Kapı ve pencerelerin duvarlara uygulanması mimarî bir problemdir. Ölçü, adet ve yerleştirme, genellikle çevre ve iklim şartları dikkate alınarak uygulanırdı. Fakat, binanın artistik etkisi bakımından ölçü ve şekil önemli bir faktör olarak görünür. Meselâ Roman, Gotik ve Rönesans devri yapıları, genel durumlarından çok, kapı ve pencerelerinin şekilleriyle tanınırlar.
Son yıllarda Urartu merkezlerinde yapılan yoğun kazı ve araştırmalar neticesinde, Urartu tapınak mimarisi hakkında önemli sonuçlar ortaya çıkarılmış, tapınak mimarisinde Toprakkale, Patnos - Aznavurtepe, Altıntepe, Çavuştepe, Varto - Kayalıdere ve Bastam kazılarında bulunmuş olan tek “cella” lı ve kare planlı yapıların önemli bir yer tuttuğu anlaşılmış, bu konuda çok değişik ve ilginç fikirler ileri sürülmüştür[1]. Ancak bütün bu değişik görüşlerin ışığı altında yapılan rekonstrüksiyon denemelerine karşılık, tapınakların —kapı— sorununa da yeterince eğilinmiş değildir. Çalışmamızda değişik bir yöntem izleyerek, bu sorunu aşağıda görüleceği üzere çözümlemeye çalışacağız.
Şimdiye kadar meydana çıkarılmış olan kare planlı Urartu tapınaklarının kapı ölçüleri için aşağıdaki tabloya bakınız[2]:
Yukarıdaki tablodan ve (şek. 1)’den de anlaşılacağı gibi, Urartu tapınak kapıları standart bir plan dahilinde inşa edilmiş olup, “monolit kapı eşiği” ve “eşikardı boşluğu” diye adlandırılabilecek iki ana kısımdan meydana gelmektedir.
Bu iki ana kısımdan birincisi, yâni monolit kapı eşiği, tapınak girişinin esasını meydana getirmektedir ki, bütün Urartu tapınaklarında bu kısımda, malzeme olarak çok iyi bir şekilde işlenmiş bazaltların kullanıldığı görülür. Tapınak ön avlusunun zemininden yüksekte bulunan bu kısma genellikle taştan basamaklar yardımıyle çıkılmaktadır. Monolit bazalt eşiğin her iki tarafında yükselen yan duvarlar ise, altta bazalt bloklar ve bunun üzerinde de kerpiç duvarlar şeklinde inşa edilmişlerdir. Mimarî yönden, bu blokların cepheye bakan kısmı üç kademeli bir diş şeklinde, yanlarda dik, üstte ise yatay bir tarzda kapı fasadını çerçevelemektedir[3]. Bazalttan yapılan bu kesimin üzerinde, loyferleri takiben kerpiç tuğlalar yükselir. Burada karşımıza, “kapı kanatları” ve “söve yatakları” nın nerede yer almış oldukları problemi çıkmaktadır. Bilindiği gibi, T. Özgüç Altıntepe tapınağının cephesindeki kapının iki yanında yer alan dikdörtgen prizma şeklindeki bazalt blokları, üst kısımlarındaki 4-5 cm. çapındaki deliklere bakarak “söve” olarak nitelemiştir[4]. Bu ifadeye göre, tapınağın kapısı dıştan bir çift kapı kanadıyla kapatılmaktadır. Ancak, bu durumda (şek. 2) den de anlaşılacağı gibi bazı zorluklarla karşılaşılmaktadır. Burada görüleceği üzere, eğer T. Özgüç’ün belirttiği her iki blok kapı sövelerini teşkil etseydi;
a) kanatlar kapatıldığında, büyük bir önem verilerek işlenmiş bulunan kapı çerçevesi tamamen örtülecek, açıldığında ise cephe tümüyle kanatlar tarafından işgal edilecek,
b) kapı kanatlarının yarısından fazla bir kısmı boşlukta kalacak,
c) söveleri hâvi her iki bazalt blokta, kanatların açılıp kapanması ve ağırlık nedeniyle bazı sürtünme izleri meydana gelecek,
d) söveler tapınak duvarından en az 25-30 cm. daha ilerde bulunduğundan kapı kanatlan ile duvar arasında, kapatılması imkânsız bir boşluk kalacaktı (bk. şek. 2).
Bilindiği gibi, Urartu tapınakları genellikle tek cepheli olup, bütün ağırlık bu fasat kısmına verilmiştir. Eğer, durum T. Özgüç’ün belirttiği gibi olsaydı, kapı açık ya da kapalı olduğu zaman cephenin bütün ihtişamı kanatlar tarafından gölgelenecek ve bu durum da fasat mimarisine tamamen ters düşecekti. Buna karşılık biz, “Muşaşir” ve daha çok “Adilcevaz” kabartmalarından[5] yararlanarak şöyle bir teklif ileri sürmekteyiz : T. Özgüç’ün söve deliği olarak nitelemek istediği yuvalar, tapınak cephesine konulan ve Haldi’nin sembolü olarak kabul edilen “kutsal mızrak” kaidelerinin yuvaları olsa gerekir[6]. Nitekim hâfîr, rekonstrüksiyon denemesinde tapınağın cephesinde iki mızrağın yeralmış olduğunu göstermiş ve tapınağı da mızrak uçlarına dayanarak “Haldi Tapınağı” olarak tanımlamıştır[7]. Ancak, cephede yeralan bu kutsal mızrakların nereye yerleştirilmiş olduğu hakkında ise hiç bir fikir vermemiştir.
(Şek. 6-7) de de görüldüğü üzere, girişin her iki yanındaki kaideler üzerine kutsal mızrakların yerleştirilmesi halinde, fasat mimarisinin yeni bir estetik kazanacağı da şüphesizdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu fikrimizi destekleyen en güzel örnek, Adilcevaz kabartmalarıdır (bk. şek. 9). Burada tasvir edilen ve hâfirlerce “büyük mızrak” (?) olarak nitelendirilen objeler, taştan kaideler üzerine yerleştirilmişlerdir (krş. Toprakkale pektorali : şek. 10)[8]. Nitekim Toprakkale ve Çavuştepe kazılarında normalden büyük madenî mızrak uçlarının bulunduğu da bilinmektedir[9].
Altıntepe’de karşımıza çıkan in-situ bazalt blokların mızrak kaideleri olarak tanımlanmasından sonra, karşımıza tapınak “kapı kanatları”nın nereye monte edileceği problemi çıkmaktadır. Kare “cella” lı Urartu tapınaklarıyle ilgilenen bilim adamları, bu konuyla hemen hiç meşgul olmamışlar, sadece R. Naumann, üstü gayet kapalı bir şekilde, dışta -monolit kapı eşiği adını verdiğimiz kısımda— yeralmış olabileceğine değinmiştir[10]. Ancak bu fikirler tapınak kapılarının sorunlarına ışık tutmaktan çok uzaktırlar. Tarafımızdan eşikardı boşluğu olarak adlandırılan ve girişin ikinci kısmını meydana getiren bölümün fonksiyonu hakkında da şimdiye kadar hiç bir fikir ileri sürülmüş değildir. (Şek. 1) de de görüldüğü gibi bu kısım, kare planlı “cella” nın duvar kalınlıklarıyle orantılı bir şekilde derinlik kazanmaktadır. Meselâ bu derinlik Toprakkale’de 2.52 m., Aznavurtepe’de 1.70 m., Altıntepe’de 2.00 m., Çavuştepe’de 0.90 m., Kayalıdere’de ise 1.85 m.’dir. Kanımızca tapınak kapısının bu kısımda yer almış olması gerekmektedir (şek. 3). Bu kapıların “tek” ya da, daha büyük ihtimalle “çift” kanatlı olmaları mümkündür. Çünkü bu kısmın genişliği ortalama olarak 1.50 m. - 2.00 m. arasında değişmektedir. Buna bağlı olarak “eşikardı boşluğu derinliği” kısa olan tapınaklarda, tek kanatlı kapı açıldığında, bu boşluğun dışına taşıp, zaten ufak olan “cella” nın içini ihlâl edecektir. Bu durumu gidermek ve kanadı gözlerden tamamen saklamak için çift kapı kanadının kullanılmış olması çok mümkündür. Bu fikri destekleyen en önemli delillerden biri de, “söve payı” genişliklerinin her iki tarafta eşit olarak bırakılmış olmasıdır (bk. şek. 1). Ahşap kapı kanatları ise[11], aşağıda gösterildiği şekilde monte edilmiş olmalıdır; taştan yapılmış alt söve yatakları tabana, muhtemelen sert ağaçtan işlenmiş üst söve yatakları ise (şek. 4) de de görüleceği üzere, kerpiç bedene monte edilmişlerdi. Ön Asya dünyasında bu tip söve teşkilâtının kullanılmış olduğuna dair elimizde çeşitli örnekler de mevcuttur[12]. Ayrıca, -üst söve deliğini hâvi- lento şeklinde, iki ucu tamamen kerpiç duvar içine gömülü “mil yatağı” konstrüksiyonunu da teklif edebiliriz. Bu durum sadece söve yataklarını gizleme problemini safdışı etmekle kalmamış, aynı zamanda kapı kanatlarının “açılış-kapanış” pozisyonlarını da tamamen çözümlemiştir. Şöyle ki; çift kanatlı kapı kapatıldığında, kapı kanatları monolit eşiğe ve yan duvarlara tamamen intibak etmiş olacaktır. Burada ikinci önemli husus da, kapı kanatları açıldığında kanatlar, "söve payı genişliği" adını verdiğimiz girintilerin arkasına gizlendiğinden[13], içerde, karşıda yeralan tanrı heykeli ve heykele bir fon teşkil eden freskolu duvarın kesintisiz olarak görülebilmesi sağlanmış olacaktır (şek. 3-5-6).
Bazı rekonstrüksiyon denemelerinde, kapı kanatları hiç gösterilmeksizin, sadece kapı geçitlerinin belirtilmesiyle yetinilmiştir[14]. Bu yapıların “kanatsız kapılar” a sahip olarak gösterilmesinin nedenlerini şöyle izah etmek mümkündür :
a) In-situ durumda söve yataklarının bulunmamış olması,
b) Kapı geçidini meydana getiren “eşik uzunluğu + eşikardı boşluğu uzunluğu” tutarının dar ve derin bir koridor halinde olması[15] nedeniyle, bu derinliğin tabiat şartlarından koruyucu bir unsur olarak düşünülmesi,
c) Tapınak fasatlarının genellikle güneye dönük bulunmaları[16].
Yukarıdaki varsayımları şu şekilde eleştirmek mümkündür : kazılarda mimariye ait söve yatağı, mil ve ahşap kapı kanatları gibi küçük tamamlayıcı unsurlar genellikle, tabiat tahribatı sebebiyle veya zamanında yerlerinden sökülüp devşirme malzeme olarak başka yerlerde kullanılmış olduklarından ele geçirilememektedir. Diğer yandan, Doğu Anadolu yüksek yaylasının sert iklim şartları, ânî ısı değişiklikleri ve şiddetli rüzgârlar düşünülecek olursa, kapı geçidini meydana getiren koridorun derinliğini, -tapınak cephesi güneye dönük olsa bile- koruyucu bir etken olarak kabul edemeyiz. Çünkü, iç dekorasyonun başlıca elemanlarından biri olan freskoların kazılar sırasında bütün tazelikleriyle ele geçirilmiş olması[17] buna en büyük delildir. Zira güneş ışığına maruz kalan freskolar canlı renklerini süratle kaybetmekte ve çok çabuk dökülmeye başlamaktadır.
Bu sebepten, tapınakların “cella” larının tamamen karanlık olmaları gerekmektedir[18]. Zira, aydınlık ve geniş pencerelere sahip olan Hitit tapınaklarının “cella” ları hariç, loş ve karanlık “cella” eski dünyanın anonim bir gizlilik duygusunu aksettirmektedir. Zaten, gerektiğinde ışık 4.00 . - 5.00 m. arasında değişen bir yüksekliğe sahip olan kapıdan yeterince alınabilmektedir. Bütün bu sebeplerden dolayı, kare “cella” lı tapınakların kanatlı bir kapı konstrüksiyonuna sahip olmaları gerekmektedir.
Bu arada, halk arasında “Kör Kapı" ya da “Taş Kapı", Urartu dilinde ise “KÁ — Kapı”[19] olarak adlandırılan “anıtsal kaya nişleri” nin mimarî formu dikkatimizi çekmiş ve tapınak kapılarıyle bağıntı kurmamıza sebep olmuştur (bk. res. 11-12). Bu bağıntıyı iki ana bölüme ayırarak incelemek gereklidir :
a) Mimarî
b) Dinî
(şek. 8)’den de açıkça anlaşılacağı üzere, “anıtsal kaya nişleri” ile tapınak kapılarının planları, form ve ölçüler bakımından biribirlerine büyük bir benzerlik göstermektedir. Bunun için aşağıdaki tabloya bakınız :
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, tapınak kapılarının monolit bazalt eşiğinin genişlik ve derinlikleriyle, anıtsal nişlerin ölçüleri hemen hemen aynıdır.
Tapınak kapıları ve anıtsal nişlerde görülen “dişli çerçeve” lere Urartu “sivil” ve “mezar” mimarisinde de rastlanmaktadır. Meselâ, M.Ö. IX. yüzyılın sonlarına ve M.Ö. VIII. yüzyılın başlarına tarihlenen Patnos yakınındaki Giriktepe (Değirmentepe) de bu tip dişli çerçeve taşıyan kapılar ve nişlere rastlanılmış[20], dişli çerçevelerin kaya mezarlarının kapılarında kullanılmış olduğu da Kayalıdere mezarı sayesinde anlaşılmıştır[21]. Bundan başka, M.Ö. VII. yüzyıla tarihlenen ve Toprakkale’de bulunmuş bir bronz levha üzerindeki çok katlı yapının kapısı da dişli bir çerçeveye sahip olarak gösterilmiştir[22]. Ayrıca Kuzey-batı İran’daki Hasanlu (IV) katında bulunan[23] ve M.Ö. 1000-800 yılları arasına tarihlenen “Burned Building II” adlı yapıda, hâfirlerce “kutsal oda” olarak tanımlanan kare planlı mekânın girişinde ve bu odanın yanlardaki iki giriş yerinde de bu tip dişli çerçeveye rastlanmaktadır[24]. Bu örnekleri daha bir çok yerlerde bulabiliriz. Görülüyor ki, dinî ve önemli sivil yapılarda dişli çerçeve, eski bir geleneğe sahip olup, bu süsleme unsuru sonradan taş mimariye geçerek uzun süre kullanılmıştır.
Tapınak kapılarıyle “anıtsal nişler” arasındaki dinî bağıntıya gelince; kapı çerçevesi, -kanatlar açıldığında- “cella” nın arka duvarına bitişik duran ve taştan bir kaide üzerinde yükselen[25] heykeli, üç buutlu bir görünüm içinde tümüyle çerçevelemektedir. Kapı çerçevesi[26], tanrı heykelini çevrelemesi nedeniyle, kanımızca bir kutsiyet kazanmıştır. Çünkü epifani, “kutsal çerçeve" nin sınırladığı alan içerisinde görünür.
Urartu dininde önemli bir rol oynadıkları bilinen anıtsal kaya nişlerinin fonksiyonu hakkında ileri sürülmüş ve en fazla taraftar toplamış bulunan teklif; kapı şeklindeki bu nişlerin içinden tanrıların çıkacağına inanılmış olması şeklindeki görüştür[27]. Tapınak mimarisinde karşımıza çıkan “kutsal çerçeveler” düşünülecek olursa, bu teklifin doğruluğu ortaya çıkar. Şöyle ki, kapı kanatları kapatıldığında, tapınağın önünde aynen kaya nişlerinde olduğu gibi (bk. şek. 8 a) bir -anıtsal niş hücresi- meydana gelmekte (bk. şek. 8 b) ve bu kapının ardında epifani unsurunun temeli olan tanrı heykeli gizlenmektedir. Aradaki tek fark; tapınakta epifani olayının canlandırılması istenildiği zaman yapılabilmekte, kaya nişlerinde ise, bir gün meydana geleceğine inanılarak efsanevî bir tarzda sembolize edilmektedir.
Bu nişlerin içinden tanrıların çıkacağına inanılmış olduğunu kanıtlayan bazı arkeolojik deliller de mevcuttur. Meselâ, Revanduz yakınlarındaki Herir Batas[28] ve Malazgirt’te[29], içlerinde birer tanrı kabartması bulunan anıtsal kaya nişlerine rastlanılmış olup, buna benzer ve içlerinde Kybele tasviri bulunan nişler ayrıca Phrygia’da karşımıza çıkmaktadır[30]. Etraflarında dişli çerçeve bulunmayan, kapı şeklindeki bu kaya nişlerinin içinde tanrıların tasvir edilmiş olması da, kapıların içinden tanrıların çıkacağına inanıldığı şeklindeki görüşü doğruluyor olsa gerekir.
Anıtsal kaya nişleriyle tapınak kapılan arasındaki ilişki böylece ortaya çıktıktan sonra, tapınak kapılarının yüksekliklerini de, bu nişlere dayanarak tamamlamak imkânına sahip oluyoruz. Bu duruma göre kapıların, tapınakların yükseklikleriyle orantılı olarak, 4.00 m. ya da 5.00 m. arasında değişmekte olduğunu kabul edebiliriz (şek. 6-7). Her ne kadar R. Naumann, Urartu kare “cella” lı tapınak kapılarının 4.00 m.den daha yüksek olmasına imkân bulunmadığını bildirmekteyse de[31], kapıyı eşik kısmında aramasından dolayı zorluklara düşmektedir. Söveler, yer yer 1.75 m. genişliğe varan “eşikardı boşluğu” na yerleştirildiğine göre, Naumann’ın orantısıyla Urartu tapınak kapılarının 5.40 m.ye kadar yükseltilebilmesi mümkün olmaktadır. Ayrıca, “cella” daki heykelin, yüksekliği 0.50 m.ye varan bir kaide üzerinde yükselmiş olduğu da düşünülecek olursa, normal seviyedeki bir kapıdan, içerdeki tanrı tasvirinin tam olarak görülemiyeceği de anlaşılır. Aynı zamanda bu tip yüksek bir kapı, son zamanlarda revaç bulmağa başlayan “Kule Tapınak” fikriyle de tamamen uyuşmaktadır.
V. Sevin ve O. Belli tarafından da belirtildiği üzere, aynen mezar nişleri ya da anıtsal kaya nişlerinde olduğu gibi[32], tapınak kapılarının üst kısımlarının kavisli veya dikdörtgen bir şekil göstermiş olması mümkündür (şek. 6-7). Üzeri kavisli Urartu kale kapılarına Balavat kabartmaları üzerinde de rastlanılmakla beraber, kavisli nişlerin M.Ö. VIII. yüzyılın ikinci yarısında, Sarduri II çağında ortaya çıkmış olabilecekleri ileri sürülmüştür[33]. Ancak bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, üst kısımları kavisli/kemerli kapı ve pencereler Yakın Doğu’da çok erken tarihlerden itibaren ortaya çıkmaktadır. Meselâ, Assur’daki arkaik “İştar” tapınağında bulunan ve M.Ö. 2800 tarihlerine ait olan küçük ev modellerinin birinde, minik üst pencerenin kavisli bir şekle sahip olduğu görülür[34]. Assurnasirpal’in (M.Ö. 883-859) bir kabartmasında da; kalenin girişinde iki tane kavisli pencere tasviri yer almaktadır[35]. Buna benzer Beisan’daki diğer bir örnekte ise, geri planda üç adet kavisli bir pencere grubu tasvir edilmiştir[36], üzerleri kavisli kapı ve pencereler M.Ö. II. bin yılda bütün Yakın Doğu’da biliniyor ve M.Ö. I. bin yılda da Phrygia kaya mezarlarında kullanılıyordu[37].
Bütün bu delillerden de anlaşılacağı gibi, Urartu’da üzeri kavisli/kemerli kapı ve kapı şeklindeki nişlerin, Lehmann-Haupt’un ileri sürdüğü üzere Sarduri II çağında ortaya çıkmış olması imkânsızdır. Çünkü Urartu-Asur ilişkilerinin bu tarihten çok daha eskiye giden bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Ayrıca, Revanduz yakınlarındaki “üşniye” de bulunmuş olan ve üzerindeki çivi yazılı kitabesi sayesinde Menua çağına ait olduğu anlaşılan kavisli büyük niş, bu tip niş ve kapı konstrüksiyonlarının Urartu’da M.Ö. IX. yüzyılın sonları ya da M.Ö. VIII. yüzyılın başlarından beri bilindiğini ortaya koyduğu gibi[38], Balavat kabartmaları üzerinde tasvir edilen Urartu kale kapıları da kavisli şekilleriyle dikkati çekmektedirler[39].
Netice olarak şunları söyliyebiliriz; Urartu tapınak kapıları bazen dikdörtgen, bazen de üzeri kavisli/kemerli bir şekil göstermekte ve her iki tip de erken tarihlerden itibaren beraberce kullanılmaktadır.