Yakın tarih savaşlarımız birbirini izlediği ve hatta birbirinin içine girdiği için[1] bu savaşlara ilişkin resmi araştırmalar yapmak olağan olamamıştı. Balkan savaşı sonunda da bir harp divanı ve bir de askerî belge araştırma komisyonu kurulmuş ve fakat komisyonun çalışmaları durdurulmuştu[2]. Tarih otoritelerimizin deniz tarihini yalnız denizcilerin tarihi olarak değerlendirmeleri[3] ve Denizcilerimizin de işe siyaset de karıştırarak amaçlı yayın yapmaları ve bu yayına da otoritelerin iltifat etmemeleri, deniz konusunda kamuoyunu bilinçlendirecek gerçeklerin ortaya çıkmamasına neden olmuştu[4].
Sayın Büyükelçi Hilmi Bayur’un belletenlerde Balkan savaşından söz etmesi[5], sonra da Balkan savaşının donanma komutanlarından bir tanesi olan Albay Ramiz’in anılarından esinlenerek piyasanın bir tarih dergisine yazı yazması beni bu savaşın deniz cephesine ilişkin geniş bir araştırma yapmaya sürükledi. Kendisini temize çıkarmak amacıyla yayınlanan anılar, belgelerle karşı karşıya getirilmedikçe, elbette tarihî olayların saptanmasına kaynak hazırlanamazdı[6].
Yazımı böyle bir amaca hizmet etmek için hazırladım.
*
* *
Balkan savaşı Avrupa'nın büyük devletlerinin birbirilerine karşı politik gerginlik içinde bulunup deniz silâhlanma yarışını oldukça geliştirdikleri ve özellikle Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmaya kalkıştıkları bir zamana rastladı[7]. Osmanlı Devleti ise Karadeniz, Akdeniz, Basra körfezi ve Kızıldeniz’de yaklaşık 18.000 deniz mili kıyıya sahip donanmasız bir deniz imparatorluğu halinde bulunuyordu; yabancı büyük devletlerin tahrikiyle çıkan ayaklanmalar, savaş borçları ve kapitülasyon koşulları bu devleti çok güçsüz bir biçime getirmişti[8]. Üstelik devlet kendi iradesiyle dış politikasını yürütemiyor, İstanbul’daki yabancı Büyükelçilerin entrikalarına konu oluyordu[9].
Osmanlı devletinden ayrılan dört tane ufak devletin Balkan savaşında, bir araya gelerek, koskocaman bir Kara - Deniz İmparatorluğuyla savaşa kalkışmaları savaşa heyecan, üzüntü ve özellikle siyaset alanında özel bir manzara vermişti. Bu savaşı başka normal savaşlar gibi etüd edebilmek olanaksızdı. Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası kuran bu savaş üzerinde de deniz durum ve olayları büyük etki sahibiydi. Deniz etkilerini hesaba katmadan doğru bir sonuca varılamazdı.
Bizim deniz olayları etkilerini hesaba katmadan yazdığımızı kanıtlayan belgeleri yedinci tarih kongresine sunmuştum[10]. İngiliz tarih otoritesini de aynı kanısını üçüncü tarih kongremize sunduğu bildirisinde açıklamıştı[11]. Bizim yazdığımız Osmanlı tarihiyle yabancıların yazdıkları Osmanlı tarihi arasındaki çelişkiler buradan geliyordu. Böylece 1299 yalında Sakarya nehri boylarında kurulan Osmanlı Devleti’nin Deniz olayları etkisiyle İmparatorluk kurduğu ve gönül rızasıyla deniz nimetlerinden vaaz geçtiği için 1922 yılında gene Sakarya dolaylarında yıkıldığı kamuoyumuzdan kaçırılmıştı.
Konumuz Balkan Savaşının Deniz cephesine ilişkin gerçekleri ortaya koymak olduğu için ilk önce kısaca bu tarihi özetlemek; sonra da Büyük devletlerin Osmanlı konusunda izledikleri politikaları özetlemek en büyük gereksinme oluyordu[12].
Osmanlı Deniz Tarihi özeti:
“Akdeniz’e eğemen olduk” demiş ve diye yazmıştık. Fakat bu egemenlikten Ekonomi, dış politika ve strateji alanında hiçbir yarar sağlayamamıştık. örneğin Sultan Osman II (Genç Osman) zamanında Osmanlı Devletinin Avrupa’da insan hak ve adaletine dayanan tek bir İmparatorluk kurmak istediği anlaşılıyordu[13]. 16 inci yüzyıla kadar böyle bir politika izlenmiş olsaydı. Bugünkü dünyanın haritası pek başka olacaktı. Halbuki Osmanlı devleti korsanlıktan yetişmiş Türk denizcileri ilk önce İtalya ve İspanya kıyılarını, sonra da Atlantik kıyılarını yakıp yakmakla yetinmişlerdi. Osmanlı Donanması Saraylı Vezirlerin eline düşmesinden sonra da Garabocaklı Denizciler (Özellikle Murad Reis) 1620 lerde, aşağıdaki krokide görüleceği üzere İngiltere batı kıyılarındaki Londy adasını işgal etmiş, kendisine üs yaptığı bu adaya dayanarak iki yıl Atlantik’te akın hareketleri yapmıştı[14].
Osmanlı Devleti’nin İngiliz tertibi, deniz ekonomisine dayanan bir Deniz İmparatorluğu kurmasında gereksinimi vardı: İngilizler korsanlarıyla 1580 yılında İspanya’nın donanmasını yenip denizlere egemen olduktan sonra böyle bir imparatorluk kurmuşlardı. Böylece koloni elde edip “Güneş Batmaz” niteliğini verdikleri imparatorluklarını kolayca kurmuşlardı[15]. Bizim kurduğumuz imparatorluk için ise İtalyan tarihçi Amirali Giuseppe Fioravanzo: “Tarihte bir çok kuvvetli devlet denizlere sahip çıkmak çabasına düşmüşlerdi. Bunların istisnası Osmanlı imparatorluğu oldu. Onlar böyle bir iddiada bulunacakları yerde deniz ticaretinde yabancı Devletlere bol bol imtiyazlar verdiler ve üstelik kendi mallarını da çok yüksek imtiyazlar vererek onlara taşıttılar. Bu hal Osmanlı imparatorluğunun çökme nedeni oldu” diye yazacaktı[16]. Gene İtalyan Amiral Angelo lachino da “Amerika kıtasının keşfinden ötürü Ekonomik çıkarlar Akdeniz’den Atlantik’e çıktığı zaman Osmanlı imparatorluğu ve Denizci İtalyan Cumhuriyetlerinin mutluluk dönemi çöküntüye başladı” demişti[17].
İtalyan tarihçileri Onaltıncı yüzyılda, kendi denizciliklerinin henüz acemi dönemde bulunmasından ötürü İngiltere, Portekiz ve İspanya’nın, Adlarını da vererek, İtalyan denizcilerini kullandıklarını yazacaktı. Onların Türk Denizcilerini kullanmış ve fakat zamanın Garp Ocaklı Türk Denizcilerinin Atlantik kıyılarını kasıp kavurdukları dönemde Osmanlı Derya Kaptanlığının Saraylı Vezirlere intikali donanmamızın geleneklerden uzaklaşmasına neden olmuştu, Artık donanma akın hareketlerinden vaaz geçecek Kaptan Paşa eyaletinden vergi toplamakla yetinecekti. Derya Kaptanı Helvacı Yusuf Paşa Ege adalarından vergi toplarken Venedik donanmasının yaklaşmakta olduğunu haber aldığı yaz aylarında “Ahır-ı sefer-i Derya- deniz harekâtı döneminin sonu” deyip İstanbul’a dönmesi[18] pek meşhurdur. ..
Derya Kaptanlığım Padişahlar saraylı Vezirlere vermemiş; vezirler bu makamı zorla alıp ellerinden bırakmamışlardı. Bunun nedeni şu olabilirdi: Amiral Fioravanzo ve Prof. Camillo Manfroni’nin “Venedikli denizciler, maaşları az, akın hareketlerinden elde ettikleri pay bunun yüz kat üstü olduğu için, deniz harekâtına iltifat etmeyip akın hareketleri yapmayı ön görüyorlardı” diye yazmasına bakılırsa Saraylı Derya kaptanları da, sadece kişisel servet elde etmek için, bu makamı kapmış olabilirlerdi. Derya kaptanlığını saraylı vezirlere bırakmanın büyük sakıncalarını 1979 yılının Atatürk Konferanslarında belirtmiştim. Bunun en büyük sakıncasını Girit savaşında görmüş olmalıydık: 1645 yılından 1669 yılına kadar süren bu savaşta Saldırıcı Devlet Osmanlı İmparatorluğu idi. Buna göre Osmanlı devletinin ya Venedik donanması arayıp onu imha etmesi ya da Girit adasını abluka etmesi gerekirdi. Gerçekte bunun tersi olmuş Venedikliler gelip Çanakkale boğazında Türk donanmasını abluka etmiş ve bu savaşta tekmil deniz muharebeleri burada olmuştu. Osmanlı donanmasına Garp Ocaklı denizcilerin komuta ettiği muhabereler kazanılacak, Saraylıların komuta ettiklerinde de yenilecekti.
Belki de Alman Tarihçisi Ekkehard Aickhoff bundan ötürü Girit savaşlarına “Kandiya muharebesi” adını verecekti[19]. Çünkü savaş sadece Kandiye kalesini alıp vermemek etrafında ihtiyarlamıştı. Buna da Deniz savaşının etkili olamaması neden olmuştu.
Sultan Selim III döneminde başlayan reform hareketlerinden sonra da, Osmanlı Devletinin büyük deniz tehlikesinde kalmasına rağmen Derya kaptanlığının Denizci olmayan kişiler elinde bırakılması sürdürülmüştü. Denizci Küçük Hüseyin Paşa’nın zorlamasıyla bu hükümdar ve denizci Veysel Paşa’nın zoruyla Saltan Aziz birer donanma yapmıştı ama; bu donanmalar da hedefi saptanmayan donanmalardı. Özellikle Sultan Aziz donanması, çok fazla miktarda gemi yaptırılmasından ötürü İngiltere’ye büyük ekonomik yarar sağlarken, Osmanlı devletini, savaş borçlarına ek olarak büyük borçlar içine sokmuş ve kamuoyunda donanmanın lüzumsuz olduğuna ilişkin çok sakat ve tehlikeli bir kanı yaratmıştı. Sultan Hamit II döneminde de Donanmanın ilk önce Haliç’e, sonra da Çanakkale’ye bağlanmasına rağmen, yabancı uzmanlar getirterek gemilere ve tersanelere büyük emek harcandığını görecektik. Lâkin yabancı uzmanların denizcilerimizi uyutmak politikalarının etkisi altında bu donanmalar da yararlı olamayacaklardı.
Sayın Prof. Enver Ziya Karal Sultan Selim III zamanında Rum vatandaşların 600 gemi yapıp, Avrupa’da çökmüş olan Venedik ticaret kolonilerin yerlerini aldıklarını ve hatta gemilerini Korsanlara karşı silâhlandırdıklarını yazacaktı[20 ]Bunu Rum vatandaşların değil Osmanlı Devleti’nin yapması gerekirdi[21].
İstibdat dönemi, Tarihçi Kurmay Albay Bursalı Mehmet Nihad[22] ve Meclis-i Mebusan tutanaklarına göre[23], Deniz kuvvetlerinin kültürünü yok etmişti. Donanma İkinci Meşrutiyete bu koşullarda girmişti. Kişisel olarak kendi kendini kültür alanında yetiş-
tirmiş subaylar vardı ama; subaylar arasında fikir birliğinin sağlanamamış olması Deniz subaylarının kültürsüz görünmesine neden olmuştu. Halbuki, deniz muhabereleri açık alanda yapıldığı ve gemi personellerinin, de, birbirleriyle direkt teması olmadığı için[24] Fikir birliği deniz kuvvetlerinde çok önemli bir anlam taşıyordu.
İkinci Meşrutiyet döneminde Bahriye nazırlığı makamına generaller getirildiği gibi donanma komutanlığı makamı da peş peşe üç tane İngiliz amiraline verilmişti. İşte Deniz kuvvetleri Balkan savaşma bu koşullarda girmişti. Ne gibi büyük sakıncalar ortaya çıktığı olayların bundan sonraki anlatışı sırasında okunacaktı.
Büyük Devletlerin Politikaları:
Amiral Giuseppc Fioranvazo’nun Milano siyasî bilgiler Enstitüsünde verdiği derslere göre kara politikasıyla Deniz politikası arasında şu önemli ayrıntı vardı: Kara kuvvetlerinin politikası personel ve araçları savaşa hazırlamaktan ibaret olduğu halde deniz politikasının içine dış politika ve ekonomi politikası da giriyordu. Çünkü denizler karalar gibi işgal edilemediği için, özellikle denizaşırı bölgeler ve denizyollarında politik bağlantılar zorunlu oluyordu. Bundan başka, kara ulaştırmasının sınırların kurduğu güvenlik çizgisi içinde yapıldığı halde deniz ulaştırması kimsenin malı olmayan ve içinde tarafsızlar kadar düşman deniz gücünün de yer aldığı açık bir alanda yapılıyordu [25].
Bir de buna büyük Devletlerin denizler üzerinden Osmanlı Devletine karşı izledikleri politika ekleniyordu. Bundan ötürü Amiral Giuseppc Fioravanzonun çeşitli devletlerin tarih boyunca izledikleri politikaya ilişkin olarak yazdığı “Deniz Politikası” adlı yapıtı özet- liyerek buraya geçirmeyi yararlı mütalaa ettim.
İngiliz Politikası:
Napoleon savaşları çerçevesinde Akdeniz’e girip Cıbralta ve Malta adasını alan ve Mısır’a el atan ve nihayet Süveyş kanalının en büyük hisselerine sahip çıkan İngiltere Akdeniz’e sahip çıkmak politikasına başlamıştı. Bunun yanında Çarlık Rusya'sının Akdeniz’e indirilmemesini de hedef almıştı. Bunun için de Osmanlı Devletinin mülki tamamlığının büyük Devletler tarafından garanti edilmesini sağlamıştı ama: Osmanlı devletinin de büyük bir donanma yapmasına razı olamamıştı. Hem Çarlık Rusya'sının Akdeniz’e inmesini istemiyor; hem de Deniz subayları gönderip Rus denizcilerini Osmanlı denizcilerine karşı eğitiyordu. Bunun sonucu olarak 1771 yılında bir Rus filosunun Akdenize girip Çeşme limanında Türk filosunu yakmasını hem tahrik etmiş hem de bu konuda ona kılavuzluk etmişti, 1828 yılında barış koşullarında Navarin limanında yatmakta olan Türk donanmasını da bizzat yakmıştı. Demek ki İngiliz - Rus rekabetinde Osmanlı Kara kuvvetlerinden yararlanmak istiyor; fakat Türk - Rus deniz sorunlarını bizzat İngiliz donanmasıyla çarelendirmek emelini besliyordu. Nitekim aynı oyunu 1855 Kırım savaşı öncesinde de müttefik olmamıza rağmen gene oynamıştı. Bizi böyle bir kanıya götüren neden, İşbankası Kültür yayınlarından “Lord Stradford Canning’in Türkiye anılan adlı kitapla (Can Yücel çevirisi) İngiliz Amirali Adolph Slaid’in “Müşavir Paşanın seyahatnamesi” adlı kitabının (Ali Rıza Seyfi çevirisi ve Deniz Kuvvetleri yayım) Kıyaslayarak okunmasıydı.
Bu kıyaslamadan çıkarılan sonuca göre İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisiyle Müttefik donanmanın ve İngilizlerin Akdeniz filosunun komutanı amiralin ayrı ayrı politika izlemeleriydi. Büyükelçi Osmanlı - Rus gerginliğini barış yoluyla çarelendirmek ve bunun için de politik gerginlik evresinde müttefik donanmanın bir gösteri manevrası yapmasını isterken İngiliz Amirali denize çıkmamış; üstelik Sinob’a zayıf bir filo[26] göndermesini tahrik etmişti. Onun bu hareketi İngiliz Denizcilerinin “Spilandit İzolation - Muhteşem tecerrüt” politikasına[27 ]uygun geliyordu. Bunun sonucu olarak bir Rus filosu gelerek Sinop’da Osmanlı donanmasını yakmıştı.
İngiltere Sultan Aziz zamanında da, onun İngiltere'ye yaptığı resmî bir ziyaretten yararlanarak, Deniz sanayine kocaman bir müşteri bulmak ve buna mukabil hükümdarı deniz politikasında yanıltmak ve uyutmak olağanını bulmuştu. Daha İngiltere’de kendisine Yüzbaşı Henry Wood adlı bir yüzbaşıyı tanıtacak, bu yüzbaşıyı Büyükelçilik yatının kaptanı olarak İstanbul’a yollayıp Osmanlı denizcileriyle temas kurmasını sağlayacak; daha sonra da danışman olarak Osmanlı deniz kuvvetlerinde vazife almasını temin edecekti. Bu yüzbaşı, büyük Amiral rütbesine de ulaşarak Osmanlı donanmasına 40 yıldan fazla hizmet etmişti[28]. Sultan Aziz ve Sultan Hamit zamanlarında sürekli olarak bu vazifeyi yapıp İngiltere Krallığının en büyük nişanını almıştı. Doğal olarak akla şu soru geliyordu: “İngiltere'ye ne gibi bir hizmet yapmıştı ki bu nişanı almaya hak kazanmıştı? İngiliz sistemlerinde bir subaya iki yıldan fazla yabancı devletlerde görev vermek yoktu. Nitekim Henry Wood’dan önce Osmanlı donanmasında hizmet almış olan Amiral Hobart’ı, vatana dön emrine itaat etmediği için aforoz ve sınır dışı etmişti. Bu amiral Milano’da yaşayacak, öldükten sonra da vasiyeti üzerine naşi İstanbul’a getirilip Haydarpaşa mezarlığında toprağa verilecekti. Demek ki Amiral Henry Wood’a verilen büyük madalyanın verilme nedeni donanma yapmak konusunda Sultan Hamit’i uyutmasıydı. Sultan Aziz’i büyük donanmanın yapılmasını İngiliz tezgâhlarına vermeye teşvik edin Amiral buydu. İngilizlerin yaptıkları savaş gemilerinin iyi bir savaş kıyafetinde olmadığı da sonradan anlaşılmıştı[29].
İkinci Meşrutiyetten sonra Osmanlı donanmasında hizmet alan Camble, Williams ve Limpos adlı amiraller de bundan başkasını yapmış değillerdi. Bunların öğrettikleri sadece harp gemisi hayatı, üniforma, nöbet hizmetleri, gemilerin filo halinde seyretmeleri ve seyirciliği ilgileyen Manevra sorunlarıydı. Ne bir top attırmışlar ne de ciddî bir taktik deniz manevrası yaptırmışlardı. Bunları daha önceden bilmeyen deniz tarihçileri kendilerini uzun uzun övmüşlerdi; ama İngiliz Dışişleri bakanlığının belgeleri Osmanlı donanmasının nasıl oyalanmış olduğunu açıklayacaktı.
Fransız Politikası:
Fransızlar da İngilizler kadar kudretli denizciler yetiştirmişlerdi. Fransa ihtilâlinde Ebukir ve Trafalgar Deniz muharebelerinde İngilizlere yenilmelerinin nedeni, İngiliz donanmasının fikir birliğinde harekât yapmasına karşılık Fransız subaylarının Kralcı ve ihtilâlcı olarak ikiye bölünmeleriydi[30]. Bundan sonra da Akdeniz’e sahip çıkıp “Akdeniz tamamen bir Fransız gölü olmalıdır. Ticaretini biz yapmalıyız. Bizim projelerimizi kendilerine mal etmek isteyenleri Akdeniz’den uzaklaştırmalıyız.” diye bir politika izlemeye başlamışlarsa da[31] güttükleri yanlış deniz politikası yüzünden İngilizlerle başa çıkamayacaklarını anlayınca ve özellikle Alman tehdidi karşısında kalınca İngilizlerle beraber olmaya karar vermişlerdi[32].
O da İngiltere gibi, Almanya’ya karşı İngiliz - Rus, Fransız ittifakı kuruluncaya kadar, Boğazlar konusunda Çarlık Rusya'sına karşı Osmanlı devletini desteklemeyi sürdürmüştü. Bu arada Osmanlı Devletinin Suriye kıyılarına el atmayı da aklından bırakmıyordu.
Çarlık Rusya'sı Politikası:
Timurlenk’in Altınordu hanlığını yakıp zayıflatması Çarlık Rusya'sının doğuya gelmek istediğini tahrik etmişti. Fatih Sultan Mehmet’in top silâhına önem vererek İstanbul’u alması gibi o da Osmanlı Devleti’nin güttüğü yalnızlık politikasından ve teknik gelişmelere aldırmamasından yararlanarak, teknik baskınla[33] Azak kalesini almış ve Azakdenizi’nden de Karadeniz’e çıkmıştı. Bu konuda getirttiği Fransız uzmanlardan çok yararlandığı gibi bundan sonra da Karadeniz politikasını yararlı bir biçimde yürütmek için hizmetine
İngiliz amirallerini almıştı[34]. Bu amirallerden bir tanesi ona 1770 yallarında Akdeniz’e bir filo göndererek Çeşme limanında yatmakta olan bir Osmanlı filosunu yaktırmıştı. Bu arada Rus çarlığına, kendini Bizans varisi olarak göstermek için, eski Bizans İmparatorlarının bayrağını da alacaktı. Böylece açık bir biçimde Osmanlı topraklarına göz diktiğini dünyaya göstermişti[35].
Çarlık Rusya'sının topraklan, bugün de olduğu gibi, denizcilik açısından çok şanssız bir karaktere sahipti Baltık, Karadeniz, Uzakdoğu gibi bir birinden çok uzak denizlerde birbirleriyle bağlantısı olmayan üç ayrı donanma yapmak zorundaydı[36]. Üstelik kuzey Atlantik limanlarından başka Baltık ve Uzakdoğu limanları da buz tutuyor, Rusya diğer donanmalardan ayrıntılı olarak buz kırıcılar bulundurmak zorunda kalıyordu. Bu gemiler onun ticaret ulaşımı için de zorunluydu [37].
Çarlık Rusya'sı karşısında yalnız başına kalmamak için, İngiltere ve Fransa onun Baltık denizi üzerinden sıcak denizlere çıkmasını sakıncalı görüp onun fikirlerini Osmanlı boğazlarına doğru itiyorlardı. Bunun gibi Uzakdoğu’da da Japonya aynı amaçla Rusya'yı boğazlara itiyordu [38]. Rusya'yı Boğazlar üzerinden Akdeniz’e indirmemek için politik yollardan çare oluşturuyorlar, Rus tehlikesi büyürse donanmalarını Çanakkale’ye getirip baskı yapıyorlardı. Rusya'nın ikinci politikası da İsveç’e saldırmayı tasarladığı zaman ilk önce Osmanlı Devletiyle dostluk kurmak; Osmanlı Devletine saldıracaksa ilk önce İsveçle dostluk kurmaktı. İki cepheli bir savaş yapmak istemiyordu. Buna mukabil İsveç savunma yapacaksa Osmanlı Devletinden ittifak bekliyor; Rus saldırısı Osmanlı devletine olacaksa Osmanlı Devletini tek başına bırakıveriyordu[39]. Osmanlı Devleri Çarlık Rusya'sıyla bu biçimde 18 tane savaş yapmış ve bu savaşların sonunda da Balkanlara kadar gelmiş, bir kezinde İstanbul kapılarına kadar uzanmıştı. Osmanlı devletini güçlendirmemek Çarlık Rusya'sının ana amaçlarından bir tanesi olduğu için bu devleti yendiği zaman çok ağır savaş tazminatı istiyordu.
Kırım savaşı iki gerçeği ortaya çıkarmıştı: Bir tanesi bir Rus filosunu Sinop limanında bir Osmanlı filosunu yakmasıydı[40]. Öteki de Boğazları o zamana kadar sıcak denizlere kaçmak için almak isteyen Çarlık Rusya'sının artık bölgeye kendi savunması açısından önem vermeye başlamasıydı[41].
Çarlık Rusya'sı, bizim istibdat dönemimizde Uzakdoğu’dan sıcak denizlere çıkmak istemiş ve bunun için de Trans Siberya demiryolunu yapmıştı. Bunun sonucu olarak yaptığı Rus-Japon (1905-1906) savaşında yenilince de tekrardan Karadeniz hedefine dönmüştü. İstanbul’a girecek bir Bulgaristan’ın İstanbul’u kendisine hediye edeceğini tasarlayarak Slavlara hami kesilmişti. Nasıl ki kendisine yar olacağını tasarlayarak geçen yüzyılda da Yunan isyanını tahrik etmiş bu amaçla soylu ailelere mensup ramları kendi ordusunda yetiştirmişti.
Kapitülasyon koşullan, başka devletlerden çok Çarlık Rusya'sına uygun gelmekteydi: Ayaklananlara bol sayıda silâh ve para getiriyordu.
Alman Politikası:
Ufacık Prusya Prensliği 1870 yılında, Paris’i de uzun uzun muhasara ederek koskocaman Fransa devletini yenince, bu yenişten, Yahudi bir ilim adamı kanalıyla, Alman kanının üstünlüğü ve Almanların bu üstünlükle Asya, Avrupa ve Afrika kıt’alarından kurulu Dünya adasına eğemen olabilecekleri fikri ortaya çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletlerinin dışarda tutulmasının nedeni de Başkan Monroc’nin (1758-1831) Spilandit Izolition politikasıydı[42]. Bu politika Amerika'nın donanma ve ticaret filosu yapmamasından ötürü ekonomi alanında İngiltere’ye çok yararlı olmuştu. Çünkü İngiltere Amerika'nın deniz ticaret tekelini almış bir armatöre benziyordu. Amerika’dan başka kıtalara yapılan Amerika ihracatından zenginleştikçe zenginlemişti[43]. Bundan ötürü İngilizler, Alman ilim kanılarına karşı olarak “Dünya adasını çevreleyen denizlere eğemen oldukça bu adaya biz eğemen oluruz” diyorlardı[44].
Fakat Almanya tek devlet olarak bütünlüğünü tamamladığı zaman dünya kolonilerinin paylaşıldığını görmüş ve kendisine uzak doğuda bir kaç adacık kalmıştı. İmparator Vilhelm çareyi Osmanlı devletini güçlendirip ekonomi alanında ondan yararlanmakta bulmuştu. Bundan başka Osmanlı toprakları da, yeraltı servet kaynağı olmaktan başka Stratejik olarak da Almanya’ya yararlı olabilirdi. İmparator bu yüzden Sultan Hamit II. ye yaklaşmış ve ondan bol miktarda ekonomik imtiyazlar koparmıştı.
Bununla Beraber Berlin kongresine başkanlık yapan Alman Başbakanı Prens Bismark, ilerde Osmanlı Devletinin de kendisine mızıkçılık eder olasılığına karşı karma karışık bir Balkan yarım adası yaratmıştı[45]. Osmanlı Devleti Almanya'nın yardımı olmazsa bu karışıklığın altından çıkamazdı. Bundan ötürü Balkanlar Osmanlı Devletinden ayrılır ayrılmaz aralarında savaşlara varıncaya kadar sürekli anlaşmazlıklara girdikleri gibi aynı devlet içinde de soylu kişiler arasında hükümdarlık mücadeleleri başlamıştı[46].
1890 ve 1892 yıllarında Amerikalı Amiral Mahan’ın iki kitap yazması4’ başka devletler gibi Alman politikasını da etkileyecekti. Çünkü Amiral Mahan bu kitaplardan birincisinde “Amerika Monroc’nin Spilandit Izolation politikasına son verip Dünya adasında İngiltere’nin yerini almalıdır...” diyordu[48]. İmparator Vilhelm bu kitapları Almancaya çevirtip bütün devlet adamları general ve Amirallere okutmuş,: sonra da onları Kil limanındaki yazlık sarayında sınava çekmişti; “Söyleyin bakalım Amiral Mahan’ın fikirleri ışığında Almanya’nın deniz politikası ne olmalıdır?”.
O zamana kadar Almanya’nın Bahriye Nazırı da, Deniz müsteşarı da, Deniz kurmay başkanı da, Harekât dairesi başkanı da generaldi. Bahriye Nezaretinde Harekât başkanının danışmanı olarak tek bir deniz albayı vazifeli bulunuyordu”.
Generallerin hepsi de Almanya’nın kıyıları pek dar olduğu için ellerindeki donanmanın yeterli olacağı fikrini savunmuşlardı. Fakat aşağı yukarı beline kadar sakallı bulunan danışman denizci albay generallere karşı çıkıp İmparator’a “Hem dünya adası egemenliği istiyorsunuz; hem de ufak donanma ile yetiniyorsunuz” demişti.
Belki generaller hiddetlenmişti ama İmparator ikinci bir soruyu açmaya gereksinme duymuştu: “İngiliz donanmasını yenecek ve batıracak bir donanma yapabilecek misin?”
Deniz albayı buna da yanıt verdi: “Elbette kaabil değil bizim yapacağımız donanma Riske donanması olacak... İngiltere savaş açıp bu donanmayı batırdığı takdirde kendi donanmasının da çok zayıflayacağını ve Spilandit Izolation politikasını sürdüremeyeceğini anlayıp bizimle savaş yapmaktan vaz geçecek...”
Bu yanıt da imparatorun hoşuna gitmişti. Derhal generallere dönmüş; Şimdiye kadar Alman donanmasına yaptıkları hizmetten ötürü onlara teşekkür ettikten sonra ordudaki vazifelerine dönmelerini emretmiş ve “Bahriye Nazırı benim; bu sakallı Deniz Albayı da benim müsteşarım olacak” demişti. Bu sakallı Albay donanmasının hatta sanayinin banisi Büyük Amiral von Tirpitz idi[49].
Almanya İngiltere ile deniz silahlanma yarışma böyle başlamış; Rus-Japon (1905-06) savaşından çıkan derslere dayanılarak icat edilen Dretnut sınıfı gemiler de bu yarışı kolaylaştırmıştı. Çünkü bu yeni tip gemiler, âdeta eski tip gemileri güçsüz kılmıştı[50].
Almanya Deniz silâhlarından güçlendikçe imparator da Osmanlı Devletinden yararlanma istekleri de kuvvet buluyordu, ikinci Meşrutiyete kadar Sultan Hamit II den yararlandığı gibi bundan sonra da Enver Paşa’dan yararlanmaya bakmıştı51. Gerek Çarlık Rusya'sı, gerekse İngiltere'ye karşı bu devletin topraklarından ve muhariplik gücünden yararlanma çarelerini düşünmeye başlamıştı[51].
İtalyan Politikası:
Tek devlet olarak kuruluşunu tamamlar tamamlamaz, 1866 yılında Avusturya - Macaristan’a ve 1890 larda da Habiştan’a yenilmesine rağmen politikada pek büyük işlere başlamıştı. Almanya gibi o da koloni payında istediği payı bulamamış, çok büyük bir deniz politikası olarak Osmanlı Devletinden Trablus Garp ve Sirenayk eyaletlerini koparmayı plânlamıştı. Ege adaları, Batı Anadolu ve Balkanlara bile nüfuz etmek istiyordu ama; müttefiki Almanya ve Avusturya - Macaristan buna izin vermiyorlardı. Özellikle Avusturya Macaristan “Kuzey Afrika dışında Osmanlı kıyılarına karşı deniz harekâtı yaparsanız ben Avusturya’ya yapılmış bir saldırı sayarım” diyordu[52].
İtalya’nın Akdeniz’de patlayacak bir çıban başı olduğu fikri yanlış değildi. Çünkü Osmanlı Devletinden yukarda sayılan bölgeleri isterken, eski İtalya illeri diye Fransa’dan Nis, Korsika ve Tunus’u; Avusturya - Macaristan’dan da yedi eski İtalyan illerini istiyordu: Gorizia, Trieste, Trento, Fuima, Zara, Bolzano, Pola...
Kesin iddiası şuydu: Farnsa’nın Atlantik’te de kıyı ve limanları olduğu için Akdeniz Devleti sayılmaz. Bundan ötürü Akdeniz’de en kuvvetli donanmaya sahip olmak hakkı İtalya’nındır.
Yunanistan Politikası:
Yunanistan kurulduğundan beri Politikasını Enosis’e dayamıştı. Osmanlı Devleti, özellikle 1897 Osmanlı - Yunan savaşında kara kuvvetleriyle bu devleti yendiği için bu devleti küçümsemekteydi; ama ufak Yunanistan Osmanlı Devletinin gerek ordusunu, gerek ekonomisini gerekse milletini besleyecek Deniz hayat yollan üzerinde kurulmuştu. Yüksek propaganda kudretiyle de Osmanlı Devletine karşı sürekli olarak Avrupa devletlerinin yardımını sağlıyordu. Nitekim 1897 savaşında yenildiği halde Osmanlı Devletinden, bu sayede, toprak ve adalar elde etmişti. Üstelik savaş borcu da vermemişti.
Yunanistan’ın Osmanlı Devletine karşı izlediği politika’da şu önemli nokta dikkati çekiyordu: “Osmanlı Devleti denizde kudretlendiği zamanlarda ona dost görünecek; denizde zayıflar zayıflamaz da “Enosis” diye ortaya çıkacaktı. 1897 savaşında yenildiği zaman bile Fener Patrikhanesine telgrafı basmıştı: “Osmanlı Devleti karada kuvvetli olabilir. Biz, denizde kuvvetli oldukça er geç İstanbul’a girip Ayasofya’ya çanı takacağız...”[53].
Enosis, Osmanlı Devleti’nin anlayamadığı ve belki bugün de anlaşılamadığı biçimde üstün bir deniz politikasıydı. Anadolu'yu çevreleyen adalara el atmak da bu politikanın birinci kademesiydi[54]. Böylece Yunanistan Balkan savaşma Enosis’in birinci kademesine varmak amacıyla katılmıştı.
İkinci Meşrutiyetle Osmanlı Devleti:
Osmanlı Devletinin elinde bulunan topraklar Avrupa’nın sanayiye dayanan güçlü devletleriyle bu devletlerin nüfuzu altında bulunan ve onların sanayilerine ilk madde kaynağı olan çoğunlukla Müslüman koloni ya da koloni olmayan Asya devletleri arasındaydı. Avrupa Devletleri, Türklerin liderlik ve muhariplik niteliğini bildikleri için onun Müslüman devletlerini kendi aleyhlerine toplayabileceklerini de düşünüyor ve var kuvvetiyle onun gelişmemesine çabalıyorlardı[55].
Bundan ötürü İkinci meşrutiyetin ilâm yabancı devletlerin Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyan unsurları ayaklandırma çabalarını arttırmıştı. Özellikle İttihadı Terakki siyasî partisinin İttihadı İslâm politikasıyla ortaya çıkması, Hıristiyan unsurları devlet yönetiminden uzaklaştırması, Balkanların birbirleriyle anlaşamaz, içte ve dışta huzursuz ufak devletlerini birleştirmiş ve İttifak halinde Osmanlı devletine karşı çıkmak çabalarım ortaya çıkarmıştı.
Böyle bir durumda Osmanlı Meclisi mebusan ve hükümetinin geleceğe dönük bir politika saptayıp üzerinde titizlikle yürümesi gerekiyordu. Ama siyasal partiler birbirleriyle adam öldürmelerine varıncaya kadar yersiz bir mücadeleye başlamışlar ve bu mücadeleye askerleri de katmışlardı. Ordu ve donanma da ikiye bölünmüş durumdaydı. Bu mücadele 1877-78 Osmanlı - Rus savaşı gibi Balkan savaşının da kaybedilmesinin birinci nedeni olacaktı.
Osmanlı Devletinin ne yapması gerekirdi?
Osmanlı Devleti tarihinin çok önemli bir dönüm noktasına gelmişti. 1877-1878 Osmanlı - Rus savaşı Balkanların büyük parçasını kopardığı gibi Balkan savaşı da ikinci bir paralanmaya neden olabilirdi. Burada Atatürk’ün büyük nutkunda söylediklerini anımsamak gerekirdi[56]. “Osmanlılar Avrupa’nın ortasına kadar girdiler. Araplar da İspanya’ya da Fransız sınırına kadar ulaşmışlardı. Her etkinin bir tepkisi olacağını düşünüp önlem almadıkları için yıkıldılar...”. Acaba bu önlem Baklan savaşı arifesinde ne olabilirdi?
Napoleon savaşlarından önce Osmanlı Devleti üç kıtanın Akdeniz bölgelerinden başka Karadeniz, Akdeniz, kızıl deniz ve Basra körfezini içine alan bir imparatorluktu. Bu kocaman imparatorluğun içinden Boğazlar, Tuna Nehri ve Süveyş kanalı gibi ekonomi değeri dünya çapında olan üç deniz geçidi geçiyor ve sınırlarını da Köstence, Battım, Bakü, Irak, Basra ve Kuzey Afrika'nın petrol kaynağı şüpheleri kuruyordu. Böyle bir imparatorluk paralanırsa en acı sonuç koskocaman bir ekonominin paralanması olacaktı[57]. Güçlü bir donanma bu ekonominin en büyük güvencesi olabilirdi. Fakat Sultan Aziz “Büyük donanma yapayım” derken memlekete borç getirmiş ve donanma aleyhtarı fikirler yaymış; Sultan Hamit de bu Donanmayı Haliç ve Çanakkale’de bağlayarak memleketi “Donanmasız bir deniz imparatorluğu” biçimine getirmişti.
İkinci Meşrutiyet başında donanma hiç yoktu, üstelik denizcilik kültürü de yoktu. Deniz kuvvetlerinin en büyük gücü olması gereken fikir birliği ve deniz gelenekleri ortadan kalkmıştı.
Böyle bir durumda İmparatorluğu korumaya kalkınmak verilebilecek kararın en tehlikelisi olabilirdi. Daha istibdat döneminde İkinci meşrutiyete kavuşacak bir Osmanlı Devletinin ne gibi bir politika izlemesi gerektiği ihtilâlcı subaylar arasında tartışılmıştı[58]. Karar İttihadı İslâm politikası izlemek olunca devletin baş aşağı gelmesinin rotası çizilmiş oldu. Doğru karar: Türkleri anayurtları olan Anadolu’ya çekmek, kuvvetli bir sanayi kurup, balkanlarda politik söz sahibi olacak bir donanma yapmak; bu donanmaya dayanarak, politik faaliyetle, Osmanlı Devleti’nin yerini tutacak federal, konfederal, ya da, İngilizlerin yaptıkları gibi bir devletler topluluğu meydana getirmek olabilirdi[59].
Öyle sanıyorum ki İkinci Meşrutiyetten sonra başbakan ve Harbiye nazırı Mahmut Şevket Paşa, Enver Paşa yerine Atatürk’ü yanma alsaydı[60]Osmanlı Devleti yakın çağın savaşlarına girmediği gibi bugün daha güçlü ve Avrupa politikasında söz sahibi bir devlet kurabilecekti. Sayın Celâl Bayar, “Ben de yazdım” adım verdiği kitabında İkinci Meşrutiyetin donanmaya önem verdiğini yazacaktı ama Meclisi mebussan tutanakları ve Büyük millet meclisi tutanakları bunun aksini ortaya koyuyordu[61]. Ali Fuad Türkgeldi’nin (Türk Tarih Kurumu yayımı) anılarda da bu konuyu kanıtlayan bir pasaj vardı[62]: bu pasaja göre Osmanlı Dışişleri bakanı Gabreil Efendi Denizcilerin gayri ciddi savaştıklarını söyleyecekti. Ama Cumhuriyet döneminde Büyük Millet Meclisinde Bahriye vekâletinin açılmasını konu alan oturumda da Kastamonu Millet Vekili Ali Rıza Bey şunları söylemişti: “Yunanlılarla savaşa girebileceğimizi; Yunan donanmasından kudretli olmak için İtalya’nın sattığı bir gemiyi sür’atle satın almamız gerektiğini söylediğimiz zaman Dışişleri bakanı Gabriel Efendi Yunanlıların blöf yapmakta olduğunu söyleyerek bu girişimimize engel olmuştu[63].
Açık olarak belli oluyor ki Osmanlı hükümeti iç sorunlar ve parti mücadeleleri bir tarafa Balkanlarda çıkacak bir savaşın ilk önce çok önemli bir deniz sorunu olduğunu unutmuştu. Bütün saldırı tahrikleri denizlerden geldiği gibi Savaşı besleyecek (Silâhlı Kuvvetler, sanayi ve milleti beslemek) olanaklar denizde olduğu gibi başta yığınak olmak üzere kara kuvvetlerinin de ana nakliyatı denizden olacaktı. Arazinin dağlık oluşu ve ulaşım için tek bir demiryolunun varoluşu, karayollarının hiç olmayışı Osmanlı devletinin varlığını da savaşlarını da denizlere bağlıyordu.
Savaş hazırlığı:
Deniz savaşma deniz gelenek, doğal kanun ve deniz eğitimi ile hazırlanmak gerekliydi. Hükümet tekmil ikinci meşrutiyette donanma gemilerini politik amaçla denizlerde gezdirmiş, savaş gemilerini onanma gereksinme duyacak biçime getirmişti. Eğer, ikinci meşrutiyette Tek bir Harbiye nazırı olduğu gibi, Bahriye nazırı da tek olsaydı ve donanmayı hazırlasaydı kesinlikle balkan savaşının gidişatı ve sonucu başka olurdu [64]. Çünkü donanmanın savaşa hazırlanması, karadaki kadar çabuk değil[65], oldukça uzun zamanın geçmesine ve çalışılmasına bağlıydı. Halbuki Başkomutan Vekili Nazım Paşa, Bahriye Nezareti ve Deniz kurmay Başkanlığını bir tarafa bırakıp, iki deniz Binbaşısının danışmanlığında deniz harekâtının sorumluluğunu da kendi üzerine almıştı. Bu da yetmeyecek donanmayı Çanakkale boğaz muhafızı generalin emrine vermişti[66].
Böylece denizciler İkinci Meşrutiyetten Balkan savaşına kadar iki büyük engelle karşı karşıya kalmışlar ve bu iki büyük engelle uğraşmak zorunda kalmışlardı: Silâhlı kuvvetlerin eğitim kompozisyonu ve Harbiye nazırı ve başkomutan vekili Nazım Paşa...
Kara kuvvetleri nede Alman subaylarından kurulu bir eğitim örgütü kurulmasına karşılık donanmaya İngiliz amiralleri komutan olarak getirilmişti. Ama; Avrupa’da İngiltere ve Almanya birbirlerine karşı kanlı bıçaklı düşmandı. Bundan ötürü Osmanlı Devletindeki İngiliz ve Alman kurulları arasında hiçbir beraber çalışma isteği doğmamış; böylelikle silâhlı kuvvetler arasındaki işbirliği sağlanamamıştı. Bahriye Nezaretinin kurmay hey’eti ve daimî yüksek şurası boş değirmen gibi çalışmaktaydı. Nazım Paşa’dan önce Mahmut Şevket Paşa da kara kuvvetlerini tepeden tırnağa kadar teçhizatlandırıldığı halde Deniz kuvvetlerinin kudretlenmesini istememişti[67]. Yalnız donanma değil donanmanın tersane ve ikmal işleri de askıda bulunuyordu. Türk - İtalya savaşı başladığı zaman Doğu Akdeniz politik gezisinden Çanakkale’ye dönen donanmanın kömür ihtiyacı yaklaşık olarak 3000 ton iken gemilere ancak 2000 ton kömür verilebilmişti [68]. Gemiden gemiye kömür verilmesine gereksinme duyuluyor[69]. Elde var olan tek su dubasını başka gemiye kaptırmamak için gemiler, Çanakkale’nin tek çeşmesinden doldurulmakta olan dubayı bir manga askerle koruyorlardı[70]. Donanmanın Harekât hazırlığı da ikmal hazırlığından daha iyi değildi: Almanlar kara ordusuna durumun nasıl muhakeme edileceğini, muharebe emirlerinin ve muharebe raporlarının nasıl yazılacağı ve Harp ceridelerinin nasıl tutulacağı öğretilmemişti. Esasen İngilizlerin Osmanlı devlet adamlarını ve denizcilerini nasıl oyaladığı İngiliz dışişleri bakanlığının tuttuğu ve yayınladığı belgelerde de vardı[71].
Nazım Paşa ve karargâhındaki subayları yanıltan başlıca olay 1897 Osmanlı - Yunan savaşı sonucuydu: Bu savaşta, yıllarca Haliç’te bağlı kalan donanma hiçbir harekât yapamazken Eteni Paşa komutasındaki kara kuvvetleri üç haftada, sonuçsuz da olsa[72] savaşı zafere ulaştırmış ve böylece Yunanlıların Ege adalarını almasını da önlemişti. Artık Nazım Paşa karargâhında, “donanma olmasa bile biz kara kuvvetiyle gelecek savaşların sonucunu alır ve donanmanın yapacağı vazifeyi de yaparız...” kanısı hasıl olmuştu[73]. Bunun sonucu olarak da İkinci meşrutiyetten itibaren “Donanma mı; Demiryolu mu?” diye aylarca ve yıllarca süren bir polemik açılmıştı[74]. Sonunda Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa ilk önce demiryolu yapmak lehine makaleyi bastırtacak; sonra da “Polemiği kesin” diye iki kuvvete de genelge yollayacaktı[75].
Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa böyle bir inanış içinde bulunmakta olmalı idi ki muhtemel bir Balkan savaşı için hazırlanan projelerden 5 numaralı projenin altına “Ege denizi egemenliğinin Yunanlılarda olacağını kabul ediyorum” diye yazmıştı. Halbuki seferberlik plânı içinde İzmir’den Selânik’e denizyoluyla iki tümen geçirilmesi kayıtlıydı. Demek ki Genelkurmay Başkanı 1897 savaşı gibi kuvvetlerinin üç hafta Balkan savaşını zafere ulaştırmak inancı içindeydi. Ama Balkan savaşı uzayınca düşman tarafının, denizlerin serbestliğinden yararlanarak, dış kaynaklardan kolayca cephelerini beslemesine karşılık Osmanlı Cephanesi Almanya’dan kalkıp demiryoluyla Tuna nehrine oradan nehir yoluyla Köstence’ye, oradan da denizyoluyla İstanbul’a, İstanbul’da demiryoluyla cepheye gidecek; hem zaman kaybedilecek; hem de ağır harcamalara katlanılacaktı.
Donanmaya önem verilmediği gibi Deniz ulaşımına da önem verilmiş değildi. Seyrisefain idaresi (Devlet Deniz yolları) bahriye Nezaretinin kuruluşunda idi ama; Harbiye Nezareti’nin nakliyat şubesi gemilere direkt emirler veriyor ve verdiği emirlerden Bahriye Nezareti ya da donanma komutanını haberli bile etmiyordu[76]. Bunun sonucu olarak ticaret gemileriyle Karadeniz limanlarında bekleyen kara alayları arasında bağlantı kurulamamış; bu yüzden de vaktiyle yığınak yapılamamıştı. Üstelik Politik amaçla 55 redif tümenin terhis edilip Anadolu’ya dağıtılması[77 ]ve Trablus garp savaşından önce İtalyanların yaptığı gibi Balkan savaşından önce de Bulgaristan'ın yaptığı dostluk tezahürlerine inanılması ve Balkan Devletlerinin yaptıkları gizli seferberlikten haber alınamaması Osmanlı hükümetinin yaptığı en büyük hatalardan olmuştu.
Böylelikle Osmanlı devleti savaşa değil yenilgiye hazırlanmıştı. İtalyan politikacıları için Amiral Angelo lachino demişti ki “Bir
daha politika kişileri yaptıkları hataları tekrarlamazlarsa bir dahaki savaşta biz İngiliz Denizcilerini yeneriz” [78]. Amiral Oscar Giamberardino da diyecekti ki “Kara kuvvetlerinin tek bir komutanı olmasına karşı donanmanın komutan, Başbakan ve dışişleri bakanı olmak üzere üç komutanı vardır. Başbakan ve Dışişleri bakanları hata yaparlarsa donanma komutanının yüksek değerde olması savaşı kazanmaya yetmez[79]”. Biz bu kanılara bir de parlamento’yu ekleyebilirdik. Çünkü parlamentonun savunma bütçesini üç silâhlı kuvvet arasında, stratejik durum konusunda, eşitlikle ve tarafsızlıkla pay etmesi gibi önemli bir vazifesi olmalıydı.
Savaşın Deniz cepheleri:
Savaşın deniz cepheleri, Osmanlı cephelerini besleme yolu olan Ege denizi ile Çarlık Rusya etkisinde bulunan Karadeniz idi. Kızıl deniz, Doğu Akdeniz ve Orta Akdeniz, Osmanlı devletinin donan- masız bulunmasından ötürü fiilen elden çıkmış bulunuyordu.
Karadeniz ve Ege denize cepheleri Başkomutan vekili’nin donanma idaresini fiilen eline almış olmasından ötürü, âdeta bir kara cephesine benziyordu. Çünkü Nazım Paşa donanmayı Çanakkale boğazı muhafızı generalin emrine vermiş ve onu sadece boğaz savunmasında kullanmak üzere elde tutmuştu. Donanma komutanı vekilinin savaş gemileri onartmak ve hatta eğitmek üzere Marmara denizine çıkarmak önerisini bile uygun bulmamış ve gemilerin Çanakkale’ye sürekli biçimde demirli yatmasını öngörmüştü. Donanma gemilerinin bir saat için olsa bile Çanakkale’den uzaklaşmasını istememişti. Donanma devletin seyyar (gezici) bir kuvvetiydi. Gezerek yetiştirilirse güç kazanır, durursa savaş gemileri hiçbir savaş kudretini temsil edemezdi.
Osmanlı Donanması bu biçimde bir kara tümeni birliğine çevrilmiş iken Yunan hükümeti deniz savaşının sorumluluğunu Konduriotis adlı bir Albay’a vermiş, Kral donanmanın cepheye hareketinden önce donanmayı teftiş etmiş; albayı Amiralliğe yükseltmiş, sonra da harekât alanına uğurlamıştı[80].
Böylece Yunanistan tarafı denizcilik tekniğinin oluşturduğu bir ana fikirle deniz savaşı yaparken Osmanlı tarafı, her türlü denizci gelenek ve gereksinmelerden uzak olarak donanmasını bir kara birliği gibi şevki idare ediyordu (yönetiyordu) [81]. Bundan ötürü Yunan donanmasının dağınık bir halde Osmanlı devleti elinde bulunan Kuzey Ege adalarını işgal etmesi çok kolay olmuştu.
Balkan savaşı başında Başkomutan Vekili Nazım Paşa ve Donanma komutanı vekili yarbay Tahir (Burak), her ikisi de saraya damat olmanın verdiği cesaretle, düşmanı bir tarafa bırakıp “Muharebe yapmaya gideceksin - İlk önce donanma gemilerini onartın; sonra muharebeye giderim” polemiğine girişmişlerdi. Başkomutan vekili elinde zaman varken donanmayı onartmayıp Çanakkale’de tutmasından ötürü hatalıydı; ama Donanma komutan vekilinin yaptığı da denizci geleneklerine uyar bir hareket değildi. Şöyle ki insanoğlunun karada yaşamak için yaratıldığı ve serüven sever bir karaktere sahip olmasından ötürü kara kuvvetleri mensuplarının kamuoyu nezdinde şerefini korumak için her hangi bir gereksinmesi yoktu, toprakları, şehirleri işgal ediyor, düşman askerlerini öldürüyor ya da esir alıyordu. Deniz kuvvetleri ise ne kadar önemli vazife yaparsa yapsın gene kalktığı üsse geri geldiği için mensuplarının denizcilik şerefini kendi kamuoyunu korumak gibi çok önemli bir vazifesi vardı. Bu vazifesini yapmazsa kamuoyu kolaylıkla denizcileri suçlayıveriyordu [82]. Donanmanın bu amaçla yapacağı bir muharebeye de gelişmiş denizci milletler “Şeref muharebesi” adını takmışlardı[83]. Donanma komutanının, gemilerimi ille onartın diyeceği yerde “Osmanlı İtalya savaşının başından beri gemilerimi onartmaya fırsat verin” diye kafanızın etini yedim; bu fırsatı vermediniz... Şimdi karşımda düşman var; ben şeref muharebesi yapmaya gidiyorum. Gemilerim batar da personelim şehit olursa bunun vicdan azabını siz çekin” deyip muharebeye hareket etseydi adı tarihe şerefle geçecek bir komutan olurdu. Bunu yapmamakta mazur olduğu tek nokta o zamanlarda şeref muharebesi yapmanın ne demek olduğunu bilen tek bir kişinin bile var olmamasıydı.
Müstakil deniz fırkasının kurulması[84]:
Balkan Savaşı sırasında Berlin Büyükelçiliği makamında bulunan Osman Nizami Paşa[85] Deniz konularına pek meraklı bir diplomat olduğu için Alman Deniz Müsteşarı Büyük Amiral Von Tirpitz ile yakın dostluk kurmuş ve ondan aldığı bilgileri Nazım Paşa’ya yazmaya başlamıştı[86]. Bir gün von Tirpitz kendisine “Size bir Alman deniz yarbayı yollayayım; onun emrine donanmadan ayrılacak ve tam yetkiyle çalışacak dört muhrip verin de gitsin Averoff’u batırsın!” deyince Nazım Paşa bu isteği yerine getirmiş ve Alman yarbayı daha İstanbul’a gelmeden dört muhribi[87 ]Donanma kuruluşundan çıkararak “Müstakil Fırka” adı altında başına buyruk bir filotilla yaratmıştı. Alman gelip de “Bu gemilerle hiçbir savaş harekâtı yapılmaz” deyip yurduna geri gidince bu vazifeye Rauf Orbay atanmıştı. Rauf Orbay, Almanın işe yaramaz dediği bu fırka ile, bazen filosuna Mecidiye kruvazörü ve Berk torpito kruvazörünü de karatak Ege denizine çıkışlar yapmış; yaptığı yedi çıkışta da kendisinden çok üstün savaş kiyafetinde bulunan Yunan muhriplerini kaçırtmıştı. Bir kaç ay önce Hamidiye kruvazörünün Varna limanı önünde yara almasından ötürü onanma alınması sırasında bu geminin komutanı Rauf Orbay müstakil fırka komutanlığına geçici olarak atanmış; geminin onanım biter bitmez de tekrardan Hamidiye komutanlığına gönderilmişti. Bundan ötürü kendisi ve Hamidiye kruvözörü Balkan savaşında yapılan ikinci deniz muharebesine katılmamıştı.
İki tane deniz muharebesi:
Çatalca ve Çanakkale’nin Bolayır cephelerindeki tehlike kalkınca Yunan donanmasıyla muharebe yapmak istekleri tekrardan ortaya çıkmıştı.İlk önce de Bozcaadanın geri alınma lüzumu söz konusu olmuştu. Başkomutan Vekâleti bunun için deniz muharebesi yapılmasını istiyordu. Bu sefer Donanma Komutan vekilini değiştirmişti. Yeni donanma komutan vekili de, İkinci Meşrutiyet başından beri İngiliz amirallerinim yardımcılığını yapmış olan Albay Ramiz idi. Kendisi daha İngiliz amiralleriyle beraber çalışırken “Savaş tehlikesi yaklaşıyor; artık donanmanın komutasını bana verin diye rapor yazdığı halde Başkomutan Vekili Yarbay Tahir’i bu makamda öngörmüştü. Şimdi de Donanma komutanı olarak o seçilmişti. O da kendisinden önceki komutan gibi ilk önce donanma gemilerinin onarılması lüzumunda ısrar etmek istemişti. Fakat donanmanın topçu erkânı harbi Binbaşı Amasyalı Ali Rıza Bey’in ısrarıyla muharebe yapmak kararını vermişti[88].
Osmanlı ve Yunan donanmaları bir tanesi 16 Aralık 1912, Öteki de 18 Ocak 1913 tarihinde olmak üzere iki tane deniz muharebesi yaptılar. Muharebelerin yapıldığı alana göre birinci muharebeye “İmroz Deniz muharebesi” ve İkincisine de “Mondros Deniz muharebesi” adı verildi[89]. Fakat her iki muharebe de kesin sonuç alman bir muharebe olamadı.
Karşılıklı kuvvetler arasındaki kuvvet oranında Yunan tarafı üstün geliyordu. Turgutreis ve Barbaros Zırhlılarımızın topları üç dakikada tek bir mermi atarken Averof’un, topları dakikada üç mermi atıyor, bizim zırhlılarımız saatte 16 mil yapabilirken Averof 22 mil koşuyor; bu sür’at üstünlüğü de Yunanlılara iyi taktik koşullar elde etmeye yetiyordu.
Muhriplere gelince; Yunanlıların 31 mil sür’at yapan 4 tane 1175 tonluk ve 8 tane de 350-400 tonluk muhribi varken Osmanlı tarafında 34 mil sür’at yapan 660 tonluk, 27 mil sür’at yapan 4 tane de ufak muhribi vardı.
İki muharebede de ilmi olarak bir zafer elde edilmemişti. Fakat Osmanlı tarafı da kendisini muzaffer saymış; Yunanlılar da muzaffer saymıştı. Birinci muharebeden sonra Osmanlı donanması Deniz müzesinden olarak Barbaros Hayrettin’in özel sancağını çekerek Barbaros zırhlısının direğine çekerken; Yunan donanması da, Osmanlı donanmasının Çanakkale boğazına girmesinden sonra Amiral Konduriotis huzurunda zafer geçit resmi yapmıştı.
Birinci muharebenin dillerde dolaşan en önemli konusu olarak Donanma Komutan Vekilinin Rauf Bey’e düşmana hücum ediniz” emrini vermesi ve Rauf beyin ise bu emri görmemesi, ya da görmemezlikten gelişi idi. Olay şöyle geçmişti: Muharebede zırhlı filomuz düşmanı zora sokmuş, Averof’ta yangın çıkarmış, bu gemi sür’atten de kalmış ve hatta yana yatmıştı. Donanma Komutanı “Averof çok kifayetsizlendi, artık onu muhripler de batırabilir” kanisiyle ateş kesip geri dönmüş ve Averof’un batırılma vazifesini işaret emriyle müstakil fırkanın komutanı Rauf Orbay’a emretmişti. Rauf Bey emri yapmadığı için de Averof kurtulup üssüne geri dönmüştü.. Bu anlatış bizim yazarlarımızın belirttikleri bilgilere dayanıyordu. Sanki Balkan Savaşının en önemli olayı Donanma komutanının işaret emri vermesi, Rauf Bey’in bunu görmesi ya da görmemesi imiş gibi bu güne kadar bile bu tartışma sürdürülerek getirilmişti.
Biz ise bir Deniz Harp Tarihi uzmanı olarak olayı İlmî bir biçimde inceleyecektik. Vazifemiz de buydu: Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz’in böyle bir işaret verdiğine ilişkin Komutan gemisi Barbaros’u işaret kayıt defterinde herhangi bir kayda rastlamadığımız gibi Rauf Orbay’ın komutan gemisi olan Muaveneti- Miliyye muhribinin defterinde de bulamadık. Sadece Ramiz Bey muharebe sonu verdiği raporda “Ben işaret verdim de Rauf Bey verdiğim emri yapmadı” diye yazmıştı.
Bu olayı kişisel olarak Rauf Orbay’a sorduğum zaman aldığım yanıt şu oldu: “Sen tarihçisin; Ramiz’in, benim ve Averof’un mevkilerini bir harita üzerine koy da bak bakalım o mesafeden sancak işaretleri görülebilir mi? Averof’un batırmak için benim mi; yoksa Ramiz’in bulunduğu mevki mi daha uygun...”
Muharebe sırasında Barbaros zırhlısının seyir subaylığını yapmış olan Amiral Fahri Engin de anılarında şunları yazmıştı: “Bizim mermilerimiz çoğunlukla kısa düşüyordu. Yunanlıların mermileri de, cephanelerinin bozuk olmasından ötürü hep kısa düşüyorlardı. Böylece iki muharebe hattının arası mermi yağmuru altındaydı. Muhriplerimizin bu yağmur altında Averof’a hücum edebilmeleri olanaksızdı[90].
Tekniğe gelince: Muharebenin ana silâhı top; onun yardımcısı da torpito idi. Düşman üzerinde top silâhıyla sonuç alırken bundan vaz geçip düşmanın batırılmasının torpito silâhına bırakılması bir amiral: yapacağı en büyük hata olurdu. Ramiz Bey’in neden böyle bir hata yaptığı bir türlü anlaşılamıyordu. Barbaros ve Turgutreis zırhlıları satın alındığı zaman toplarının pek eskimiş ve yıpranmış olması ilk bakışta bir mazeret gibi görülebilirdi[91] ama; Averof batarsa bir daha bu topları kullanmaya yer kalmayacaktı.
*
* *
Osmanlı donanması kendisini birinci muharebenin galibi sayıp Çanakkale'ye dönerken Yunan donanması da kendini galip sayıp muharebe meydanında Amiral Konduriotis huzurunda geçit resmi yapmıştı[92].
İki tarafın muharebe sonunda “Zafer” kelimesini propaganda yapmak kastiyle kullandıkları pek belli idi. Yunan tarafı zafer kazanmıştı da ikinci muharebede İngiliz Amiral Mekerr ve topçu personeli kullanmaya neden lüzum görmüştü? Türk tarafına gelince: şöyle yaptık, böyle yaptık deniyordu ama Yunanlılar, elektrik çekiç ve kaynak gibi aletlerin olmadığı bir dönemde Averofu nasıl 33 günde onarabilmişlerdi[93 ]?
Amiral Fahri Engin anılarında, başka kitap ve anılarda hiç rastlamadığımız aşağıdaki bilgiyi naklediyordu. Kendisinin muharebede kişisel olarak bulunması ona inanmamızı gerektiriyor ve onun anlattıkları kişilerin özel kayıtları da onun anlattıklarını doğruluyordu :
“Yunanlılar birinci muharebeden sonra İngiltere’den Amiral Mekerr ve İngiliz topçu subaylarını alıp donanmalarının kifayetini çoğaltırken ve cephanelerindeki bozuklukları da giderirken bizimkiler donanma gemilerinde ne kadar İngiliz donanmasında kurs görmüş ve staj yapmış topçu subayları varsa hepsini geri çekip yerlerine acemilerini vermişlerdi. Bundan ötürü ikinci muharebedeki durumumuz gerçekten çok zor duruma girmişti”.
Albay Ramiz de, anılarında şunları belirtmişti:
“Birinci muharebeden sonra Mahmut Şevket Paşa Çanakkale’de yatmakta olan donanmaya gelmiş, gemileri teker teker dolaştıktan sonra bütün subayları komutan gemisi Barbaros’ta toplayarak Padişahın selâmlarını getirdiğini söyledikten sonra gemilerin onarılmasına fırsat vermemekle bütün günahın kendilerinde olduğunu; denizcilere intikam almak fırsatını hazırlayacaklarını; gemileri hızla onartıp ondan sonra donanmanın muharebe yapmasını isteyeceğini söylenmişti.
“Biz muharebeden önce onarım emrinin gelmesini beklerken Mahmut Şevket Paşa’dan da acele muharebe yapılmasına ilişkin emir geldi. Biz itilafçı siyasî partiye mensuptuk; Bahriye nezaretin- dekiler de İttihadciydi. Bab-ı alî cinayetini hazırladıkları gibi, bu partinin tam anlamıyla iktidara gelmesi için donanmanın muharebe yapıp batmasını onlar da istiyorlardı?”.
Görülüyor ki 1877-78 Osmanlı - Rus savaşı gibi Balkan savaşı da politika’nın silâhlı kuvvetler içine yerleşmesinden ötürü kaydedilmişti.İç politika yozlaştırılırsa stratejik ve taktik kudret hiçbir işe yaramıyordu. Bu gerçek ortada dururken, savaştan sonra, bütün kabahati denizcilere yüklemek de yapılan günahları sürdürmekten başka bir işe yaramıyordu.
Hamidiye'nin akın harekâtı:
Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz’in anılarına göre İttihadi Terakki siyasî partisinin mensubu bulunan Hamidiye komutanı Rauf Orbay, parti şifresiyle Nazım Paşayla direkt değinme (temas) kurmuş ve bunun sonucu olarak da Hamidiye kruvazörünün Doğu ve Orta Akdeniz’de yaptığı akın harekâtı doğmuştu. Rauf Orbay da bana lütfettiği özel söyleyişi de “Benim öyle parti şifresi kullandığım falan yoktu. Geminin İstanbul’da onarımda bulunmasından ötürü Nazım Paşa ile direkt söyleyişler yapabiliyordum. Averof zırhlı kruvazörü donanmamızın başına dert olmuştu. Onu peşime takıp Limni adasından uzaklaştırabilirsem Donanmamız da Yunan donanmasının kalan güçsüz kısmiyle muharebe yapıp Bozcaadayı Yunanlılardan geri alabilirdi. Plânımı Nazım Paşa’ya anlatıp olumlu yanıt aldıktan sonra Çanakkale’ye gidip Ramiz Bey’e de anlattım, onun da olumlu yanıtını aldım...” demişti.
Rauf Orbay’ın anlattıklarını kendisinin akın harekâtına ek subay olarak aldığı yüzbaşı Ali Ülgen'de (Cumhuriyet döneminde Deniz kuvvetleri komutanı oramiral) Hamidiye kruvazöründe verdiği konferansta Rauf Orbay’ın dediklerini doğrulamıştı[94].
Ege denizi, doğu ve orta Akdeniz’de, her türlü ikmal ve onarım olanağını verecek bir deniz üssünden yoksun olarak sürekli olarak sekiz ay dolaşmak kuşkusuz kolay bir harekât değildi. Geminin personeli ya seyir yapıyor, ya onarım yapıyor ya da kömür alıyordu. Düşman üslerini bombardıman etmiş, onarım ve içi asker dolu nakliye gemilerini batırmıştı. Rauf Orbay yaptığı bu zor harekât içinde bile yabancıların takdirini kazanmıştı. Ana hedefi olan Averof zırhlı kruvazörünü kendi üzerine çekememişti Ama gene de peşinde pek çok Yunan gemisini dolaştırmış böylelikle donanmamıza itibar kazandırmıştı. En büyük başarısı da Türk kamuoyu nezdinde. geniş ve sonu gelmeyecek bir saygınlık sağlamasıydı[95].
Bu saygınlığın en büyük örneğini de ünlü yazar Süleyman Nazif vermişti: Hamidiye’nin akın harekâtına başlamasından önce Süleyman Nazif Tasviriefkâr gazetesine bir yazı yazarak denizcilere ağır ağır hakaretler yağdırmıştı. Buna üzülen Rauf Orbay gidip Tokatlıyan otelinde Süleyman Nazif’i bulmuş ve ona “Nazif Bey Türk denizcisi dövüşür mü, dövüşmez mi? Bunu anlamak isterseniz benim harekâtıma katılıp görünüz” demişti. Süleyman Nazif de “Oğlum ben ihtiyarım, denizlere açılamam... Dediğinizi yapın da görelim, iftihar edelim” yanıtını vermişti[96].
Sekiz ay sonra Hamidiye kruvazörü harekâtından döndükten sonra Süleyman Nazif bizzat gemiye gelmiş, Rauf Bey’den özürler dilemişti. Bununla da yetinmeyen Süleyman Nazif 25 Ocak 1912 tarihli Tasviriefkâr gazetesine “Bir istiğfar ve bir hasbıhal” başlığı altında aşağıdaki satırları yazmıştı[97]:
“Büyük Vatandaş,
“Allah ile ahdim var. Seni bir daha nerede görürsem, gözlerini öpmeden önce kalemimi ayaklarının altında kıracağım. Bundan dokuz ay önce Midilli’de idim. İtalyan gemilerinin öldürücü mermilerine açık bir sine gibi duran o güzel ve bikes adada vatanımın acı kaderine ağlarken bugün ayağımın altında kırmak istediğim kalemim - (Mihirdatm tacı) kadar uğursuz kalemim - bir şeyler yazmıştı... Bahriyemizde senin gibi aslan cüret’li kahramanlar bulunduğunu düşünememiştim. Onu düşünmemiş olan kafama bugün yumruklarımla ne kadar vursam yeri var. Sen beni affetmezsen vay halime...
“Rauf, ey Barbaros’un göz bebeği, ey Allahın en mübarek kulu... Herkes gördü, işitti ve iman etti ki bir Türk milleti ve bir Rauf var. Senin kopardığın hamaset kıyameti, bizi de ikaz etti. Aylardan beri üstümüze çökmüş olan kâbusu ellerimizle iterek sana layık vatandaş olmaya karar verdik. Şimdi İstanbul’un her tarafında ve Anadolu’nun her köşesinde bir hamiyet rüzgârı esiyor. Senin gibi kahramanları yetiştirmiş olan bir millet ölmez. Bizi öldürmek ve ölü göstermek isteyenlere lanet”.
Hamidiye ile yaptığı akın harekâtında Rauf Orbay’ın Avrupa ve Amerika’da elde ettiği saygınlık da büyük olmuştu. O kadar ki bu harekâttan 35 yıl geçtikten sonra bile Rauf Bey, herhangi bir makam sahibi olmadan Ekim 1947 ayında Amerika'ya gittiği zaman, ikinci Dünya savaşının kahramanı Amerika büyük amiralleri bile kendisini bir devlet reisi gibi karşılamışlar, törenler yapmışlar ve ziyafetler vermişlerdi. Annapolis’deki Amerika Deniz subay okulunun komutanı Amiral, onu, öğrencilerine (Büyük ve örnek bir denizci” diye tanıtmıştı[98].
Üzüntüyle anlatmak gerekir ki Kamuoyumuzun da bu kadar yıl sonra aynı heyecanla andığı bu denizci[99], Bizim denizcilerimizin bazıları tarafından aynı biçimde anılmayacaktı. 1973 yılında Deniz kuvvetlerinin yayın işlerinden sorumlu bir genç deniz binbaşısı (Rauf Bey sanki ne yapmış?” diye soracak ve sorusunun yanıtını da kendisi verecekti: “Kömür almış kaçmış; kömür almış kaçmış...”
Rauf Orbay’ın istiklâl savaşındaki politika hayatı bizim yazı konumuzun dışındadır. Fakat şunu da belirteyim ki kendisine “Atatürk Anılarının büyük bir kısmında sizden büyük şikâyetler) var...” dediğim zaman “Kabahat bendedir. Yalnız Türkiye’ye değil, bütün dünyaya Atatürk’ten büyük devlet adamı gelmemiştir...” diyecekti.
Dışişleri bakanlığındaki dostlarımdan da duyduğuma göre Rauf Orbay Londra’da büyükelçi iken Atatürk aleyhine konuşmak cesaretini gösteren bir misafirinin üzerine yürümüş ve onu yumruklamıştır...
Sonuç :
Bulduğumuz belgelere dayanarak Balkan savaşını bu biçimde özetledikten sonra çıkardığımız sonucu da ortaya dökmekte yarar görmekteyiz: Donanmasız bulunan ve fakat ekonomi ve strateji açısından kıt’anın en önemli topraklarına sahip olan koskocaman bir Osmanlı imparatorluğu Başkomutan vekilinin deniz sorunlarını bilmeden donanmayı da savaşa hazırlamak ve savaşta yönetmek ' istemesinden bu savaşta ne kara cephelerini besleyebilecek ne de kara kuvvetlerine stratejik manevra yapmak olağanını sağlayabilecek ve sonuç olarak da kendisinden kopmuş olan ufacık dört devlete tekmil Rumeli ve Ege adalarını kaptıracaktı. Yoksa bu savaşın denizcileri İstanbul’un düşman eline düşürülmemesi konusunda büyük hizmetleri olduğu gibi Marmara’nın kuzey kıyılarının Bulgar zulmünden kurtarılması konusunda da çok büyük hizmetleri olmuştur.
Balkan savaşının deniz cephesinden alınması gerekli dersler, denizcilerden çok, Başbakanlar, Dışişleri bakanları ve Millî Eğitim bakanlığı mensuplarını ilgilendirmelidir. Çünkü Kara politikası silâhlı kuvvetlerin, yalnız, personel ve materyalini savaşa hazırlamak iken, Deniz politikasının içinde Dış politika, ekonomi politikası ve eğitim politikası da vardır. Balkan savaşında yenilgiyi hazırlayan bir öğe de bu politikaların çok ihmal edilmesidir. İkinci Dünya Savaşından sonra Alman Amirali Kurd Assman’m şu satırlar üzerinde büyük bir dikkatle durması gerektir:[100] “Biz almanlar için Berlin’den Münih’e gitmek neyse İngilizler için Londra’dan dünyanın öbür ucuna gitmek aynı şeydir. İngiliz eğitim politikasında her orta tahsilli İngiliz'i deniz politikasından haberli etmek zorunlu olduğu gibi; İngiliz hükümetleri de İngiliz illerinin her köşesini denizci korkutmuştur.