oğlın kün boltı “(Türk halkı - bey olacak erkek evlâdı ile - Çin halkına - kul oldu, hanımefendi olacak kız evlâdı ile -Çin halkına- câriyc oldu) denmektedir. Buna yakın bir ifâde de 24. satırda var. Ayrıca 20. sa¬tırda: “budını kün kul boltı” (Halkı kul ve câriye oldu) (Prof. Saadet Çağatay, Türk Lehçeleri Örnekleri, Ankara 1963, s. 7-9). Bilge Kağan anıtının doğu yüzündeki 36.satırda: “Bu y de marja kul boltı” (Bu yerde bana kul oldu) (Hüseyin Namik Orkun, Eski Türk Tazıdan I, İstanbul 1936, s. 66) sözü ve başka örnekler. Kök Türklerde köle ve cariye kullanılmasını İfade ediyorsa da bunların kullandıkları yerler ve durumlarım aydınlatan geniş bilgiye rastlayamıyoruz.
  9. 9 Bu konuda şu iki makalede oldukça geniş bilgi var:<br> N. Yamada, Uighur Documents of Slaves and Adopted Sons, “Memoirs of the Faculty of Letters Osaka üniversity”, vol. XVI, March 1972, s. 165-268. <br> P. Zieme, Drei neue Uigurische Sklavendokumente, “Altorientakishe Forschungen V,Berlin 1977, s. 145-170.
  10. 10 Bu konuda baş vurduğumuz belli başlı sözlükler şunlar:<br> W.Radioff, Wörterbuches der Türk - Dialecte II. 2,Petersburg 1899, s. 1428. <br> Ahmet Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, T. D. K. yayını: 260, İstanbul 1968, s. 122-185. <br> Sir Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Türkisch, Oxford 1972, s. 615-727. <br> Maytrısimit, yay: Dr. Şinasi Tekin, Atatürk üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları: 54, Ankara 1976, s. 75/53,16/6.
  11.  W.Bang und A. von Gabain, Türkisch Turfan - Texte IV, Berlin ,930, s. 10.
  12. 12 Gabain, Alttürkische Grammatik, Leipzig 1951, s. 330.
  13. 13 Reşat Genç, Divanü Lûgati’t-Türk’e göre XI. yy'da Türk illerinin Siyasi, Etnik, Sosyal ve Kültürel Durumu, Basılmamış Doktora Tezi, DTCF Kütüphanesi, s. 76.
  14. 14 Divanü Lûgati'1-Türk Dizini, yay. Besim Atalay, Ankara 1943, s. 375.
  15. 15 A. g. e., s. 593.
  16. 16 Divanü Lügati't-Türk Tercümesi, yay. Besim Atalay, c. I, Ankara 1939, s. 413-414.
  17. 17 A.g.e., C. I, s. 477, C. II, s. 277. <br> Câriyelere verilen adlar için bak: <br> A.g.e., C. I, s. 80, 134, 326, 473.<br> C. II, s. 186, 248, 285. <br> C. III, s. 30, 358, 380, 385.
  18. Neşet Çağatay, İslâmdan önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, A. Ü. İlahiyat Fakültesi Yayını: 41, Ankara 1963, s. 122-123.
  19. 19 Kur’ân-ı Kerim, “Nisa” Sûresi, 36. âyet.
  20. 20 Kur'ân-ı Kerim, “Nahl” Sûresi, 71. âyet.
  21.  Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları: 123/4, Ankara 1970, C. 7, s. 463, 1119. hadis.
  22. 22 A.g.e., C. 7, s. 442, IIII. hadis.
  23. 23 A.g.e., C. 7, s. 465, 1121. hadis.
  24. 24 Juynbol, “Şeriate göre esirlerin hukukî vaziyeti”, İslâm Ansiklopedisi, Cüz: 2, İstanbul 1970, s. III.
  25. 25 Sabri Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara 1958, s. 68-6926 
  26. 26 A.g.c., s. 70-71.
  27. 27 M. Altay Köy men, Büyük Selçuklu imparatorluğu, T. T. K. Basımevi, Ankara 1954, s. 45.
  28. 28 M. Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ayyıldız Matbaası, An¬kara 1963, s. 164.
  29. 29 A.g.e., s. ,15.
  30. 30 A.g.e., s. 274. <br>İ. HakkI Uzunçarşılı, XII-XIII. Asırlarda Anadoludaki Fikir Hareketleri ile İctimati Müesseselere Bakış, III. Tarih Kongresi, Türk Tarih Kurumu IX. seri no: 3, Ankara 1948, s. 293.
  31. M. Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri 4, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1976, s. 117.
  32. 33 Halil Sahillioğlu, XV. yüzyılın sonu ile XVI. yüzyılın başında Bursa'da kölelerin sosyal ve ekonomik hayattaki yeri, “O. D. T. ü. Gelişme Dergisi”, 1979-1980 özel sayısı, s. 67. <br>İ. Hakki Konyalı, Cariyeler ve Esir Pazarı, “Tarih Dünyası”, yıl I, s. 2, 1 mayıs 1950.
  33. 34 Ziya Ergins, Osmanlı Haremi Ne zaman Kuruldu, “Tarih Dünyası", yıl I, S. 8-9, 15 Ağustos 1950.
  34. 35 M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülâhazalar, Evkaf Matbaası, İstanbul 1932, s. 210.
  35. 36 Çağatay Uluçay, Harem II. T. T. K. Basımevi, Ankara 1971, s. II. <br>İ. Hakki Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, T. T. K. Basımevi, Ankara 1945, s. 146-147. <br> Faruk Sümer, Osmanlı Sarayında Kadın, “Resimli Tarih Mecmuası” VI/68, İstanbul 1955.
  36. 37 1. Hakki Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, T. T. K. Basımevi, Ankara 1945, s. 146.
  37. 38 Aydın Taneri, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı Teşkilâtı, Ankara 1978, s. 67.
  38. 39 Halil Sahillioğlu, XV. yy'ın sonu ile XVI. yy'ın başında Bursa'da Kölelerin sosyal ve Ekonomik Hayattaki yeri,،،O. D. T. Ü. Gelişme Dergisi**, 1979-80 özel sayısı, s. 69.
  39. 40 Türk Ansiklopedisi, “Esir” maddesi C. XV, s. 402.
  40.  Leyla Saz, Harem'in içyüzü, yay: Sadi Borak, Milliyet yayınları. Sıralar Matbaası, İstanbul 1974, s.42.
  41. 42 Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, müt. Mehmet Ata, c. 7, İstanbul ,332, s. 13. <br>Öte yanda Korsan avcılığı konusunda ünlü Fransız gezginci Ubıcını şunları söylüyor: "... Fatih’in annesi Fransız imiş, daha önce Bizans İmparatoru loannis Paleologos’la nişanlanmış; prensesi getiren gemi, kaptan-ı derya Sanca Paşa tarafından zabtedilmiş, O devirde tahtta olan II. Murat kızın dırahomasını teşkil eden gemi hamulesini kaptan-ı deryaya bırakmış, fakat kızı haremine almış. Zekâsını ve zerafetini beğenerek bir süre sonra onunla evlenmiş. II. Mehmet bu evlilikten doğmuş” (1855'te Türkiye, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1977, s. 103). Ancak burada hemen şunu belirtelim ki Fatih’in annesi, Ubıcını’nın dediği gibi Fransız değil İsfendiyaroglu Damad II. İbrahim Bey’in kızı Hümâ Hatun’dur (bak. Türk Ansiklopedisi, “Hümâ Hatun” maddesi, c. XIX, s. 405). <br> Gene Ubıcını, bir başka yorumunda II. Mahmud’un annesi İçin de Fran¬sız diyor (A.g.e. s. 104). Oysa II. Mahmud’un annesi Nakış-ı Dil Valide Sultan'dır ve Gürcü asıllıdır (Bak. Türk Ansiklopedisi,"Nakş-ı Dil Valide Sultan maddesi, c. XXV, s. 88). Bu yanlışlık Valide Sultan’ın Frenk esirler arasında Saray’a getirilmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Bunlar bize yabancıların bu konularda verdiği bilgilerin iyice değerlendirilmesi ve araştırılması gerektiğini gösteriyor.
  42. 43 Adnan Giz, Gülnüş Sultan, “Tarih Dünyâsı”, yıl. I, 15 Nisan 1950.
  43. 44 Mehmet Fetgeri, Osmanlı Âlem-i içtimâisinde Çerkeş Kadınları, Zerafet Matbaası, İstanbul 1330, s. 43.
  44. 45 Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser: II, İstanbul 1978, s. 60. <br>İ. Hakki Konyalı, Cariyeleri Esir Pazarı, “Tarih Dünyası”, yıl. I, s. 2, 1 mayıs 1950.
  45. 46 R. Ekrem Koçu, Esirler ve Esirciler, “Hayat Tarih” mecmuası, C. I, S. 5.
  46. 47 Nitekim Türkiye’ye gelen yabancıların birçoğu, bu gerçeği açıklıkla dile getirmişlerdir. Söz gelişi, B. D. Fontmagne, “Söylentiye göre (Abdülmecid) yedi nikâhlı karısı, on dört hususî câriyesi varmış. Aslında Harem’inde hiç görmediği sekiz yüze yakın kadını varmış” (Kırım Harbi Sonrasında İstanbul, çev: Gülçiçek Soytürk, Tercüman 1001 Temel Eser: no, İstanbul 1977, s. 232) derken bu gerçeği dile getirmiş oluyor. Daha doğrusu bütünüyle anlatılanlar süreklice “-mış” larla karşımıza çıkıyor.
  47. 48 “Harem” geleneklerine göre buraya ilk gelen cariye sıkı bir kontrolden geçiyor. Arkasından eğer Müslüman değilse, “kelime-i şehâdet” getirtiliyor, Müslüman ediliyor ve onun eğitimine geçiliyor (Leyla Saz, Harem'in ¡(yüzü, yay: Sadi Borak, Milliyet yayınları, İstanbul 1974, s. 46). Bunun için sarayda özel hocalar görev yapıyordu. Söz gelişi, Çöğürcü Osman, Neyzen Mehmet Çelebi, Kemini Ahmet Çelebi, Hanende Receb Çelebi ile Kuklacı Usturacı Mehmet bu görevler ile saraya girip çıkıyorlardı, (İ. H. Uzunçarşılı , Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, T. T. K. Basımevi, Ankara 1945, s. 150). Bunların İçinde de en ünlüsü, Türk musikîsinin en büyük bestekârlarından Hacı Arif Bey idi. Bu yolda eğitilen kızlar, zamanla câriye, şâgird, usta ve gedikli derecelerine yükseliyorlardı. Bu derecelerden geçerek pâdişâhın hizmetine geçen¬lere “kadın” ünvanı verildi. Pâdişâhın birden fazla kadını varsa, I. Kadın, II. Kadın, III. Kadın ... diye anılırlardı. Çocuk doğuranlara ise “Haseki” denilirdi (A.g.c. s. 147). ''Harem” içindeki bir gelenek de cari yelere fettanlıkları, güzellikleri, karakterleri ya da görünüşleri dikkate alınarak yeni adlar verilirdi. “Hoş-nevâ, Hande-rû, Mâh-cemâl, Mihr-İ can, Neş’e-dil, Nakş-ı nigar, Nev-res, Saye-perver, Sanavber, Şevk-efzâ, §ive-kâr, Tûbâ, Tal’at, Zîşân v.b.” (Çağatay Uluçay, Harem II,T. T. K. Basımevi, Ankara 1978, s. 18; Eski Câriye isimleri, Vesika, “Hayat-Tarihi Mecmuası”, c. I, s. 6).
  48. 49 Bunlardan birkaçı: XVI. yy'da İskender Çelebi, XIX. yy’da Koca Hüsrev Paşa (Türk Ansiklopedisi, “Kölelik” maddesi). Anadolu beyler beyi ve valilerden ishak Paşa, devşirmelerden olup Saruhanlı’nın kölesi idi; Gedik Ahmed Paşa, devşirmelerdendi; Hasan Paşa (Cezayirli) Anadolu Valisi Ömer Paşa’nın esaretindendir. Şahin Ali Paşa, Çelik Mehmet Paşa’nın kölesidir; Hüsrev Paşa, Çavuşbaşı Said Efendi’nin kölesidir (İ. H. Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 158, 169, 173). Son devir devlet adamların¬dan Asaf Damad Mahmud Celaleddin Paşa, Hüsrev Paşa’nın kölesi ve II.Mahmud’un kızlarından Saliha Sultanin kocasıdır (I. M. Kemal İnal. Son Asır Türk Şâirleri, cüz I, s. 41). Ayrıca, bu konuda pek çok ünlü kişinin adlarına “Sicill-i Osmani’de rastlamak mümkündür.
  49. 50 Türkiye’deki kölelerin ev içi hizmetleri konusunda M. A. Ubıcını, şunları söylüyor: “Kölelerin vazifeleri tamamıyla ev içi çalışmalar ve hizmetçiliktir... Ya kendi şahsî hizmetine veya hanımlarının hizmetine bağlı bulunan bu köleler, normal olarak selamlıkta veya haremde kalırlar ve patronlarının ev arkadaşı olur ve onların boş zamanlarını birlikte geçirirler” {Türkiye 1850, Tercüman 1001 Temel Eser : 64, İstanbul (tarihsiz) s. 461). Buna göre kölelerin iyi bir dost ve arkadaş olduğu da söz konusu oluyor.
  50. Ahmet Refik, Kadınlar Saltanatı, İstanbul 1332, s. 47.
  51.  Çelik Gülersoy, 70 Odasıyla Serasker Rıza Paşa Konağı, “Yıllarboyu”, S. 3, Haziran 1978.
  52. 52 Bu konuda Ankara’nın Şer'iyye Sicilleri'nde pek çok kayıt var. Bunların bir kısmını Halit Ongan yayınladı(Ankara’nın I Numaralı Şer’iyye Sicili -21 Rebiülahır 991- Evâhir-i muharrem 992, Ankara 1958). Ayrıca, Başbakanlık Arşivi’nde bul¬duğum bir belge ise yine bu konu ile ilgilidir: Biri, kölesinin elini ve bazı uzuvlarını keser. Kölenin şikâyeti üzerine Meclis-i Vâlâ bu cezayı ağır bulur; efendinin “te’dibi ”ne karar verilir (Başbakanlık Arşivi Vesikaları, İrâde-i Dâhiliyye, No: 17071, sene: 1269/1852). Kölelere yapılan ağır muamele konusunda Fontmagne, Abdülâziz’in doktoru Zagforos’tan duyduğu bir olayı şöyle anlatıyor; “Zengin bir Müslüman karısı, kocası tarafından hâmile bırakılan bir câriyeyi kamına tek¬meyle vurarak öldürmüş. Karısının câriyeleri üzerinde hiçbir hakkı olmayan efendi ise olayı sadece seyretmiş “(Kırım Harbi Sonrasında İstanbul, İstanbul 1977, s. 340). Öte yanda M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ubussuûd Efendi’nin fetvâlarını yayınlarken (İstanbul 1972), köleler ile ilgili kararları ayrı bölümlerde toplamış. Bu fetvâlarda da kölelere yapılan birçok davranışlara rastlamaktayız.
  53. 53 Ö. Lütfi Barkan, Edirne Askeri Kassamı’na Âit Tereke Defterleri (1545-1659) ”Belgeler” T. T. K. Basımevi, Ankara 1966, C. 3, S. 5-6,
  54. 54 Leyla Saz, Harem'in içyüzü, yay: Sadi Borak, Milliyet yayınları, İstanbul 1974, s. 52
  55. 55 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, e. 6, T. T. K. Basımevi, Ankara ,976, s. 275. <br>Öte yandan köleliğin Tanzimat’tan sonra gerilediğini M. A. Ubıcını, şöyle anlatıyor: <br> “Türkiye’de kölelerin sayısı günden güne azalmaya doğru gitmektedir. Herşeyden önce harp, artık bunları sağlayamaz olmuştur. Dış memleketlerden ticaret yoluyla İthâl edilenlere gelince, bunlar da gerek adaletlerin değişmiş olması, gerekse hükümetin bunların alim ve satımlarında çıkardığı engeller yüzünden her sene daha da seyrekleşmeye başlamıştır. Bu mey anda 1846 yılı sonlarına doğru çıkarılan bir ferman esir pazarlarının kapatılmasını emretmiş ve bu utanç verici ticaret eskiden herkesin gözü önünde yapılırken bugün sadece kanun müsaadesinden yararlanan sakil bir faaliyete dönüşmüş ve yavaş yavaş da bu adeti kaldırmaya doğru yönelmiş bulunmaktadır. (Türkiye 1850, Tercüman ,001 Temel Eser. 64, İstanbul 1977, s. 460). Köleliğin gerilemesi ve yavaş yavaş ortadan kalkması ko¬nusunda bu değerlendirme oldukça sağlıklı görünmektedir.
  56. 56 İ.Hakki Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı,T. T. K. Basımevi, .Ankara 1945, s. 146.<br> F. Hüsrev Tökin, Osmanlı Türklerinde Fikir Hareketleri, Buket Basımevi, Ankara 1951, s. 13.
  57. 57 E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 5, T. T. K. Basımevi, Ankara 1970, s. 257.
  58. 58 Cavit Baysun, Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul 1940, s. 738.
  59. 59 Engelhart-Ali Rejad, Türkiye ve Tanzimat, İstanbul 1940, s. 738.
  60. 60 Başbakanlık Arşivi, İrade-i hariciyye, sene: 1263, no: 1888.
  61.  Başbakanlık Arşivi, İrade-İ dahiliyye, sene: 1263, no: 1858 (üç ayrı karar).
  62. 62 S. Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku, A. Ü. İlahiyat Fakültesi yayını: 25, Ankara 1958, s. 67.
  63. 63 Başbakanlık Arşivi, İrade-i dahiliye, sene: 1273, no: 24316,
  64. 64 Ömer Lütfi Barkan, Türk Toprak Hukuku Tarihinde Tanzimat, “Tanzimat I,” Maarif Matbaası, İstanbul 1940, s. 397.
  65. 65 Düstûr, İstanbul 1299, cüz. 4 s. 368.
  66. 66 Başbakanlık Arşivi, İrade-İ dâhiliyye, sene: 1273, no: 24613.
  67. 67 “Hadika”, No: 24, 16 Kanunıevvel 1289.
  68. 68 Başbakanlık Arşivi, İrade-İ dâhiliyye, sene: 1264, no: 9752.
  69. 69 Başbakanlık Arşivi, İrade-İ dâhiliyye, sene: 1264, no: 9553.
  70. 70 Çerkeş Muhacirleri, “Hürriyet”, no: 17, ,9 ekim 1868.
  71.  Mehmet Fetgeri, Osmanlı Âlem-i içtimâisinde Çerkeş Kadınları, İstanbul ,330, s. 45.
  72. 72 Çerkeş Kızları Saraydan Niçin Çıkarılmıştı, “Yeni Tarih Dünyası”, c. I, s. ,, 17.9.1953.
  73. 73 Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları, İstanbul 1954, s. 57.