Bağımsız Yunanistan’ın ilânı ile birlikte genel olarak Osmanlı topraklarında bulunan Rumların yeni kurulan devletin ideolojik ve siyasî propagandasının hedefi haline geldiğini söylemek yanlış sayılmaz. Dolayısıyla Yunan Krallığı’nın kurulduğu andan itibaren Osmanlı topraklarındaki Rumları da kapsayacak şekilde genişleme rüyasının -Megali Idea- yeni devleti hayata bağlayan temel ideal ve zorunluluk olduğu belirtilebilir. Diğer bir deyişle Osmanlı topraklarına doğru yayılma ve genişleme tutkusu, emperyal bir arzunun ifadesi olduğu kadar genç krallığın kurucu elitleri açısından Yunanistan’ı var edecek etnik bir zorunluluğu da ifade eder. Nitekim 19. yüzyıl boyunca Osmanlı-Yunan ilişkilerini belirleyen temel refleksin bu genişleme hayali ile Osmanlı Devleti tarafından bu hayale verilen cevap olduğu iddia edilebilir[1] .
Yunanistan’ın, Osmanlı ülkesindeki Rumları da ihtiva edecek şekilde yayılma yönünde attığı her adım, Osmanlı Devleti ile olan münasebetlerinde sık sık sorunlar yaşamasına sebep olur. Bu bağlamda Kostaki Musurus’un Atina elçiliği sırasında yaşanan ve aşağıda anlatılacak olay da aslında Yunanistan’ın yayılma arzusundan kaynaklanan tipik bir örnek olay gibi görünüyor. Musurus’un, Atina’daki ikameti boyunca Yunan lisanına ve siyasetine olan yakınlığı dönemin Yunan siyaset adamlarının huzursuz bir ruh haline girmesine yol açar. Özellikle Yunan Krallığı’nın, Osmanlı topraklarına dönük faaliyetlerinin yakından izlenmesi ve kontrol edilmesi Yunan devlet adamlarını ciddî şekilde rahatsız eder ve Osmanlı elçisinin vakit kaybetmeden ülkesine dönmesi için bir takım yolların denenmesine karar verilir. Nitekim önceden planlandığı anlaşılan bir oyun ile Musurus’un Atina’yı terk etmesi sağlanır.
Musurus’un, Atina’ya (zorakî) vedası, Osmanlı Devleti ile Yunan Krallığı arasında 19. yüzyıl boyunca örneğine sıkça rastlanan diplomatik bir sorunun siyaset gündemini işgal etmesiyle sonuçlanır. Geriden bakıldığında sıradan bir diplomatik sorun gibi görünse de aslında problem yukarıda bahsedilen Yunan ihtirası ile yakından ilgilidir. Dolayısıyla sorunun gerek Yunanistan gerek Osmanlı Devleti açısından varolmaya ilişkin bir içeriğe sahip olduğu belirtilebilir. Kaldı ki her iki devlet de meselenin bu tarafını yakından bildikleri ve elde edilecek sonucun, iç siyasete dönük harika bir propaganda malzemesine dönüştürülebileceğini tahmin ettikleri için iddialarından vazgeçmezler.
Bu sınırlar içinde Musurus’un, Atina’yı terk etmesine sebep olan olay ve ardından yaşanan süreç, Osmanlı diplomasisinin kabiliyetinin gösterilmesine yardım eden oldukça önemli bir örnek olma özelliğine sahiptir. Ayrıca her iki tarafın da tezlerinden ödün vermeye yanaşmamaları ve meselenin uluslararası ve iç kamuoyuna dönük önemi, elde edilecek başarının iktidarın sağlamlaştırılmasını sağlayacak bir propaganda malzemesine tahvil edilebileceğini düşündürüyor. Özellikle Yunan Devleti açısından Osmanlı ile olan ilişkinin olağanüstü hal[2] kavramı etrafında tarif edildiği düşünüldüğünde başarısızlığın büyük ideale giden yolda yaratacağı sıkıntı gayet açıktır. Kaldı ki Ortodoks bir ülkenin tahtında oturan Katolik bir kral olarak Otto’nun, en baştan itibaren varlığına dönük hissettiği endişe, Osmanlı ile yaşanan krizde iddialarından asla vazgeçmemesi gerektiği gibi bir ısrar ile sonuçlanır[3] .
Her iki devletin de krizi bir varlık meselesi olarak kabul etmeleri bir yana, 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin Avrupa müdahalesinin refakatinde kayda geçirildiği hatırlandığında iki devlet arasındaki gerilim, Avrupalı devletlerin nüfuz mücadelesine de sahne olur. Özellikle İngiltere’nin, bütün süreç boyunca Osmanlı tezlerine verdiği desteğe karşın diğer büyük devletler genel olarak Yunan iddialarını savunurlar. Aşağıda da görüleceği gibi, İngiltere, Osmanlı politikalarını ciddî şekilde savunurken Avusturya, Rusya ve Fransa’nın, Yunan tezlerine destek vermesinin altında Avrupa’daki siyasî ve ideolojik kamplaşmaların önemli etkisinin olduğu tespit edilir. Yunan Kralı Otto’nun, yeni anayasayı kabul etmeyerek Yunanistan’ın, meşrutî monarşi şeklinde örgütlenmesini talep eden İngiltere’ye uzun süre karşı çıkması, İngiliz siyasetinin Yunanistan’daki liberal blokun lideri konumundaki Maurokordatos’u desteklemesi ve mevcut Yunan Başbakanı Ioannis Kollettes ile muhafazakâr eğilimlerinden ötürü ters düşmesiyle sonuçlanır[4] . Öte yandan, kıtadaki muhafazakâr koalisyonun iki önemli müttefiki, Avusturya ve Rusya ise kendi siyasetleri ile neredeyse aynı doğrultuda politikalar üreten, Kral Otto ve Kollettes’in kuvvetli şekilde desteklenmesi gerektiğine inanırlar. 1830 ihtilalleri ile sarsılan ve 1848 ihtilallerinin habercisi sayılabilecek yeni eylemlerle ciddî bir asayiş sorunu yaşamaya başlayan Fransa’nın ise kıtadaki devrimci hareketleri cesaretlendirecek bir çizgi izlemek yerine Avusturya ve Rusya ile benzer bir söyleme başvurarak mevcut Yunan yönetiminin desteklenmesi gerektiği düşüncesinden hareket ettiği söylenebilir.
Avrupa’daki liberal ve muhafazakâr devletlerin kendi aralarında yaşadıkları nüfuz mücadelesinin, Osmanlı – Yunan krizinin bu iki ülkenin sınırlarını aşarak büyük devletler arasındaki bir rekabete tahvil edilmesine sebep olduğu dikkati çeker. Nitekim, kıtadaki liberal siyasetin müellifi konumundaki İngiliz Hariciye Nazırı Palmerston, Yunan Kralı ve başbakanının otokratik eğilimlerinden duyduğu rahatsızlıkla Osmanlı tezlerine sonuna kadar destek verirken 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca hemen her sorunda Osmanlı yanlısı bir söylem inşa eden Avusturyalı meslektaşı Metternich’in, alışılanın tersine bu defa tamamen Yunan iddialarını desteklediği açıkça görülecektir[5] .
İki ayrı kampa ayrılmış Avrupalı devletler, Osmanlı – Yunan krizinde, ideolojik ve siyasî tercihlerine göre taraf seçerken özellikle İngiltere’nin, Yunanistan’daki mevcut hükümet ve Kral Otto’ya duyduğu güvensizliğin etkisiyle Osmanlı Devleti’ne verdiği destek, Osmanlı diplomasisine geniş bir manevra alanı sağlar. Nitekim bu desteğin sağladığı güvence ile Osmanlı diplomasisine yön veren isimlerin, tezlerine sonuna kadar sadık kaldıkları ve arzuladıkları sonuca ulaştıkları görülür. Aşağıdaki satırlarda Kostaki Musurus’un, Atina’dan uzaklaştırılmasına neden olan olay etrafında; Osmanlı diplomasisinin yetenekleri, bir varolma meselesi olarak OsmanlıYunan gerginliği ve büyük güçler arasındaki nüfuz mücadelesinin tespit edildiği iç içe geçmiş bir süreç gösterilmeye çalışılacaktır. Ancak bu üç boyutlu betimleme, ayrı ayrı ele alınmak yerine karşılıklı etkileşim içinde olduklarından birlikte değerlendirilecektir.
Varolmak ile Yokolmak Arasında Özür Dilemenin Katlanılmaz Ağırlığı
24 Ocak 1847 günü, Yunan Kralı Otto’nun Harb Yaveri Albay Caratoss, Atina’daki Osmanlı elçiliğine gelir ve İstanbul’a gitmek istediğini belirterek vize talebinde bulunur. Ancak 1841 yılında Selanik, Tırhala ve Girid’de çıkan karışıklıkların baş sorumlusu olduğu ve bu olaylara karışanların Osmanlı ülkesine girmelerinin yasaklandığı cevabı verilerek vize isteği geri çevrilir[6] . Atina elçisi Kostaki Musurus[7] , Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerin nazik ve kırılgan yapısını düşünmüş olmalı ki konuyla ilgili olarak Yunan Başbakanı ve Hariciye Nazırı Ioannis Kollettes’i bilgilendirmek amacıyla elçilik başkâtibini kendisine gönderir. Fakat Kollettes bir düğün ve vaftiz törenine katıldığı için konutunda bulunamaz. Musurus’un, konu hakkında Kollettes’e bilgi verme ısrarı devam eder ve aynı akşam başkâtip yeniden gönderilir. Nihayet, Yunan Başbakanı’na konu ile ilgili bütün teferruat aktarılır[8] .
Musurus, Yunan Başbakanı Kollettes’e başkâtibi aracılığıyla gönderdiği bilgide Caratoss’a verdiği cevabı tekrar eder ve Bâb-ı Âlî’nin açık emri olduğu ve resm-i kânûn ve kâ‘ideye mutâbık şekilde söz konusu kişinin İstanbul’a gitmesine izin vermesinin mümkün olmadığını belirtir[9] . Musurus’un, vize isteğini geri çevirmesi ile Yunan milliyetçiliğinin yayılmacı muhtevası arasında yakın bir ilişki olduğu anlaşılıyor. Osmanlı elçisi, Hariciye Nezareti’ne konu ile ilgili gönderdiği yazıda böyle bir eşkıyaya vize verilmesi halinde diğerlerine örnek oluşturacağını belirtir. Ayrıca, Caratoss’a vize verilerek İstanbul’a girmesi durumunda yıllardır sürdürülen şikâyetlerin ve protestoların anlamsız hale geleceğini de ilave eder[10].
Musurus’un, Yunan Başbakanı’na vize ile ilgili gönderdiği bilgiye rağmen bir gün sonra Kral Otto, sarayında düzenlediği baloda bütün davetliler ve diplomatik misyonun hazır bulunduğu bir anda, me‘mûl iderim ki Yunan Kralı biraz daha ziyâde ri‘âyete müstehak idi der ve Musurus’un cevabını beklemeden salonun başka bir tarafına geçer[11]. Böylece diplomatik nezaket sınırlarını aşan bu davranışla Yunanistan ile Osmanlı arasında diplomatik bir krizin kapısı da aralanmış olur.
Kral Otto’nun bu davranışından hemen sonra Musurus’un, Başbakan Kollettes’e bir nota verdiği ve bu hakaretin tamiri için kendisinden özür dilenmesini talep ettiği dikkati çeker[12]. Ancak Kollettes, Musurus’tan özür dilemediği gibi Atina’ya atandığı günden itibaren Yunan siyasetine müdahale ettiği ve Yunan devletinin içişlerine karıştığını belirterek elçinin bir an önce geri çekilmesi ve yerine başkasının gönderilmesini belirten bir mektubu İstanbul’daki temsilcisi aracılığıyla Hariciye Nezareti’ne gönderir[13]. Kollettes’in bu davranışı ile Musurus’un Hariciye Nezareti’ne gönderdiği bilgi birlikte değerlendirildiğinde aslında olayın Kral ile Kollettes arasında önceden planlandığı ve amaçlarının Musurus’u Atina’dan uzaklaştırmak olduğunu söylemek yanlış sayılmaz.
Musurus, Caratoss isimli şahsın vize talebinden bir gün evvel Yunan Başbakanı ile uzun bir mülakat gerçekleştirir. Ancak Kollettes bu sohbet sırasında Kral’ın harb yaverinin İstanbul’a gitmek istediği ve vize talep edeceğine ilişkin hiçbir imada bulunmaz[14]. Musurus, Yunan Başbakanı ile aralarında uzun bir görüşme gerçekleşmesine rağmen vize konusunda hiçbir şey söylenmemesini önceden hazırlanmış bir komplo olarak değerlendirir[15]. Elçinin böyle düşünmekte pek de haksız olmadığı anlaşılıyor. Çünkü bir toplantıda, Kral Otto’nun baş müdîri olan Koleti... tevsî‘-i dâ’ire-i mülk-i Yunana dâ’ir konuşunca Musurus tepkisini belirtir[16]. Başka bir ifade ile Musurus’un Atina’daki varlığının Yunan milliyetçiliğinin önündeki en temel engellerden biri olması Atina’dan uzaklaştırılmasını zorunlu hale getirir[17]. Nitekim baloda yaşanan olaydan yaklaşık bir yıl önce Kollettes, Mustafa Reşid Paşa’ya yazdığı mektupta, Musurus’tan şikâyetçi olduğunu söyleyerek azl ve tebdîli takdîrinde pek memnûn olacaklarını belirtir[18]. Reşid Paşa, Kollettes’in, Musurus’a dönük şikâyetinin özel bir nedenden kaynaklanmadığı kendisinin her bir entrikalarına kesb-i vukûf ile mefâsid-i muzırralarının vaktiyle zâhire ihrâc ve ibtâline çalışmasından doğduğunu belirtir[19]. Yani Musurus’un, Rumca’ya aşinalığı, Yunan milliyetçiliğinin Osmanlı ülkesindeki hayallerinin engellenmesi açısından hayatî bir önemi ifade eder[20]. Dolayısıyla Musurus’un Atina’daki varlığı, Osmanlı siyaset ve diplomasisine önemli bir avantaj sunarken aynı zamanda Yunan Devleti’nin meşru olmayan faaliyetlerine dönük bir istihbarat ve kontrol mekanizmasıdır[21]. Böylece Musurus’un, Yunan milliyetçiliğinin yayılma ihtirasını gözetleme, kontrol etme ve nihayet İstanbul’a ihbar etmeye dönük girişimleri kendisinin adeta istenmeyen adam (persona non grata) olarak algılanması sonucunu doğurur[22].
Musurus’un, elçilik yılları boyunca Yunan Devleti’nin meşru olmayan faaliyetlerini engellemeye dönük girişimlerinin Yunan idaresini rahatsız ettiği gayet açıktır. Kısacası vize talebi ve ardından baloda Kral Otto’nun, elçiyi açıkça tahkîr etmesi kurgulanmış bir oyunun varlığını hatırlatır. Nitekim olayın İstanbul’da duyulmasının ardından gerçekleştirilen toplantıda da benzer bir yorum yapılır ve diplomatik teamüller gereği bir elçinin temsil ettiği ülkenin vekili olması gerçeğinden hareketle kendisine yapılan hakaret temsil ettiği ülkeye yapılmış gibi kabul edilerek Yunan devletinden derhal özür dilemesi talep edilir[23]. Böylece Yunanistan’dan ilişkilerin tamiri için istenen özür beyanı uluslararası hukuka yapılan atıfla meşru bir çerçeve içine alınır[24]. Ancak sorunun derinleşmesine ve krize dönüşmesine sebep olan asıl ayrıntı, Bâb-ı Âlî’nin talep ettiği özrü, iki temel şarta bağlaması ile ilgilidir. Bâb-ı Âlî, Kral’ın, Padişahtan dileyeceği özrün yanında Kral’ı temsilen bizzat Kollettes’in, Musurus’a özür ve üzüntülerini beyan etmesini ve şart-ı tarziyyenin ikincisi yine mümâileyhin sefârethânede ikâmeti kaziyyesi[25] olduğunu belirterek Musurus’un Atina’daki sefaretinden asla vazgeçilmeyeceğini ifade eder. Böylece problemin kaynağında Yunanistan’ın saldırgan siyasetini yakından takip eden elçinin varlığına dönük tahammülsüzlüğün olduğu vurgulanır ve elçinin feda edilmeyeceği açıkça belirtilir.
Bâb-ı Âlî’de yapılan görüşmede elçiden şahsen özür dilenmesinin mutlak bir şart olarak ilân edilmesinden sonra Hariciye Nezareti’nden, Atina elçisine ve Yunan Başbakanı Kollettes’e birer takrir gönderilir. Hariciye Nazırı Âlî Efendi (Paşa) Atina elçisine yapılan hakaretin tamiri için mutlaka özür dilenmesi gerektiğini belirtir ve bu konuda Kollettes’i sorumlu göstererek özrün kendisi tarafından beyan edilmesini ister[26]. Nihayet, takriri Atina’ya götürecek vapurun Pire Limanı’na demirlediği andan itibaren üç gün içinde bu talep yerine getirilmez ise Musurus’un elçilikteki işleri yürütmek üzere yerine bir vekil bırakarak İstanbul’a çağrılacağı belirtilir[27].
Bâb-ı Âlî’nin ilişkilerin tamiri için vazgeçilmez saydığı özür şartını içeren Atina’ya gönderdiği nota ile eşzamanlı olarak Yunan Kralı’ndan, padişaha hitaben yazılan bir mektup gelir. Mektupta Kral, yaptığı hareketin Osmanlı Sultanı’na karşı olmadığı, uzun zamandır yetkilerini aşan bir memura sınırlarını hatırlatmaktan ibaret olduğunu söyleyerek üzüntülerini ifade eder ancak Musurus’a hitaben herhangi bir özür beyanına rastlanmaz[28]. Bâb-ı Âlî’nin notası ile eşzamanlı olarak yazılan bu mektup Yunan Kralı’nın, doğrudan padişahın kendisi ile muhatap olarak meseleyi çözme telaşına düştüğünü ima ediyor. Ancak Bâb-ı Âlî’nin notası Atina’ya ulaştıktan sonra verilen üç günlük süre içinde Musurus’tan şahsen özür dilenmemesi üzerine elçi, 17 Şubat 1847’de İstanbul’a döner[29].
Musurus’un, Atina’dan ayrılarak İstanbul’a dönmesi sorunun artık bir diplomatik krize dönüştüğünün tescîli anlamına gelir. Yukarıda ifade edildiği gibi Osmanlı yönetiminin Musurus’tan özür dilenmesine yönelik ısrarı krizin derinleşmesine giden yolu açar. Nitekim Yunan Kralı’nın, Padişah’a hitaben gönderdiği ve üzüntülerini belirten mektubun yeterli olmadığına karar verilir. Bu olayda mağdur olan elçinin kendisidir ve kendisinden özür dilenmedikçe Kral’ın iyi niyet beyanının bir anlamı olmadığı düşünülür. Çünkü, elçinin zâtına olacak tarziye min-ciheten devlete râci‘ olacağına mebnî şu arz olunan şeyle iktifâ olunması pek de münâsib olmayacağından Kral’ın padişaha üzüntülerini bildirmesinin meselenin çözümü için öne sürülen asgarî şartı karşılamadığına inanılır. Ancak diplomatik nezaketin gereği olarak Padişahın, Kral’ın iyi niyetine cevap vermesi ve sorunu Bâb-ı Âlî’ye havale ettiğini belirten bir mektubun yazılması kararlaştırılır. Ayrıca Hariciye Nazırı Âlî Efendi’nin, Kollettes’e bir nota göndererek bir ay içinde Musurus’tan özür dilenmez ise ilişkilerin kesileceğinin ilân edilmesi kararlaştırılır[30].
Yukarıda belirtildiği gibi, Osmanlı yöneticileri açısından bakıldığında Musurus’tan özür dilenmesi ve Atina’ya iade edilmesi sorunun çözümü için vazgeçilmez olan iki şartı anlatır. Dolayısıyla Kralın, Padişaha hitaben yazdığı ve üzüntülerini belirttiği mektup başlangıçta belirtilen şartların yalnızca birinin yerine getirilmesi anlamına gelir ve sorunun tamamen sona ermesi için elçinin şahsından mutlaka özür dilenmelidir. Kaldı ki Bâb-ı Âlî’nin, ilişkilerin tamiri için talep ettiği özrün haklılığı, genel olarak Avrupalı devletler tarafından da onaylanır[31]. Özellikle İngiltere, açıkça Osmanlı tezlerinin ve taleplerinin meşru bir zemin üzerine inşa edildiğine dönük sarsılmaz bir inanç içindedir[32]. Ancak İngiltere’nin, Bâb-ı Âlî’ye verdiği desteğe karşın Fransa tamamen Yunan siyasetinin sınırları içinde hareket eder. Fransa elçisi Bourqeney, İngiliz temsilci Cowley’e, Kral Otto’nun özrünün yeterli olduğu ve Bâb-ı Âlî’nin bunu kabul etmesi için baskı altına alınması gerektiği yönünde bir teklifte bulunur. Hatta Fransız elçi, Yunan Kralı’nın özrüne karşılık olarak Bâb-ı Âlî’nin de Musurus’u Atina’ya göndermekten vazgeçmesi gerektiğini vurgulayarak tamamen Yunan tezlerine bağlandığını gözler önüne serer[33]. Ancak Cowley, bu fikre karşı çıkarak Osmanlı İmparatorluğu’nun onurunun ve şanının ayaklar altına alınması anlamına gelecek böyle bir teklife asla sıcak bakmayacağını ve desteklemeyeceğini belirtir[34]. Kaldı ki Bâb-ı Âlî’nin de böyle bir teklife sonuna kadar karşı çıkacağı ve direneceği gayet açıktır[35].
Bâb-ı Âlî’nin Musurus’u feda etmemeye dönük ısrarına karşın Yunanistan’ın da Musurus’un Atina’ya dönmesini engellemekte kararlı olduğu anlaşılıyor. Nitekim Başbakan Kollettes, İstanbul’daki maslahatgüzarı Argyropoulos’a gönderdiği mektupta Osmanlı’nın talep ettiği özrün dilenmesi ve Musurus’un yeniden kabulünün imkansız olduğunu belirtir. Kollettes, bu tavrına gerekçe olarak elçinin Atina’daki muhalefetle ve özellikle kendisinin en büyük rakibi olan Maurokordatos ile olan yakınlığını gösterir ve Musurus’un Yunan siyasetini tahrik ettiği ve siyasî fraksiyonları kullandığını öne sürer. Ancak onun yerine başka bir elçi gönderilmesi durumunda kendisine en derin saygının ve yaşanan olaydan ötürü duyulan üzüntünün beyan edilebileceğini açıklar[36],
Kollettes’in, Atina’ya başka bir elçi gönderilmesine dönük talebi ve bunu Musurus’un Yunan siyasetine müdahalesi ile ilişkili hale getirmesi Bâb-ı Âlî tarafından kabul edilmesi zor bir iddiadır. Çünkü Bâb-ı Âlî, Musurus’un, Yunanistan’ın içişlerine karışmadığına inanmaktadır. Ancak önce Yunan Kralı’nın üzüntüsünü belirten bir not göndermesi ardından Yunan Başbakanı’nın başka bir elçi gönderilir ise şahsen özür ve üzüntü beyanında bulunacağını belirtmesi, bir geri adım olarak değerlendirilir[37].
Osmanlı yönetimi istikrarlı bir duruş sergilenmesi halinde istenen sonuca ulaşılabileceğine inanır ve tezlerine destek bulabilmek amacıyla Avrupa’daki elçilerine bir takrir göndererek süreci ve taleplerini anlatmaya karar verir[38]. Özellikle Viyana elçisi Şekib Efendi’nin konu hakkında detaylı bilgiye sahip olmasına büyük önem verilir. Çünkü Prens Metternich, alışılanın aksine bu son hadisede Yunan tezlerini destekleyerek Kral Otto’nun, Padişaha hitaben yazdığı ve üzüntülerini ifade ettiği mektubun yeterli olduğunu düşünür. Hatta Prens, Yunan iddialarına duyduğu yakınlığın sınırlarını genişleterek Musurus’un Atina’ya yeniden gönderilmemesi gerektiği hususunda Yunan Kralı ve Başbakanı ile aynı düşüncede olduğunu belirtir[39]. Nitekim Osmanlı yöneticileri, Yunan Devleti tarziye-i matlûbeyi ikmâle karâr vermek ve muvâfakat eylemek üzere iken Mösyö Prokeş’in Koletti’ye gelmiş olan bir kıt‘a mektûb-ı mahsûsı maslahatı bütün bütün işkâl etti diyerek çözüm aşamasına gelmiş bir sorunu Metternich’in engellediğini düşünürler[40]. Ancak Prensin, Yunan tezlerine yakınlık duymasında Avusturya’nın Atina sefiri Baron Prokesch ile kendisi Viyana’da iken yerine bıraktığı vekili Mösyö Weiss’ın, Yunan yanlısı söylemlerinin etkili olduğuna inanılır. Bunların, Metternich’i yanlış bilgilendirdikleri ve Prensin de Osmanlı karşıtı bir siyaset çizgisine gerilediği belirtilir. Kaldı ki Avusturya’nın İstanbul’daki elçisi Kont Stürmer de Hariciye Nazırı Âlî Efendi’ye benzer bir şikâyette bulunur[41]. Fakat Cowley, her türlü etkinin ve yanlış bilgilendirmenin ötesinde Kollettes’in, Metternich’ten cesaret alarak Bâb-ı Âlî’nin tekliflerine karşı çıktığına inanır ve bu durumu Prensin alışılmış entrikalarından biri olarak değerlendirir[42].
İstanbul’daki elçisine gönderdiği iki mektup, kendisine verilen her türlü yanlış ve eksik istihbarat bir yana Metternich’in Yunan tezlerini bilinçli olarak desteklediğini ispat ediyor. Prens, Stürmer’i, Musurus’un yeniden Atina’ya gönderilmesinin engellenmesi için sahip olduğu bütün gücü ve etkiyi kullanması konusunda özellikle uyarır. Çünkü Metternich bu olayın İngiltere’nin Atina sefîri Lyons ile muhalefet lideri Maurokordatos’un bir komplosu olduğunu iddia eder ve Kollettes’in mutlaka savunulması ve başbakanlıktaki pozisyonunun güçlendirilmesi gerektiğini düşünür. Fransa elçisi Bourqeney’in de Metternich’in söylediklerine sempati ile yaklaştığı anlaşılıyor[43]. Hatta Kollettes’in, Hariciye Nazırı Âlî Efendi’ye iletilmek üzere gönderdiği cevap mektubunun Fransız posta vapuru ile getirildiği hatırlandığında[44] sorunun Osmanlı-Yunan gerginliğinin yanında açıkça iktidar ve nüfuz mücadelesini ima eden bir muhtevaya sahip olduğu da söylenebilir. Yukarıda belirtildiği gibi, Musurus ile Lyons’un yakın dostluklarının Atina’da çok iyi bilindiği ve Kral Otto’nun, İngiliz elçisine duyduğu nefret anımsandığında Yunan Kralı’nın Musurus’a hakaret etmesi adeta Lyons’a gönderilen bir mesaj olarak da değerlendirilebilir[45]. Nihayet İngiltere ile Avusturya’nın karşılıklı komplo suçlamaları ve Fransa’nın da Yunan yanlısı bir söylem inşa etmesi, meseleyi Türk-Yunan geriliminin yanında büyük devletler arasındaki bir güç mücadelesinin açık konusu haline getirmiş gibi görünüyor.
İngiltere’nin, Osmanlı tezlerine verdiği desteğe karşın Fransa’nın ve kısmen Avusturya’nın[46] Yunan siyasetine refakat etmesi, sorunun uzamasına neden olan en önemli faktörler arasında yer alır. Ancak Osmanlı açısından bakıldığında İngiltere’nin sempatisinin, diplomasinin sınırlarının esnetilmemesi ve iddiaların devam ettirilmesinde oldukça önemli bir katkı sağladığı söylenebilir. Nitekim bu açık desteğin de verdiği güvenle Bâb-ı Âlî istediği sonuca ulaşmak için krizi bir üst aşamaya taşır ve Hariciye Nezareti’nden Yunan Maslahatgüzarı Argyropoulos’a kendisi ile her türlü diplomatik ilişkinin kesildiğini belirten bir nota verilir[47]. Fakat bir iyi niyet göstergesi olarak maslahatgüzarın ülkeyi derhal terk etmesi de istenmez[48]. Böylece Yunanistan’ın, Osmanlı’nın barış yanlısı olmadığı şeklinde yapacağı propagandanın önlenmesi düşünülür[49]. Öte yandan Âlî Efendi, Yunan temsilcisine arzu edilen neticeye ulaşmak için yeni ve daha sert önlemlerin planlandığını söylemeyi de ihmal etmez[50]. Kısacası iyi niyetin göstergesi olarak maslahatgüzar ülkeyi terk etmeye zorlanmazken Osmanlı yönetiminin kararlılığı da açık hale getirilmiş olur.
Osmanlı idaresi tarafından gösterilen bu kararlılığın Yunan temsilcisini telaşlandırdığı ve yaklaşmakta olan yaz ayları boyunca Yunan ticaretinin alınacak sert önlemlerden etkilenmemesine çalıştığı görülüyor. Argyropoulos, Âlî Efendi’ye dört ay boyunca karşılıklı olarak ticaret gemilerine yönelik karantina uygulamasının kaldırılmasını önerir ancak bu teklif kabul edilmez[51]. Hatta Yunan temsilcisi meselenin artık bambaşka bir renk aldığını görmüş olacak ki pasaportunun iadesinin fazla geciktirilmeyeceğini düşünerek kendi yokluğunda üç büyük devletin temsilcilerinden Yunan uyruklular için himaye talebinde bulunur. Fransız, İngiliz ve Rus temsilcilerinin bu teklife verdiği cevap, Osmanlı-Yunan geriliminin bu iki ülkenin sınırlarını aştığı ve büyükler arası bir nüfuz, iktidar ve strateji mücadelesine tahvil edildiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde gözler önüne serer[52].
Argyropoulos’un uyrukları için talep ettiği himayeye Fransa ve Rusya elçileri olumlu cevap verirken Cowley böyle bir eyleme ortak olmayacağını belirtir. Bourqeney ve Rus elçiliğine vekâlet eden Ustinov[53], Yunan Krallığı’nın kurulmasını sağlayan üç devletin anlaşmalardan kaynaklanan bir takım hakları olduğunu belirterek Yunan uyruklulara sağlanacak himayenin meşru bir zemine dayandığını ileri sürerler. Ancak Cowley, Yunanistan’ın kuruluşunda imzalanan anlaşmaların üç devlete Osmanlı Devleti’nin, Yunanistan’ın toprak bütünlüğüne karşı bir tehdit ya da saldırıda bulunması halinde müdahale hakkı tanıdığını vurgular. Dolayısıyla garantörlük haklarının hiçbir şekilde diplomatik bir içeriğe sahip olmadığı ve Argyropoulos’un uyrukları için talep ettiği himayenin meşruiyetten yoksun olduğunu açıklar[54]. Yukarıda ifade edildiği gibi, İngiliz politikasının Osmanlı tezleri ile uyumlu bir bütünlük sergilemesi, Osmanlı idaresinin hareket alanının genişlemesine yardım etmiş gibi görünüyor. Zira Bourqeney, Yunan uyrukluları himaye etmeyi düşündüğünü belirten bir teklifi Hariciye Nazırı’na sunduğunda Âlî Efendi, meselenin bir sınır ihlâli ya da toprak anlaşmazlığı ile ilgili olmadığını söyleyerek haklılığı tartışılmaz bir sorunda Bâb-ı Âlî’nin onurunu korumakta kararlı oldukları ve üçüncü bir devletin konuya müdahalesine asla sıcak bakamayacakları cevabını verir[55].
Hariciye Nazırı’nın bu açık cevabı, Osmanlı idaresinin istikrarlı duruşunu gözler önüne sererken hedefe ulaşmak için yeni ve daha sert önlemlerin uygulamaya koyulmasının da ilk işareti gibi görünür. Cowley ile Sadrazam Reşid Paşa arasında geçen mülakat, Bâb-ı Âlî’nin krizi derinleştirmek ve elçisine yapılan hakaretin bedelini ödetmek hususunda hiçbir tereddüt yaşamadığını gözler önüne serer. Reşid Paşa, Cowley’e meselenin başında ilân ettikleri iki vazgeçilmez şarta sadakatle bağlı olduklarını belirterek Musurus’un şahsına dönük özür ve elçinin yeniden Atina’ya kabulünden asla taviz vermeyeceklerini ifade eder. Reşid Paşa, Yunanistan’ın açık bir oyalama taktiği izlediği ve Osmanlı idaresinin ciddiyetini anlaması için daha sert önlemlerin aşamalı bir süreç içinde uygulamaya koyulmasının vaktinin geldiğini belirtir[56]. Cowley, bu meselede sonuna kadar Osmanlı’ya destek olmaya devam edeceğini ve daha sert önlemleri uygulamaktan başka çare kalmadığına inandığını belirterek kendisi ile uyumlu hareket edilmesinin altını çizer. İngiliz elçi bu önlemleri uygulamaya geçmeden önce beş büyük devletin temsilcilerine konunun bir nota ile ilân edilmesi ve devletlerin cevabının beklenmesini tavsiye eder ve
Bâb-ı Âlî’nin kararlı duruşu ve Cowley’in açık desteği meselenin ciddî bir aşamaya geldiğini göstermiş olacak ki Rus temsilcisi Ustinov planlanan sert önlemlerin uygulamaya koyulmasının bir süre ertelenmesi amacıyla yeni bir girişim başlatır. Ustinov, Bâb-ı Âlî’nin ikna edilmesi için İngiliz elçisinden yardım talep eder. İngiliz ve Rus elçilerinin ortak kararı ile Osmanlı idaresi daha sakin olmaya ve önlemleri bir süre ertelemeye davet edilir. Ardından Ustinov, Atina’yı uyararak sorunun nazik bir aşamaya geldiği ve Osmanlı’nın taleplerinin karşılanmaması halinde daha ağır tedbirlerin gündeme geleceğini belirtir[58].
Yunanistan, Rusya elçisinin çabasına aynı samimiyetle karşılık vermez ve Kral Otto, Osmanlı taleplerinin karşılanması yönündeki ısrarlara karşın olumsuz yaklaşımını sürdürür. Otto’nun, uyarıları dinlemeyerek Rus inisiyatifine dahi karşı çıkması aslında kendi krallığı ile ilgili bir varlık meselesidir. Otto, Devlet-i Aliyye’nin matlûb buyurduğu tarziyeyi vermeğe bir vechle muvâfakat edemeyeceğini gerekirse bu uğurda tâc ve hükûmetini terk etmek derecelerine kadar gideceğini söylemekten çekinmez[59]. Kısacası sıradan bir diplomatik sorun aslında Yunan Krallığı’nın üzerine bina edildiği Helen milliyetçiliğini ikmâl eden Türk karşıtlığının izdüşümlerinden biridir. Dolayısıyla Yunanistan bağımsızlığına kavuştuğu andan itibaren yeni devletin varlığını ve anlamını ifade edecek yegâne ideal, bütün Rumların tek çatı altında birleştirilmesine yönelik ebedî bir olağanüstü haldir. Böylece Yunan Devleti’ni hayata bağlayan ideolojik kurgu, Osmanlı’nın taleplerine sessizce itaat edilmesini imkânsız hale getirir.
Rusya’nın başlattığı girişimin yanı sıra yukarıda da belirtildiği gibi Avusturya en başından itibaren soruna müdahale eder. Rusya’nın girişimi devam ederken Yunan Devleti’nin kendisini arabulucu tayin ettiği Prens Metternich de konunun çözüme kavuşturulması amacıyla çaba göstermeyi sürdürür. Öte yandan sorunun gittikçe uzaması Yunan Başbakanı Kollettes’i de iç siyaset açısından zor durumda bırakmış olmalı ki özel temsilcisi Skinas aracılığı ile Hariciye Nazırı Âlî Efendi’ye bir mektup göndererek Musurus’un Atina’ya iadesinden vazgeçilmesini rica eder[60]. Hatta özel temsilcinin İstanbul’dan ayrılmasından kısa süre sonra Kollettes’in, Metternich aracılığı ile Avusturya sefiri Stürmer’e gönderdiği ve Bâb-ı Âlî’ye verilmesini rica ettiği mektubu alınır. Mektubun muhtevası Kral Otto’nun yukarıda bahsedilen cevabı ile paralellikler gösterir. Yani Osmanlı ile yaşanan problem Yunan Başbakanı için de bir siyasî ikbâl ve istikbâl meselesidir. Kollettes, muhaliflerinin yarattığı baskıdan bahsederek Osmanlı elçisi için önemli olmayan ancak kendisinin siyasî olarak iflâsı anlamına gelecek özür talebi ve Musurus’un iadesinden vazgeçilmesi amacıyla Bâb-ı Âlî’nin insafına sığınır ve adeta yalvarır[61].
Rusya ve Avusturya’nın aracılığına rağmen Yunan Devleti’nin olumsuz yaklaşımını sürdürmesi, Bâb-ı Âlî tarafından büyük bir tepki ile karşılanır. Nitekim bahsedilen sert önlemlerin uygulamaya koyulmasının vaktinin geldiği düşünülür. Çünkü Osmanlı açısından bakıldığında da sorun aslında Yunanistan’daki algılama ile benzerlik gösteren bir içeriğe sahiptir. Yani problem küçük ya da önemsiz bir diplomatik nezaketsizliğin ötesinde varolmak ile ilgilidir. Otto’nun ve Kollettes’in Türk karşıtlığı üzerine inşa ettikleri söylemlerine Bâb-ı Âlî de benzer bir üslûpla karşılık verir. Zira tarziye-i ma‘lûme sâye-i teshîlât-vâye-i hazreti şehin-şâhîde hayr ve husûl olduğu takdîrde hâricen gerek Yunanistanca ve Avrupaca ve gerek dâhilen ehl-i İslâm ve Rum teb‘aca pek büyük fâ’ideyi ve tezâyüd-i şân-ı âlîyi mûcib olacağı gayet açıktır[62]. Kısacası sorunun çözümü iktidarın tahkîm edilmesine yardım edeceği için ihmal edilemeyecek derecede önemli bir propaganda malzemesi olma niteliğine sahiptir.
Bâb-ı Âlî’nin, sorunun çözümüne dönük yaklaşımı ile siyasî ikbâl arasında kurulan denklem, talep edilen özür ve Musurus’un, Atina’ya iadesi hedeflerine ulaşabilmek için yeni bir aşamaya geçilmesini zorunlu hale getirir. Böylece Rus temsilcisi Ustinov’un ve Metternich’in girişimlerinin sonucu belli oluncaya kadar ertelenen sert önlemlerin uygulamaya koyulmasından başka çare kalmadığına karar verilir. Bâb-ı Âlî’nin daha önceden hazırladığı ama uygulamaya koymadığı eylem planında şu başlıklara yer verilir; a. Yunan konsoloslarının sınır dışı edilmesi, b. Yunan gemilerinin Devlet-i Aliyye limanları arasındaki taşımacılık faaliyetlerinin durdurulması, c. İstanbul’da esnaflık yapan Yunan uyrukluların ülke dışına çıkarılması, d. Yunanistan’da üretilen malların, Osmanlı ülkesinde üretilen mallarla eşit gümrük vergisine tâbi tutulması ve son olarak, e. Rus ticaretine zarar verilmemesi amacıyla Rus Limanlarına çalışanlar dışında Osmanlı limanlarına mal taşıyan Yunan gemilerinin boğazlardan geçişinin engellenmesi[63].
Yukarıda bahsedilen sert önlemler ile Bâb-ı Âlî içindeki iktidar adayı grupların planlarını yan yana düşünmek ve bu durumun Reşid Paşa ile Âlî Efendi’yi sonuca ulaşmaya zorladığını akılda tutmak gerekir. Nitekim, Metternich’in baskısı ile Yunan Başbakanı Kollettes’den gelen mektup, Musurus’a dönük herhangi bir özür cümlesi ihtiva etmese de üslûbundaki yumuşamadan ötürü Bâb-ı Âlî içindeki muhaliflerin Sadrazam ve Hariciye Nazırı üzerindeki baskıyı arttırmalarına yardım eder. Hem Reşid Paşa hem de Âlî Efendi mektubun yalnızca tonundaki yumuşama ve değişime dikkat çekerek Bâb-ı Âlî’nin en başta öne sürdüğü talepleri karşılamaktan hâlâ çok uzak olduğuna inanmaktadırlar[64]. Fakat Reşid ve Âlî muhalifleri mektubun yazılmasına Metternich’in aracılık ettiğini belirterek olumlu bir cevap verilmez ise Osmanlı’nın yakın müttefiki Avusturya ile ilişkilerinin olumsuz etkileneceği propagandası ile padişahı etkilemeye çalışırlar[65]. Nitekim Reşid Paşa, Yunan Başbakanı tarafından gönderilen mektubun tatmin edici olmadığına inanmakla birlikte rakiplerinin kurduğu baskı nedeniyle pozisyonunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu hisseder[66]. Nihayet Cowley’in, Reşid Paşa’ya sunduğu destek ile Metternich’in İstanbul’daki elçisi Kont Stürmer aracılığı ile Bâb-ı Âlî üzerinde yaratmaya çalıştığı etki ve kafa karışıklığı, yukarıda belirtilen nüfuz mücadelesinin açık yansımaları olarak değerlendirilebilir[67].
Bâb-ı Âlî içindeki iktidar mücadelesine, büyük devletlerin kendi aralarındaki rekabetin eşlik ettiği süreç, Osmanlı yönetimini daha sert önlemleri uygulamaya koyma aşamasına getirir. Ancak Osmanlı yönetimi bu önlemleri uygulamadan önce baştan beri izlediği titiz diplomasiyi devam ettirir ve Âlî Efendi, İngiliz temsilci Cowley ile görüşerek desteğini alır[68]. Cowley, Âlî Efendi’ye tamamen katıldığını belirterek artık sert önlemleri uygulamaktan başka çare kalmadığını kabul eder. Hatta ilk olarak Yunanistan’daki Osmanlı temsilcilerinin geri çağrılması ve Osmanlı topraklarındaki Yunan konsoloslarının sınır dışı edilmesi ile başlanmasını tavsiye eder. Öte yandan Cowley, yukarıda ifade edildiği gibi, önlemler başlamadan önce beş büyük devletin temsilcisine bir nota ile bilgi verilmesi ve amacın Yunanistan’a düşmanlık değil Bâb-ı Âlî’nin haklı olduğu bir konuda taleplerini gerçekleştirmek olduğunun ilân edilmesi gerektiğini tekrarlar[69]. Nitekim Osmanlı idaresi, Yunan konsoloslarının sınır dışı edilmesi ve Yunanistan’daki Osmanlı temsilcilerinin de geri çağrılmasına karar verir ve bu kararın ilân edildiği tarihten bir ay sonra da Osmanlı Limanları arasında mal taşıyan Yunan gemilerinin çalışmasına izin verilmeyeceğini açıklar[70]. İngiliz elçinin tavsiyelerini de dinleyerek Osmanlı yönetimi kararını beş büyük devletin İstanbul’daki temsilcilerine bir nota ile bildirir[71].
Bâb-ı Âlî elçiliklere gönderdiği notada, Yunanistan’a karşı herhangi bir kötü niyeti olmadığını söylese de sorunun Osmanlı lehine çözülmesi aslında siyasî ve ideolojik bir zorunluluktur. Âlî Efendi, meselenin artık Bâb-ı Âlî içindeki iktidar çekişmesini tahrik eden bir içerik kazandığını ve başarısızlık halinde Reşid Paşa’nın sadaretten uzaklaştırılacağı gibi kendisinin de Hariciye Nazırlığı’na veda etmek zorunda kalacağını belirtir[72]. Çünkü Bâb-ı Âlî’nin başarılı olamaması içeride Yunanistan’a karşı sempatik duygular besleyen Rum teb‘anın olumsuz etkilenmesine neden olacaktır[73]. Nitekim Cowley, Lord Palmerston’a gönderdiği raporda, Reşid Paşa’nın muhaliflerinin açıkça söylemeseler de sevinç içinde olduklarını hatta, Padişahın bile sorunun çözüme kavuşturulamamasından dolayı fazla memnuniyetsizlik yaşamadığına ilişkin haberler aldığını belirtir[74].
İngiltere’nin sunduğu destek bir yana bürokratik elit açısından sorun iktidara ilişkin umutlar ve varolmakla iç içe geçmiş bir sarmal görüntüsü sunar. Kısacası Musurus’tan özür dilenmesi ve Atina’ya iadesine yönelik ısrarın altında sahip olunan pozisyonun devamı ya da kaybına yönelik tedirginlik ve huzursuzluk yatar. Reşid Paşa ve Âlî Efendi’nin geri adım atmaması bu gerçek ile yakından ilgili olmalıdır. Nitekim Âlî Efendi, en başta öne sürülen tezlere o denli büyük bir sadakat ile bağlıdır ki Avusturya elçisi Stürmer’e, Osmanlı’nın taleplerinin karşılanmaması halinde yeni bir safhaya geçilerek sert önlemlerin sınırının genişletileceğini açıklar. Hariciye Nazırı, Yunan Devleti’nin Bâb-ı Âlî’nin taleplerini reddetmeye devam etmesi halinde Osmanlı topraklarında ticaret yapan bütün Yunan uyrukluların sınır dışı edilebileceğini söyler[75]. Hatta Metternich’in elçisi aracılığı ile gönderdiği Yunanlıların da Osmanlı ticaretini boykot edebilecekleri yönündeki uyarısını dikkate almaz ve bu durumdan etkilenebilecek Osmanlı tüccarının yok denecek kadar az olduğunu belirtir[76].
Osmanlı idaresinin bu kararlı tutumu ve daha sert önlemlerin uygulamaya konulabileceğinin açıkça belirtilmesi Yunanistan’ın kadim müttefiki Rusya’nın yeniden ama bu defa daha enerjik ve kararlı şekilde müdahalesini davet eder. Çar Nicholas Yunan Kralı’na gönderdiği mektupta sorunun bir an evvel çözüme kavuşturulması için gerekli adımı atması ve Osmanlı’nın taleplerini kabul etmesi tavsiyesinde bulunur[77]. Çarın yeni girişiminin başladığı sıralarda Yunanistan’ın inatçı başbakanı Kollettes’in de ölüm haberi alınır[78]. Ancak Kollettes’in ölümünden kısa süre sonra alınan mektup Yunan Devleti’nin tavrında herhangi bir değişiklik olmadığını açığa çıkarır. Zira Osmanlı elçisinden özür dilenmediği gibi elçinin Atina’ya dönüşü hakkında da hiçbir şey söylenmez[79]. Nihayet Osmanlı’nın taleplerindeki ısrarına Yunanistan’ın itirazının eşlik ettiği bu süreç uzadıkça Bâb-ı Âlî içindeki iktidar adayı kliklerin de Reşid Paşa ve Âlî Efendi üzerindeki baskıları yoğunlaşır. Âlî Efendi, İngiliz elçiye hem Padişahın hem de muhalif grupların baskısı altında olduklarını belirterek sorunun bir an önce çözüme kavuşturulmasının hayatî olduğunu belirtir. Cowley ise sona gelindiğini ve sabırlı olunması gerektiğini belirterek Musurus’tan sözlü ya da yazılı olarak özür talebinden asla vazgeçilmemesini tavsiye eder[80].
İngiliz temsilcisinin baştan beri sunduğu destek sorunun çözümüne doğru yaklaşılırken yaşanan tereddüdün aşılması ve kararlılığın devam ettirilmesinde oldukça önemli bir rol oynamış gibi görünmektedir. Sadrazam ve Hariciye Nazırı’nın kararlı tutumu, Rusya’nın başlattığı girişimin de daha aktif bir biçim ve içerik kazanmasına giden yolu açar. Nitekim Çar, açıkça bir kez daha Kral Otto’ya, Osmanlı elçisinden özür dilemesinin kaçınılmaz olduğu uyarısını yapar. Çarın bu uyarısında, Bâb-ı Âlî’nin istikrarlı tutumu ve daha sert önlemleri uygulamaya dönük kesin bir kararlılık sergilemesinin etkili olduğu belirtilmelidir[81]. Bu kararlılığın sonucu olarak Atina’daki Rus elçisi İstanbul’daki meslektaşına gönderdiği mektupta, Kral’ın olaydan duyduğu üzüntüyü ve Yunan hükümetinin, Musurus’tan özür dilediğini beyan eden bir yazının kısa süre içinde gönderileceğini haber verir[82].
Rusya’nın Atina’daki elçisi Persiany’nin haber verdiği mektup birkaç gün içinde İstanbul’a ulaşır. Mektup, Hariciye Nazırı Âlî Efendi’ye hitaben yazılır ve önceden kararlaştırıldığı gibi, Âlî Efendi Yunan Devleti’nin yazılı özrünü Kostaki Musurus’a bildirmek ve Atina’ya dönmesini tebliğ etmekle görevlendirilir[83]. Ancak, ba‘zı nesâyih-i mükerrereye muvâfakat ederek özür dilendiğinin belirtilmesi[84] aslında istemeyerek özür ve üzüntü beyan edildiğini açık hale getirir. Mektubun bu kaba üslûbu arabuluculuk rolü üstlenen Rus elçisi Titov’u bile rahatsız etmiş olacak ki mektubu Âlî Efendi’ye vermekte tereddüd geçirir[85]. Başka bir ifade ile Osmanlı tezlerine boyun eğmekten ötürü incinen Yunan hissiyatı zorla özür dilendiği ima edilerek kısmen tamir edilmeye çalışılır. Bu kaba üslûp, Osmanlı yönetiminin de gözünden kaçmaz ancak Yunan Kralı’nın, Musurus’un Atina’ya dönmesine rıza göstermektense krallığı terk edeceğini söylemiş olması dikkate alınarak bundan daha fazla taviz vermesinin mümkün olmayacağı inancıyla özür beyanı kabul edilir. Kaldı ki söz konusu mektubun büyük devletlerin baskısı ile kaleme alınmış olduğunun belirtilmesi de Yunan devleti açısından bir başka geri adım anlamına gelir ki bu da yeterince önemli bir başarıdır[86]. Kısacası, Yunan gururunu bütünüyle tahrip olmaktan kurtarmak amacıyla istemeyerek özür dilendiği iması, Osmanlı yönetimi tarafından alternatif bir yoruma tâbi tutularak daha ağır bir anlam ve içeriğe kavuşturulur. Diğer bir deyişle en başından itibaren sorun, Yunan milliyetçiliğinin yayılmacı hayallerine karşı Osmanlı idaresinin vermeye çalıştığı cevap ile yakından ilgilidir. Nitekim Yunan Devleti’ne tamamen prestij kaybettirmek ve aynı anda iç siyasete dönük mükemmel bir propaganda malzemesine de temas etmeden geçmemek amacıyla Kostaki Musurus’un Atina’ya görkemli şekilde girmesi için Mecidiye vapuru ile gitmesine karar verilir[87].
Bâb-ı Âlî’nin Yunan hükümetini cezalandırmaya dönük arzusu ve ısrarı o kadar açıktır ki Avusturya, Fransa ve Prusya temsilcilerinin Musurus’un, Atina’ya gönderilmemesi yönündeki teklifleri açıkça geri çevrilir. Üç devletin İstanbul’daki elçileri eş zamanlı olarak Yunanistan’ın özrüne karşılık Osmanlı’nın da bir jest yaparak Kostaki Musurus’u Atina’ya göndermekten vazgeçmesini rica ederler. Osmanlı idaresi, Yunanlılar hak-şinâs ve hallerini bilir adamlar olsalar zekât-ı muzafferiyyet-i seniyye olmak üzre velî-ni‘metimizin cümle hakkında mebzûl olan fütüvvet ve inâyet-i hazreti mülûkânelerini izhârda be’is olmayacağını belirtir[88]. Ancak, Yunanlılar hem kendi namussuzluklarını ve hem de bed-hâhlıklarını bir kat daha meydâna koymuş olduklarının üzerine bu fütüvveti takdîr etmeyerek halka başka türlü propaganda yaparak Osmanlı’yı taviz vermeye zorladıklarını iddia edeceklerdir[89]. Dolayısıyla Musurus’un Atina’ya gönderilmesinden asla taviz verilmemesi gerekir. Böylece Yunan milliyetçiliğinin meşruiyet sebebi olan Türk karşıtlığı idealinin ve propagandasının ikmâl edilmesine izin verilmeyerek[90] Yunan Devleti’nin özür dilediği ve Musurus’un yakında Atina’ya döneceği kamuoyuna ilân edilir[91].
Bâb-ı Âlî’nin, Musurus’un Atina’ya gönderilmemesi yönündeki teklifi reddetmesinden bir süre sonra Musurus’un, İstanbul’dan ayrıldığı görülüyor. Nihayet Musurus, Pire Limanı’nda karaya ayak basmasından Atina’da sefarethaneye vardığı ana kadar geçen sahneyi anlatırken yaklaşık bir yıl önce onuru kırılmış şekilde Atina’dan ayrılışına sebep olan Yunan hükümetine ders vermiş gibi görünür. İstanbul’a gönderdiği mektupta Atina’ya girişini şöyle özetler:
Vakt-i zevâlde çâkerlerini karaya çıkarmak üzre âmâde kılınan müzeyyen filikaya süvâr olundukda zât-ı şevket-simât-ı hazreti pâdişâhîye mensûb olan makâm-ı dil-ârâmı icrâya başlamış olan Muzıka-i Hümâyûn’un nagamât-ı cân-fezâsı bir tarafdan ve şevketme’âb-ı pâdişâhımız velî-ni‘metimiz efendimiz hazretlerinin kullarına tevdî‘ buyurmuş oldukları sefâret-i seniyyelerini tekrîmen vapur-ı hümâyûn’dan endaht olunan topların sadâsı öbür tarafdan tanîn-endâz-ı kubbe-i gerdûn olduğu hâlde kadem-nihâde-i sâhil vüsûl olunmuş ve limanın iskelesi meydânı seyirciler ile mâl-â-mâl olduğu hâlde memleketin zâbiti ve polisi me’mûru bu kullarını istikbâl etmişler bu vechle karaya çıkıldıkda Der-sa‘âdet’de Devletlû Kapudân Paşa hazretleri tarafından ma‘iyyet-i çâkerâneme terfîk buyurulmuş olan hamiyyetlû binbaşı ağa kullarıyla ma‘ân bir hintova ve verâmızdan sefâret-i seniyye ser-kâtibleri kulları diğer bir hintova râkib olarak doğru Atina’ya tevcîh-i inân ile sefârethâne-i seniyye önünde tevakkuf olundu gerek karaya nüzûl-i âcizânemde ve gerek iskeleden Atina’ya seyr ve hareketimiz esnâsında her tarafdan fevca-fevc seğirdüb tahâcüm eden ve pencerelerden bakan efrâd-ı nâsın yüzlerinde âsâr-ı memnûniyyet ve inşirâhdan gayrı hiçbir tarafdan bir su’i hâlet müşâhade olunmayıp herkes çâkerlerine selâm vererek hüsn-i kabûl eylediler…[92]
Musurus’un bütün görkemi ile teatral bir gösteri sunarcasına anlattığı sahne aslında Osmanlı iktidarının elde ettiği başarının tescilidir. Başka bir ifade ile bir sene evvel Yunan Kralı Otto’nun Sarayında uğradığı hakaret şahsına dönük bir aşağılamadan daha çok Osmanlı’nın tahkir edilmesidir ve bu geri dönüş kişisel bir hesaplaşma olduğu kadar Yunan milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti karşısındaki yenilgisinin de kayda geçirilmesidir. Dolayısıyla bağımsız Yunanistan’ın kurulduğu andan itibaren iki devlet arasındaki hemen her sorunun Yunanistan’ın yayılmacı ideali ve siyasetinin izdüşümlerinden biri olduğu söylenebilir. Benzer şekilde, Yunan bağımsızlığının yarattığı travmanın da Osmanlı elitinin zihninde, Yunanlıların mahcup edilmesine yönelik her türlü fırsatın değerlendirilmesi gerektiği şeklinde bir önyargıya yol açtığı belirtilebilir. Kaldı ki Musurus’un Atina’dan gönderdiği bilgi de bu yorumu doğrular niteliktedir. Musurus, …Atina’ya vusûlümde çâkerleri Pazar günü çıkmış olsa idim ba‘zı mekteb şâkirdleri mürûr edeceğimiz mahalle durup Devlet-i Aliyye sefîri yaşasın ve Yunan vükelâsı menfûr ve matrûd olsun âvâzesini ref‘ etmek ve bundan ma‘dâ sefîr-i Devlet-i Aliyye’ye îmâ olarak Osmanlı kıyafetiyle mülebbes bir şahsı bir hintova irkâb ile hintova bârgîrlerine Yunan vükelâsı şekl ve hey’etinde bir takım eşhâs koşmak tasmîminde olduklarını istihbâr eyledim diyordu.[93] Nihayet, Kostaki Musurus’tan özür dilenmesi ve Atina’ya dönmesinin kabul edilmesi, sıradan bir diplomatik kriz olmanın ötesinde bir varolma meselesidir. Dolayısıyla gerek Yunanistan’ın gerek Osmanlı Devleti’nin gösterdiği ısrarın altında, iktidarın devamı ve tahkim edilmesine dönük inanç ve mecburiyet yatar.
Sonuç
Yunan bağımsızlığının, Osmanlı yönetici elitinin zihninde derin ve tamir edilmesi zor bir travma yarattığını düşünmek yanlış sayılmaz. Özellikle Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar hatırlandığında, bağımsız Yunan Devleti’nin varlığı, Osmanlı bekasına yönelik açık bir tehdit olarak algılanır. Çünkü kurulduğu andan itibaren Mora’daki Yunan nüfusundan daha fazla Rum’un yaşadığı Osmanlı toprakları genç Yunan Krallığı’nın (doğal) yayılma alanını ifade eder. Dolayısıyla iki devlet arasındaki ilişki, baştan itibaren yayılma ile engelleme arasında gelişen diyalektik bir görüntü sunar. Nitekim 19. yüzyıl boyunca Osmanlı-Yunan ilişkilerinin, Yunan yayılmacılığının yarattığı sıkıntıdan ciddî şekilde etkilendiği ve yüzyıl boyunca iki devlet arasındaki mücadele repertuarını oluşturan kavramın, Yunan milliyetçiliği olduğu iddia edilebilir. Nihayet bu satırlar arasında tartışılan sorun da aslında, Yunan Devleti’nin Megali Idea olarak tarif ettiği ideolojinin ve siyasetin sebep olduğu ve 19. yüzyıl boyunca örneğine sıklıkla rastlanan bir meseledir.
Kostaki Musurus’un, Atina elçiliğindeki yılları, Yunan Devleti’nin yukarıda bahsedilen yayılma ve genişleme hayalinin, siyasî bir program olarak tedavüle çıkarıldığı günlere tesadüf eder. Özellikle Yunan Başbakanı Ioannis Kollettes’in, mevcut Yunan Krallığı’nı, Yunanistan’ın bütünü değil yalnızca küçük bir parçası olarak gördüğünü ilân etmesi ve bunu siyasî bir projeye dönüştürmesi, Osmanlı topraklarını Yunan stratejisinin temel hedefine dönüştürür. Nitekim Musurus’un, Yunan Kralı ve Başbakanı’nın, emperyal hayallerini kontrol etme ve engellemeye dönük girişimleri, Atina’dan uzaklaştırılmasını bir görev haline getirir.
Yunan Kralı ve Başbakanı’nın, Osmanlı elçisini Atina’dan uzaklaştırmaya dönük girişimi, Osmanlı yöneticileri açısından devletin onuruna yönelik bir saldırıdır ve Yunanistan mutlaka özür dilemelidir. Ancak Osmanlı idaresinin özür konusundaki ısrarı, yukarıda ifade edilen Osmanlı-Yunan ilişkilerinin muhtevası ile yakından ilgilidir. Başka bir ifade ile Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin algısı da Yunanistan’daki meslektaşlarından farklı değildir; yani konu aslında bir varolma meselesidir. Dolayısıyla Yunanistan mutlaka cezalandırılmalıdır. Nihayet bu önyargının verdiği ivme ile diplomatik mekanizma harekete geçirilir. Sorunun başlangıcından itibaren Osmanlı Devleti titiz bir diplomasi takip eder. 19. yüzyılda yaşanan pek çok sorunda olduğu gibi bu konu da bir süre sonra büyük devletlerin ilgi alanına girer ve Osmanlı-Yunan gerginliğinin yanında büyük güçlerin nüfuz mücadelesini de davet eder. Sorunun başından itibaren İngiltere, açıkça Osmanlı tezlerinin haklılığını vurgularken Avusturya, Fransa ve Rusya, Yunan yanlısı bir siyaset takip eder. Nitekim İngiltere’nin sunduğu destek, Osmanlı yöneticilerine ciddî bir güven sağlar ve aşamalı bir diplomatik süreç izlenerek Osmanlı iktidarının güçlendirilmesini sağlayacak bu fırsat kaçırılmak istenmez. Böylece Yunan Devleti’nin, Musurus’tan özür dilemesi ve Atina’ya iadesini kabul edeceğini bildirmesi, Osmanlı Devleti’nin başarısının tescili olduğu gibi, Yunan irredantizminin de prestij kaybetmesi anlamına gelir. Bu olay aynı zamanda, Osmanlı diplomasisinin yetenekleri ve büyük devletler arasındaki nüfuz mücadelesini berraklaştıran tipik bir 19. yüzyıl Osmanlı hikâyesidir.