MEVLÂNÂ’NIN YAZI DİLİ NİÇİN FARSÇA’DIR
NEŞET ÇAĞATAY
Mevlânâ Celaleddin Rûmî özbeöz Türk olduğu halde, yurdumuzda ve yabancılar arasında onun, mesnevi’deki ve divan-ı kebir'deki şiirlerini, mecalis-i seb’a, fih-i mâfıh ve mektubattaki nesir yazılarını niçin Türkçe yazmadığı konusu tartışılıp durmuştur.
Mevlânâ’nm Konya’da medresede verdiği dersler de farsça idi. O bu dersleri, sokaktan gelen kişilere değil, farsça bilen, felsefede, tasavvufta ve İslâmî bilimlerde yetenekleri olan elit bir topluluğa veriyordu. Zaten bir kişi farsça bilse de, o bilimlerde behresi yoksa o dersleri anlayamazdı. Onları anlayabilmek için temel gerekti. Bu derslerin farsça verildiğini, bunlardan bir kısmını oluşturan farsça “fih-i mafih” adlı eserinden de anlıyoruz.
Celaleddin Rûmî, şiir halindeki ve nesir halindeki bütün eserlerinde bir hayli Türkçe sözcük kullanmış ve bir miktar da Türkçe şiir yazmıştır ama on onbeş beyti geçmeyen bu Türkçe şiirler, mesnevinin yirmi yedi bin beşyüz beytine ve divanın otuz beş bini aşkın beytine kıyasla hiç denecek kadar azdır.
Kendisi Türk ve anadlıi Türkçe olan bir kişinin başka dillerde yazdığı eserlerde anadlıinden sözcüklerin, terimlerin yer alması kadar doğal bir şey olamaz. Bu onun Türklüğünün özelliği ve simgesidir. Bunlara ve
Bigâne megîrid mera zin kûyem— Der kûy-u şuma Hane-i hod mîcuyem
Düşman neyem her çend ki düşmen rûyem—Aslem Türkest egerçi hindû gûyem
dörtlüğünde Türk olduğunu en açık bir biçimde söylemesine rağmen, eserlerinin farsça olması nedeniyle kendisini İran asıllı sayanlar epey çoktur.
Mevlânâ, eserlerini neden Türkçe yazmadı da farsça yazdı? Bu konuya girmeden önce, onun doğup büyüdüğü çevre ve çocukluğu üzerinde biraz durmak istiyorum.
Bilindiği gibi Ahmed Eflâkî, Mevlânâ’nm doğumunu, “Menakıb ül- Ârifın'adlı farsça eserinde ayıyla günüyle H. 6 Rebiyülevvel 604 (M. 30 Eylül 1207) olarak yazar. Yine bu esere göre Mevlânâ ve babası Bahaeddin veled 1212 yılında, oturmakta oldukları Belh şehrinden çıkmışlardır. Bu göçün nedeni olarak da Harezmşahlar Sultanlığı şehirlerinden Herat ta ya da bu devletin yeni başkenti Urgenç’de [1] dersler vermekte olan şafıi bilgini Râzî (Fahreddin Ebu Abdullah Muhammed Râzî: 1149-12O9)ile aralarının açılmasın gösterir.
Helmut Ritter'in de dediği gibi [2] biz de bu söylentinin doğru olmadığını sanıyoruz; Çünkü Fahreddin Razi, Bahaeddin Veled’in Belh’ten ayrılışından üç yıl önce ölmüş bulunuyordu. Ayrıca Râzî’nin Belh şehrine geldiğine dair kaynaklarda hiç bir kayıt yoktur.
Sultan Veled, İbtidaname adlı eserinde sadece, dedesi Bahaeddin Veled in Belh halkına darıldığını ve ülkeyi bu yüzden terk ettiğini bildiriyor. Sultan Veled ayrıca, Belh in Moğollar taralından alındığı haberi ulattığı zaman, dedesinin yolda olduğunu söylüyor. Moğollar, Belh'i 1218 yılında aldığına göre Mevlana ile babasının Belh’den 1218 veya 1217 yılında ayrılmış olmaları gerekir.
Bize göre Bahaeddin Veled'in Çüluğuyla çocuğuyla ini yolculuğa çıkışı, Moğol vahşeti korkusundandır. Çünkü Moğol hükümdarı Cengiz'in (kendisine Temuçin d,- denir: 1155 - 1227), Harezmşahlar hükümdarı Rutbeddin Mehmed'le (saltanatı: 1200-1220) [3] arası o sırada eyice açılmıştı. Öte yandan Kutbeddin Mehmed, ne Nâsır'ı, ne de onun halifeliğini tanımayıp, Alaelmülk Tirmizi adında birini kendisine halife (dinî lider) atamıştır. Bunun üzerine Abbasî halifesi Nâsır'ı Lidinillah da (EbulAbbas Ahmed b. el-Mustazi; hilafeti: 1180-1225. Yaşamı: 1155-1225) Cengiz’i, Harezmşahlar Devleti topraklarına saldırmaya kışkırttı.
Bütün bunlar ve Moğollar in doğuda kanlı baskınlar yaparak batıya doğru yürümeye başlamaları, Harezmşahlar ülkesinin yakında kanlı bir savaş bölgesi haline geleceğini gösteriyordu.
Baliaeddin Veled herhalde bu durumları, bilimsel çalışmaları ve yaşamı İçin tehlikeli gördüğünden göç etmeye karar vermiştir.
İranlı büyük bilgin değerli dostum rahmetli Bediüzzaman Firuzanfer de Mevlâna Celaleddin Muhammed meşhur be-Mevlevl” adlı eserinde Baliaeddin Veled'in, Moğol korkusundan Belh’ten çıktığını söyler.
Onun bu göç sırasında, yolunun üzerinde bulunan Nişapur’a uğradığı, ünlü İran şairi Feridüddin Attar'la (1119?-1193?) görüştükleri, Eflaki’nın verdiği doğum yılı doğru ise o sırada beş altı yaşlarında olması gereken Celaleddin’e iltifatlarda bulunduğu, hatta “Esrarname” adlı eserini ona hediye ettiği de söylenir[4]. Bu ziyaret sırasında Attar, Bahaeddin Veled’e” umarım ki yakın bir gelecekte oğlun alemde gönüllere ateş verecek, onları yakacak” demiş. Mevlana, Attar’ın Esrarnamesini hep yanında şaklamış, bu kitaptaki bazı öyküleri, daha sonra yazdığı Mesnevi sine almış.
Oysa ki Devletşah'm (Devletşah AlaUddevle Bahtişalı Gazi Semerkandi: (1431 -1495?)Tezkiret üş-Şuara’sına göre Feridüddin Atlar 1119 yılında doğup 1193 yılında ölmüştür. Buna göre Bahaeddin Veled in batiya göç etmesi Attar’ın ölümünden ondokuz yıl sonra olmak gerekir.
Anadolu’da orta çağın uzunca bir bölümünde XIV. y. yılın sonlarına dek yaşamış olan Türk büyüklerinin yaşam öyküleri genellikle İranlı ve arap yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Onlar da bunları yazarken objektif ve titiz davranmadıklarından bu biyografilerde büyük yanlışlıklar ve eksiklikler göze çarpar.
Anadolu Türkleri arasında tezkire ve biyografi yazarlar, oldukça geç yetiştiğinden bu bölgede yetişen şair, edebiyatçı ve tarihçilerimizin hayatlarının doğru ve bilimsel olarak tesbiti güç olmuştur.Örneğin, onüçüncü yüzyıl Anadolusunun sosyo-politik, ekonomik ve düşün hayatında çok önemli bir rol oynamış bulunan Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli Nasrüddin Hoca, Tapduk Emre, Yunus Emre gibi Türk büyüklerinin yaşam öyküleri hakkındaki bilgiler yeni yeni gerçeğe yaklaşık olarak tesbit edilmeye başlanmıştır. İranlı şair Feridüddin Attar’ın doğum ve ölüm yıları için de değişik rakamlar verilmektedir; Kendisinin, yukarıda dediğimiz gibi 1119-1193 yıllan arasında yaşadığı yazılmakta ise de 1234 yılında öldüğü üzerinde yeni bir görüş de vardır.
Bu durum, Mevlana Celalcddin Rûmî İçin de öyledir. Mevlânâ’nın hayatından söz eden “Menakıb ül-ÂriBn” adlı farsça eserin sahibi yerli yazarımız Şemseddin Ahmed Eflakî (1291-1360), Mevlana'nın ölümünden on sekiz yıl sonra doğmuştur. Bu nedenle onun Celaleddin Rûmî hakkında verdiği bilgiler, başkalarından alınmadır, yanlış olabilir netekim de yanlıştır; çünkü Mevlana, kendi eseri olan Fih i mafih'te, 1212 yılında, Harezmşah hükümdarı Kutbüddin Mehmed’in, Semerkand'ı alışı sırasındaki bir olaya tanık olduğunu söylemekledir.Öte yandan yine Mevlana, Şems-i Tebrîzî ile buluşmasından söz ederken “altmış yaşımda yakaladın beni” diyor. Şems’in Konya’ya gelişini yani Mevlana’ya raslayışını ayı ile günü ile ve saati ile kesin olarak biliyoruz.
San Mehmet önder “Gönüller sultani Mevlânâ” adlı eserinde bunları ayrıntıları ile bildirir. Büyük mutasavvıf şairimizin doğum yılı ve yaşamının ilk şıraları üzerine rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı da geniş bir makale yazmıştır.
Şems-i Tebrizi, Konya’ya 1244 yılında gelmiş ve Mevlânâ’ya bir akşam üzeri, iplikçi Medresesinden bineği ile evine dönerken rastlamıştır[5]. Mevlânâ kendi ifadesi ile o sırada altmış yaşlarında olduğuna Şems de onunla 1244 de buluştuğuna göre Mevlâna, Belh’de 1186 yılında doğmuş olur[6].
Burada benim asıl amacım, Mevlânâ'nın doğum, ölüm yıllarını tesbit etmek değildir. Bu konuyu, biraz önce kendilerinden söz ettiğim iki değerli bilginimiz ve H. Ritter uzun uzun inceleyip sağlam sonuçlara varmışlardır.
Ben, onun doğum yılı, çocukluğunun geçtiği çevrelerden hareketle Mevlânâ’nın şiir ve nesir halindeki eserlerini Türkçe yazmayışının nedenlerine değinmek istiyorum.
Celaleddin Rûmî’nin eserlerini farsça yazmasının iki önemli nedeni vardır: Birincisi, o bölge şehirlerindeki şairler, düz yazı yazan edebiyatçılar, felsefeciler ve mutasavvifler gibi bilim adamları arasında, medreselerde farsça yaygındı. Oralardaki dersler genellikle farsça yapılıyor, eserler farsça yazılıyor hatta devletlerin resmi yazışmalarında farsça kullanılıyordu. Bilindiği gibi bu gelenek, Anadolu Selçukluları veziri Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277 yılında Türkçeyi resmi dil ilân edişine kadar Anadolu Selçukluları’nda da sürmüştür.
Yukarıdaki ip uçlarına dayanarak Mevlânâ'nın 1186 da doğduğu kabul edilebileceğine göre o ,babasıyla Belh şehrinden göç ettiğinde yirmi beş otuz yaşlarında bulunuyordu. Bu yaşa kadar okuyup yazdığı belki de şiir söylediği bir edebi dili bırakıp Türkçe yazamazdı; çünkü o zamana kadar bütün yazı sanatlarını, kalıpları, mazmunları ve vezinleri farsçada öğrenmişti.
İkinci neden, yine o, yirmi beş otuz yaşlarına kadar ailesi içinde ve bütün Harezm bölgesinde, Belh’de konuştuğu Türkçe Harezm bölgesinde, Belh’te konuştuğu Türkçe harezm lehçesi ile idi ki bu lehçeye “hâkaniye Türkçesi, Kâşgar veya doğu Türkçesi denir [7].Mevlânâ’nın gelip aralarında yerleştiği Anadolu Selçuklularının lehçesi ise Türkmence yani oğuzca idi. Bu lehçeye batı Türkçesi veya Kıpçakça da denir.
Bu iki büyük Türk lehçesi yani hakaniye Türkçesi ile oğuzca arasında yapı ve vurgu bakımlarından, daha XI. y. yılda bile kesin ve büyük bir takım ayrılıklar olduğu, Mahmud Kâşgarî'nin, üzerinde iki yıl çalışarak 1074 de bitirdiği “Divan-ı lügat it-Türk’ünden anlaşılıyor. Yani Mevlânâ Anadolu’ya geldiğinde eserlerini Türkçe yazsaydı, doğup büyüdüğü ailesinin ve Harezm bölgesi halkının konuştuğu hâkaniye lehçesiyle (doğu lehçesiyle) yazacaktı. Bu lehçe ise Anadolu’da konuşulan oğuz lehçesinden (batı lehçesinden) farklı olduğundan, yeni geldiği bu bölge halkı onu rahatça anlayamayacaktı.
Şimdi burada bu iki lehçenin arasındaki farkı göstermek için doğu ve batı Türkçelerinde yazılmış şiirlerden örnekler vermek istiyorum.
Bilindiği gibi, Türkistan ve Harezm bölgeleri şehirlerinde, eğitim görmüş kişiler arasında farsçanın egemen olmasına karşın Anadolu da olduğu gibi doğudaki Türk halkı da öztürkçe konuşuyor, aralarından, edebî ürünlerin bütün türlerinde hatta, ilahiyat, felsefe ve tasavvuf alanlarında şiirler yazan, büyük kütleleri arkasından sürükleyen, Arap ve Moğol saldırılarında olduğu gibi halkın millî şuurunu, gururunu ayakta tutan, hakim Süleyman Ata’lar, Ahmet Yesevî’ler gibi birçok güçlü şairler yetişmiş bulunuyordu.
Şimdi önce hakaniye yani doğu lehçesinde şiir yazmış ve Celaleddin Rûmî’nin doğumundan yirmi yıl önce ölmüş bulunan Ahmet Yesevî nın (ölümü: 1166) divanından (Divan-ı hikmet) beş beyt verelim:
Riyazetni katığ tartıb kanlar yutub
Miri defter-i sânî sözdin açtım mana
Kul Haca Ahmed men defter-i sânî aytım
iki âlem işretların meyga saydım
Min defter i sânî aytım kani kulak
Kan-yaş töküb yığlamaslar misl-i bulak
Tâze tâze Hikmet’larım sânî defter
isiz sözüm nâdânlarka kılur ebter
Min defter-i sânî aytım sizka yadigâr
Ervâhimdin medet tılab okung zinhar
Bir de Mevlânâ’dan, yine hakaniye Türkçesinden bir kaç beyt alalım. Yukarıda da dediğimiz gibi Mevlânâ çok az Türkçe şiir söylemiştir.
Onun bazı beytleri ve rubaileri de farsça Türkçe karışıktır.
Önce farsça-Türkçe karışık rubailerden birer örnek verdikten sonra bir kaç da Türkçe beytini verelim.
Mevlânâ, mesnevide ve divanında farsça dizeler içinde pek çok Türkçe sözcükler kullanmıştır. Bunlar: amaç, armağan, ayaz (soğuk), aş, baba, bey, çarık, çavuş, damgaçi, götürü, gerek, gerdek, hakan, kak (kuru meyve), kışlak, yaylak, koç, konuk, korukçu (korucu), sürme, sancak, Tanrı, tuzluk, tutmaç, töre, yasa, tamu (cehennem), uçmak (cennet), yağı (düşman), yurd... gibi.
Türkçe karışık farsça beytler:
Goftem korukçu geşte-i ışk amma yurtu dil
Yaylak-ı sultan çün büved kışlak-ı çobanist in (Divandan)
Çü nüşidem zi tutmaceş fıirû kûbid çün sirem
Çü tuzluk ru turş kerdem kezan şirin buridestem (Divandan)
An yeki Turki bedo goftem in benem
Men nemihâhem ineb hâhem üzüm (Mesneviden)
Mahest nemidanem hurşid ruhat yane
Bu ayrılık oduna nice ciğerim yane (Divandan)
Türkçe şiirlerinden:
Kiçkinen oğlanhey bize gelgil—Dağdan dağdan hey bize gelgit Ay bıgı sensin gün bigi sensin—Bîmeze gelme bâmeze gelgil (Divandan)
Yüzün ey yârı ruhanî virir ısı bigi cani
Senin eylügön kani eğer men müttehem başcm (Divandan)
Şimdi, 1226 yılında Karaman’da doğmuş ve 1312 yılında Konya’da ölmüş olan, Mevlânâ’nın büyük oğlu Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinden bir kaç örnek verelim. Bu beytler onun ibtidaname adlı eserinden alınmıştır:
Kim sini ol ulu Haka degüre—Korkulu köprüden genez geçüre. Sıdk ile dut kati anun eteğin-- Kim sini ilte ol çalaha değin. Dikeni var bırak, gülef algıl,—Kamusmı kogil bana gelgil. Ol yola ben eyü kılavuzvan--Sen binüm sudumiç kim ağuzvan. Gözlerün ben açam ki gey göresen,--Değmelerden neçe neçe sora sen.
Ne ki vardur cihanda bildureven—Sini Hakdan tamam tolduravan.
Görüldüğü gibi Sultan Veled Anadolu'da doğduğu halde, beş alt, yaşına kadar dedesi Bahaeddin Velede babasından, dedesinin ölümünden sonra da babasından dinlediği hakaniye lehçesiyle şiir söylemiştir.
Şimdi de, oğuz Türkçesi ile bati Türkesi arasındaki farkı göstermek üzere Mevlânâ’nın ve oğullarının çağdaşı olan XIII. y. yıl Anadolusunun güçlü halk şairi Yunus Emre'den (1238-1320) bir kaç örnek vermek istiyoruz:
Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
Ne âkılem ne divane gel gör beni aşk neyledi
Geh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni aşk neyledi
Miskin Yunus blçareyem başdan ayağa yareyem
Dost elinden avareyem gel gör beni aşk neyledi.
İlim ilim irilmektir ilim kendin bilmekdir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumakdır
Okumakdan mani ne kişi Hakki bilmekdir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdir
Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyuca bir gönüle girmekdir.
Sonuç olarak şunları söylemek isterim. Gördüğümüz gibi Mevlana'nın düşünce ve bilim yönlerinden büyük bir mistik, dînî ve edebi alanlarda çok yetenekli oluşu bir yana, divan edebiyatı dediğimiz, çoğunlukla saraylarda gelişmiş bir türün temsilcisidir.Öte yandan Anadolu'da kendisinin çağdaşı Tapduk Emre'ler, Yunus Emre'ler gibi halk edebiyatı temsilcileri ve Hacı Bektaş'lar Ahi Evren'ler gibi Türkçe yazan kişiler de vardı. Bunlar, tasavvufi, didaktik ve lirik şiirleriyle, telkinleri ve yol göstericilikleriyle, 1243 Kösedag yenilgisinden sonra Moğol boyunduruğu altına düşen Anadolu Türkünün çöken maneviyatını, sarsılan milli duygularını ve kültür düzeyini yüceltiyor, onların diline, müziğine folkloruna ve sosyo-ekonomik yaşantılarına yön veriyorlardı.
Bu iki edebiyat türü temsilcilerinin yanyana bulunması, eserler vermesi Türksitan'da ve Harezm bölgesinde de aynıdır, Eârâbîler (Ebu Nasr ,Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzlug: 870-950), Beyrüniler (Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed: 973-1048), Gazzaliler (Ebu Hamid .Muhammed b. .Muhammed b. el-Gazzali: 1038-1111)gibi Türk bilginleri de farsça, kısmen de arapça eserler yazmışlardır. Ama Bahaeddin Veled'in çağdaşları Ahmed Yesevi, bunun talebesi Bakırgan lakabıyla anılan Hakim Süleyman Atalar da halk edebiyatı türünde Türkçe eserler yazmış kişilerdir. Bununla birlikte, farsça yazan Türklerle Türkçe yazan Türklerin hepsi evlerinde ve sokakta kuşkusuz Türkçe konuşuyorlardı. Bugün bile Şiraz bölgesindeki Kaşkâîler ve Tebriz, Hoy bölgesindeki âzeriler arasında durum böyledir; yani eserlerini farsça yazarlar ama evlerinde, sokakta ve çarşıda Türkçe konuşurlar.
Mevlanâ'nın, mesnevideki ve divan-ı kebirdeki şiirleri, mecalis-i seb'a fih-i mafih ve mektubattaki nesir yazılan hep farsça idi. Netekim fıh-i mafih, Mevlânâ'nın medresede verdiği derslerin, büyük oğlu Sultan Veled tarafından not tutularak toplanmasından meydana gelmiştir[8]. Esasen bu dersleri, sokaktan gelen sade vatandaşlara değil, farsça bilen, felsefede, tasavvufta ve İslâmî bilimlerde behresi olan elit bir zümreye veriyordu.
Bahaeddin Veled, Belh'ten göç ettikten sonra arkasından, düşünce, görüş ve anlayış birliği İçinde bulundukları farsça yazıp okuyan birçok Türk büyüğü Anadolu'ya gelmişti. Bunlar, Bahaeddin Veled'in öğrencisi ve Mevlânâ'nın hocası Tirmiz’li Seyyid Burhaneddin .Muhakkik (ölümü:1240),Evhadüddin Ebu Hamid Kirmanı(1168-1238), Mevlana'nın kayın pederi Hoca Şerafeddin Semerkandi, hatta Şems-i Tebrizi (Konya da ölümü:1247) bu zincirin birer halkasıdır.Yani hem Türkistan ve Harezm bölgesindeki hem de Anadolu'daki Türkler arasında hep iki tür edebiyat temsilcileri mevcut olmuştur. Bunlar: medreselerde düzenli dersler gören, farsça, arapça öğrenen, alanlarında büyük üne erişen bilginlerle, tekke ve zaviyelerde buluşup fikir, sanat ve bilgi alış-verişinde bulunan, halk arasında dolaşan halk edebiyatı temsilcileridirler.
Doğuda Türkistanda ve Harezm bölgesinde fars dilinin ve edebiyatının Türkler arasında güçlü etkisi, buralarda Türk dilinin ve edebiyatının gelişmesinin zararına ve bir çok Türk bilgininin, şairinin ve sanatkarının İran asıllı sayılmasına neden olmuştur ama belki de arap, fars ve Türk kültüründen yararlanarak yüzyılın tasavvuf ve kültür hayatına damgasını vurmuş olan Mevlânâ’nın özellikle tasavvufta zirveye çıkması da bu karma kültürün etkisi sayesinde olmuştur.
Sözlerimizi özetleyecek olursak, yukarıdan beri açıkladığımız gibi Mevlânâ, ayrı bir edebiyat türünde ve çevresinde yetişmiş olduğundan Türkçe yazamazdı.Yazsaydı bile, doğup büyüdüğü bölgenin lehçesiyle yani doğu lehçesiyle yazacaktı ki o lehçedeki yazıları, batı lehçesiyle konuşan Anadolu halkı aynı zevk ve heyecanla anlayamayacaktı.
Öte yandan Mevlânâ, geniş, yaygın ve tanınmış bir edebiyat dili olan farsça yazmış olması sayesinde onun yüce mistiklik şöhreti yüzyıllar arasından geçerek günümüze kadar aynı güçle gelmiştir.
Mevlânâ’nın milliyeti hakkında kim ne derse desin, kendinin de söylediği gibi özbeöz Türktür. Öyle olmasaydı Anadolu ya, soydaşlarının arasına gelmezdi. Çünkü asıl İranlılar, dokuzuncu yüzyıldan yani Türklerin İran'a yerleşmelerinden sonra Türklere karşı kin beslemişlerdir. Büyük Türk hükümdarı Mahmud Gaznevi’nin sarayında himaye gören Firdevsî'nın (934-1020) Şehname adlı eserinde, yine Türk hükümdarı Salgurlulardan Ebu Bekr b. Sa'd b. Zengî'nin sarayında himaye gören Sa’dî’nin Gülistan adlı eserinde Türk aleyhdarı ifadelere maalesef sık sık raslanır.