Giriş
Tarih araştırmalarında kaynakların tespit, tahlil ve tenkit edilmesi, geçmişin mümkün mertebe gerçeğe yakın olarak tespitinde önemli bir husustur. Bu bağlamda, Osmanlı tarihinin başlıca iki kaynağını teşkil eden arşiv belgeleri ve vakanüvis tarihlerinin yanı sıra döneme ışık tutan yazma eserlerin de saptanması, karşılaştırılması ve yorumlanması zor bir iş olmakla birlikte mecburidir. Bu kaynakların tanıtılması, bilimsel usullerle esas metinlerinin hazırlanıp, bilim alemine sunulmasından sonra, Osmanlı siyasî, sosyal ve idarî tarihinin aydınlatılmasında ilerleme kaydedilebilir. Bu minvalde, Osmanlı Devleti’nin uzun tarihi boyunca birçok eser kaleme alınmıştır. Özellikle de Osmanlı toplumu için bunalım çağının başlangıcı olan XVII. yüzyıl karakteristik bir özellik taşır[1] . Bu yüzyılın başından itibaren girilen savaşlar, devletin yıpranmasına neden olan uzun ve zahmetli bir nitelik kazanmıştır[2].
1645 yılında çeşitli nedenlerle Osmanlı Devleti’nin Venedik Cumhuriyeti’ne açtığı Girit Savaşı da önce büyük umutlarla girilen, fakat her geçen gün zorlukların arttığı ve devleti maddi ve manevi bir krizin içine sürüklediği bir savaş olarak tarihe geçmiştir. XIV. yüzyıldan itibaren Türkler tarafından Adaya çeşitli akınlar yapılmaya başlanmış[3] , özellikle XVI. yüzyılda Akdeniz’deki hâkimiyetlerini genişletmek ve pekiştirmek isteyen Osmanlılar, 1522’de Rodos’u, 1571’de Kıbrıs’ı fethetmişler ve stratejik önemi büyük olan Girit’i de fethetmek için fırsat kollamaya başlamışlardır[4] . Venedikliler sıranın Girit Adası’na geldiğini bildiklerinden bir taraftan Osmanlılarla iyi geçinme politikalarını korumuşlar, diğer taraftan da adadaki kaleleri tahkim etmişler ve adanın savunmasını güçlendirmişlerdir[5] .
Akdeniz’deki beş büyük adadan biri olan Girit, Akdeniz’in doğusu ile Osmanlı sahillerinin arasında olmasından dolayı, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının üçüne yakın olduğundan çok önemli bir noktada bulunmaktadır. Girit Adası, şüphesiz ki coğrafî konumundan kaynaklanan bir öneme sahip olup, tarihin en eski devirlerinden beri siyasî çıkarların çatışma alanı haline gelmiş, üzerinde pazarlıklar yapılmıştır. Özellikle Ortaçağ’da adaya hâkim olma mücadelesi Doğu Akdeniz ve Ege’de üstünlük kurma ile aynı anlama gelmiştir[6] .
Osmanlı Devleti de, stratejik bir mevkide bulunan Girit Adası’nı uzun süreden beri fethetmenin fırsatını kollamış, siyasî ve ekonomik şartların uygun olduğunun düşünüldüğü ilk anda, Sünbül Ağa hadisesi fırsat bilerek, Venedik Cumhuriyeti’ne savaş ilan etmiştir. 24 yıl süren ve birçok cephede sürdürülen mücadeleler neticesinde 5 Eylül 1669 tarihinde yapılan bir barış anlaşmasıyla fetih gerçekleştirilmiştir[7] . 1645-1669 tarihleri arasında cereyan eden, Akdeniz ve Ege Denizi’nin kontrolü ve güvenliği açısından önemli bir konumda olan Girit Adası’nın fethi esnasında Osmanlı Devleti, Venedik Cumhuriyeti ile mücadele etmiş, sonuçta her iki devlet de maddi ve manevi yönden yıkıma uğramıştır[8] .
Dolayısıyla çok zahmetli ve uzun mücadelelerle alınan, Osmanlı topraklarına katılan son yerlerden biri olan Girit Adası hakkında, XVIII. ve XIX. yüzyılda birçok eser kaleme alınmış, bu eserlerde adanın fethi ayrıntılı olarak işlenmiştir. Özellikle 22 yıllık bir kuşatmadan sonra ele geçirilen Kandiye’nin fethinin anlatıldığı eserler daha yoğunluk arz etmektedir. Son fethedilen yerlerden olması, uzun ve kanlı savaşlardan sonra alınması dolayı, gazavatname veya fetihname türünden birçok eser vücuda getirilmiştir. Bunlar: Tarih-i Fâzıl Ahmed Paşa ve Feth-i Kandiye, Tarih-i Fâzıl Ahmed Paşa, Tevârih-i Feth-i Kal’a-i Kandiye li Köprülü Sadr-ı a’zam Ahmed Paşa, Cevâhirü’ttevârih, Fütûhât-ı Hanya, Tevârih-i Cezire-i Girid Sene 1055, Girid Seferi, Tarih-i Mu’teber, Kandiye Fethi, Fetihnâme-i Kal’a-i Kandiye, Tarih-i Girid, Tarih-i İkritis, Hikâyet-i Azîmet-i Sefer-i Kandiye, Tarih-i Sülâle-i Köprülü’dür.
Yukarıda bahsedilen eserler içerisinde, Nuri Adıyeke tarafından Hikâyet-i Azîmet-i Sefer-i Kandiye ve Nural Tunalıoğlu tarafından Tevarih-i Fethi Kal’a-i Kandiye li Köprülü Sadr-ı a’zam Ahmed Paşa isimli eserler Yüksek Lisans çalışması olarak değerlendirilmiştir. Bunların dışında maalesef herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Oysa ki, Osmanlı Devleti’nin tarihi söz konusu olunca bu tür eserler araştırmacıların başvurması gereken resmî arşiv belgeleri ve vakanüvis tarihleri kadar önemli olan eserlerdir. Bu minvalde, incelediğimiz Girid Fethi Tarihi isimli yazma eser de Osmanlı tarihi araştırmacıları için ehemmiyetli eserler arasındadır. Derleme niteliği taşıyan bu yazma, 1645-1669 yılları arasındaki tüm fetih sürecini çeşitli Tarihlerden aktararak anlatan, anlatırken de yeri geldikçe adanın coğrafî, sosyoekonomik yapısına da değinen ve yazıldığı dönem çerçevesinde bakıldığında toplumsal bir amaç taşıyan nadir eserler arasındadır.
Yine bununla birlikte, bilhassa vakanüvis tarihleri her zaman başvuru kaynakları olmuşlardır. Ancak, monografik bir çalışma yapan araştırmacıların bahsedilen müstakil yazma eserlere de başvurmaları zorunludur. Bu bağlamda Girit’in tarihi, fetih süreci, coğrafî ve sosyo-ekonomik yapısı hakkında araştırma yapan bilim adamları, hadiselere bizzat şahit olan veya devlet kademesinde bulundukları görevden dolayı resmi evraka ulaşabilen kişilerin kaleme aldıkları, örneğin Naima Tarihi, Silahdar Tarihi, Raşid Tarihi, Katip Çelebi’nin eserleri gibi tarihlerin yanı sıra, Girit ile ilgili yazmaları da diğer arşiv belgeleri yanında değerlendirmek durumundadırlar. Bundan hareketle, incelediğimiz yazma, bu anlamda göz önünde tutulması gereken nadir eserlerdendir. 245 varak olarak kaleme alınan yazma eser, adayla ilgili tüm bilgileri yukarıda bahsedilen tarihlerden büyük ölçüde aktaran ve diğer yazmalardan farklı olarak tüm fetih sürecini kapsayan bir eser olarak önemini ortaya koyar. Günümüze ulaşabilen en kapsamlı eser olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Eser, adanın tarihi, fetih süreci, coğrafyası, kaleleri, şehirleri, görev alan komutanları, Venedik Cumhuriyeti ile olan münasebetler, her iki devlet arasında gidip gelen elçiler, yapılan anlaşmalar, ordu içerisinde yaşanan garip hikâyeler, kahramanlıklar, deniz savaşları, gazi ve şehit olanların sayısı vb. konular hakkında etraflı bilgiler veren kıymetli bir eserdir. Müellifin yaşadığı dönemin karakteri göz önünde bulundurulduğunda ne derece önem arz eden bir eser vücuda getirdiği görülmektedir. Çünkü bu dönemde insanların kendi tarihlerini öğrenme ve olaylardan haberdar olmalarının tek yolu bu tür eserlerin çoğaltılması ve yaygınlaşmasıdır. Güvenilir kaynakların birçoğuna aynı anda ulaşabilme imkanları da düşünüldüğünde, dönemin ciddi kaynaklarından yararlanarak derlenen bu tür eserlerin değerlerinin yadsınamayacağı aşikârdır. Diğer taraftan bu tür eserler, yazıldığı dönem nispetinde günümüz araştırmacıları için de aynı kıymeti haizdir. Şöyle ki, müellifin yararlandığı kaynaklara tek tek ulaşmak ve ulaşabildiklerindeki bilgileri değerlendirmek hem zaman hem de emek açısından bakıldığında o kadar da kolay bir iş değildir. Ancak, araştırmacıların faydalanacağı bu yazma bilim aleminde yeterince tanınmamaktadır. Fetihnameler, gazavatnameler ile ilgili geniş bilgilerin yer aldığı Agâh Sırrı Levend’in Gazavatnameler ve Mihaloğlu Ali Bey Gazavatnamesi adlı eserinde incelediğimiz yazma eser hakkında “müellifinin belli olmadığı ve ifadesinin dağınık olduğu”[9] dışında bilgi bulunmamakta, başka bir nüshasının olup olmadığı belirtilmemektedir. Keza, dönemin tarihçi ve gezginlerinin eserleri hakkında etraflı bilgiler veren, Nuri Adıyeke’nin XIII. Türk Tarih Kongresi’nde sunduğu “Girit Seferine Konulan Nokta: Kandiye’nin Fethi ve Psikolojik Sonuçları”[10] isimli bildirisinde de yazma hakkında herhangi bilgi bulunmamaktadır.
Bu münasebetle, bu çalışmada Girit tarihi üzerine çalışanların sıhhatli araştırma yapabilmeleri amacıyla bu yazmanın tanıtımı yapılarak, konuları, yararlandığı kaynaklar, şekil özellikleri ve nitelikleri gibi hususlar ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu çalışma vesilesiyle, Agâh Sırrı Levend’in eseri haricinde hiçbir kayıtta zikredilmeyen bu kıymetli eser bilim âleminin bilgisine sunulacaktır.
Yazmanın Bazı Şekil Özellikleri ve Üslûbu
Girid Fethi Tarihi adlı eser, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi Yazmaları arasında Y/29 katalog numarasıyla kayıtlı bulunmaktadır. Eserin ilk sayfasında Türk Tarih Encümeni’ne ait eski yazı rakamlarla 1325-1327/1907- 1909 tarihinin belirtildiği bir damga bulunmaktadır. “Numero: 8” ve sonradan eklendiği düşünülen “Girid Fethi Tarihi” ifadesi yine Osmanlıca olarak kaydedilmiştir.
Eserin ilk sayfasında eski harflerle “Girid Fethi Tarihi” ismi kaydedilmiş ise de, eserin sonundaki “Girid Cezire Tarihi bunda tamâm olunmuşdur” ifadesinden “Girid Cezire Tarihi” başlığını taşıması gerektiği söylenebilir. Eserin telifi hususunda herhangi bir tarih vermek zor gibi gözükmekle birlikte, faydalandığı kaynaklara bakılarak aşağı yukarı hangi yüzyılda telif edildiği söylenebilir. Son yararlandığı kaynak olarak Raşid Tarihi[11], 1660- 1721 yılı olaylarını anlatmaktadır. Kandiye muhasarası esnasında şehit olanlar ve sarf olunan mühimmat miktarları belirtilirken Hikâyet-i Azîmet-i Sefer-i Kandiye adlı eseri kullandığı tespit edilmiş; bu eserin ilk telif tarihi ise 1766 yılıdır. Bu eserin D.T.C.F. nüshası ise 1774 tarihlidir. Bu durum, eserin XVIII. yüzyılın sonlarında yazılmış olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Yazıldığı yüzyıla bakıldığında eserin bu ortam içerisinde toplumsal bir amacının da olduğu görülür. Eserin XVIII. yüzyılın sonlarında kaleme alınmış olduğu düşünülürse, müellif, bu yüzyılda uzun süren ve yenilgi ile sonuçlanan savaşlar neticesinde toplumda oluşan umutsuz havayı görerek, atalarının uzun savaş yıllarında yaptığı kahramanlıkları, fedakârlıkları anlatarak toplumu haberdar etmeyi amaçlamış, gündelik hayat içerisindeki insanlara kahramanlık ve fedakârlık duygusunu vermeye çalışmıştır. Yeri geldikçe canlı anlatımlarla bu fetih hadisesini toplum içinde canlı tutmaya çalışmış, herkesin okuyabileceği bir eser ortaya koymuştur.
Eserin başı:
“Girid seferinin zuhûr ve sebebi beyânındadır.
Vâkı’a bin elli dört sâlinde dârü’s-sa’ade ağası Sünbül Ağanın bâ’zı vaz’ ü hareketi tab’-ı padişaha muhalif gelüb Mısır’dan Taşyatar ‘Ali Ağayı getürüb ve dârü’s-sa’ade ağası idüb ve Sünbül Ağa’yı Mısır’a nefy fermân itdiklerinden deryâ tarafından gitmek mukarrer olub ve alay gemileri gitmiş bulunmağla henüz Karadeniz’den cedîd yapılub gelmiş İbrahim nâm re’isin sefinesi hazr bulunub bilâ tevakkuf ol gemiye girüb cümle emvâl...” şeklindedir.
Eserin sonu:
“...kıssadan hisse budur ki erbâb-ı devlet cem’ zamanında mekr-i düşma(n)dan gaflet olunmayub deyûb ... yüzünden görinen söziyle âmil olmak ve târik-i haram ve ihtiyâtı koyub gazâ ve cihâd esbâbında ne lâzım deyû ihmâl ve tekâsül eylemek câ’iz değildir son pişmanlık fâide bir dahi virmez gereği gibi mukayyed olmak ve muhkem hıfz etmek etmek (iki defa yazılmıştır) gerekdir Girid Cezire Tarihi bunda tamâm olunmuşdur.” şeklinde sona ermektedir.
Eser, 245 varaktan oluşmakta, başlangıç sayfası hariç satır sayısı 15-21 arasında değişmektedir. Fakat 18-19-20 satırdan oluşan varaklar daha yoğun olarak görülmektedir.
Eserde yer yer üstü çizilmiş satırlar bulunmaktadır[12]. Satır kenarlarına veya satır aralarına eklenmiş cümleler yer almaktadır[13]. Eklenmiş cümlelerin özellikleri şu şekildedir: a) Unutulan bölüm başlıkları b) Kısa da olsa verilen bölümler c) Düzeltmeler ve eklemeler d) Küçük notlar.
Ayrıca konu başlıklarını belirtmek için renkli mürekkep kullanılmamış, herhangi bir süsleme veya işaret yapılmamıştır. Bölüm başlangıçlarında ilk birkaç kelimenin altı çizilerek yeni bir bölüme geçildiği belirtilmiştir. Eserin başında veya sonunda içindekilere ait bir fihrist bulunmamaktadır. Fakat, başlık sayılabilecek cümlelerle ayrılan yaklaşık 280 uzunlu kısalı bölümlerden oluşturulmuş olduğu görülmektedir. Bölümleri belirlerken, “Der beyân-ı, çünki, ahvâl-i, bu tarafdan, zikrolan, işbu” kelimeleri ile bir sonraki bölüme geçmiş, bu kelimelerin haricinde her bölümün başında mutlaka “izn-i cânib-i” ifadesini belirtmiştir. Ayrıca sayfa numaralarında da atlanmış veya iki kere yazılmış olanlar bulunmaktadır. 45 ve 236 numaralı iki sayfa bulunmakla birlikte, 57 ve 238 numaralı sayfa bulunmamaktadır. Fakat metinde herhangi bir atlama veya mükerrer kayıt yoktur. Satır aralarına ekler yapmasından ve yer yer cümlelerin üstünü çizmesinden dolayı bu eserini müsvedde olarak yazmış olabileceğini düşündürtmektedir.
Müellif, eserini dil bakımından sade denilebilecek bir Türkçe ile kaleme almıştır. Özellikle Kâtib Çelebi, Naima Efendi, Fındıklılı Silahdar Mehmed Ağa ve Mehmed Raşid Efendi’den büyük ölçüde alıntılar yaptığı düşünülürse, bu durum daha iyi anlaşılabilir. Eserde yabancı kelimelerin ve isimlerin, özellikle coğrafî mevki ve kale adlarının yazılışlarındaki “duyulduğu gibi yazma” alışkanlığı bunların çözümünü zorlaştırmaktadır. Bugün olduğu gibi o dönemlerde de ilmî çalışmalar yapan kişilerin bizzat şahit olmadıkları hadiseleri anlatırken kendinden önceki yazarları da bilmesi gerekiyordu. Müellifler ya gördükleri olayları, ya başkalarından duyduklarını anlatıyorlardı. Bunun dışında diğer müelliflerin yazdıklarından etkilenerek aktarmak zorunda kalıyorlardı[14]. Müellif de faydalandığı kaynaklardan olduğu gibi aktarma metodunu uygulamış ve onların ifadelerini neredeyse aynen kullanmıştır. Bu aktarmaları yaparken epeyce yazım yanlışı yapmıştır. Bu durum müellifin devlet kademesinde yer almadığı, küttab veya ulemadan olmadığı, avamdan veya asker sınıfından olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Eser, hususi bir şekilde kaleme alınmış, herhangi bir sipariş ve devlet kademesindeki bir görevliye takdim ve ithaf edilmemiştir. Bu durumda konuya dair bildiklerini ortaya koyduğu ve iddia sahibi olmadığı düşünülmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, zaman zaman yazım hatalarına rastlanmaktadır. Özellikle ya müellifin özelliğinden ya da naklettiği eserlerin üslûbundan kaynaklanan yazım yanlışları mevcuttur. Bazı kısımlarda kef harfi ile yazılması gerekenler kaf ile, se ile olanlar sad ile, te ile olanlar tı ile, elif ile olanlar ayn ile yazılmıştır. Yine eksik harfle yazılanlar olduğu gibi, gereğinden fazla harfle de yazılanlar olmuştur. Örneğin; ulûfe=lufe( ) (27a), Mora=Morah ( را) ( 36a), af=afv ( ) (40b), ahvâl=ahvl (ل ا) (74a), zâhire=zahre ( زه) (80b), Havf=haf ( ) (108b), Sekbanbaşılık=sekbaşlık ( ) (109a), Şuşuri=Şuşuru (رو) ( 114b), telhis=tehlis ( ) (136a). Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
Yazmanın Kaynakları
Eser, 1645 yılında Girit’e sefer düzenlenmesine fırsat veren Sümbül Ağa hadisesinden başlayarak, Silahdar Yusuf Paşa’nın Hanya’yı fethi, Deli Hüseyin Paşa’nın faaliyetleri, Fazıl Ahmed Paşa’nın Kandiye muhasarası, tayinler ve aziller, fethedilen yerler hakkında bilgiler, donanmanın durumu, deniz savaşları, yardımda bulunan devletler, devlet görevlilerine gönderilen hilatler ve hediyeler, lağım savaşları, arz ve mektuplar, sarf olunan mevâcib ve zehair, adanın tarihi ve coğrafyası, şehit ve yaralıların sayısı, sarf olunan mühimmat, kahramanlık hikâyeleri, gün gün Kandiye’nin kuşatılması, Venedik Cumhuriyeti ile yapılan barış görüşmeleri ve daha başka konular hakkında bilgileri içermektedir.
Eser, seferin başlaması tarihi olan 1055/1645 yılından 1065/1655 yılına kadar hadiseleri Kâtib Çelebi’nin Fezleke (1591-1654) isimli eserinden ve Naima Tarihi’nden (1591-1659) anlatım ve olayların akışı yönünden benzerlikler gösteren bir üslûpla aktarmalar yapmıştır. 1065/1655 yılından itibaren ise Silahdar Tarihi (1654-1694) ve Raşid Tarihi’nden (1660-1721) yararlanmıştır. Kandiye savaşları esnasında kaybedilen asker sayıları ve sarf olunan mühimmat miktarlarını Hikâyet-i Azîmet-i Sefer-i Kandiye isimli eserden nakletmiştir. 1656 yılına kadar olan olaylar için Kâtib Çelebi’nin Fezleke isimli eserinden olduğu gibi aktarmalar yaptığı için Fezleke esaslı bir eser özelliği taşıdığı söylenebilir.
Fezleke’yle ifadeler birebir aynı olmamakla birlikte muhteva bakımından aynıdır. İfadelerin değişikliğine şu örnekler verilebilir[15]:
“...Amasya beği Ahmed Paşa yanında mevcûd bulunan ve vali-i vilâyet-i Karaman Turak Paşa...” (3b)
“...Amasya beği Ahmed Paşa yanında mevcûd bulunanlar ve vali-i Karaman Turak Paşa...” (F. 239)
“...kapudânlık mansıbına leşker-i bahr ü berr sipehsalârlığı dahi zamm ve ilhak buyruldu...” (3b)
“...kapudânlık mansıbına salâr-ı leşker-i berr ü bahri ‘ilâve kıldı...” (F. 239)
“...ol mahalde yigirmişer vukıyye gülle-i huneyn tob ile...” (19a)
“...ol mahalde yigirmişer vukıyye gelür ehneyn tob ile...” (F. 254) Örnekler çoğaltılabilir.
Eserin bir başka kaynağı olan Kâtib Çelebi, Tuhfetü’l-kibâr fî esfâri’l-bihâr adlı eserinde de Girit seferlerini konu etmektedir. Bu eserini Girit seferlerinde deniz savaşlarında alınan yenilgilerden sonra yapılan hataları belirtmek amacıyla yazmıştır. Ancak, “Girid ceziresinde nice cenkler olub karaya müte’allik olan ahvâl bu kitabda yazılmamağla Fezleke nâm tarihde anları tafsîl üzere beyân eyledik bu mahalde ancak deryâ seferleri zikr idildi”[16] demek suretiyle sadece deniz seferlerini konu ettiğini belirtmektedir.
Levâmiu’n-nûr fi Zulemât-ı Atlas Minor (Atlas Minor Karanlıklarında Işık Parıltıları) isimli 1654 yılında Atlas Minor’dan tercüme ettiği eseri de incelediğimiz yazma eserde belirtilmektedir[17].
“...bu makâmda cezire-i mezbûreye müte’allik biki* kelâm ile kısm-ı evveli tamâm idelüm Kitâb-ı Atlas’da mestûr olduğı üzere Girid cezire bir tulânî ceziredir ki şarkdan garb ile ...”[18]
“...başka ba’zı yerleri hâli iken ma’mûr kıldı cezirenin bâki ahvâli tercüme itdiğimiz Levâmiu’n-nûr’da mestûrdur bu makamda bu kadar nakli itmek kifâyet ider...”[19]
Ayrıca yine Tuhfetü’l-kibâr’dan naklen iki kaynak daha zikredilmektedir. Bunlar Nücûmü’z-zâhire ve Ravzatü’l-mi’mar’dır[20].
Konu ettiğimiz yazma eser müellifinin de Naima Tarihi’nden yararlandığını şu ifadeleri aynen kullanmasından anlıyoruz[21].
“...fethine tarih gazâmız müverrih Şârihü’l-Menârzâde bu tarihi yazub söylemişlerdir...”
İncelediğimiz yazma eserin müellifi, Raşid Tarihi’nden aktarmalar yaparken yine bire bir ifadeler kullanmamış, yeri geldikçe tafsilatlı anlatımlardan bazı bölümlerde atlamalar yapmıştır. Kandiye muhasarasını anlatırken sekizinci gününden on yedinci gününe kadar her iki taraftan atılan top ve lağım atışlarının kaydedildiği cümleler atlanmıştır (Tarih-i Raşid, s. 176-177). Farklı ifadelere örnek verilecek olursa;
“...leyl ü nehar” (161b)
“...merdane hareket eyleyesin deyü tahrir olunmağla şeb ü rûz serdâr-ı ekrem hasretleri...” (Raşid 188)
“...Hasan Paşa şehid olub rahmetullâh-ı aleyh ve yerine Anatolı beğlerbeğisi Kara Mustafa Paşa yerine mansıb ve münâsib göründi...” (155b)
“...Rumili beğlerbeğisi Hasan Paşa şehid olmağla yerine Anatolı beğlerbeğisi Mustafa Paşa nakl ve tahvil ve ...” (Raşid. 179)
Yine yazmamızla Hikâyet-i Azîmet-i Sefer-i Kandiye adlı eser arasındaki farklar da şu şekilde ifade edilebilir:
“...ol hengâmda Rumili gâzilerinden bir dilâver kal’a altuna hiç idüb ve yetişüb hendek içinde bir kâfirin başını kesüb ve kılıcın dahi ma’an alub sadr-ı a’zama getürdi ve ol kâfirin kılıcında yâ fettâh yazıldığı bilinüb işaret-i fal-ı mübârek ve alâmet haber virdi deyü feth nusret delâlet idüb ol gâziye yüz altun virüb ve eyüce bir at irilü akyanlu in’âm ü ihsân eyledi ve Kandiye üzerinde bir tımar virüb ağalardan oldı...” (173a)
“...ol hengâmda Rumili gâzilerinden bir dilâver yiğit kal’a altından bir kâfirin başın kesüb ve kılıcın dahi alub sadr-ı a’zam hazretlerine getürdü ol kâfirin kılıcında yâ fettâh yazılu bulunub fethe işaret fal-ı mübârek ve alamet-i hayr deyû feth ve nusrete delâlet idüb ol gâziye yüz altun ve bir tımar ihsân eyledi...” (Hikâyet. 21a)
“...bu Kanca dahi dedikleri gâzi dilâver aslı Edirneli idi yigirmi dört seneden serü bayrağıyla eşer idi deli gâzi Hüseyin Paşanın sancakdarlarından idi çok cengâver pehlivan idi...” (173a)
“...Kanca didikleri gâzi dilâver aslı Aydınlı idi yigirmi seneden beri Kandiye altında işlerdi ve çok yararlıkları var idi ba’dehu ertesi gün kal’adan iki nefer kefere firâr idüb...” (Hikâyet. 21b)
Görüldüğü üzere, müellif dönemin mühim kaynaklarından faydalanmıştır. Bu kaynaklardan edindiği bilgileri değiştirmeden, eleştirmeden ve irdelemeden, ufak yazım farklılıklarıyla aktararak eserini tesis etmiştir.
Sonuç
Bu çalışmada konu edilen yazma eserin müellifi ve tam olarak yazıldığı yıl maalesef tespit edilememiştir. Eserinde kendisi hakkında hiçbir bilgi vermeyen müellif, hangi görevde olduğunu, eserini kime ithaf ettiğini veya niçin bu eseri kaleme aldığını belirtmemektedir. Eserini XVIII. yüzyılın sonlarında kaleme aldığı düşünülen müellif, bilhassa yararlandığı güvenilir kaynaklardan bilgileri küçük yazım farklılıklarıyla olduğu gibi aktarma yoluna gitmiş, olabildiğince ayrıntılı şekilde alıntılar yapmıştır. Yararlandığı kaynakları açık bir dille belirtmeyen müellif, hadiselere bizzat şahit olan veya devlet kademesinde bulundukları görevden dolayı resmi evraka ulaşabilen kişilerin kaleme aldıkları tarih eserlerini değerlendirerek, “olduğu gibi aktarma” yoluyla derleme niteliği taşıyan bir eser vücuda getirmiştir. Yazıldığı ortam içerisinde toplumsal bir misyon edindiğini de ifade etmek yanlış olmaz. Bu yüzyılda müellif, bir yandan uzun süren ve yenilgi ile sonuçlanan savaşlar neticesinde toplumda oluşan umutsuz havayı görerek, atalarının uzun savaş yıllarında yaptığı kahramanlıkları, fedakârlıkları anlatarak toplumu haberdar etmeyi amaçlamış, gündelik hayat içerisindeki insanlara kahramanlık ve fedakârlık duygusunu vermeye çalışmıştır. Yeri geldikçe canlı anlatımlarla bu fetih hadisesini toplum içinde canlı tutmaya çalışmış, herkesin okuyabileceği bir eser ortaya koymuştur. Diğer yandan yararlandığı mühim tarih eserlerinden konuyla ilgilenenleri hem haberdar etmiş, hem de bu eserlere ulaşmanın güçlüğünü ortadan kaldırmıştır.
Neticede, 245 varaktan oluşan eser, 1645-1669 yılları arasını kapsayarak, tüm fetih sürecini, adanın şehirlerini, coğrafyasını, sosyo-ekonomik durumunu vb. anlatan derli toplu ve kapsamlı birkaç eserden biri olması özelliğiyle dikkate şayandır.