14. ve 15. yüzyıllarda Avrupa'da Türkler hakkında varılan yargılar ve onlarla ilgili nelerin bilindiği konusu, kapsamı bakımından o zamanın Türk imajının iki ayrı yönünü teşkil eder. Bugün de olduğu gibi bilinenler bazı ön yargılar biçiminde yayılmıştı, fakat bunlar kilise ve asilzadelerin propagandasını yaptıkları gibi yalnızca olumsuz yönde değillerdi. 1453 den beri Avrupa'da yankılanan “Türkler geliyor,, nidalarının sadece korku ifade eden haykırışlar olmadığını dolaylı yada dolaysız bir şekilde gösteren birçok belge mevcuttur. Yüksek tabakanın Türk aleyhtarı propagandasıyla büyüyen kin, özellikle halk ve köylüler arasında gittikçe artan “Türk hayranlığına,, (fazlaca hükmü olmayan) bir cevap teşkil ediyordu.
O devrin Türk imajı sadece sosyal açıdan değil, aynı zamanda kültür coğrafyası bakımından da çok farklılıklar gösterir. 15. yüzyılın Türkiye’si hakkında ilk büyük ve hatta şaşılacak derecede zengin, objektif bilgiler ihtiva eden yazılarını Fransız ve İtalyan yazarlara borçluyuz [1].
Bunlardan biri, 1432/33 yıllarında Philipp von Burgund’un elçisi olarak Suriye’den gelip Antakya, Adana, Konya, Bursa üzerinden Türkiye’yi kateden ve bu seyahatinde ülke ve sakinleri hakkında çok ayrıntılı, çok müspet bir izlenim edinmiş olan Bertrandon de la Brocquiere dir[2].
Aslen Euboea’h olan ama Venedik için çalışan Nicola Sagundino’yu Babinger “De rebus turcicis libri tres,, (1456) adlı kitabında 15 yüzyıldaki Osmanlı Devletini en iyi tanıyan biri olarak sayar[3]. Bunu daha sonra İtalyan asilzadesi Theodor Spandunis (1519)[4] , İtalyan piskoposu Paolo Giovio (1530)[ 5] ve sırblı Bartholomâus Georgievic’ (1544)[ 6 ]in muhteva bakımından zengin, çok yaygınlaşmış ve etkileri uzun zaman kalmış olan seyahatnameleri takip etmiştir. Bu fevkalade yazıların bazılarının hemen Almancaya da tercüme edilmiş olmaları Almanya’da belli bir ilginin var olduğunu gösterir. Bizzat almanca olarak yazılmış Türkiye ile ilgili yazılar öylesine yetersiz kalıyorlardı ki, derin bir ilgiyi tatmin edemiyorlardı. Bu durum, 1396 da henüz 16 yaşında bir delikanlı iken Türklere savaşta esir düşüp ancak 1427 de memleketine dönebilen Hans Schildberger’in kitabı için de geçerlidir [7].önce el yazması olarak yayılmış olan kitabı “Reisebuch durch die Heidenschaft,, (Kafirler ülkesi seyahatnamesi) 1473 de birkaç kere basılmış ve başka dillere tercüme edilmiştir. Schildberger’sin kitabının serüvenlerle dolu ve hatta müstehcen olmasına karşılık, 1456 da karısı ve çocuklarıyla beraber Türklere esir düşen top döküm ustası Jörg von Nürnberg’in seyahatnamesi de o denli kuru ve kısır bir üslupla kaleme alınmıştır. Bu top döküm ustası çok aranılan bir uzman olarak II.Mehmet tarafından yüksek mevkilere kadar getirilmiş, o da bundan yararlanarak 1480 de tekrar Hıristiyanların tarafına geçmişti. Çok manidardır ki, onun seyahatnamesinin daha sonra yapılan baskılan yabancı ilavelerle hem genişletilmiş hem de ona gittikçe artan bir Türk düşmanlığı havası verilmiştir[8].
Çok daha geniş kapsamlı ve etkili bir başka eser de, bir ihtimal Alman asıllı olan 1438 de Türklerin eline geçen ve yirmi yıl sonra ancak evine dönebilen Siebenbürgen bölgesinden Mühlbacher adıyla tanınan Georgius de Hungaria’nındır. Fakat latince olarak yazmış olduğu kitabı “Tractatus de moribus, condicionibus et nequicia Turcorum”, (1475)un elli yıldan daha fazla bir zaman bütün baskılan Latince yapılmıştır. Kitabın ancak 1530 larda birdenbire bir dizi Almanca tercümesi yapılmıştır ki, bunlardan biri de içinde Martin Luther’in dikkate değer bir önsözünün yer aldığı ve bu önsöze tamamen zıt düşen, kendisinin de aynı derecede dikkate değer bir sonsözünün bulunduğu Sebastian Franck’ın tercümesidir[9].
Ancak 16. yüzyıl sonlarına doğru almanca olarak yazılmış seyahatnameler Türkiye hakkında daha doğru bilgiler verirler: Burada, Salomon Schweigger’in 1577/80 yıllarında yaptığı seyahat izlenimlerini anlattığı 1608 de yayınlanan seyahatnamesini[ l0]; kendinden önceki Türkiye seyyahlarının hepsinden üstün bir seviyede yazmış olan Johannes Lövvenklau'un izlenimlerini (mesela: Newe Chronica Türkischer Nation, 1590) [11] ve özellikle 1553/55 da yaptığı Türkiye seyahatini fevkalade ayrıntılı bir şekilde anlatan Hans Dernschvyan’ın seyahatnamesini örnek olarak gösterebiliriz [12]. O zamanlar el yazması olarak kalmış olan bu seyahatnamenin Yaşar Önen’in yıllarca emek verdiği tercümesi ve açıklamaları yakında Türk okuyucusuna sunulacaktır.
Elbette 14. ve 15. yüzyıllarda da Alman gezginler Türkiye hakkında birçok şey yazmışlardır, ne var ki bu yazılanlarda Türkiye’ye şöyle üstün körü değinilmiştir. Zira Türkiye bu gezginlerin ne seyahat hedefi ne de bir baştan bir başa geçip gittikleri .bir ülke olmuştur. Burada kasdedilen, istisnasız hemen hepsi Venedik, Ragusa, Korfu, Girit, Rodos ve Kıbrıs deniz yolu üzerinden Yaffa’ya gelmiş olan Alman asıllı hacıların kaleme aldıkları sayısız seyahatnamelerdir. Onların Türkiye ile ilgili olarak en fazla gördükleri şey sadece bir sahil şerididir ve Türklerle de olsa olsa milletlerarası liman şehirlerinde, açık denizlerde “korsan” hüviyetiyle, Rodos'da esarette bulunan Türklerle, tacir olarak ve 1517 den sonra da Filistin'i işgal eden kuvvetlerin ya memurları ya da askerleri olarak karşılaşmışlardır. Çoğu kez kulaktan dolma sözlere dayanan bu tür kaçamak izlenimler, o devirlerde Almancada eksikliği duyulan birbirleriyle ilişkili
Türkiye yazılarının önceleri yerini dolduruyordu. Bununda ötesinde bu yazıların kendine özgü bir anlatım cazibesi ve özel bir değeri vardır. Bu hacıların bütün dikkatleri düşünceleri bütün parlak umutları ve bu arada sonraki tüm hayal kırıklığı hep “Kutsal Ülkeye” yönelikti. Bu yazılarda “Türk unsuru”, bizzat Türkiye’ye yapılan seyahatlerden farklı olarak, sadece sathi gözlemlere dayanan izlenimler biçiminde kendini gösterir. Bu nedenledir ki, tali olarak elde edilen bu izlenimler çoğu kez iç açıcı bir tazeliğe ve şaşırtıcı bir rahatlığa sahiptir. Ayrıca hacıların anlattıkları” önemli hususların” başlarından geçen olayların çoğu ya tamamen ya da büyük bir kısmı yaygın bir hal almış olan “seyahat rehberlerinde” de önceden anlatılan, kalıplaşmış şeylerdir. Bu tür “Kudüs rehberlerinde” tabi ki Türk unsurlarına pek yer verilmemiş olduğundan bunlar bir bakıma önyargı kalıplarından kurtulmuştur.
Alman hacılarının seyahatnamelerinin derlenmesi ve gözden geçirilmesi alanında Reinhold Röhricht köklü çalışmalar yapmıştır[13]. O zamandan bu yana bazı yeni ilaveler oldu [14]. Hacıların bu seyahatnamelerinden Almanların “Türk imajına” katkılarının ne olduğu sorunu henüz gözden geçirilmemiştir. Bu makalenin dar çerçevesinde 1330 lardan 1521 yıllarına kadar ki bir zaman sının içinde kalan birkaç örnek metin sunmak istiyorum. Ayrıca burada 1499 yılında memleketine dönerken Venedikli tüccarlarla Türkiye’den geçen aşağı Ren bölgesinden şövalye Arnold von Harff'ın seyahatnamesine de değinmeden geçemeyeceğim [15]. özellikle padişah II. Beyazıt ve oğullarının yaşadığı saray hakkında seyahatnamede yazdıkları tercüme edilmeye ve dikkatle incelenmeye değer niteliktedir[16]. Bu sözler
Felix Fabri’nin “Evagatorium” adlı eserinin bütünü için de geçerlidir[I7]. Fabri 1480 ve 1483/84 yıllarında Türkiye’ye seyahatler yapmış ve heyecan, gerilim dolu bir üslupla izlenimlerini kitabında yansıtmıştır. Bu eser Alman hacılarının seyahatnameli içinde hemen hemen en uzun ve tavsilatlı olanıdır.
Şu hususu bilhassa belirtmek isterim ki, gerçekten çok sınırlı yapılan metin seçiminde tarafçı bir tutumla sadece müspet belgelerin değerlendirilmesi suretiyle genel izlenimi güzelleştirme çabası güdülmemiştir. Avrupa’daki yaygın görüşlere ters düşmekle beraber, o devir alman hacılarının edindikleri “ Türk imajı" gerçekten şaşırtıcı şekilde müspettir. Müspet olmayan ifadelerin çoğu da kasten veya bilmeden saptırılmış olan gerçekleri açığa vurmaktadır. Kolay okunurluğu bakımından metinleri, esasen çok sade olan üslubuna sadık kalarak tercümelerini sunacağım. Zorunlu görülen açıklama ve ilaveler ise parantez içinde verilecektir. Erişilmesi çok güç kaynak eserlerin temininde değerli yardımlarını esirgemeyen birçok kütüphanenin yanı sıra özellikle Berlin Kütüphanesi ve Ankara Alman Kültür Merkezi Kütüphanesine en içten teşekkürlerimi burada dile getirmek istiyorum.
I. YOLA ÇIKIŞ
Çevresiyle biraz ilgilenmesini bildikleri takdirde Hıristiyan hacılarının seyahatlerinin daha başında Türkiye ile ilgili izlenimler edinebileceklerine en güzel örneği,1486 da Filistini ziyaret eden Konstanz'lı şövalye Conrad von Grünemberg verir [18]. Röhricht-Meisner’in “Conrad’ın seyahatnamesi hiçbir şey vermiyor” [19] şeklindeki yargılarına Lepszy haklı olarak karşı çıkmaktadır[20]. Fakat onun Konstanz’lı hacı hakkında bizzat yazdıkları da oldukça dağınık ve yanlıştır. Lepszy, Goldfriedrich ve Sommerfeld’in adlarını vermeksizin kopya etmiştir. Kaldı ki belirtilen yerde Sommerfelde
Conrad’tan değil de bilakis Arnold von Harff'ten söz etmektedir. Lepszy doğruluğunu araştırmadan Röhricht Meissner in Conrad seyahatnamesine ilginç bir Türkçe sözlük ilave etmiştir [21]şeklindeki iddialarını kendine mal etmiştir, gerçekte ise Arapça bir sözlük mevcuttur. İleride de görüleceği gibi şövalye Türkçenin tamamen yabancısı kalmıştır. Başka türlü de zaten olamazdı, çünkü o Türklerle Ragusa'da şöyle üstünkörü karşılaşmıştır. Orada gördüğü Türkler ise doğrusu onun hemen dikkatini çeker, gayetle asil insanlar, ata binişleri, atın üstünde duruşları çok yakışıyor, ipek ve altın sırmalı şahane güzellikte elbiseler giymişlerdi.”[ 22]
Aşağıdaki tasvirin Gothaer elyazmasına bir de karakalem çizilmiş resim eklenmiştir[23] .
“Burada da tasvir edildiği gibi Yeniçeriler ve Türkler bütün bayram ve şenliklere atlarla gidiyorlar, atların üzerinde kocaman eğerlere bağdaş kuruyorlar. Padişahın maiyetinde olanlar ve asilzadeler başlarının, arka kısımlarında püsküller sarkan kırmızı şapkalar giyiyorlar, sırtlarına da bizim buradaki yorganlara benzer dikişleri olan ipek paltolar giyiyorlar ve Buggatçe dedikleri bir tür kuşağı da bellerine sarıyorlar.Yanlarında kimse ne bir silah ne bir yay filan taşımıyor, yaya kibarcısı zarf diyorlar-kavisli, eğri kılınçlarına ise saibel diyorlar[24]. Türklerin uşaklarının elbiseleri de anlatıldığı gibi dikilmiş, yalnız şapkaları beyaz; yanlarında schaltlein dedikleri küçük demir çubuklara benzer mızraklar veya demir sopalar taşıyorlar. Bundan başka, Türkler atlarının bir tarafında bir çeşit dümbelek ve diğer tarafında da düşüp de kırılmaması için hasır örgü içinde bir kap taşıyorlar.
Bunun içine un, peynir gibi şeyler koyuyorlar ve atla hızlı gittiklerinde ya da yemek sıkıntısı çekilen savaş zamanlarında birisi atının bir damarını kesiyor ve akan kanla unu karıştırıp, insana büyük güç veren bir çeşit yemek olarak yiyorlar. Düşmanlarına doğru at sürerken herkes dümbeleğine vuruyor-bazılarının ise eğerde asılı iki dümbeleği var- bunları çalmak suretiyle kendilerini ve atlarını şevke getiriyorlar..Atların da ahırı filan yok. Açık havada, tarlada veya sokakta dikiliyorlar, boyunlarına da içinde arpa, saman ve ot olan bir torba takıyorlar. Atlarının yediklerini, içtiklerini veya koşmaktan zayıf düşebileceklerini kendilerine hiç dert etmiyorlar.” [25]
Burada Türk her şeyden önce heybetli, atıyla ayrılmaz bir bütün teşkil eden, cesur bir savaşçı olarak görülmektedir. Eğer Conrad sadece yüksek tabakadan ve varlıklı Türkleri ve uşaklarım gördüyse tabi ki bunun nedeni Ragusa’nın özel durumuna bağlıdır. Orada bulunan Türkler anlaşıldığına göre, temsilcilik rollerinin tam manasıyla bilincindeymişler.
2. EFES
Kudüs yolculuğunda Küçükasya sahillerinin çok yakınından geçiliyordu. Fakat çok az sayıda hacı adayı karaya çıkıp, vaktiyle Hıristiyanlık için büyük önem taşıyan Efes, Patara veya Myra gibi yerleri ziyaret etmeye fırsat ve bu iş için kendisinde cesaret buluyordu. 14. yüzyılda yine de 15. yüzyıla nazaran bu ziyaretleri yapanlar daha çok olmuştur. Oysa ki, 1322 lerde bu yolculuğu yapmış olan John Mandeville 1360 yılında Efes hakkında şunları yazar: Şimdi artık oralara gidilemez, zira kâfir Türkler bu şehirleri ve tüm ülkeyi egemenlikleri altına almışlar.”[ 26]
Bundan takriben yirmi yıl kadar önce yazılmış iki seyahatname ise karaya çıkmanın-hem de hiçbir güçlükle karşılaşılmadan-mümkün olduğunu ispat etmektedir. Kendi arzusuyla Dominika kilisesinden ayrılıp adım da Wilhelm von Boldensele olarak değiştiren aşağı Saksonyalı asilzade Otto von Neuhaus 1336 da, 1332/33 yıllarında Kudüs’e yaptığı hac yolculuğunu latince olarak kaleme aldığı seyahatnamesinde şöyle anlatmaktadır:
Patnos tan Efese geldim. Burada büyük aziz Johannesin bir anıtı vardı [27]. Bunun üzerine, damı kurşun levhalarla kaplı, haç şeklinde bir ana
plana oturtulmuş, mozaik ve mermerlerle çok güzel tezyin edilmiş olan şahane güzellikte büyük bir kilise inşa edilmiş. Efes şehri denizden birkaç mil uzakta güzel, çevreye hakim ve bereketli bir bölgede kurulmuş. Kendilerine Türk diyen Müslümanlar buradan Hıristiyanları kovduktan, öldürdükten, esir ettikten ve Johannes’in kitabında belirttiği şahane güzellikteki kiliseleri sadece içinde, mihrabın arkasında aziz Johnnes’in mezarının bulunduğu bir kilise hariç-yakıp yıktıktan sonra bu şehri ve nerdeyse bütün Küçükasyayı ele geçirmişler. Bu kiliseye dokunmamışlar, zira Türkler burayı kendi dinleri için ibadete açmışlar. Türklerin fethinden sonra eski adı Küçükasya olan bu yerler, şimdiki sakinlerinin adını alarak “Türkiye”olmuş.[ 28]
Bundan hemen sonra 1336-1341 yılları arasında da vesfalyalı rahip Ludolf von Suchem (Paderborn yakınlarındaki Sudheim kasabasından) Kudüse bir haç yolculuğu yapmıştır. Efes’e o da uğramıştır. 1350 de latince olarak yazdığı seyahatnamesinde [29]-Röhricht’in iddiasına göre - birçok şeyi Wilhelm von Boldensele’nin kitabından alarak nakletmiştir[ 30]. Bu iddia en azından onun Efes’le ilgili yazdıkları için geçerli değildir:
“Bilinmelidir ki, asıl Efes şehri denizden dört mil uzaklıkta bulunmaktadır [31]. Bu şehirde, haç şeklinde bir planı olan, üzeri kurşun kaplı, mozaik ve mermerlerle süslü ve bugüne kadar sapasağlam ayakta kalabilmiş güzel bir kilise vardır. Bu kilisede akşam yemeğine davet edilmiş olan aziz Johannes, oradaki üzerine ilahi bir nurun düştüğü bir mezara girmiş ve bir daha da görülmemiştir. Bu kilisede Türkler ipek, yün, tahıl ve daha başka şeyler satıyorlar. Efes şehri vaktiyle iki dağ arasında harika bir yerde kuruluydu ve dağın yamaçları vadideki şehir merkezi olmak üzere iki bölgeden oluşuyordu. İçinde aziz Johnnes'in mezarının bulunduğu kilise ise şehirden bir taş atımı uzaklıktaki bir dağın tepesinde bulunuyor. Bu bölge daha emniyetli olduğu için, Türklerden korkan Hıristiyanlar şehri kilisenin etrafına nakletmişler, eski şehir de şimdi artık harabeye dönmüş.
Ben oradayken, kocası vaktiyle şehrin efendisi olan soylu hanım da henüz hayattaydı. Şehri ele geçiren Türk sultanı Zalabin de sağdı. Onun özel izniyle soylu hanım şehrin kenarında bir yerde oturuyor, tüccarlara şarap- satıyordu. Kocasını ve şehri kaybetmenin üzüntü ve acısını bize birçok kere iç çekerek ifade etti. Şehrin yakınında, suyu bir pınardan kaynayan ve içinde çok sayıda gayet lezzetli balıkların bulunduğu küçük bir gölcük var. .
Bu gölden gelen sularla çevredeki bütün meyve bahçeleri sulanıyor. Bilmeye değer bir husus daha var ki, vaktiyle adı Ephesus olan o şehre daha sonra Yunanlılar Theologos adını vermişler[32], şimdi ise buraya Altelot (İtalyancada: Altoluogo = altus logus, anlamı ise: yüksek yer, yüksek şehir) denilmektedir. Zira söylediği veçhile şehir kilisenin yanında, yüksek bir yerde bulunmaktadır.
Sahilin yukarı kısmında kurulmuş olan şehirden takriben dört mil uzaklıkta, limanın bulunduğu yerde şimdi yepyeni bir şehir daha kurulmuş, adı’scala nuova’(Kuşadası). Orada, çatışmalar nedeniyle Lombardia’dan kaçmış olan Hıristiyanlar oturuyor. Kendi kiliseleri var, din adamlarına da (Kara Fransizkaner) deniyor. Aynı Katolik Hıristiyanlar gibi yaşıyorlar, fakat bunlar bazen Türklerle birlik olup Hıristiyanlara büyük zararlar da vermişler.
Yeni kurulan şehrin yakınında, büyüklüğü Ren nehrini andıran, Tatar ülkesinden çıkıp Türkiye’yi baştan aşağı kat eden bir nehir var [33]. Bu nehirde, tıpkı Ren’in bazı yerlerinde olduğu gibi, çeşitli eşyanın nakliyesi yapılıyor.
Türkler ve o kötü Hıristiyanlar“hakiki” Hıristiyanlarla savaşmaya niyet ettiklerinde, aynı nehir üzerinden gemilerini, silahlarım ve erzaklarım taşımayı adet edinmişler. Böylece bu nehir yüzünden Hıristiyanlar birçok zarara uğramaktadır[34].
Burada tek tek ayrıntılara inerek düzeltmeler, açıklamalar yapmaya gerek yok. Hiç de Türk dostu görünmeyen rahibin farkında olmadan, Türk işgal kumandanının mağlup ettiği düşmanının karısına karşı gösterdiği alicenaplığı belirtmesi ve Türk-Hıristiyan işbirliğinden bahsetmesi metinde özellikle dikkatimizi çeken hususlardır. Papanın yönetimine karşı çıktıkları için İtalya’dan - ve bilhassa Piza bölgesinden - sürgün edilen ama manen koyu Katolik kalmış olan Hıristiyanlar[35], vatanlarında görmedikleri dini hoşgörüyü Türklerin yanında bulmuşlar ve böylece askeri bakımdan da Türklerle işbirliği yaparak düşmanlara karşı yeni vatanlarını korumuşlardır. Ludolfun Menderes ve Ren nehirleri arasında yaptığı karşılaştırmada bilinçsiz bir hümanist eğilim kendini gösterir: Arada bulunan uzak mesafeler aslında önemsizdir, uyanık bir insan dünyanın her yerinde tanıyıp bildiği şeylere rastlar, tabi ki özelliklede insanlar arasında..
Türkleri karakterize etmeye ve kendi memleketinin insanlarıyla bir karşılaştırma yapmaya kalktığında ise, rahip Ludolf bu “tamamen başka Türkler hakkında bütün önyargıları cesaretle bir tarafa iter ve şunları yazar:
“Bilmeye değer bir şey daha var ki, Türkler boylu poslu, esmer tenli, fevkalade azimli, tuttuğunu koparan ve Müslüman olan insanlar; fakat davranışları, tarzları Müslüman dan ziyade dininden dönmüş Hıristiyanlar gibi. Kısacası bu insanlar Friesya’lılara çok benziyorlar. Kuzeyde, Karadeniz kıyılarında Yunanlıların elinden aldıkları muhteşem kalelerde oturuyorlar, yay ve oktan başka silah taşımıyorlar, sütten yapılan yemekler yiyorlar ve sürüleriyle oradan oraya göç ediyorlar. Friesyalıların hemen bütün adet ve özelliklerine sahipler.” [36](Friesya: Kuzey Almanya da bir bölge ve burada yaşayan insanlar kastedilmektedir.)
Bu karşılaştırmanın ne derece isabetli olduğu sorusu, Ludolf un burada dini açıdan hakaret ve iftirada bulunduğu Türkleri hiç de anlaşılamayacak kadar yabancı değil de, bilakis hemşehrileriymişçesine anlatış tarzındaki şaşırtıcı rahatlığı karşısında önemini yitiriveriyor. Şüphesiz Türkleri aynı
Friesyalılar gibi kültürel bakımdan gelişmemiş“tabiat insanları" olarak mütalaa ediyor.Yukarıda Ludolf un sözünü ettiği Zalabin (başka el yazmalarında Zabalin, Zobalin, Alabim diye de geçiyor) hakkında 1400 lerde yazılmış olan bir el yazması “şark seyahatnamesinde” [37] ilginç bir bölüm yer almaktadır: “İngiltere ve Fransa kralları 1339 da Yüzsene
Savaşları diye adlandırılan savaşa başladıklarında, kocası ile beraber şehrin sahibi durumunda bulunan Hıristiyan soylu kadın henüz daha hayattaydı ve bir han işletiyordu, orada Hıristiyanlara şarap satıyordu. Şehri ele geçiren Türkün adı Zabalyn di. Bugün bile Türkiye’de hala onunla ilgili şarkılar söylenmektedir.” [38]
Röhricht - Meisner, bu Zabalyn’in 1331 /14 ve 1340 da korsan filosuyla bilhassa Cenovalılara çok zararlar vermiş olan Türk önderi Zalaby, Jaalabi ile aynı kişi olduğuna işaret etmekle beraber, Efes şehrinin onun tarafından alındığına dair hiçbir kaynak bilginin mevcut olmadığını da belirtmektedir[39].
Efes konusunun çok dışına çıkmasına rağmen, Köln menşeli “Şark Seyahatnamesinde ” daha sonra anlatılanları burada aktarmaya değer buluyorum:
"Zalabyn öldükten sonra ve çocukları da iyice ihtiyarladıklarında katiller, hırsızlar ve yerlerinden yurtlarından kovulmuş bir sürü serseri bir araya geldiler ve Türklerle bir olup, başka ülkelere soygun seferleri yaptılar. Onlara daha sonra köylerden çobanlar, çiftçiler ve Hıristiyanlar da katıldılar; bunlar çok kötüydüler. Gittikleri her yerde malları gasp ediyorlar, halkı öldürüyorlardı. Büyük ölüm (veba salgını) çıkmadan önce manastırlardan kaçan rahipler de onlara katıldılar. Bunlar ise hepsinden daha kötüydüler. Büyük ölüm başladığında bütün kiliseleri, manastırları yağma ettiler ve Konstantinopel’e kadar gidip oradaki azize Sophien (Aya Sofya) mabedini talan ettiler. Bütün kutsal emanetleri yerlere attılar, ve buldukları mücevherleri aldılar. O zaman Tanrının lanetiyle, bu mücevherlerin götürüldüğü yerlerde insanlar kızıl dizanteriye tutuldular, hal böyleyken rivayetler öylesine yaygınlaştı ki, kâfirler ne Türkleri ne de Hıristiyanları artık saraylarına sokmaz oldular. O zaman haydut sürüsü Sicilya’ya güzel
Messina şehrine gitti, söylentiler henüz oralara kadar ulaşmamıştı, böylece salgın bütün ülkelere (Avrupa'dan) yayılmış oldu.[40]
Şu noktayı önemle belirtmek istiyorum ki, Röhricht - Meisner, Neumann’a[41] dayanarak Köln seyahatnamesinin daha eski olduğunu ileri sürmektedir. Onlara göre, Ludolfun seyahatnameyi kaynak olarak kullandığı “inkar edilmeyecek kadar açıktır”[42]. Fakat Zabalyn hakkında verilen yukarıdaki iki metni karşılaştıran biri bunun tam aksi bir sonuca varır.
3. RODOS
Çok az sayıda hacının böyle nadiren Türk topraklarına çıkmalarına karşılık, hacı gemileri 1522 yılında Türklerin eline geçinceye kadar Rodos’a muntazam bir şekilde uğrarlardı. Ada 1309 dajohannit keşişleri tarafından işgal edilmişti ve bu haliyle de Anadolu sahillerinin hemen önünde son Hıristiyan kalesini teşkil ediyordu. Aynı zamanda Rodos gerek Avrupalı savaş esirleri ve gerek İslamlaştırılmaktan kaçmak isteyen Anadolulu Hıristiyanlar için bir cankurtaran simidi durumundaydı. O sıralarda yine Johannit keşişlerinin elinde bulunan Lango (istanköy) adasının karşısında, Bodrum’daki aziz Peter kalesi çok özel ve ilginç bir rol oynamıştır. 1400 lerde Bodrum’un Türkler tarafından alınmasından hemen sonra bu “köprü başının” inşasına başlanmış ve ta ki kale 1523 de Türklerin eline geçinceye kadar büyük emek sarfedilerek devamlı güçlendirilmiştir. Bu kale çok iyi bir durumda günümüze kadar da kalabilmiştir.
1473 de Köln’lü bir hacı bir yıl önce Rodos’ta duyduklarını şöyle anlatıyor: “Kos adasının tam karşısında, takriben bir mil uzaklıkta, Türk topraklan üzerinde, çok iyi korunan aziz Peter adında bir kale var. Burası Rodos’lu beylere ait ve onu Türkiye içinde bir “dayanak noktası” olarak tüm güçleriyle tutuyorlar. Türklere esir düşmüş birçok Hıristiyan kaçarak oraya sığınıyorlar. Bunlar çan sesleri eşliğinde - aslında Türkiye’de çan yok sayılır - kaleye kadar ulaşabildikleri takdirde, bir gemiye bindiriliyorlar ve Rodos’a gönderiliyorlar? Orada, nihayet memleketlerine gönderilebilecekleri güne kadar bakılıyorlar.
Rodos’lu beylerin söylediklerine bakılırsa, aziz Peter kilisesinde günde iki defa yiyecek ve içecek verilen bir sürü köpek varmış. Güneşin batışıyla akşam çanları çaldıktan sonra köpekler ikişer ikişer dışarı salınırmış ve onlarda yolda yada tarlada karşılarına çıkan Türkleri parçalarlarmış. Ama kaleye gitmekte olan Hıristiyanlara ise hiç dokunmazlarmış. Eğer kaleden dışarı gitmek istemeyen köpek çıkarsa onlar da ertesi gün diğer köpekler tarafından parçalanırmış. Keza kaleye bu ırktan olmayan köpekler girerse onları da kalenin köpekleri kovalar ve parçalarmış. İşte Johannit keşişleri kaleyi Türklere karşı böyle koruyorlardı.
Rodos’lu beyler arada bir bu kaleye misafir gittiklerinde canları koyun eti yemek isterse bunu Türklerin elinden zorla almaları gerekiyordu, zira Rodos’tan 100 deniz mili uzakta bulunuyorlardı.”[43]
Ludwig Conrady, aziz Peter kalesi ve köpeklerden bahseden başka hacıların adlarını vermektedir[44]. Ren yakınındaki Pfalz kontu Otto Heinrich 1521 de bunları duymuştu, dahası da vardı: Adı geçen Aziz Peter kalesinde özel kuşlar varmış. Üstünde kuluçkaya yattıkları her üç yumurtanın birinden köpek, diğer ikisinden ise kuş çıkarmış. Eğer tam zamanında emniyetli bir yere alınmadığı takdirde kuşlar köpeği yerlermiş.[45]
Peter Rindfleisch’in 1496 da Rodos’ta aziz Peter kalesi ile bağıntısız olarak dinlediği bu hikaye zaten başlı başına tuhaf olan ilk hikayeye paralel olarak uydurulmuş bir masal gibi görünüyor. Bununla beraber burada çok şaşırtıcı fakat şüphesiz gerçeğe uygun başka bir motif karşımıza çıkar:
“Rodos’ta bir köpek gördük, kuş soyundan gelmeydi. Normal bir İtalyan tazısı büyüklüğündeydi. Fareninkine benzer bir rengi vardı ve tüysüzdü. Sadece ön tarafta, ağzının çevresinde başka köpeklerinki kadar uzunlukta tüyler vardı. Ayak tırnakları kuş pençesine benziyordu. Bu köpeği Türk hükümdarı Rodos beylerine göndermek suretiyle onlara büyük bir onur vermiş. Manastır beyi onu her gece kendi yatağında uyutuyordu, böylece daha iyi muhafaza edilmiş oluyordu.” Daha sonrada Rindfieisch, her üç yumurtanın birinden köpek çıkan Türk kuşundan bahseder[46].
Sultanın alicenap hediyeleri hakkında söylenenler mutlaka uydurma değildir, özellikle Rodos'ta yaşıyan Johannit keşişleri böyle bir şey uydurmuş olamazlar. Çünkü böyle bir hikaye onların Türk düşmanı zihniyetlerine hiçte uygun düşmezdi. Bu keşişler dehşet verici şeyler yapmışlar ve utanmadan da yaptıklarıyla böbürlenmişlerdir. Artık tanımış olduğumuz Vestfalya’lı rahip Ludolf kendine 1337 de Rodos’ta anlatılanları şöyle aktarıyor:
“Keşişler gelmeden önce Rodos, Kos ve bütün diğer adaların halkı ve ilaveten çevredeki Hıristiyanlar mal ve mülkleri için Türklere haraç vermek zorundaydılar. Fakat şimdi artık Tanrının inayetiyle (!) keşişler durumu değiştirip, halkı kendilerine haraca bağladılar. Türkler Rodos’un Johannit keşişleri tarafından işgal edildiğini duyar duymaz büyük bir orduyla yola çıktılar ve yüksek seviyede elçiler aracılığıyla önce gönül okşayıcı, barışçı sözlerle keşişlerden artık zamanı gelmiş olan haracı istediler. Keşişlerle seve seve anlaşma yapabileceklerini ama mutlak suretle haracı almak istediklerini belirttiler. O sırada başlarında bir manastır beyi yoktu. Zira manastır beyi Phoka de Villeret diğer keşişler tarafından fikir ayrılığı nedeniyle işbaşından uzaklaştırılmıştı. (1319 veya 1321). Fakat vaktiyle manastırın askeri yöneticiliğini yapmış olan Basel’li, çok becerikli ve dürüst (!) bir keşiş Türklerden ödeme için üç günlük bir mühlet vermelerini rica etti. Bu ricayı Türkler memnuniyetle kabul ettiler ve ordularına dur emri verdiler. Bu arada o dediğimiz keşiş şövalye hergün durmadan Türklere ziyafetler çekti ve bu vesileyle bütün ordunun yerini, yapısını, durumunu elçilerin ağzından dikkatle araştırıp öğrendi. Bu arada mümkün olabildiğince çok sayıda silah, insan ve gemi topladı ve üçüncü gün sonunda Türk elçilerine, Yunanlılara kaşı savaşa gitmek zorunda olduğunu bahane ederek, dönünceye kadar Hıristiyanlar tarafından bir kötülüğe maruz kalmamaları için onlardan evine gelmelerini rica etti. Elçiler bu daveti yerine getirirler. Keşiş şövalye de ordusuyla gemilere bindiği gibi denize açılır ve gün doğarken Türk ordusuna apansız bir baskın yapar. Erkek, kadın, genç, ihtiyar demeden hepsini kılıçtan geçirirler. Türkler ve Tatarlar adetlerine göre orduyla nereye giderlerse daima kadınlarını, çocuklarını ve sahip oldukları her şeyi beraberlerinde götürürlermiş. Böylece keşişler hepsini öldürüp mallarını gaspettikten sonra aynı üçüncü gün içinde büyük bir zafer coşkunluğuyla Rodos’a dönmüşler.
Ben bu savaşa katılanlardan dinledim. Ellerine öyle çok ganimet geçmiş ki, onları denizde halatlarla gemilerin ardından çekmişler. Bütün ganimet dağıtıldıktan ve tasnif edildikten sonra başkeşiş Türk elçileri yanma çağırtır ve onlara, keşişlerin Türklerle seve seve anlaşma yapmak istediklerini ve haraç vermeye devam edeceklerini söyler. Sonra da onların yanından ayrılır. Aynı gün elçiler birşeyden habersiz, büyük bir sevinçle ordularının bulunduğu yere doğru yola çıkarlar. Fakat orduyu kılıçtan geçmiş ve ölüleri üslerindeki başlarındaki her şey alınmış, çırılçıplak bir vaziyette bulurlar. Bu manzarayı gördükten sonra elçiler üzüntüyle memleketlerine dönerler ve diğer Türklere başlarına gelenleri anlatırlar. O zamandan bugüne Türkler ve diğer Tatarlar Johannit keşişlerinden haraç istemediler.[47]
Ludolf, seyahatnamesinin Efes bölümünde olayları, insanları, şehirlerin ve çevrenin güzelliklerini takdire şayan bir şekilde gözlemlemiştir[48]. Onun, dindar keşişlerin iğrenç barbarlıklarını anlatışındaki ahlaki duyarsızlığı ile yukarıdaki belirttiğimiz gözlemciliği birbirleriyle nasıl bağdaştı olabilir?
Thüringen Dükü Wilhelm der Tapfere’nin 1461 de yaptığı hac yolculuğunda öğrendiklerine hiç de hayret etmemeli:
“Rodos beyleri ve Müslümanlar arasında şöyle bir alışkanlık var. Karada olsun, denizde olsun her kim bir diğerini alt ederse, yenilenin ölümden başka kurtuluşu yoktur.”[49]
Rodos’daki Yunan halkı arasında ise, Türkleri bir karşı taarruzla her şeyi yerle bir etmeye kışkırtan bu kanlı savaş taktiklerinden ötürü Johannit keşişlerine karşı hoşnutsuzluk ve endişe hüküm sürüyor, Türklerle dost olma eğilimleri görülüyordu, hem de özellikle din adamları arasında! Koblenz’li bir hacı olan Peter Fassbender 1492 de şunları yazıyor:
“Rahipler şehri Türklere teslim etmek istediklerine işaret olarak her pazartesi günü dini tören alayları düzenliyorlardı.” [50]
-Burada II. Mehmed’in sonuçsuz kalan kuşatması kasdediliyor olmalı. Rodos’taki Türk savaş esirlerinin perişan halleri, din taassubuyla gözleri adeta kararmış olan bazı hacılarda bir parça merhamet uyandırmıştır. Mesela Heidelberg’li Manastır rahibi Türk düşmanı Paul Waltheer'de 1482 yılında yaptığı seyahatinden sonra şunları yazmıştır:
“Rodos’ta birçok esir Türk var. Ayaklarına ağır zincirler bağlanmış bir halde çok zor ve pis işleri yapıyorlar. Sultanları II. Mehmet’in yıktığı duvarları onaran duvar ustalarına taş ve harç taşıyorlar. Yemeleri, içmeleri için onlara verilenler hayvanlara bile yetmeyecek kadar az [51].
Buna benzer şeyleri 1491 de Hessen Dükü Wilhelm der Altere ile seyahat etmiş olan Dietrich von Schachten’de yazmaktadır:
“Rodos şaşılacak derecede iyi korunan bir şehir ve her gün yeni surlar ilave edildiği için de korunması daha da güçleniyor. Rodos’lu büyük ustanın elinde üçyüz kadar Türk esir var, onları her sabah erkenden çalışmaya yolluyor. Günbitiminden, akşam paydosu yapıldıktan sonra onları tekrar daracık hapishanelerine geri getiriyorlar. Orada domuzlar gibi üst üste kalıyorlar. Bu durum yıl boyunca böyle devam edip gidiyor. Dini bayramlar da bile çalıştırılıyorlar. Yalnız Ağustos ayındaki azize Meryem ana günü ve Paskalya, Noel zamanında dinleniyorlar.” [52]
Daha sonra da bizim hacı bu bitmez tükenmez köle işçiliği karşısında yüce duygulara kapılır ve şöyle devam eder:
“Orada çalışanların çokluğunu ve yaptıkları büyük işi görmek çok hoş bir şey. 16 yıldan beri her gün en az 600 - 700 ve bazen de daha fazla insan büyük hisarın inşasında çalışıyor. Bir günde yapılan işi tasavvur edin hele.”
1521, yani adanın düşmesinden kısa bir zaman önce Rodos şövalyelerinin elinde “3000 kadar Türk esiri vardı, bunlar hep hendek kazma işinde zorla çalıştırılıyorlardı. Kendilerine yemek diye de berbat şeyler veriliyordu. Bütün yedikleri fasulye ve sudan ibaretti.”
Kendileri için daha yüksek bir fidye almanın mümkün olmadığı anlaşıldığı zaman o varlıklı esirler bırakılıyorlardı:
“Bu esir Türkler arasında 3000 duka fidye ödeyip hür olmak isteyeni çoktu. Ama bir veya üç yıl artık posaları çıkıncaya kadar çalıştırılmamış olanlar ve kendilerine en yüksek fidyeyi biçmeyenler bağışlanmıyordu. Sonradan Johannitler onun daha yüksek bir fidye etmeyeceği izlenimi edinirlerse, önerilen fidyeye razı oluyorlar ve bu Türkleri memleketlerine salıyorlardı.”[53]
II. Sultan Süleyman’ın Rodos adasını 1522 de fethetmesinden sonra düşmanlarına nasıl muamele ettiği ise o denli hayret vericidir. Bu gerçekten de bir hükümdara yaraşır alicenaplığın en azından Avrupa'nın bazı yerlerinde duyulduğunun ve alışılagelmiş karalama kötüleme kampanyasına büyük gölge düşürdüğünün bilinmesinde yarar vardır [54].
1519 yılında yaptığı hac yolculuğunda Rodos’u bizzat tanıma fırsatı bulan Schaflhausen’li Hans Stockar yıllığına 1523 yılı için bir görgü şahidine dayanarak şunları yazmıştır:
"Kuşaltılmış olan Johannit keşişleri için artık ne yardım ne de bir umut ışığı ve hiçbir çıkar yol kalmadığında, Türk hükümdarının canlarını, mallarını bağışlayacağım, topuyla-tüfeğiyle bütün savaş gemilerini[55] (scharmadan) onlara bırakacağını ve gemilere mallarını yükleyip gitmelerine izin verileceğini söyleyerek teslim olmaya çağırması üzerine Rodos beyleri şehri Türklere teslim ettiler. Türkler onları oldukları gibi bırakmak ve şehirdeki, adadaki, şatolardaki halkın kendilerine itaat etmelerini ve yüksek meblağda haraç ödemelerini istiyordu. Fakat onlar buna razı olmadılar ve bu üç şeyi (şehir ada ve şatolar) ellerinden bırakmak istemediler. Bunda V. Kari ile Fransa kralı I. Franz’ın suçu vardı. Onlar Milano ve Pikardie (kuzey Fransa’da) birbirlerine düşmüşler, zavallı halkı mutsuzluğa sürüklemişler ve anlamsız bir şekilde Hıristiyan kanı dökmüşlerdir.
Onlar Hıristiyanlığın anahtarı güzelim Rodos şehrinin mahvolmasına seyirci kalmışlardır. Tanrıya şikayet ediyorum ki, biz Hıristiyanlar iyice kendi çıkarlarımıza düştük ve sahip olma hırsı benliğimizi kapladı. Türk hükümdarı Rodos’u fethedip teslim aldığında karadaki ve denizdeki bütün ordusuna haber saldı. Kimse Rodosbeylerine, Yunanlılara, kısacası halkın canına ve malına dokunmayacaktı. Emre uymayan ise kendi canından olacaktı. Sonrada Türk Hükümdarı Rodos’taki sarayının önüne yüksek bir sütun üzerine yarım ay içinde altından bir insan başı koydurttu. Bu onun simgesiydi [56] ve bu baş Türk hükümdarının söz verdiği büyük güvenceyi işaret ediyordu. Bu güvencenin devamı ise acımadan ölüm cezası verilmek suretiyle sağlanmalıydı. Bu konuda ne komutanlarına, ne beylerine ve ne de en yakın akrabalarına ayrıcalık tanımadı: ölüm fermanı vardı...
Rodos beyleri şehri teslim ettikten sonra Türkler geldiğinde, içlerinden bazıları beylerin ya da Yunanlı halkın elinden para, süs eşyası, giyecek gibi şeyleri almışlar. Durum Türk hükümdarına bildirildiğinde, yağmacılar hemen oracıkta asılmış ve aldıkları şeyler de geri verilmiş. Türk hükümdarı verdiği söze sadece bir istisna dışında tamamen sadık kalmış. Rodos beylerinin gemilerinde yeterince top olduğunu söyleyerek birkaç topu şehirde alıkoymuş. Çünkü bu toplara şehirde ihtiyacı varmış. Beylere de gemileri için bir sürü top vermiş ve hatta onlardan yanında kalmalarını rica etmiş. Kaldıkları takdirde, aynen gidenlere yapıldığı gibi şereflerine yakışır bir şekilde muamele edileceğini belirtmiş. Ama onlar kalmak istememişler. Sadece birkaç yaralı ve hasta, o da gidecekleri bir yer olmadığı için kalmışlar ve Türk hükümdarından aynı gidenler gibi onurlu bir muamele görmüşler. Türk hükümdarı Rodos beylerinin gemilerine kadar bizzat gidip, bir ihtiyaçlarının bulunup bulunmadığına bakmış, yeterince un ve yiyeceğiniz var mı, elinizden kimse zorla bir şey aldı mı diye sorarak onlarla ilgilenmiş ve eğer bir dertleri varsa kendisine söylemelerini istemiş.
Sadece Rodos şehrinde alıkonulan toplardan başka kimsenin bir şikayeti yokmuş. O zaman hükümdar tekrar toplar için ricada bulunmuş. Hareket ettiklerinde o da gemilerin biriyle beylerle yola çıkmış, donanması ise arkadan onları izliyormuş. Başlarına bir şey gelmesin diye böylece denizde onlara 300 mil kadar refakat ettikten sonra hükümdar en nihayet şövalyelerin silahlarını ve zırhlarını kuşanmalarına izin vermiş, nihayet onlar hükümdarın esiri durumundaydılar. Tekrar kendi başlarının çaresine bakacak duruma geldiklerinde Türk hükümdarı Rodos beylerine lütuikâr bir şekilde veda etmiş ve Rodos’a geri dönmüş.
Rodos ta olup bitenlerle ilgili bu yazdıklarımı ben bizzat görmedim fakat 14 yıl boyunca Rodos'ta şövalye olarak Türklerin bütün saldırılarını ve şehrin alınışım baştan sona yaşamış olan benim çok yakından tanıdığım, kutsal mezara yolculuğumda giderken ve dönerken 13 gün Rodos’ta yanında misafir kaldığım Wolfgang von Masmünster sonbahara rastlayan (14 eylül) bir kutsal günde bana anlattı. O yanımda üç gün misafir kaldı ve sonrada burada Schaflhausen’de yerleşti. Zira Rodos’ta bacağına Türklerden üç kurşun yemişti ve doğruca Rodos'tan buraya gelmişti... [57]
4- ANADOLU
Söylediğimiz gibi hacıların alışılagelmiş seyahat yolları Venedik Jaffa arasındaki deniz yoluydu. Türkiye’yi doğudan batıya baştan başa kat etmiş olan Bertrandon de la Brocquiere burada yalnız başına seyahat eden biri olarak karşımıza çıkar. Fakat öncelikle tüccarlar, hac yolcuları veya “sevgi dini olan Hıristiyanlıktan” kaçan Yahudiler gibi birçok Avrupalının kara yolunu seçtiklerini ve herkesin ödünü patlatan Türklerin ülkesinin tam ortasından geçip gittiklerini pek kimse bilmez. Halbuki bu güvenceli olmasından dolayı tercih edilen bir yoldu!
1479 da Kudüs’te bulunan Nürnberg’li Sebald Rieter’e bu yolu bir alman Yahudisi şöyle anlatır:
“...O bu yoldan kısa bir zaman önce gelmişti, bana anlattığına göre tam bir güven içinde bu yoldan gidilebilirmiş. Almanya’dan Kudüs’e gelen Yahudilerin büyük bir kısmı bu kara yolunu seçerlermiş. Weissenbur’dan hareketle (Dinyester nehrinin denize döküldüğü yer) bir Türk şehri olan Samsuna gelinirmiş. Sonrada Samsun’dan takriben 6-7 gün içinde yine çok güzel bir Türk şehri olan Tokat’a kadar, oradanda Türkiye içinden geçen 15 günlük bir yolculuktan sonra Halep’e ulaşılırmış. Walachei’da (Romanya’da bir bölge) yolculuğu daha bir güven içinde yapmak üzere muhafızlar tutulurmuş. Türkiye boyunca muhafıza gerek yokmuş. Taa Halep’e kadar yollarda her zaman kendileriyle çok büyük bir güven içinde yolculuk yapılabilmen Türk tacirlerine rastlamak mümkünmüş. Fakat Halep’ten sonrası için Memluk sultanlığından geçerken büyük bir özenle muhafız ve tercüman[58]temin etmek gerekirmiş.” [59]
Hacıların, Türkiye’den geçen bu yolu seçmelerinin nedenini her şeyden önce kilisenin Türkler aleyhine yaptığı propagandada aramak gerekir. Belli ki gerçekçi düşünmeye mecbur olan tacirler ve peşleri hiç bırakılmayan Yahudiler bu propagandadan pek korkmuyorlardı. Fakat Türkiye sadece emniyetli değil, aynı zamanda güzel bir ülke olarak da benimseniyordu. Aşağı ren bölgesinde 1400 lerde yazılmış olan el yazması bir kitapta yer alan aşağıdaki tasvir gerçi bir ihtimal yazarının bizzat kendi gözlemlerine dayanmıyor, bilakis o zamanlar iyice yaygınlaşmış olan başka bir kaynaktan alınmıştır. Fakat böyle olması bile, böyle bir Türkiye imajının ne denli genelleşmiş olduğunu gösterir:
“Türkiye...meyvesi., tahılı, çayırları, pamuk tarlaları bol, çok güzel ve iyi bir ülke. Ülkenin birçok yüksek dağı, ovası pek çok ormanı var ve ticaret durumu iyi. Fakat bu ülkede büyük şehirler, hatta büyük köyler çok yok. İnsanlarının başlarında bir efendisi de yok. Ama bir kaleye sahip olan, koparıp alabildiği her şeye el koyuyor.
Kaleler önünde yer alan evlerin, küçük çardakların hemen hepsi taştan inşa edilmiş ve kubbeli, bu yüzden de kiriş ve inşaat harcı kullanılmamış. Ülkedeki köylülerin sayısı da çok değil. Ama su kuyuları tertemiz. Pek çok da yaban hayvanı var.’’[60]
5. KUTSAL ÜLKE
“Tarafsız hümanistlerin tam tersine fanatik bir taassubun havasını taşıyan 16. yüzyıl hacı seyahatnameleri Türkleri kötü bir şekilde anlatırlar.”[ 61]
Röthlisberger’in bu iddiasını alman hacıların yazmış oldukları seyahatnameler dikkati çekecek kadar ender doğrulamaktadır. Çok sayıda Hıristiyan hacının bu yol boyunca “dünya görüş ufuklarının genişlediğini” [62] gösteren önemli belgeler mevcuttur. Kilise kendini oradan tehdit eden tehlikeyi erken fark etmiş ve karşı tedbir almayı denemiştir. Dindar Thomas Kempis adında biri 1424 de şöyle bir uyarıda bulunmaktadır:
Qui multum peregrinantur, raro sacrificantur[63]. (serbest tercümesi): Din yolunda çok yol alan, o denli uzaklaşıyor dinden, imandan.
Hacıların kafalarındaki ön yargılar, düşünce kalıpları, yabancıların yabancılığı ya da düşmanların düşmanlığı tarafından saldırıya uğramaktan çok bunun lam aksine yabancıların da normal insanlar olması ve onlarla dostça bir arada yaşanılabileceğini görmeleri karşısında altüst olmuştur. Her şeyin normal olması karşısında duyulan şaşkın öfkenin farkında olunmadan ortaya çıkardığı gülünç bir belgeyi 1482 de Filistine giden, yukarda da sözünü ettiğimiz Paul Walther sunar!
1479 da Türk - Venedik barış anlaşması yapıldığından beri tabii olarak Türk elçileri fırsat buldukça Venediğe gelmişlerdir. Walther hac yolculuğuna çıkmadan önce böyle bir elçiyle karşılaşmış ve bu karşılaşmayı hemen rahatça önceden sahip olduğu basma kalıp önyargılarla birleştirmiştir.
“Hükümdar II. Beyazıt, Hıristiyanlara karşı yapacağı savaşlarda kendisine bilgi versin diye Venedik e bir subay göndermiş. Bu Allahın cezası, Hıristiyanlık düşmanı herife Venedikliler haddinden fazla saygı gösterdiler. Bu adi köpeği, kutsal törenlerimizi hor gören, alay eden, böyle bir Hıristiyanlık düşmanına hem de 6 Hazirandaki dini bayramda törenlerin yapıldığı yerdeki şeref locasında yer verdiler. Birçok Hıristiyan, tören alayı geçerken Türk’ün nasıl yerinden kalkmadığını, saygılı olacağı yerde nasıl alaylı ve kutsal şeylere aldırmaz bir halde yerinde oturduğunu gördüler. Bu durum bütün Hıristiyanların yüreğine acı vermiştir..”
Walther’in öfkesi öylesine şiddetlidir ki, bin bir zahmetle yazdığı latince cümlenin ortasında “tipik bir alman küfürü savurur.
“...ve (Türk diplomatları) Hıristiyanları ahmak yerine koyuyorlar bunları başımıza Venedikliler bela ettiler...” Ve sonra Latince olarak devam ediyor: "Ayrıca, sözüne güvenilir birinden duyduğuma göre Venedikliler ve Türk beraberce bir sancak yapmışlar. Sancağın bir yüzünde aziz Marküs (Venedik’in koruyucu sembolü) diğer yüzünde de hilal ile yıldız varmış - Türklerin bayraklarında bu işaretlet bulunur-
1480 yılında Papa IV. Sixtus bu kötü Venediklilerle bir dostluk anlaşması yaptığı için, Hıristiyan aleminin kutsal pederi de bu sözünü sakınmaya 1 rahibin dilinden kurtulamaz:
"Buncan şu anlaşılıyor, aziz Markus ve Muhammed, Türk ve Papa, Venedikliler ve dinsizler aynı duygulara sahipler ki birbirleriyle dost olmuşlar”[64].
Bunlar esasen 15. yüzyıldaki dar kafalı politikacı ağzına yaraşan sözler, yine de bereket versin o zamanın hacıları arasında bu bir istisna teşkil ediyor. Buna karşılık, olağan durumlarla yüzyüze gelen hacılar genellikle şaşkına dönüp daha değişik tepkiler göstermişlerdir. Değişik kökenli insanların böyle hoşgörü ve uyum içinde bir arada yaşadıklarını görmek bazı hacılar için bütün seyahatlerinin en derin iz bırakan izlenimi olmuştur. Daha Venedik'te bile böylesine karışık bir toplum görüp şaşmak mümkündü: Orada Türkler, Yahudiler, Yunanlılar, Polonyalılar, Hintliler gibi her türlü milletten ve bir sürü kâfir bir arada yaşıyor."[65]
Ragusa şehrinin dünya vatandaşlarına bu hoşgörü dolu kucak açışı 1486 da Conrad von Grünemberg üzerinde de aynı olumlu etkiyi bırakır: “Orada her çeşit dili konuşan, her çeşit kıyafette insan yaşıyor. Macarlar, Slavlar, Türkler, Yunanlılar ve İtalyanlar”[ 66]
Antalya şehri konumu bakımından örnek ve tabiri caizse sembol olabilecek bir durum arzeder. 1400 lerde yazılmış olan bir Köln- Seyahatnamesinde Antalya ile ilgili şu cümleler yer almaktadır:
Antalya güzel bir şehir. Duvarlarla ve hendeklerle üç kısma ayrılmış, sanki üç ayrı şehirden oluşuyormuş gibi. Şehrin bir bölümünde Hıristiyanlar oturuyor, onlar pazar gününü, diğer bir bölümde oturan Yahudiler cumartesiyi ve üçüncü bölümde oturan Türkler ise cuma gününü tatil sayıyorlar. Şehirde çok sayıda Hıristiyan tüccar var[ 67].
1472 yılında hac yolculuğuna çıkmış olan St. Gallen’li tüccar Ulrich Leman Şam da, memleketindeyken tasavvur bile edemeyeceği bir gerçekle karşılaşmış ve orada gördüğü bu uyum içindeki insani birlik onu adeta kendinden geçirmiştir. Onun izlenimleri bugün bile okuyucuları mutlu kılan bir canlılık taşır: .
Orada (Şam’da) dünyanın her tarafından, ve bütün Hıristiyan uluslardan gelmiş tüccarlar var. Hindistan’dan, Trakya’dan, Mısır’dan, Suriye'den, Türkiye’den gelmiş olan Yahudi'si, dinsizi, Hıristiyan'ı, Türkü, latan evet hatta üç tür Yahudi'si ve sekiz türlü Hıristiyan'ı bulmak mümkün.”
Bu cıvıl cıvıl insan topluluğu ve buna ruh veren o cennet ülke karşısında İsviçreli tüccar şu övgüde bulunur:
Burası benim şimdiye kadar gördüğüm en soylu, en güzel ve en zengin ülke[68] . Filistin, Kahire, Mısırdan da üstün, kısacası güneşin battığı yerden doğduğu yere kadar gezip gördüğüm hiçbir yerde bir benzerini görmedim.”[69]
Sekiz sene memleketinden uzak kalan Leman bu zamanın büyük kısmım Şam’da geçirmiştir. Memleketine döner dönmez, tekrar yolculuk hazırlığına başlamıştır. Kudüs diye yola çıkmış olan hacı adayı sonunda daha büyük bir “kutsal ülkede” kendi benliğini bulmuştur. Yaşadığı “Şam deneyimi”[70] ona şunu göstermiştir ki, kutsal ülke her yerde var olmuştur ve her yerde var olabilir..
Bu meyanda, icabında bu şehrin adının “Şam” değil “Ankara” olabileceğini, Yaşar ÖNEN birçok Alman meslektaşa ve bu makalenin yazarına da kanıtlamıştır. Bunun için kendilerine candan teşekkürler!