1919 senesinin Paris’i anlatılırken, Fransa’nın bu dillere destan ünlü başkentinin dünyanın her tarafından gelmiş heyetlerle dolup taştığından bahs edilir [1] Dört yıl süren Birinci Dünya Harbi sona ermiş, sıra yenilenlere kabul ettirilecek barış koşullarının tespitine gelmiştir. Bu yüzden pek çok ülkeden, farklı gayelerle gelenler yanlarında isteklerinin haklılığım kanıtlayacağım sandıkları bavullar dolusu kitaplar, kitapçıklar, istatistikler, haritalar getirmişlerdir. Bunlarla barış konferansının esas üyeleri ve karar üzerinde etkin Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya temsilcilerini elde etmeye çalışır, didinirler. Bu gayretler 18 Ocak 1919’da başlayan görüşmelerin ilk iki ayını kaplar, bitip-tükenmez, her türlü çaba harcanır. Bu heyetlerden Yunanistan’a ait olanının başında Eleutherios Venizelos vardır. Aslında Yunanistan harbin başlangıcında tarafsız kalmış, 1917 Haziranı ortasında kralın tahttan feragati üzerine başbakan olan Venizelos vasıtası ile İngiltere ve Fransa'nın saflarına katılmıştır. Lloyd George onu Perikles’ten sonra Yunanistan’ın yetiştirdiği en büyük devlet adamı olarak tanımlar[2], Yunan isteklerini incelemekle görevli komisyon başkanı Harold Nicolson da, Venizelos’un Avrupa’da Lenin ile birlikte yegâne gerçekten iki büyük adamdan birisi olduğunu belirtir ve onun konferanstaki etkinliğini anlatmaktan âciz olduğunu ifade eder[3].
Venizelos’un istatistiklerine göre, İzmir ve çevresinin Rum nüfusu 1.188.359, Müslüman halkı ise 1.042.050 kişi kadardır[4]. Batı Anadolu sadece nüfus bakımından değil, coğrafi bakımdan da Ege kıtasına aittir, kültür ve medeniyet yönünden ise yunanlıdır. O, nüfus çoğunluğu gerekçesi ile İstanbul ve Doğu Trakya’yı da ister. 1915’te krala harbe girmesinin ödünü olarak vaad edilen Kıbrıs’a da değinir; fakat İngiltere’nin desteğini yitirmemek, hatta pekiştirmek için şimdilik istemez. Oniki ada, Trabzon, Adana da arzusunu çekmektedir[5]. .
Ermeniler de Paris’te birisi Batı devletlerinin resmen tanıdıkları Bogos Nubar Paşa başkanlığında, diğeri 1918 Mayısında kurulduğu ilân edilen Ermeni Cumhuriyeti adına Avetis Aharonian önderliğinde iki heyet tarafından temsil edilmektedir. Aslında iki başkanın birbirlerine pek muhabbetleri yoktur, fakat kilise aracılığı ile birleşmişlerdir. Konferanslar, mitingler düzenlerler, bunlarda yüzlerce gazeteci, yazar, şarkıcı, profesör, senatör, eski bakan bulunur, konuşur, hünerlerini gösterir, ermeni davasına hizmete çalışırlar. Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput, Sivas, Erzurum, Trabzon, İskenderun ile birlikte Çukurova istekleri arasındadır, yani Doğu'da Dicle vadisinden Batı’da Ordu-Sivas şeridine kadar uzanan Anadolu parçası [6]. Bunların destekçileri Başkan Wilson [7]’a gönderdikleri istek-mektuplarının tercümeleri Avrupa’da basında yayınlanır[8]. Ermenilerin o tarihlerde Avrupa kamu oyunu ne derecede etkilediklerinin bir kanıtını iki sene sonra Berlin de Talât Paşa'nın öldürülmesi davasında bile görmek mümkündür. Talat Paşa 15 Mart 1921’de saat 11 sularında Berlin’de Charlottenburg’taki evinden çıkıp giderken genç İran uyruklu bir ermeni yolunu keser, kendisi ile görüşmek ister. Bu sırada da tabancasını çekerek ateşler, onu kanlar içinde yere serer. Talât Paşa’nın üzerinde Sait Ali kimliği vardır. Katil Salomon Teilimian yakalanır [9]. Olay mahkemeye intikal eder. 30 Mayıs 1921 de dava Ağır cezada görülür. Tanıklar ve çoğunluğu aşırı ermeni yanlısı bilirkişiler dinlenir. Bunlar arasında Ermenilere ve davasına kendisini adayan, pek çok Türk aleyhtarı eserin yazarı Dr. Julius Lepsius [10] da vardır. Bilirkişi heyetinden ünlü Liman von Sanders Ermenilerin silâhsızlanma emrini dinlemediklerini, sonra da Ruslarla bir olup Türklere karşı savaştıklarını, Talât Paşa’dan Ermenilerin sürgün edilmesi yolunda emir almadığını söylerse de, jüriyi etkileyemez. 3 Haziran 1921’deki karar katilin beraati yolunda tecelli eder[11].
Paris Barış Konferansında Damat Ferit Paşa başkanlığındaki Osmanlı heyeti 17 Haziran 1921’de dinlenir. 12 Haziran’da Paris’e gelmişlerdir. Malûm, kabahat İttihat ve Terakki Hükümetine yüklenir, dünyada üç yüz milyon Müslümanın varlığından, sultanın siyasî ve dinî hürriyetinin korunmasından bahs olunur. Fransız Başbakanı Clemanceau’nun 27 Haziran’daki cevabı, Osmanlı idarecilerini azarlar şekilde, sert ve yüksek bir haykırışla olur: Osmanlı Devleti’nin muhafazası düşünülmemelidir, Osmanlı Devleti Protestan Almanya, Katolik Avusturya ve Ortodoks Bulgaristan ile işbirliği yapmakla suçlanır. Dinî bağnazlık Ermenilerin kati edilmesine neden olmuştur. Türk idaresindeki milletlerin kültürlerinin gerilediğinden dem vurur. Onun ses tonundaki sertlik herkesi hayrete düşürür[12]. Bununla da kalınmaz, Clemanceau, Damat Ferit Paşa’ya bir mektup yazarak, Türk heyetine açıklamaları için teşekkür eder, fakat sorunun hemen ele alınamayacağı gerekçesi ile, Paris'te daha fazla kalmalarının mümkün olamayacağını bildirir[13]. Kâzım Karabekir Paşa da, haklı olarak, bu olayı sonradan “sadrazam Paris'ten kovulmuştur” şeklinde anlatır [14].
İşte bu ortam içerisinde 10 Ağustos 1920 Sevres anlaşması doğar. İlk görüşmelerle imza töreni arasında geçen bir seneden fazla süre, daha Birinci Dünya Harbi sırasında bir çok kez, çeşitli anlaşmalarla kâğıt üzerinde paylaşılan Osmanlı İmparatorluğu[ 15]’nun yenilip, tam anlamı ile teslim olmasından sonra, galipler ve yandaşlarınca bölüşülmesindeki zorluktan doğmuştur. Daha sonra, büyük devletler arasındaki soğukluklar ve anlaşmazlıklar da yine bizzat bu anlaşmadan kaynaklanmıştır. O günlerde sadece Hindistan’daki Müslümanlar Türkler lehine, özellikle, İngiltere üzerinde baskı yapmağa çalışmışlardır[16].
Bilindiği üzere, 1921 Şubat'ında Londra’da toplanan Doğu Sorunu’nun çözümü Konferansı, Türkiye Tarihi’nde önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Rahmetli Yusuf Hikmet Bayur’un da belirttiği gibi[17], bu konferansta Sevres anlaşması esas kabul edilecek, biraz değiştirilerek Türklere kabul ettirilmesine çalışılacaktır. Ankara hükümeti ise Sevres’i tamamen reddetmektedir[18]. Bununla beraber, bu konferansa "Misak-ı Millî" kararlarını dünyaya duyurmak ve bunların Wilson ilkeleri olarak tanımlananlardan başka bir içerikte olmadığını tanıtmak, propaganda yapmak amacı ile katılınmak istenmektedir.
O tarihlerde (Şubat başlan 1921) Reuter’in İstanbul’dan verdiği bir habere göre, Mustafa Kemal Paşa Büyük Millet Meclisinin Türk halkını temsil eden tek kuruluş olduğunu, bunun için konferansa sade Ankara hükümeti temsilcilerinin davet edilmesini istemekte, ayrıca padişahın da bir irade ile, Ankara hükümetinin Türkiye’nin yegâne hükümeti olduğunu kabul etmesini, padişahın İstanbul’da, fakat hükümetin Ankara’da geçici olarak kalmasını uygun gördüğünü bildirmesini önermektedir. İstanbul hükümeti fesh edilmeli, yerine Ankara’nın tanıyacağı bir komite kurulmalıdır. Bu şartların kabulü halinde, padişahın, Osmanlı hanedanı mensuplarının, memurların tahsisatları Ankara hükümeti tarafından ödenecektir, güvence altına alınacaktır[19]. Bu teklifler kabul edilmez, fakat Londra'da konferansa katılan millî Türk hükümeti temsilcilerinin büyük bir siyasî zafer kazandıkları kanısı Berlin gazetelerine bile intikal eder, çünkü Sevres anlaşmasının yeniden incelenmesi oybirliği ile kabul edilmiştir[20]. Yunanlılar ise, konferans kararlarını beğenmezler, Yunan parlamentosu oybirliği ile bu kararları reddeder, yunanlı öğrenciler de aleyhte mitingler yaparlar[21].
Berlin'de 1704'tenberi yayınlanmakta olan, yalnız Birinci Dünya Harbi sonunda Berlin'de cereyan eden ayaklanmalar sırasında kısa fasılalarla yayınlanamadığına tanık olunan Vossische Zeitung’va 1921 senesi Haziranının ilk yarısında çıkan iki makale ilginçtir. Georg Bernhard’ınki "Oppeln und Angord" adını taşımaktadır. Oppeln Yukarı Silezya’da anlaşmazlık konusu bir sanayi bölgesinin adıdır. Yazar "en cesur ve metin Türk ordu kumandanlarından birisi olan kurnaz Kemal Yunan kralını güç durumda bıraktı"cümlesinden sonra, özet olarak Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da durumunu günden güne sağlamlaştırdığını belirtir, "onun Alman dostu olduğu sanılır, fakat yanlıştır. Uzun süre Paris’te yaşamıştır, onun için Fransızlara, Almanlardan daha yakındır: çok erkenden Paris ve Roma’ya ağlarını başarı ile gerdi", der [22].
İkinci makale ise, gazetenin yayın kurulunun isteği üzerine, Liman von Sanders tarafından kaleme alınmıştır "Dinge, die sich im Orien Pvorbereilen"(Doğu’da hazırlanan şey) başlığını taşımaktadır, hemen başmakale olarak yayınlanmıştır. Paşa, Almanların Anadolu’daki olayları, İngiliz ve Fransız telgraflarından öğrendiklerine, bu nedenle Ankara hükümetinin bilinçli tutumuna hayrette kaldıklarına değinir. "Ne Sevres anlaşmasında, ne de Londra’da toplanan konferansta millî harekelin gelişmesine önem verilmemiştir, bu bakımdan şimdiki son derecede nâzik durum İtilâf devletleri için bir beklenmedik şey olmuştur, özellikle İngiltere için çok geniş kapsamlı kararlar almak gerekecektir", diyen Liman Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı ve arkadaşlarını örgüt kurucu olarak över, onlar sade Yunanlılar üzerinde başarı sağlayan bir ordu kurmamışlar, İktisadî alanda da büyük atılımlar yapmışlar, girişimlerde bulunmuşlardır. Ankara’da bir Halk Yüksek Okulu, bir tiyatro, bir hamam yaptırılmış, şehrin yenileşmesi çalışmalarına başlanmış, bazı caddeler genişletilmiş, elektrik tesis edilmiştir. Harp esnasında başlayan Ankara- Sivas demiryolunun yansı tamamlanmış, Sivas-Samsun hattında da ilerleme kayd edilmiştir. Bütün bu işler millî şirketler tarafından sağlanan malzeme ile yapılmıştır. Bagdad demiryolunun yapımı sırasında Toros tünellerinin açılmasında uzun süre çalışmış olan başmühendis Mavrokordato[22a], Mustafa Kemal Paşa’nın hizmetindedir. Bolu, Kastamonu ve İnebolu’da da elektrik vardır. Bunlar Ankara hükümetinin işgücünü kanıtlamaktadır.
Aynı yazıda Mustafa Kemal Paşa'nın askerî kuvvetinin 100.000 kadar olduğu, Wrangel ve Denikin ordularından Ruslara ganimet olarak kalan silâhların Karadeniz’den Anadolu’ya taşındığı, cephanenin bol olduğu da belirtilir. Mareşal Foch, Ankara ile başa çıkmak için 300.000 kişilik bir kuvvet gerektiğini söylemiştir[23]. Mustafa Kemal Paşa İslâm ülkeleri ile de yakın ilişkiler kurmuş, Ankara’da bir süre önce küçük bir kongre bile yapılmıştır. Şimdi Suriye, Irak, Afganistan, Azerbaycan, Hindistan, Mısır, Cezayir, Tunus ve Fas Müslümanlarının da katılacağı büyük bir İslâm kongresi planlandığı da belirtilen hususlardandır[24]. Böyle bir konferans toplama girişiminden 1922 Eylülünde de bahs edilir[25].
Liman von Sanders yine Sakarya muharebeleri arifesindeki bir başka makalesinde de Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkındaki fikirlerini belirtir. 5 Nisan 1915’de öğleden önce Gelibolu yarımadasında Kabatepe’de Esat Paşa ile birliktedir. Esat Paşa, Balkan Harbi’nde Yanya müdafaasında meşhur olmuştur. Gelibolu’da 3. Kolordu komutanıdır. Liman von Sanders ise on gün önce Çanakkale Boğazı’ndaki 5. Ordu komutanlığına getirilmiştir. Yanlarında birer yaver denizden karayı topa tutan, bu arada da karaya asker yığmaya çalışan düşman donanmasını izlemektedirler. Bir kaç yüz metre ilerisinde bir çukurda 9. ve 19. Tümen kumandanları bulunmaktadır. Yeni teşkil edilmiş bulunan 19. tümenin başında Mustafa Kemal Bey vardır. Esat Paşa ile birlikte Liman von Sanders tümen kumandanlarının yanına gelerek en kısa yoldan kendilerini Alçı-tepe’ye nasıl götüreceğini sorarlar. Hemen Mustafa Kemal Bey atılır. Genç, zayıf, sarışın yarbay 35 yaşlarındadır. Liman von Sanders onun araziyi bu kadar iyi tanımasına şaşar ve o zamanlar Türk kumandanları arasında benzerini hiç görmemiştir.
Bu anısını naklettikten sonra, Liman von Sanders yunanlıların Mustafa Kemal’in kuvvetlerini hiç bir zaman yenemeyeceklerini söyler. Türkler birlik oldukça bu mümkün olamayacaktır. Onların en büyük silâhlarının dinleri ve İslâmiyet olduğunu da ilâve eder.
İsmet Paşa’nın da çok iyi Almanca konuştuğunu, Refet Paşa’nın da sivrilmiş bir süvari subayı olduğunu, onu binbaşı iken Genelkurmay'da tanıdığını (1913-14'de), Şam’a tayin edilene kadar kendisine hizmet ettiğini yazar [26].
1921 senesi yazında Anadolu’da Yunan ilerleyişi karşısında bir çok Türk şehirleri peşpeşe işgal altına alınmış, Ankara hükümeti güç durumda kalmıştır. Lâkin Vossische Leitung'da 10 Ağustos 1921’de yer alan Mareşal Foch’a ait bir beyanat çok ilgi çekicidir: “ Yunanlılar taktik zafer kazandılar, fakat stratejik hiçbir zafer kazanamadılar. Bu kendilerine beklenmedik olaylara gebedir".
Yunan Harbiye Nazın Theotokis de aynı gazeteye bir beyanat vererek gayelerini açıklar: "Ankara’ya 80 km. kalmıştır. Türkler Sivres’i kendileri islemediler, mütarekeyi bozdular. Kullandıkları silâhlar İstanbul'daki depolardan çalınmadır. Yunanlılar Ankara'da durmak niyetinde değillerdir. Anadolu’da hiçbir mukavemet kalmayıncaya kadar ilerlemeye devam edeceklerdir”. Bu sözlere emperyalist olmadıkları, yalnızca Sevres anlaşmasını uygulatmağa çalıştıkları da eklenmiştir.
6 Eylül 1921’de /Ankara’nın düştüğü İzmir’den bildirilir[27]. 13 Eylül 1921 tarihli Yunan resmi tebliği Sakarya’nın gerisine çekildiklerini ilân eder. 17 Eylül’de ise Havas ajansı Yunanlıların ağır yenilgisini yayar. Daily Telgraph'ta Atina kaynaklı bir haber Yunanlıların Türk başarısı karşısında çekilmeğe mecbur kaldıklarını duyurur[28]. Buna karşın, Yunan Başbakanı Gunaris Yunan ordusunun Sakarya zaferinden sonra, Ankara’ya kadar ilerleme emri almadığını, gayenin düşmanı (Türkleri) Yunan işgalindeki kesimden uzak tutmak olduğunu, buna de erişildiğini[29], Sevres anlaşmasında kendilerine Anadolu’da 16.00 km2 yer verilmiş olduğunu, şimdi ise, üzerinde üç milyon insan yaşayan 100.000 km2 yer aldıklarını söylemekten çekinmez [30].
1922 Temmuz ve Ağustos aylarında Yunanlılar ve Türkler büyük bir çaba içerisindedirler. Yunanlılar İstanbul’u işgal ederek Türklere Sevres anlaşmasını kabul ettirebilecekleri kanısı ile, Batı Anadolu’dan 30.000 kişilik kuvvet çekerek Çatalca’nın batısına yığmışlardır. İngiltere ve diğer itilâf devletleri buna engel olabilme gayreti içindedirler. Ankara hükümetinin Londra'ya gönderdiği Fethi (Okyar) Bey, 30 Temmuzda geldiği bu şehirde ilgililerle görüşmeğe bile muvaffak olamaz. Lord Curzon Londra’dan ayrılıp dinlenmeye gideceği, Balfour İsviçre’ye yolcu olduğu için kendisini kabul etmezler[31].
26 Ağustos 1922’den sonraki olaylar ise herkesçe bilinir. İşin ilginç yanı, Beyrut’ta iken Ankara’ya davet olunarak 24 Temmuz 1922’de Konya’da Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen, ertesi günü de Ankara’ya gelen ve 25 Ağustos’ta da tekrar Londra'ya dönen General Töwnshend’in Daily Express'e.verdiği bir demeç 31 Ağustos 1922’de yayınlanır. General İngiliz hükümetinin Mustafa Kemal Paşa’nın ordusunun değerini anlayabileceğini hiç sanmadığını, maneviyatlarının çok yüksek, beslenmelerinin yeterli, donanımlarının fevkalâde olduğunu söyler. “ Top kamaları Ankara'daki fabrikada yapılmıştır. Burada, harple Alınanlardan çok şeyler öğrenen Türk uzmanlar çalışmaktadır" der. Bu haber demeç 1 Eylül 1922’de de .Neue Zürcher Zeitung'ta yayınlanır[32].
24 Temmuz 1923 gecesi. Lausanne’da çok canlılık vardır. Caddeler insanlarla doludur. Hükümet binası başta, resmî binalar, oteller, bu arada Lausanne Palace baştan başa ışıklarla donanmıştır. Katedralin kulesinde de 10.000 ampul pırıl pırıl gökyüzünü aydınlatmaktadır[33] . Bu şenlik, şüphe yok, 1919’da her türlü millî duygudan yoksun sadrazamı Paris’ten kovulan, bir sene önce temsilcisine randevu verilmeyen, hakir görülen bir milletin istiklâlini bağımsızlığını kutlamaktadır.
Aynı gün Lausanne Palace Oteli’nde İsmet Paşa tarafından kabul edilen bir .Neue Zürcher Zeitung muhabiri, kendisinden izlenimlerini ister ve bunları iki gün sonraki gazetesinde ana hatları ile şöyle yayınlar:
İsmet Paşa İle bir görüşme
Lausanne, 24 Temmuz 1923
Lausanne anlaşmasının imzalanmasından sonra Türk Dışişleri Bakanı bana, Neue Zürcher Zeitung için içtenlikle izlenimlerini anlattı. Beni, kendisine özgü samimiyeti ile, Türkiye’nin hakları için uzun mücadelelere sahne olan Lausanne Palace Otelı’nde kabul etti. Bana neler söylediğini, ana hatları ile burada size nakl edeceğim.
(İsmet Paşa-) Biraz önce imzalanan anlaşma bana lam bir huzur verdi; çünkü yirmi yıldan beri harp halinde bulunan Türkiye’ye sulhün baha biçilmez nimetlerini getirmekledir. Anlaşmanın, özellikle bizim için, bizi kendi ülkemizde yeniden egemen yapacak şartlan çok kıymetlidir. Evvelce, yabancı ülkeler köhneleşmiş anlaşmalara dayanarak sık sık iç işlerimize karışmaktaydılar. Bütün diğer bağımsız milletler gibi, kendi kendimizi yönetmek hakkına sahip olduğumuza inanıyoruz ve anlaşma bizim tam millî bağımsızlığımızı teminat altına almaktadır, bu bize en büyük mutluluğu vermektedir. Şimdiden sonra bütün gücümüzü, ülkemizin sulh içinde iktisadi kalkınması alanında yoğunlaştırabiliriz ve bütün enerjimizi bunun için sarf ederek, yakında saygı duyulacak sonuçlara ulaşacağız.
Bildiğiniz gibi, kapitülasyonlar gelişmemiz için aşılmaz engellerdi. Bunlar hem bizim lehimize, hem de yabancıların lehine kaldırıldı. Tabancıların, kapitülasyonlarla malik olduklarına inandıkları ayrıcalıklar, çoğunlukla aldatıcı idi; bunlar bir kısım faydaları yanında, yabancılar için bir çok nahoş durumları da birlikte getiriyorlardı. Her şeyden önce yerliler ile yabancılar arasında ciddî ilişkileri önlüyordu; çünkü eşitsiz muameleler aralarında anlaşmazlıklara neden oluyordu. Şimdi bu devir geride kaldı. Tabancılar ile yerli halk arasında iyi bir ilişki kurulacak ve sevindirici sonuçlar alınacaktır. Bununla beraber, bazıları kapitülasyonlar yolu ile yaratılan bulanıklıktan (vuzuhsuzluktan) faydalanmışlardır. Şimdi kaldırılmasından dolayı, zarara uğradıklarını söyleyerek, şikâyet edeceklerdir. Lâkın bu genel bir talihsizlik değildir. Ben, aksine, bir süre sonra, insanların her şeyin çok iyi gidişinden dolayı, neden çok seneler önce normal düzenin kurulmamış olduğunu anlamakta güçlük çekeceklerine inanıyorum.
Ben İsviçre halkına, çalışmalarını hiç bir siyasi ard düşünce olmadan, daima sulh hizmetine yoğunlaştıran İsviçre halkına ve onun bu alanda daima uluslararasında ilk yeri almasına hayranım. Türkiye, İsviçre ile iktisadi ilişkilerini geliştirmek ister. Bu ilişkiler tamamıyla iktisadi nitelikte olacaktır, hiç bir gizli gaye taşımayacaktır. İsviçre’de Lausanne'daki ikametim sırasında İsviçre’n sanayicilerden bir gurup memleketimle ticari ilişkilerle bağlanmak konusu ile meşgul oldu. İki ulus arasındaki bu ilk pratik temasa gelmeyi hararetle selâmlıyorum. Bir İsviçre’n inceleme komitesi yerel şartlar hakkında bilgi edinmek üzere yakında Türkiye’ye gidecektir. Bu gayeye ilgi gösteren hükümetimiz görevinizi kolaylaştıracaktır ve bu inceleme gezinizin elle tutulur sonuçlar vereceğinden çok ümitliyim.
Çok iyi karşılandığımız İsviçre’deki uzun ikametimden çok memnunum. Bu zaman içerisinde âdetlerinizi ve yaşayışınızı inceledim, hükümetinizi ve halkınızı tanıdım ve değerlendirdim. Sizinle temas etmekle Türkiye’nin hayat ilişkilerinin savunulmasında manevî destek gördüm; çünkü özellikle millî bağımsızlık konusunda takip ettiğim ilkeler, siz İsviçre’lilerin yüzyıllardan beri başarı ile savunduğunuz ve sahip olduğunuz ilkelerin aynısıdır. İsviçre’yi, müesseselerini ve halkını hiç unutmayacağım, çünkü Türkiye buradan kendisi için çok değerli örnekler alabilir.
İsviçre hakkında bu nazik sözlerinden sonra, İsmet Paşa’ya veda ettim. O, bu hafta Ankara’ya dönecek, Milli Meclis’te barış şartlarını anlatacaktır. İstanbul'dan geçişi sırasında Türk temsilciler heyetine parlak bir karşılama töreni hazırlanmaktadır, onlar memleketlerine çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Üç temsilci, İsmet Paşa, Sıhhat Bakanı Dr. Rıza Nur ve Maliye Bakanı Hasan (Saka) Bey birlikte Lausanne Konferansı'nda tartışma götürmez bir başarı kazanmışlardır,Major du Bois’ [34].
Lausanne anlaşması sonrasında amansız Türk düşmanı eski İngiliz Başbakanı Lloyd George’un da bu konudaki fikirlerini izlemek mümkündür. Daily Chronicle'de yayınlanan ve “Sevres’den Lausanne’a” başlığını taşıyan makalesinin Almanca tercümesi 29 Temmuz 1923 tarihinde Neue Zürcher Zeitung'un da birinci sahifesinde başmakale olarak yayınlanır: O, yazısına şöyle başlamaktadır: “ Türk belki kötü bir hükümdar dır, fakat kamış olla ile balık avlayanlar arasında prenstir. Maharet ve sabırla inatçı balığı karaya çıkartmakta eşsizdir. Altı ay boyunca Cenevre gölü kıyısında oynanan temsil[35] den daha iyisi nasıl olabilirdi? Bir defa,yani ilk konferans kesildiği zaman, balık oltanın ipini gerçekten koparmış göründü. Bu sadece, kurnaz Doğulu[ 36], onun ipini bollaştırdı, anlamına geldi. O, balığın, boğazında oltanın çengeli saplı, geleceğini ve temsilin tekrar başlayacağını bildi. İp bazan yumak yapıldı, bazan gevşetildi, fakat hiç kopmadı.Zaman ve sabır balık avcısını mükâfatlandırdı.
Bugün dev Tarpon’ların hepsi sahilde yalıyor[37]: İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri sahile vurmuştur, çâresiz, kuyruğunu kıpırdatmadan, parıldayarak ve yaz güneşinde soluyarak... Her şey sona erdikten sonra, İsmet Paşa'nın yüzü küçük bir gülümseme ile değiştiğinde, buna hayret edilebilir mi? Ankara'dan gelen haberler, barışın büyük bir Türk zaferi olarak kutlandığını bildirmektedir. Türklerin anlayışına göre, hükümet etme, balık avlamak gibidir, böylece kendi devleti dünyanın en büyük imparatorluğu olur.”Lloyd George bu yazısını. Türkler yeryüzünün en kötü hakimleridir, bundan dolayı herkes onun idaresinde yaşayan hem kendi, hem de yabancıların geleceği hakkında endişe eder” diye devam ettirir. Onun inatçı davranışlarının ve Türkiye ve Türk aleyhtarı tutumunun hem İngiltere’yi bağlaşıklarından ayırdığı, hem siyasetinin tamamen iflâs ettiği, kendisinin dışta genç Türk siyasetçilerine, memleketinde de- rakiplerine yenilerek iktidarı da kaybettiği düşünülürse, bu son sözleri kısmen iç burukluğuna verilebilir. Lâkin Lausanne’daki Türk zaferini yine de itiraftan geri kalmadığı makalesinden yukarıya aktarılan kısımdan belli olmaktadır.
İsmet İnönü de Lausanne görüşmelerine ve anlaşmasına ilişkin anılarında [38] şöyle der: "Lausanne muahedesi İmparatorluğun tasfiye edildiği muahededir. 1. Cihan Harbini, beraber muharebe ettiğimiz müttefiklerle, kaybettik. Yenilgi kesin idi ve galipler sulh masalarına tam hakimiyetle olurdular. Müttefiklerimiz olan İmparatorluklar, sadece, aldıkları muahede projelerini görmek ve imzalayacaklarını veya imzalamayacaklarını söylemek hakkı ile konferansa girdiler.
Türkiye’nin durumu hepsinden daha güç olmuştu. Türkiye, herkesin ıi)i8’de bitirdiği muharebeye, daha dört sene devam etli. Memleket işgal altında idi. Her taraftan istilâ ve fiilî hakimiyet silâhla devam ediyordu. 1922’de, birden bire, askeri vaziyet, galiplerin hiç ihtimal vermedikleri kesin bir netice ile, yeni bir safhaya girdi. Büyük galip devletler,yardım ettikleri küçük ortaklarıyla, muharebeyi devam ettirmişler, ve dört sene içinde, bizi, içeriden Padişah hükümeti, karışıklıklar ve sona kadar Yunan ordusuyla amana düşüreceklerini zannetmişler, muvaffak olamamışlar, 1918 galibiyetinden farklı bir vaziyete düşerek, bizi sulh masasına çağırmışlardır.
Biz, Büyük Millet Meclisi Türkiye'si, o haleti ruhiyede idik ki, imparatorluk mağlup olmuştu ve zaten İmparatorluk, memleket içinde de, düşmüş ve lağvedilmişti. Biz, 1918 mağlubiyetini üzerimize almıyorduk. Galip devletler, ıyı8 galipleri durumunda ısrar etmek istiyorlardı. Bu şartlar altında konferans toplandı. Sırası geldikçe ben, başmurahhas olarak, Mudanya Mütarekesi’nden buraya geldiğimi söylerdim. Lord Curzon ise, bana, Mondros Mütarakesi’nı hatırlatmağa çalışırdı. Mesele, aramızda hallolunamadan, ihtilâfı kalırdı.”
İnönü, müzakarelere başlandığı zaman eşit şartlarla devam olunacağının kararlaştırıldığını, buna rağmen daha açılış töreninde bu eşitliğin Türkler aleyhine bozulmağa çalışıldığını anlatır, “İlk haber, reisicumhur(İsviçre Konfederasyonu Başkanı M. Haab) konferansı açacak ve ondan sonra çekilecek, konferans toplanacaktı. Biraz sonra, ikinci bir haber geldi. Reisicumhur konferansı açacak, müttefiklerden birisi söz alacak, konuşacak ve tören kapanacaktı. Bunu bize söyler söylemez, “Müttefiklerden biri konuşursa, bizim de, bir taraf olarak, konuşacağımızı haber verdim”.
Daha sonra, ismet İnönü, Fransız Başbakanı Henri Poincare ile görüşmesinden, isteği üzerine, kendi konuşma metnini ona gösterdiğinden bahs eder, ve sözü tekrar törenin açılış merasimindeki emr-i vakiye getirir:
“Tören açıldı. Reisicumhurdan sonra, Lord Curzon’a söz verildi. Lord Curzon, teşekkürlerle birlikte, sulh arzularıyla geldiğini söyledi; sulhun lüzumunu bütün milletler için göstererek ve temenni ederek, haklı ve iyi niyetli bir eda ile konuşma yaptı.
Lord Curzon yerine otururken, törende toplanmış olanlar beni, hayretle, kürsüde gördüler. Reisicumhura hitap ettikten sonra, konuşmama başladım. Sulh arzularıyla geldiğimizi, çok haksızlık gördüğümüzü söyledim; sulh arzularının bütün konferansa hâkim olması, adalet içinde bir sulh yapılması dileği ile sözü bitirdim. Oturdum. Herkes, garip bir vaziyette, nihayet benim diplomat usullerini bilmeyen bir asker olduğuma hareketimi vererek, aramızda sataşmalar ve usul münakaşalarıyla, törendeki müdahalemi hazmedip geçtiler”.
Böylece, konferansın daha açılış töreninde Türkiye'nin de bu konferansa eşit şartlarla katılmasını sağlayan ve bunu başaran İsmet Paşa, 1923 Şubat’ında konferans kesintiye uğradığında [39 ]da durumu anlamıştı, Lloyd George da İnönü’nün bunun farkına varmış olduğunu belirtmişti:
“Müttefikler, arzu etlikleri muahedeyi bize kabul ettirmek için, yalnız müzakerelerde hukuki çekişmelerle kalmamışlar, Şubatta büyük baskı ve gösteri ile, konferansı kesintiye uğratmağa kadar, kararlı olarak gitmişlerdi. Zannediyorlardı ki, bu kadar şiddetli bir baskı karşısında[40], hallolunamayan meselelerde, Türkler boyun eğeceklerdir. Şubat teşebbüsünü reddedip, ayrılmayı göze aldığımızı gösterdikten sonra, daha Ankara’ya gelmeden, daha İsviçre'de iken, ileri vardıklarını ve Türklerin, hayati gördükleri meseleleri her halde elde etmek için, tehlikeleri göze alabileceklerini, şiddete, Zora baş eğmeyeceklerini anlamışlardı. Buraya kadar, tecrübe etmeden, bunu kabul etmiyorlardı”.
"Lord Cürzon’un İsviçre’den ayrıldığı 4 Şubatın ertesi günü bu teşhisi ufukla gördüm. Konferansın kesilme yapmadığını, erteleme yaptığını söylemekte Müttefikler acele ettiler; ve ben Ankara’ya gelinceye kadar, Lord Curzon’dan yoldan dostane mesajlar aldım".
İnönü bu kıymetli anılarını, Birinci Dünya Harbi’nden sonra yapılan anlaşmaların hiç birisinin yaşamadığını, Lausanne’ın tek ayakta kalanı olduğunu işaret ederek bitirir. Burada rahmetli Paşa’ya bir ekleme yapmak gerekirse, Lausanne’ın Birinci Dünya Harbi ile ilgili olmadığını belirtmek mümkün ve hatta zorunludur. Osmanlı İmparatorluğu ile Sevres anlaşması imzalanmış, fakat bu anlaşma zaten “ölü" doğmuş, hiç bir zaman tatbik edilememiştir. Lausanne, Türk İstiklâl Harbi’nin ve bu şanlı destanı yaratanların eseri, ödülüdür.
Lausanne anlaşması ile ilgili zamanında kaleme alınmış çok önemli bir belge de bir Avusturya’h diplomatın imzasını taşır: Norbert von Bischoff Bu zat Viyana’da konsolos unvanım haiz bir hariciye memurudur. 1930-33 arasında Ankara’da Avusturya elçiliğinde maslahatgüzar olarak bulunmuş, Ankara, Eine Deutung des neuen Werdens in der Türkei(Viyana - Leipzig 1935) adlı eseri büyük ilgi çekmiş, Türkçe ve Fransızca çevirileri hemen peşpeşe basılmıştır[41]. Norbert von Bischoff 17 Temmuz 1923’te, yani Lausanne anlaşması’nın imzasından bir hafta önce “fum Eriedenschluss in Lausanne"(Lozan anlaşması hakkında) başlığını taşıyan bir raporu Avusturya Dışişleri Bakanı Dr. Grünberger’e sunmuş, onun pek beğendiği bu yazı, yine Dışişleri Bakanı tarafından Avusturya Başbakanı’na da takdim olunmuştur. Her ikisi de bu incelemeyi takdirle karşılamışlardır. Avusturya Devlet Arşivi, Yeni siyasî kısım'da Denkschrift des Herrn Konsuls Bischoff über die Entwicklung der Orientfrage vom Sommer 1920 bis zum Sommer 1923”(Bay Konsolos Bischoffun 1920 yazından 1923 yazına kadar Doğu Sorunu’nun gelişmesi hakkındaki düşünceleri) kaydı ile saklanan bu belgede[42]Lausanne anlaşmam hakkındaki aşağıdaki bir kaç paragraf sop derecede ilgi çekicidir:
“ 1920 yazında, Kemal Paşa’nın Ankara’nın yolsuz yaylasında İstanbul’a karşı teşkilâtlandırmağa başladığı Sevres anlaşmasına direnme ve tamamen bağımsız,yeniden kudretli bir Türkiye yaratma temeline dayanan program Lausanne’da beklenenin de çok ötesinde gerçekleşti. Sevres anlaşması’nda yer alan, eski Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin oturduğu bölgelerin paylaşılması ile ilgili hükümlerin hiç birisi, üç yıl sonra, Lausanne’da yer almadı”.
“Kemal Hükûmeti’nin, bu büyük başarıya ulaşan üç yıllık siyasi mücadelesi, daima lakın Şamanlar Tarihi’nde, Viyana Kongresi’nde Talleyrand’ın faaliyetine denk olabilecek,yüksek siyaset sanatına klasik bir örnek teşkil edecektir. Âdeta, dâhiyâne şekilde, şaşmadan, inatla korunan hedefin istediği müttefikler aranmış, bulunmuş veya terk edilmiştir”.
“Hiç şüphe yok, bu, Türkiye’nin Yakınçağlar Tarihi’nde kaybedilen önemli yerlerin tekrar kazanılması olayı, tamamen yeni bir şey demektir”.
Böylece, Sevres’den Lausanne’a, yani 1920 Ağustosundan 1923 Temmuzu ortasına kadar geçen hemen hemen üç senelik süre içerisinde Avrupa’nın Hasta adam deyimi ile tanımladığı bir paylaşılmayan, sömürülen devletinden genç, sıhhatli Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Birincisinin sadrazamı Paris’ten kovuluyor, ona her türlü hakaret reva görülüyordu. İkincisi uluslararasında, genç ve milliyetçi, yurtsever, kişilik sahibi devlet adamı, gerçekçi önderi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının çabaları ile itibar kazandı ve kendisinin de diğer hür milletlerle eşitliğini masa başında da, müzakere masasında da kabul ettirdi. Birincisi harpte kaybetmediklerini, barış konferanslarında yitirdiği ve buna zorlandığı için, Lausanne daki başarı daha da büyük anlamlı oldu. Türkiye’nin yaralarını sarmak için kendilerinden borç istemeye geleceğini umanlar ve o zaman Lausanne daki isteklerini, kapitülasyonları kabul ettirememelerinin intikamını almağa sabırsızlananlarda bu imkânı bulamadılar, hevesleri kursaklarında kaldı [43].