Âyine-i zürefâ, Şânîzâde Atâullah Mehmed Efendi’nin (1771-1826) (Şekil 1), 1169 Şevval’inde [Haziran/Temmuz 1756] ulema yoluna kavuşan, 1200 Muharrem’inde [Kasım/Aralık 1785] Galata Kazasıyla, 1202 Şaban’ında [Mayıs/Haziran 1788] Mekke Pâyesiyle Orduyu Humâyûn Kadılığına ulaşan ve 1206 [1791/1792] yılında Medîne-i Münevvere mevleviyyetiyle mevâlîler arasında tanındıktan sonra azledilerek ahirete göç eden Şânîzâde Sâdık Efendi’nin oğlu olduğunu bildirmektedir.[1] Mehmed Atâullah Efendi 1200 Muharremi’nde [Kasım/Aralık 1785] ilmiye yoluna girmiş, 1231 Cumâda-el-âhire’sinde [Nisan/Mayıs 1816] Havâss-ı refi‘a [Eyüp] Kazasına ulaşmış, 1237 Muharremi’nde [Eylül/Ekim 1821] Mekke-i Mükerreme payesiyle akranları arasında kıskanılan bir kişi olmuştur.[2] 1235 [1819/1820] yılında merhum vakanüvis Âsım Efendi’ye halef olmuş ve o sırada evkaf müfettişliği ile şereflendirilmişse de, yine Âyine-i zürefâ’ya göre, bazı kıskanç, kötülüğü adet edinenlerin fesadıyla 1241 Safer’inde [Eylül/Ekim 1825] vakanüvislikten azledilmiş, 1242 yılı olayında şanına uygun olmayacak bir suçlamayla dile düşerek, Tire kazasına sürülerek uzaklaştırılmıştır.[3]
Ünver,[4] Şânîzâde’nin Miyârü’l-etibbâ’nın girişinde yazdıklarından yola çıkarak, onun Süleymaniye tıp medresesini bitirdiğini yazmaktadır. Ünver’in[5] yanı sıra Uzluk[6] da, bu öğrenimi sırasında Hekimbaşı Numan Efendi’den ders aldığını bildirmektedir. Şehsuvaroğlu[7] Şânîzâde’nin hekimlik yaptığını Şânîzâde Târîhi’ne dayanarak söylemektedir. Şânîzâde Târîhi’nde[8] bu konuyla ilgili olarak şunlar yazmaktadır:
“…‘ilm-i tıbb ile Hakîr’in münâsebetim takrîbiyle, ol esnâda ahvâl-i merzâya [hastaların durumlarına] vukûf-ı tâmm [noksansız vakıf] ve i‘dâdına ıttılâ‘-ı temâmî [noksan tamamlamayla ilgili hazırlıktan tam haberli olduğu] zâhir [belli] olan etıbbâdan [tabiplerden] mesmû‘um [duyulmuş] olduğu üzere yigirmi sekiz muharremi evâ’ilinde Rûm ve Ermenî ve Frenk tâ’ifelerinin mat‘ûn [tâ‘ûna/vebâya tutulmuş] olanlara mahsûs haste-hânelerinde altışar yedişer sekizerden ziyâde mat‘ûn bulunmadığı ve anların dahı ekserîsi kurtulub şifâ buldığı mervî [rivâyet olunan] idi ve bu karîne ile ehl-i İslâmdan mat‘ûn ve fevt olanların nedreti bi’lmukâyese bilinür idi ammâ mukaddemâ ma‘âzallahi Te‘alâ ‘aded-i haddi[9] mechûl derecesine vardığından mâ‘adâ mat‘ûn olanlardan şifâ bulmuş âdem nâdir ve vâhid min elf müddet-i medîde esîr-i firâş oldukdan sonra mevtden halâs olanlarda dahı birer gûne ‘illeti ebediyye kaldığı cümleye zâhirdir hattâ ba‘de-zemân[10] ‘abd-ı Hakîre tedbîr u devâ içün gelen merzâya [hastalara] ve emrâz-ı rediyye [kötü hastalıklara] ve ‘ilel-i ‘asabiyye ve âkile [sinir ve yenirce hastalıklarına] ve kurûh-i mütemâdiye ve seyyâleye [süregen ve akıntılı yaralara] mübtelâ ricâl ü nisâya [erkeklere ve kadınlara] kânûn-ı etıbba mûcebince [tabiplerin kanunu gereğince], sebeb-i marazları [hastalıklarının sebepleri] su’âl olundukca, ekseri yirmi yedi senesi tâ‘ûnundan kaldığını muhbir u mukırr [haber veren ve doğru söyleyen] olurlar idi..”[11]
Charles Bossut’un (1730-1814) Cours Complet de Mathematiques adlı eserinden çevirdiği Hesap kitabının önsözünde yazdıklarına dayanarak, Şânîzâde’nin Sultan III. Selim’in 1794/95’de yeniden düzenlediği Mühendishane’de okuduğunu ve mühendis olduğunu da bildiren Uzluk;[12] yine aynı kitabın önsözüne dayanarak Şânîzâde’nin mühendishanede önce İtalyanca ve sonra da Fransızca öğrendiğini bildirmektedir.[13] Usûl-ı ‘ilm-i hesâb adlı kitabın önsözünde Şânîzâde bu konuda şunları söylemektedir:
ir: “…bu kem-ter [hakir] ‘ibâd [kullar] Şânî-zâde Mehemmed ‘Atâ-ullah bendelerinin tahsîl-i ‘ulûm-ı garîbe [evvelce görülmemiş ilimleri öğrenme] ve ıtlâ‘ı sanâyi‘-i ‘acîbe [tuhaf sanatları bildirme] husûsunda tabî‘i olan arzu ve iştiyâkıma [şevklenmeme] tâziyâne’i [sebebi] zevk u şevk olub husûsâ fünûn-ı şettâ [çeşitli fenler/bilimler] ile mâl-â-mâl [dopdolu] olan lisân-ı Frânsaviyyenin tahsîline vech-i sühûlet [kolaylık sebebi] ve küllî i‘ânet [çok yardımcı] olmak içün hâlâ mühendis-hâne’i ‘âmire’i şâhânelerinde mu‘allim-i lisân-ı mezbûr üstâd-ı hüner-i dildem Yahyâ efendî kulları ile mukaddemâ [önce] zebân-ı İtâlyâniyyenin [İtalyan dilinin] müzâkeresine [çalışmasına] meşgûl oldugımız evânda [zamanda] tercemesine bezl-i makdûr [elden geldiği kadar] eyledigim kitâb-ı nâ-yâbın [benzeri olmaz] işbu Usûl-ı ‘İlm-i Hesâbı terceme ve itmâm [tamamlama] ve lisân-ı Fransâviyyenin müzâkere ve tahsîline dahı devâm ve ihtimâm olunmak [özenle çalışmak] içün ‘alâ hâlihi [olduğu gibi] terk olunmuş idi…” [14]
Fransızca bildiğinin bir başka kanıtını ise Zülfikar [15] Şânîzâde Târîhi’nde yer alan bir açıklamaya dayandırarak sunmaktadır. Şânîzâde Târîhi’nde “İcmâl-i musâlaha-i Cezayir bâ-Felemenk [Cezayir ile Flemenk uzlaşmasının özeti]” başlıklı bölümün sonunda yer alan cümle şöyledir: “bu husûs cây-gîr-i zamîr-i Hakîr [Hakirin gönlünde yerleşmiş] ve şâyeste-i kayd u tahrîr [kayda ve yazmaya uygun] olub lakin[16] başka tarîkle [yolla] zafer müyesser olamadığından Frengî mazbatalarından tefakkud u sayd olunarak [arayıp avlanarak] ‘amel-i ‘âcizânemle terceme ve bu mahalle kayd olundu.”[17]
Uzluk,[18] Şânîzâde’nin Rumca biliyor olabileceğini de Şânîzâde Târîhi’nde yer alan ve Yunan isyanı sırasında dağıtılan Rumca ilanları kendi kalemiyle Türkçeye çevirerek kaydettiği bilgisine dayandırmakta olup, bu durum Şânîzâde Târîhi’nde[19] şu sözlerle yer almaktadır:
“..binâ’en ‘aleyh kağıd-ı mezbûr [adı geçen kağıt] ki cemî‘ elsine-i Efrenciyyeye [bütün Frenk dillerine] nakl ile Avrupa’da ma‘lûm u meşhûrdur kalem-i müverrih-i nâ-tüvân [zayıf] ile dahi bilâ-ziyâde ve lâ-noksân [fazlasız ve noksansız] terceme olunarak eğer münâfî-yi âdâb-ı makâm tasavvur olunur ise de nümûne-i keyfiyyet-i fesâd-ı zemân oldığı cihetle ihvân-ı dînimiz olan ehl-i îmâna vaktiyle bu dahı bir nev‘ mûcib-i intibâh u yakazân oldığı şıkka nazaran bu mahalle kaydı tercîh u istihsân olundu [tercih olundu ve beğenildi]…” [20]
Şânîzâde’nin Tire’ye sürülmesi ve ölümü ile ilgili olarak Vak‘anüvis Ahmed Lûtfî Efendi Târîhi’nde bilgiler bulunmaktadır. “Nefy-i Bektâşiyân” başlıklı bölümde Yeniçeriler sebebiyle Bektaşi şeyhleri ve yoksullarından bazılarının sürgüne gönderildikleri ve vak‘anüvis Şânîzâde Atâ Efendi’nin de bunların arasında olduğu yazılıdır:
“…bunlardan kapan veznedârı ‘Azîz Efendi ile zahîre veznedârı ‘Ârif Efendi dahı birer mahalle nefy olundılar [sürüldüler] buna dâ’ir ‘arz olunan takrîre yazılan hatt-ı hümâyunun zeylinde [ekinde] Bektâşîlerin pek meşhûrlarından Vak‘anüvîs Şânîzâde ‘Atâ Efendi’nin “Tire”ye ve Cağalazâde hâcegândan Tâhir Beğ’in Hâdim’e nefylerine irâde-i müstakille sudûriyle [müstakil ferman çıkmasıyla] derhâl mûmâileyhümâ [adı geçenler] mübâşirlere terfîkan tagrîb kılındılar [uzaklaştırıldılar]…” [21]
Vak‘anüvis Ahmed Lûtfî Efendi Şânîzâde’nin sürgününün nedenini, Şanîzâde’nin zamanın İbn Sînâ’sı derecesinde donanımlı, ilim yolunda olmasıyla birlikte bazı yabancı dilleri bilen, âlim tabiatlı bir kişi olması nedeniyle hekimbaşılık makamı için kendisini rakip görenlerin çekememezliği olduğu şeklinde yorumlamaktadır:
“…takrîrde Şânîzâde ile Tâhir Beğ’in isimleri olmadığı hâlde karîha-i şâhâneden zuhûrına sebep Şânîzâde ol vaktin İbn Sînâ’sı makâmında ma‘mûrü’l-cevânib ve tarîk-i ilmiyyede bulunmasıyla berâber ba‘zı elsine-i ecnebiyyeyi ‘ârif hekîm-meşreb oldığı hâlde Bektâşîlik nâmıyla azl ü nefy ü tardı hekîmbaşılık mesnedine [makamına] olan liyâkatını istirkâb idenlerin [rakip görenlerin, çekemeyenlerin] eser-i si‘âyeti [dedikodu eseri] oldığı vâreste-i kayd-ı irtiyâbdır [şüphelenme kaydından ilişkisizdir] kaldı ki Şânîzâde’nin münferiden [tek başına] nefyinden [sürülmesinden] açığa çıkacak ‘illet-i rekâbetin [rekabet sebebinin] setri [gizlenmesi] Tâhir Beğ’e bâ‘is-i müşâreket [ortaklık sebebi] olmuşdur dinilebilür....”[22]
Sicill-i Osmânî’de[23] Tire’ye gönderildikten bir süre sonra, Şânîzâde’nin geri dönmesi için haber gitmiş ise de orada “inşikâk-ı kalb”den (kalp çatlaması) vefat eylediği yazılıdır.
Uzluk[24] ve Ünver’in[25] de bildirdiği gibi, Sicill-i Osmanî’de Şânîzâde’nin “âlim ve fâzıl, inşâya (güzel nesir yazmaya) ve eş‘âr inşâdına kâdir (şiir söylemeye gücü yeter), fenn-i tıbda ve tarihde mâhir (usta) olub, teşrîh, hesâb, hey’et (astronomi), resim ve mûsikîye dahi âşinâ”; [26] Âyine-i zürefâ’da bunlara ek olarak “üstâd-âne tanbur çaldığı, pek bî-nazîr (eşsiz) saat yaptığı, musavvirlikde (ressamlıkta) Bihzâd ve gâyet tîz-dest sayyâd (eli çabuk avcı)”[27] olduğu yazılıdır.
Adıvar[28] Şânîzâde’nin eski tıpla yeni tıp arasındaki zincirin bir halkasını oluşturmaktan daha fazla bir şey yaparak, doğrudan doğruya yeni tıbba geçtiğini ve Şânîzâde’nin yalnız bir hekim olmayıp, ansiklopedik bir bilgin olduğunu vurgulamaktadır. Gerçekten de Şânîzâde tıp dışında tarih, askerlik, aritmetik, geometri, edebiyat ve coğrafya alanlarında da eserler vermiştir.[29]
Şânîzâde’nin bir hekim olarak en önemli eseri, İbn Sînâ’nın ünlü eseri el-Kânûn fi’t-tıbb gibi, beş kitap halinde hazırlanmış olan Hamse-i Şânîzâde’dir.[30] Bu eserin kısımları şunlardır: Mir’atü’l-ebdân fî teşrîh-i a‘zâi’linsân; Usûlü’t-tabî‘a; Miyârü’l-etıbbâ; Kânûnü’l-cerrâhîn; Mîzânü’l-edviye. [31]
Mir’âtü’l-ebdân fî teşrîh-i a‘zâi’l-insân
Şânîzâde Anton Baron von Stoerck (1731-1803)’in Medizinisch Praktischer Unterricht für die Feld und Landwundaerzte der Österreichischen Staaten (Wien 1776) adlı kitabını, Bartolomeo Battisti tarafından yapılan Istruzione medico-pratica ad uso dei chirurghi civil e militari (Venezia 1778) isimli İtalyanca çevirisinden Türkçeye tercüme etmiş ve Mi‘yârü’l-etibbâ adını vermiştir.[32] Atâullah Efendi, Şânîzâde Târîhi’nde “Arz-ı müverrih-i nâ-tüvân Kitâb-ı Mir’âtü’l-ebdân [Zayıf tarihçinin Bedenlerin Aynası Kitabını arzı]” başlığı ile yazdığı bölümde Mir’atü’l-ebdân’ı yazma nedenini açıklamakta, bunu yaparken, hamsesinin ilk eseri olan Miyârü’l-etıbbâ hakkında da bilgi vermektedir.[33] Oldukça ağır bir dille yazılmış olan bu bölüm Uzluk tarafından sadeleştirerek sunulmuştur:
“Bundan önce Dürri-zade Abdullah Efendi’nin ilk Şeyhülislâmlığı ve Ahmed Paşa-zade Ali Bey’in Silâhtarlığı zamanında terceme ve telif olunan Miyârü’l-etıbbâ, Padişahın huzuruna takdim edilmek üzere Şeyhülislâm vasıtasıyla sunulmuştu. Dürri-zade ile çocukluğumuzdan beri mevcut dostluk ve arkadaşlık haklarına riayet etmeyerek Mektupcuları efendinin kıskançlığı yüzünden kitap uzun müddet orada bir köşeye atıldı. Ben ara sıra kitabın ne olduğunu ve eğer kendi taraflarından takdim edilmesi külfetli ise tekrar bana geri verilmesini istedim. Nihayet arzusuzca Silâhtar Ali Bey tarafından göndermeğe mecbur oldular, ondan sonra ne olduğu bence bilinmeyip yalnız şu kadar var ki sessiz sedasız unutuldu; bu işin o sırada hekim başı olan Mustafa Mesud Efendi’nin arzu etmemesinden ileri geldiğini sanıyorum. Ümitsiz bir durumdayken yeni tıbbı anlatan bu tercememin iyice anlaşılabilmesi için yeni usulden bir anatomi kitabını yazmaya karar verdim. Bir taraftan Eyüp’teki hâkimlik vazifesini yapıyor fırsat buldukça da anatomi kitabını yazmaya uğraşıyordum. Eyüp’teki müddet sona erince Haremeyn müfettişi olduğum için Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa vasıtasıyla anatomi kitabını Padişahın yüksek katına sundum. Onun ön sözünde Miyârü’l-etıbbâ’yı bundan önce takdim ettiğimi ifade eyledim. Resimli olan anatomiyi, Miyâr tercemesini ilim ve marifeti seven Sultan Mahmut takdir ederek kitapların Matbaayı Âmire denilen Devlet Matbaasında basılmasına ve benim tarafımdan tashihine bakılmasına Hattı Hümayun denilen Padişah emri yazıldı…”[34]
Mir’âtü’l-ebdân’ın girişinde, daha önce çevirdiği Mi‘yârü’l-etibbâ’nın anlaşılabilmesi için yeni anatomiyi kesin olarak bilmek gerektiğinden bu anatomi kitabını yazdığını anlatan Şânîzâde, Avrupalı hekimlerin, Türk hekimleri arasında yeni anatomiyi bilenin olmadığını söylediğini, ama padişaha sunduğu bu eserin Türk hekimlerinin yeni tıbbı da, yeni anatomiyi de bildiğini gösterdiğini ve Avrupalı hekimlerin bu iddialarının yersiz ve dayanaksız olduğunu bildirmekte ve eseri 1231 (1816) yılında bitirdiğini yazmaktadır.[35]
Fizyoloji hakkındaki Usûlü’t-tabî‘a’nın da eklenmesiyle, bu üç kitabın düzeltmelerinin Şânîzâde Ataulah Mehmed Efendi tarafından yapılarak, Matbaa-i Âmire’de basılmasına onay çıkması[36] üzerine, 1235 yılının Recep [Nisan/Mayıs 1820] ayında tamamlanan ve cilde yollanan eser,[37] 1235 yılı Zilkade ayının ortasına doğru [Ağustos 1820] ciltli bir şekilde satışa sunulmuştur.[38]
Mir’âtül-ebdân fî teşrîh-i a‘zâi’l-insân 131 sahife metin, 80 sahife levhaların açıklaması ve 56 sahife de şekiller (resimler) olmak üzere 267 sahifedir. Eser, ilki ostâlocyâ (osteoloji) ikincisi ise sarkolocyâ (sarkoloji) olmak üzere iki ana bölümden oluşmuştur.[39] Şânîzâde’nin kitabında yer alan resimler Bartholomeo Eustachio (1514-1574), Clapton Havers (1657-1702), R. Drake [?-1708], Raymond Vieussens (1635-1715), Joseph-Guichard Duvarney (1648-1730), Bernard Siegfried Albinus (1697- 1770), Albrecht von Haller (1708-1777) gibi yazarların eserlerinden alınmış olup, bu yazarların yalnızca soyadları Osmanlıca olarak yazılmıştır.[40] Eserde yer alan anatomik resimler bakır levhalar üzerine hakkedilerek gravür tarzında basılmışlardır. 5., 6., 7. ve 56. levhaların sol alt köşelerinde okunan “amel-i Agob Erzurûmî” kaydı, büyük olasılıkla klişeleri yapan ustanın ismidir.[41]
Gereç ve yöntem
Mir’âtül-ebdân fî teşrîh-i a‘zâi’l-insân adlı eserin Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Kütüphanesinde bulunan basılı bir nüshası incelenmiştir. Kitabın ilk ana bölümü olan “osteoloji” ele alınarak,[42] ilgili konular ve bunlara ait resimlerin alt yazılarının Osmanlıcadan Latin harflerine çevriyazısı yapılmıştır. Bundan sonra çevriyazısı yapılan metinler incelenmiş; kitabın girişinde ve osteoloji bölümünde yer alan konular ile anatomik terimler saptanarak, bunlar hakkında yorumlar yapılmıştır. Yazıda yer alan resimler de aynı eserden alınmıştır. Alıntılarda yer alan [..] içerisindeki rakamlar, alıntının yapıldığı sayfaları gösterirken, üstte yazan rakamlar da (1…) satır numarasını göstermektedir.
Bulgular
1. Şânîzâde eserin osteoloji ile ilgili bahsinin birinci ana bölümünde kemikleri önce genel özellikleri ile ele almaktadır. Kemiklerin şekilleri ve hacimleri, kemiklerin parçaları, kemiklerin çıkıntıları, kemiklerde yer alan çukurlar, kemiklere destek olan yapılar, kemiklerin iç yapısı, kemiğin cevheri, kemiğin boşlukları, iliğin anatomisi, eklemler, kemiğin birleşmesi başlıkları altında oldukça ayrıntılı olarak bilgiler vermektedir.[43]
2. İkinci ana bölümde ise kemikleri özel olarak ele almakta ve ilk olarak kafa kemiklerini söz konusu etmektedir. Birinci alt bölümün ilk başlığı ise kafatası kemiklerinin anatomisidir. Frontal kemik, paryetal kemikler, oksipital kemik, temporal kemikler, sfenoid kemik, kafatasının sütürleri, etmoid kemik bu bölümde ve her birisi kendi başlıkları altında ele alınıp açıklandıktan sonra, birinci alt bölümün ikinci başlığı olarak yüz kemikleri ele alınmıştır. Burun kemikleri, lakrimal kemikler, üst çene kemikleri, yanak kemikleri, konkalar, damak kemiği, saban kemiği, alt çene kemiği anlatılmıştır. Dişler ve hiyoid kemik de bu bölümde ele alınmıştır.[44]
3. İkinci ana bölümün ikinci başlığı omurga kemiği başlığı altında ele alınmıştır. Önce sırt kemiği ele alınarak genel bilgi verilmiş, daha sonra boyun omurları, sırt omurları, bel omurları, kuyruk sokumu ve kuyruk kemiği hakkında bilgi verilmiştir. Bu bölümün ikinci başlığı göğüs kemikleri olup, göğüs kemiği ve kaburgalar bu bölümde açıklanmıştır. Üçüncü alt başlık ise pelvisi oluşturan kemiklerdir. İleum, ischium ve pubis kemikleri ayrı başlıklar altında incelenmiştir.[45]
4. İkinci ana bölümün üçüncü alt başlığı taraf kemikleri ile ilgilidir. Bu bölümde ele alınan birinci başlık üst taraf kemiklerini açıklamakta, ikinci başlık ise alt taraf kemiklerini oldukça ayrıntılı olarak sunmaktadır.[46]
Şânîzâde Ataullah Mehmed Efendi’nin osteoloji hakkında yazdığı bölümde yer alan anatomik terimler incelendiğinde şu bulgularla karşılaşılmıştır:
1. Şânîzâde, anatomik terimin Arapçasını kullandıktan sonra, Türkçesini de vermektedir. Bazı durumlarda bunun tersi de olmaktadır. Eğer Türkçe bir karşılık vermiyorsa, o terimin açıklamasını yapmaktadır. Kemiğin çukurluklarının anlatıldığı bölümde bu açıklananlar oldukça iyi bir şekilde gözlenmektedir:
“17fî tak‘îrâti’l-‘izâm
18tak‘îrât-i ‘izâm kemiklerin zâhirlerinde müşâhede olunan çökündileri ve çukurlıklarıdır • ve bunlar iki 19nev’ olub biri dimâğ ve göz ve ilik ve emsâli gibi yumuşak eczâyı ihtivâ’ itmişdir ve biri icine âhir kemiğin 20muhaddebi girmiş çukurlıklar gibi ecsâm-i sulbeyi hâvîdir • ve bu ikinci nev‘ tak‘îrât dahı iki kısm 21olub bir kısmı derîn ve bir kısmı sığdır • derîn olana tak‘îr-i ‘amîk [profundus] ve sığ olana tak‘îr-i gayr-i ‘amîk 22dirler ki bunlar cüzv’îce muka‘ardırlar fıkra ta‘bîr olunan mühre kemiklerinde olanlar gibi • ve yumuşak eczâyı 23ihtivâ’ iden sâlifü’z-zikr tak‘îrât şekl ve hey’et ve sigar ve vus‘at ve sâ’ir cihetlerle birbirlerine mugâyir 24olduklarından anlar bir kaç nev‘ i‘tibâr olunmuşlardır ki ber-vech-i âtî zikr olunurlar • hufre [fossa] bir çukurlığa dirler ki 25anın dibi ağzından ziyâde tar ola • ceyb [sinus] bir çukura dinür ki hufrenin ‘aksine dibi ağzından vus‘atlu ola • 26nukre mutlakâ küçük çukura dirler • müverreb bir veterin yâhûd ‘adalenin mürûriçün olan büyük oluklukdur • 27mi’zâbe tamarlar yâhûd sinirler mürûr itmek içün olan olucakdır • muka‘are içinde başka ‘uzv 28girmek içün olan büyük çukurdur • sukbe [foramen] bir tarafdan olbir tarafa mürûr iden delikdir • ‘ûc ve mu‘avvece [contortus] birbirlerine 29girişüb tolaşarak devr iden çukurluklara dinür ve bunların ba‘zîsına halezûnî dirler ve kulak sadefe 30sinde oldıgı gibi • mecrâ masura tarzında olan ince tarîkdir ve bunun pek incesine menfez tesmiye 31iderler • ve borı tarzında geniş mecrâya mevrid ta‘bîr iderler • fürce ve şikâf yarık resminde olan aralığa dirler (7).”[47]
2. Özel olarak kemiklerin anlatıldığı bölümlerde, Şânîzâde, başlangıçta kemiğin Arapça ismini vermekte, sonra Latincesini ve Türkçesini de sunmaktadır. Pek çok kemikte bu yöntemi izlemiştir. Buna örnek olarak temporal kemik verilebilir. Kemiğin isminin Latincesini verirken, isim tamlamasını Arapça-Latince olarak yapmaktadır:
“ 16fî teşrîh-i ‘azmeyni’s-sudgiyyeyn
17‘azm-i sudg ma‘nâsına ba‘zların ‘azm-i temporâlî ta‘bîr itdikleri şakak kemiği başın yan tarafında 18esfel-i vasatında vâki‘dir • ve ilerü tarafından ‘azm-i vecene ta‘bîr olunan yanak kemikleriyle ve ‘azm-i mahrûtî ile 19ve gerü tarafından ‘azm-i kafâ ile ve yukaru tarafından ‘azm-i cidârî ile muttasıl olmuşdur…(14).”[48]
3. Şânîzâde, kemik isimlerinde Arapça, Türkçe, Latince terimler kullanırken, kemiklerde yer alan bölgelerin adlandırılmasında hemen hemen hiç Türkçe terim kullanmamış, bu anatomik bölgeleri Arapça isimlerle ya da isim tamlamaları ile tanımlamaya çalışmıştır. Aşağıda paryetal kemiklerin anlatıldığı bölümde bunun bir örneği görülmektedir:
“25fî teşrîh-i ‘azmeyni’l-cidâriyyeyn
26cidârî ve ba‘zların yine ma‘nâyı mezkûr üzere bâryatâlî tesmiye eyledikleri iki ‘aded murabba‘ü’ş-şekle 27karîb kıhf kıt‘aları başın yukarusında ve iki câniblerinde iki dîvâr mânendi vâki‘ olmuşlardır • 28ve ‘azmeyn-i mezkûreyn yukaru taraflarında birbirleriyle muttasıl ve müttehidler olub aşağı taraflarında şakak kemikleriyle 29ve ‘azm-i mahrûtî ile muttasıl olmuşlardır • ve ilerü taraflarında ‘azm-i iklîlî ile ve gerü taraflarında dimâğçeyi 30ihâta iden ‘azm-i kafâ ile müttehid olmuşlardır • bu cüdrânî nâm kemiklerin vech-i mezkûr üzre dörder dıl‘ı [margo] 31ve dörder zâviyesi [angulus] olmagla her bir kenârına yanındaki kıt‘a ile olan derzinin ismi virilmişdir • imdî 32derz-i sehmî [sutura sagittalis] tarafındaki kenârına dıl‘-ı sehmî [margo sagittalis] dirler ve dıl‘-ı ‘âlî dahı dirler • ve bu kıyâs üzre aşağıki 33kenârına dıl‘-ı sudgî [margo squamosus] dirler • bu ilerüki kenârına dıl‘-ı iklîlî [margo frontalis] dirler • ve gerüki kenârına dıl‘-ı kafavî [margo occipitalis] 35dirler ve dıl‘-ı lâmî dahı dirler • ve ‘azm-i mezbûrun zâviyeleri dahı dıl‘ları mûcibince tesmiye olunmuşlar 35olmagla ilerüdeki iki gûşelerinden yukaruda vâki‘ olan gûşesine zâviye’-i mukaddime’-i ‘ulyâ [angulus frontalis] (12) 1ve aşağıdaki gûşesine zâviye’-i mukaddime’-i suflâ [angulus sphenoidalis] dirler • ve şakaklar taraflarında vâki‘ gerüki gûşelerinden 2yukaruki gûşeye zâviye’-i mu’ahhara’-i ‘ulyâ [angulus occipitalis] ve aşağıki gûşeye zâviye’-i mu’ahhara’-i suflâ [angulus mastoideus] dirler…(13) (Şekil 2).”[49]
4. Az sayıda olmakla birlikte bazı durumlarda isimlendirme hem Arapça isim tamlaması ile hem de Latince/Yunanca-Arapça isim tamlaması ya da terim kullanarak yapılmıştır. Bunun örneklerinden birisi oksipital kemiğin ve femurun anlatıldığı bölümlerde görülmektedir: “‘azm-i kafâ mahrûtiyyü’ş-şekl bir büyük zâ’ide’i mümtedde ile nihâyet bulur ki 2ana re’s-i bâzîlarî ta‘bîr iderler ki re’s-i kâ‘idevî dimekdir…(14)”[50]
“…üçünci ve dördünci zâ’idelere hadebetân-i 3müdîretân dirler • ve birine hadebe’-i müdîre’-i kebîre birine hadebe’-i müdîre’-i sagîre dirler • ve ba‘zlar bunlara ism-i 4Yûnânîleri üzre trohânter ta‘bîr idüb birine trohânter-i kebîr ve birine trohânter-i sagîr dirler • ve trohânter-i 5kebîr taraf-ı vahşîde trohânter-i sagîr taraf-ı insîde ve trohânter-i kebîrden biraz aşağırak yerde vâki‘ 6olmuşdur • ve trohânter-i kebîr ile ‘unk-ı fahzın arasında nukre ta‘bîr olunur bir çukur vardır…(33)”[51]
5. Bazı terimler metin içerisinde bulunmazken, ilgili şeklin alt yazılarında terimlerle karşılaşılmaktadır. Alın kemiğinin alt yazılarında bunun örnekleri bulunmaktadır:
“beşinci levha
ilerü tarafdan nazar olunmuş ‘azm-i cebhe ya‘nî ‘azm-i iklîlî resmidir ve anda ceyb nâm iki büyük cevfler açılmışlardır.
ٮ ٮ tak‘îr-i sudgî [facies temporalis] ta‘bîr olunur yukarudan aşağıya toğrı iner şakak çukurlukları
ح ح göz kuyruklarında vâki‘ nütû’-i vahş’i’-i medâr-i ‘ayn [processus zygomaticus] nâm çıkındılar
د د göz punarlarında vâki‘ nütû’-i insî’-i medâr-i ‘ayn [pars nasalis] nâm çıkındılar
ر ر tak‘îr-i hâcibî [facies orbitalis] nâm çukurluklardır ki anlarda ba‘zan sukbe’-i hâcibiyye ta‘bîr olunur delikler bulunurlar
س س ceyb-i cebhî [sinus frontalis] ve ceyb-i hâcibî [sinus frontalis] ta‘bîr olunur mücevvefler ki kemiğin iki levhleri beynindedirler
ص ص mezkûr ceyblere geçürülmüş ve ceybin burun deliğiyle ta‘allukı mecrâsından zuhûr itmiş birer mildir
ط iki ceybler beyninde anları birbirlerinden fasl ve fark iden fâsıladır
ع’ azm-i cebhenin ya‘nî alın kemiğinin nütuvv-i enfî ve kezâlik şevk-i enfî ta‘bîr olunur çıkındısı ki iki burun kemiklerinin kâ‘idelerine tayanmışdır (5) (Şekil 3).”[52]
6. Bazı Avrupalı yazarların adıyla anılan anatomi terimlerine şakak kemikleri ile ilgili bölümde rastlanmaktadır:
“…üçünci mecrâ ağızdan kulağın keffe’i tablına giden mecrâyı 33müşterekdir ve buna mecrâyı Ostâk dirler ki aşağıda ‘adalât-ı galsamede tafsîl olunur • dördünci 34mecrâya mecrâyi beyne’lhaleme ve’l-ibre dirler zîrâ halemî ve dahı ibrevî nâm nütû’ların arasında vâki‘ olmuşdur ve ‘asab-ı 35semm‘in kısm-ı sulbi bu mecrâdan çıkmışdır • ve mecrâyi mezkûrı Fâlobî nâm tabîb ta‘yîn ve keşf itmiş (14) 1oldığından ana memerr-i Fâlobî dahı dirler…(15)”[53]
Tartışma
Şânîzâde Atâullah Mehmed Efendi Hamse-i Şânîzâde adlı eseriyle Türk tıp eğitimi tarihinin öncü isimlerinden birisi olmuştur. Tıp tarihçisi Şehsuvaroğlu[54] Türkiye’deki anatomi öğrenimini tarihsel süreçte dört döneme ayırırken, bunlardan ikincisine Şânîzâde dönemi (1816-1827) adını vermektedir. Ünlü anatomist Zeren[55] ise, Türk anatomi terimlerinin dil bakımından günümüze kadar geçirdiği aşamaları ilki Fatih Külliyesinin 1453 yılında açılışına kadar, bu tarihten 1933 yılı Üniversite reformuna kadar ve 1933’ten sonraki dönem olmak üzere üçe ayırmaktadır. 1453 öncesi dönemde zamanın bilim dilinin Arapça olması nedeniyle, yazarların eserlerini Arapça yazdığı, Türkçe yazanların da anatomi terimlerinin çoğunu Arapça kullanıp Türkçelerini de vermeye çalıştıkları gibi bu terimlerin çoğunu Türkçe kullanmaya çalışanlar olduğunu da bildirmektedir.[56] Şehsuvaroğlu[57] tarafından anatomi öğretiminde “medrese dönemi” olarak adlandırılan birinci dönemde, Şirvanlı Şemseddîn İtâkî tarafından 1632 yılında anatomi üzerine yazılmış Teşrîhü’l-ebdân ve tercemân-ı kıbâle’i feylesûfân[58] adlı resimli Türkçe eser önemlidir.[59] Kâhya’nın[60] yaptığı araştırmalar, eserde yer alan resimlerin bir kısmının Ahmed ibn Mansûr’un Teşrîh-i ebdân’ında yer alan resimlerle benzerlik gösterirken, bazı resimlerin de Andreas Vesalius’un De Humani Corporis Fabrica’sından alındığını ortaya koymuştur. Kâhya,[61] bu eserde yer alan anatomi terimleri üzerinde de incelemelerde bulunmuştur. Eserde yer alan anatomik terimler Arapça, Farsça, Türkçe ve Yunancadır. Arapça terimler yoğunken, Yunanca terimler çok az olup, Türkçe terimler genellikle Arapça ve Farsça terimlerin yanında verilmiştir. Bazı Arapça ve Farsça terimlerde Türkçe tamlama ve çoğul eklerinin kullanıldığı görülmektedir.[62] Zeren[63] de XV. yüzyıldan sonra eser yazan Türk hekimlerinin çoğunluğunun Türkçe metin yazmayı seçmekle birlikte, hemen hepsinin Arapça anatomik terimleri kullandıklarını, ya metin sonunda ya da metin içerisinde Arapça terimlerin karşısına uygun gördükleri Türkçe karşılıklarını yazdıklarını, Şemseddîn İtâki’nin de benzer şekilde Arapça terimlerin karşısına Türkçe karşılıklarını yazdığını bildirmektedir. Şemseddîn İtâkî’nin eserinin kafa kemikleri anatomisi ile ilgili bölümlerinde yer alan terimler[64] ile Şânîzâde’nin aynı konuda verdiği terimlerin[65] karşılaştırıldığı bir tablo aşağıda sunulmaktadır (Tablo 1). İtâkî’nin kafa kemikleri ve ek yerleri hakkında verdiği terimler oldukça genel ve az sayıda olup, Şânîzâde’nin aynı konudaki bölümünde bu terimlere karşılık gelenler bu tabloda verilmiştir. Bununla birlikte İtâkî’de bulunmayan ve Şânîzâde’de yer alan kafa kemiklerindeki yapılarla ilgili ayrıntılı terimler tablonun dışında bırakılmışlardır.
Bianchi 1821 yılında yaptığı değerlendirmede, Şânîzâde’nin basılı kitabındaki teknik terimlerin çoğunluğunun Arapçadan alınmakla birlikte, bazı durumlarda ve özellikle anatomide Şânîzâde’nin metindeki Yunanca ve Latince terimleri çevirerek aynen koruduğunu belirtmektedir.[66] Zeren[67] de Şânîzâde’nin eserinde “burun, göz, dudak, alt çene, baldır, ayak, kol, kuyruk sokumu, baş, beyin, tarak kemikleri, kulak” gibi Türkçe kelimelerden başka “periton, mesarika, diyafragma, plevra, kolon, aort, parotid, temporal, sinovya, kilus” gibi uluslararası ortak kullanılan greko-latin terimlerin bulunduğunu bildirmektedir. İncelememizin bulguları da Şânîzâde’nin Türkçe, Arapça, Latince ve Yunanca anatomik terimleri karma olarak osteoloji bölümünde kullandığını ortaya koymaktadır.
Anatomi öğretiminin üçüncü devri olan 1827-1839 arası Tıbhâne-i Âmire döneminde ise anatomi öğretimi ikinci sınıfta yapılırken, Kânûn’un şerhi ve iskelet çalışmalarının yanı sıra Avrupa’dan getirtilen planşlar ve modeller üzerinde de çalışılmaktaydı.[68] 14 Mart 1827’de Tıbhâne-i Âmire’nin açılışı yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin yeni bir tıp okulunun açılması için Sultan II. Mahmut’a sunduğu 26 Cemâziyülevvel 1242 [26 Aralık 1826][69] tarihli yazıda, okulda görev alacak “muallim”lerden birisinin “yabancı dil öğrenmekte yetenekli olan öğrencilere kitaplarda çizili olan anatomi şekillerini ve tıp eğitiminin başlangıç derslerini yabancı dil ile öğreteceği” bildirilmiştir.[70] Tıbhâne-i Âmire’deki derslere yardımcı olmak üzere Nisan 1829 tarihinde Paris’ten getirtilen Fransızca ders kitapları arasında 6 adet resimli anatomi kitabı da bulunmaktaydı.[71] 1833 yılında Tıbhâne-i Âmire’de sınıf-ı evvel’in açılmasıyla eğitim yeniden düzenlenirken, anatominin sınıf-ı sânî’de öğretilmesine karar verilmiştir.[72]
1839’da eğitim ve öğretime başlayan Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliye-i Şahane’nin başına Dr. Bernard ve anatomi öğretimi için Dr. Spitzer getirilmiştir.[73] Kuruluşundan başlayarak okulun eğitim ve öğretim dili Fransızca iken, 1870 yılında Türkçe eğitim ve öğretim yapılmasına karar verilmiştir.[74] Kazancıgil, Şânîzâde’nin önemli bir yanının zaten dilimizde mevcut olan eski tıp terimlerini yeni kavramlara göre değerlendirmesi, eksiklikleri için yeni terimler türetmesi olduğunu söylemektedir.[75] Şânîzâde’nin bu çalışmaları Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin 1873’de hazırladığı Lügât-ı tıbb’a temel oluşturmuştur. 1839-1870 yılları arasında tıp eğitiminin Fransızca olması terimler bakımından Türkçeyi kısırlaştırdığından, eğitim dili yeniden Türkçe olunca, Şânîzâde’nin bu kavramları içeren kitapları önemli bir kaynak olmuştur.[76] Gerçekten de Uludağ[77] tıp dilinin Türkçeleşmesi serüvenini anlatırken şu satırları yazmaktadır:
“…Cemiyeti Tıbbiyei Osmaniye, düşünüb taşındıktan sonra Nistin’in Fransızca söz bitiğini (lügât) Türkçeye çevirmek düşüncesi üstünde durdular ve bu bitikten hemen bir tane elde ederek parçaladılar, bu parçaları da aralarında paylaştılar. Birlik üyeleri bir yandan da buldukları ıstılahları kullanarak yeni yeni çevirmelere başvurdular. Fakat ıstılah işi kolayca ilerlemiyordu. İş gittikçe güçleşiyordu. İşin çetin yanı ile karşılaşmışlardı. Sağa sola koştular, işlerine yarayacak örnek bulamadılar ve en sonra Sinâ’nın Kanun’unu, Zehravi’nin et-Tasrif’ini, Razi’nin [el-]Havi’sini ele aldılar, bunları gözden geçirdiler. Gördükleri işe yarar lafları aldılar, bunların da yetmediğini ve eski Arab bitiklerinin de eksik olduğunu görünce şaşaladılar. Çünkü ellerine aldıkları Arab bitikleri son kurunların ileri hekimliğine pek yabancı idi ve onların üstünde işlenmemişti. Bunları görünce Şânizade Ataullahın yazdığı Miratülebdan fi teşrihi âzaülinsan adlı bitiğe koştular.[78] Bunu ötekilerden üstün görerek ona bağlandılar. Sonra da Mısırda basılan yeni Arabca bitikleri gözden geçirmek istediler…”[79]
1290 [1874] yılında Dr. Hristo Stambolski’nin Miftâh-ı teşrîhAnatominin Anahtarı adlı anatomi atlası anatomi öğretimi açısından önemli noktalardan birisi olmuştur.[80] Bu eserde yer alan 112 adet renkli anatomik planş Fransa’da basılmış olup, bu resimler Paris Tıp Fakültesi Anatomi Profesörü Dr. Masse’ın Atlas d’Anatomie Descriptive adlı Fransızca Anatomi Atlas’ından alınmıştır.[81] Bu eserin en önemli özelliklerinden birisi, eserin sonunda yer alan “Lügât-i teşrîh” adlı anatomi sözlüğüdür.[82] 93 sayfa olan bu sözlük “Lügât-i teşrîhiyye Türkiyye-Fransaviyye” başlığı ile Türkçe-Fransızca olarak düzenlenmiştir. Anatomik terimlerin Arapçası, bazılarında yanı sıra Türkçesi de verilirken, hepsinin Fransızca karşılıkları bulunmaktadır.[83] Kelimelerin harekelendirilmiş olması da terimlerin doğru olarak okunmasını sağlaması açısından çok önemlidir.
Uzluk,[84] çevirdiği ve yazdığı kitaplarla anatomi öğretimine çok önemli katkılar yapan Mazhar Paşa’nın dilinin eski anatomi müelliflerine göre daha çok tamlama içermekte ve anlaşılması güç olmasına karşın, imrenilecek bir akıcılık ve sağlamlıkta olduğunu bildirmektedir. Zeren[85] Mazhar Paşa’nın kitaplarındaki anatomik terimlerin, kendinden önce Türkiye’de ve Mısır’da kitap bastırmış olan anatomi hocalarının Türkçe ve Arapça olarak bastırdıkları eserlerde bulunduğunu; Mazhar Paşa’nın eserlerindeki terimlerle, hocası Cerrah Mehmet Efendi’nin Talimü’t-teşrîh adlı eserinde yer alan terimlerin çok yakınlık gösterdiğini söylemektedir. Şehsuvaroğlu,[86] Mazhar Paşa’nın Lügât-i tıbb’ın hazırlanmasında çalıştığını ve topladığı anatomi terimleri ile yarım yüzyıl tıp dilinin birliğini sağladığını bildirmektedir.
Ahmet Cevdet Paşa,[87] Târîh-i Cevdet’te Şânîzâde’nin “ol vakt henüz lisânımızda ıstılâhâtı mevzû‘ olmayan ‘ilm-i tıbbdan bir güzel kitâb” yaptığından söz etmektedir. Tarihçi Lewis,[88] Şânîzâde’nin Türk dilinde, yakın geçmişteki bilimsel reformlara kadar kullanımda kalan, modern bir tıp terminolojisi kurduğunu bildirmektedir. Anatomi terminolojisinin oluşturulmasında Şânîzâde’nin ne kadar etkin olduğunun belirlenebilmesi, Şânîzâde’nin koyduğu anatomi terimleri ile Hristo Stambolski ve Mazhar Paşa’nın eserlerinde yer alan anatomi terimlerinin karşılaştırılmasıyla mümkün olabilecektir. Lügât-i tıbb’ın oluşturulması sırasında çalıştığına göre, anatomi terminolojisinin oluşturulmasında, Mazhar Paşa da önce Şânîzâde’ye başvurmuş, sonrasında da Mısır’da basılan kitaplara gitmiş olmalıdır. Şânîzâde’nin verdiği anatomik terimlerle,[89] Stambolski’nin Miftâh-ı teşrih[90] ve Mazhar Paşa’nın Teşrîh-i tavsîfî[91] adlı eserinde yer alan anatomik terimler frontal ve paryetal kemikler örneğinde Tablo 2 ve Tablo 3’de verilmiştir.
Sonuç olarak Şânîzâde’nin Mir’âtü’l-ebdân’ındaki osteoloji bölümünde yer alan anatomik terimleri ortaya koymayı ve değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışma, İhsanoğlu’nun[92] da “Şânîzâde’nin tıp terminolojisine katkısı, dil ve tıp tarihçileri tarafından henüz detaylı bir şekilde incelenmemiştir” saptamasıyla vurgulamış olduğu bir noksanlığı, olabildiğince giderebilme düşüncesiyle çıkılan uzun bir yolun başlangıcını oluşturmaktadır.