Giriş
Ege Denizi’nin, Osmanlı coğrafya eserlerinde, “Adalar Arası” ya da “Adalar Denizi” olarak adlandırıldığı[1] ; buna karşılık, adalar bölgesinin fethinden sonraki idari teşkilatlanmada, buraların, esasında Akdeniz’in bir parçası olarak kabul edildiği, nitekim adaların çatı idari yapısına da Cezâyir-i Bahr-i Sefîd Eyaleti adı verildiği malumdur[2] . Öte yandan, irili ufaklı onlarca adayı bünyesinde barındıran bu denizi, Akdeniz’den ayıran karakteristik vasıfların neler olduğu, modern dönem coğrafya ve tarih çalışmalarında tartışılmıştır[3] . Bu denizin ticari önemi hakkında ise iki husus önce çıkarılmıştır: Kuzey ile güney deniz ticaret yolları arasında bir halka işlevi görmesi, ayrıca karadan Batı Anadolu kıyılarına indirilen malların dağıtımının bu deniz yoluyla gerçekleştirilmesi. Ege adalarının, Anadolu kıyı kentleriyle yoğun ticari bağlantılarına vurgu yapıldığı, hatta buraların, “Anadolu ekonomik bölgesine dâhil olduğu” tezinin ileri sürüldüğünü de ilave etmeliyiz[4] . Öte yandan adalar hakkında, son yıllarda sayısı giderek artan çalışmalarda, mesele kavramsal, teorik ve analitik olarak ele alınmıştır. Bu araştırmalarda, tartışmanın odağını başlıca şu gibi hususların oluşturduğu görülmektedir: Birer kavram olarak adalılık (islandness) ve adasallığın (insularity) tam olarak ne ifade ettiği; adaların, anakaradan kopuk izole ve içe dönük yapılar (microcosmos) olup olmadığı; adalar dünyasının, karadan bakışla anlaşılıp anlaşılamayacağı? Bu sorular, Ege adalarının tarihi bağlamında da ele alınmış ve birçok görüş ileri sürülmüştür. Burada iki karşıt tezin olduğu görülür; izolasyon teması ile birbirine bağlı adacıklar teması. Araştırmalardaki genel eğilim, Ege adalarının, dış dünyadan kopuk izole yapılar olmadığı, Doğu Akdeniz’in büyük resmi içinde, irili-ufaklı adaların, bir zincirin halkaları ya da ağlar sisteminin birer unsuru oldukları yönündedir[5] . Osmanlı Devleti hâkimiyetindeki Ege adalarının, idari yönden tam bir serbestiyet statüsünde (otonomi) olup olmadıkları da adalarda uygulanan timar ve vakıf sistemiyle irtibatlı olarak tartışılmış bir husustur. Esasında, Osmanlı mali yönetim mantığının bir tezahürü olan serbestiyet kavramının, müstakil bir idare gibi anlaşılamayacağı ifade edilmektedir[6] .
Adalar tarihinin bu genel çerçevesinden, İstanköy Adası özeline geldiğimizde, bu ada hakkındaki literatürün, diğer büyük Ege adalarına kıyasla, sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Mamafih, Ege adalarının Osmanlı hâkimiyetine girmesi ve buralarda tesis edilen idari düzeni, arşiv kaynaklarına istinaden ele alan çalışmalar, İstanköy Adası hakkında da ufuk açıcı bilgileri muhtevidir[7] . Ayrıca adanın yakın dönem tarihi ve adadaki Türk kültür varlığıyla alakalı bazı eserler kaleme alınmıştır[8] . Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç’in, mâlikâne sistemini anlattığı eserinde, İstanköy Mukātaası’na ait rakamların bir bölümünü tablo hâlinde verdiği görülmektedir[9] . Adanın, seyrüsefer güzergâhı üzerindeki konumuna ise modern çalışmalarda vurgu yapılmakta, Anadolu kıyılarıyla bağlantısına da işaret edilmektedir[10].
Ancak yine de İstanköy Adası’nın ekonomik ve ticari tarihi, henüz müstakil bir araştırmaya konu edilmemiştir. Dolayısıyla bu çalışmanın amacı, Ege adalarının iktisat tarihine, İstanköy ölçeğinde katkı sağlamaktan ibarettir. Adalar tarihçiliğinin yukarıda işaret ettiğimiz teorik yaklaşımı içinde, çalışmada elde ettiğimiz bulguların, ne anlam ifade ettiğine dair, araştırmanın sonuç kısmında birkaç cümle kurulacaktır. Bu araştırmanın ana kaynakları, büyük ölçüde arşiv kayıtları ve belgelerinden oluşmaktadır. Fakat döneme ait gümrük muhasebe defterlerinin bulunmamasının, çalışmamız için ciddi bir eksiklik olduğunu da itiraf etmeliyiz. Adayı ziyaret eden bazı gezginlerin anlatımlarıyla, birkaç Osmanlı kroniğinden istifade edildiğini de belirtmeliyiz.
Uzun Ada/İstanköy: Osmanlı öncesinde Kos ve Stanichio adıyla bilinen adaya, fetihten sonra Osmanlılar, eski adından bozma olarak İstanköy demişlerdir. Adaya, “uzun ada” anlamında Lango da denmiştir. Gerçekten de adanın, bu isimlendirmeye uygun bir fizikî yapısı vardır. Gökova Körfezi’nin girişinde yer alan ada, güney-batıdan kuzey-doğu yönüne doğru ince uzun bir görüntüye sahiptir[11]. Narence Limanı, adanın kuzey-doğu ucundadır. İstanköy Adası’nın önemi, sadece fizikî yapısı ve korunaklı limanından kaynaklanmaz, ada coğrafî yönden de önemli bir konumdadır. Mısır (İskenderiye) ve Kıbrıs’tan gelerek Rodos üzerinden İzmir’e doğru giden denizyolu üzerinde bulunmaktadır. Narence Limanı, bu güzergâhta seyrüsefer eden gemiler için bir mola ve tehlikeli durumlarda sığınma yeridir. Buraya yolu düşen gezginler, adanın korunaklı limanı ve güzel narenciye bahçelerinden söz ederler[12].
Osmanlı hâkimiyeti öncesinde ada, Saint Jean şövalyelerinin elindeydi. Bunlar, Rodos’a yerleştikten sonra, 1315’te İstanköy’ü de ele geçirerek, buraya yeni kaleler yapmışlardır. Limanı muhafaza altına almışlar, bir köprü ile şehre bağlanan kaleyi tahkim edip, Türk akınlarına karşı koymaya çalışmışlardır. Ancak bu tedbirler, adayı elde tutmaları için yeterli olmamıştır. 1455’te İstanköy Adası’na ilk ciddi hücumu gerçekleştiren Hamza Bey, Andimahya Kalesi’ni muhasara ve tahrip etmiştir. Takip eden yıllarda ada bir süre daha şövalyeler elinde kaldıysa da, Rodos’un fethinden kısa müddet sonra, 3 Ocak 1523 (15 Safer 929) tarihinde, Bodrum Kalesi’yle birlikte Osmanlılar’a terkedilmiştir[13]. Osmanlı idaresinde İstanköy Adası, Cezâyir-i Bahr-i Sefîd Beylerbeyliği Rodos Sancağı’na bağlı bir kaza olarak teşkilatlandırılmıştır[14]. Daha sonra 1581’de Nakşa Adası’na bağlandıysa da bu durum uzun sürmemiştir. İstanköy’den Rodos’taki kadırgalara nöbetçi cenkçi gönderilmesinde, ayrıca Sultan Süleyman Vakfı’nın Rodos’taki imareti için İstanköy’deki gayrimüslim haracı’nın tahsilinde yaşanan birtakım sıkıntılardan dolayı, ada yeniden Rodos Sancağı’na bağlanmıştır (9 Kasım 1581)[15].
Pîrî Reis’in gözlemleri, Osmanlı idaresine girdiği tarihlerde limanın durumu hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. O, adaya uzun anlamında Lango denildiğini hatırlattıktan sonra şu bilgileri vermektedir: “Narence Kalesi bir alçak düz yerdedir. Bir tarafını kazıp liman yapmışlardır. Limana küçük gemiler girer, kadırga girmez, sığdır. Ama kayık girer. Narence Kalesi’nin önünden başka, iyi yatak yeri yoktur. Bu Narence’nin önleri, güzel demir atma yerleridir. İki üç yüz parça geminin yatabileceği yerdir[16].” Narence Limanı için Pîrî Reis’in tespitlerine benzer bir gözlemi, yaklaşık yüz yıl sonra 1630’da adayı ziyaret eden Fransız konsolosluk memuru Sieur de Stochove de yapmaktadır: “Kale ile kasaba arasında yer alan liman, oldukça büyük ve güvenlidir. Ancak girişi, denizin getirdiği kumla tamamen bozulmuştur. Bu nedenle, sadece küçük tekneler girebilmektedir. Kadırgalar ve büyük gemilerse, demirlemek için uygun olan sahilde kalırlar[17].” Kırk yıl sonra, 1670’te adayı gezen meşhur seyyah Evliya Çelebi’nin tespitleri de farklı değildir. O, her ne kadar şehir varoşu ile kale arasında kalan liman için, “liman-ı azim” (büyük liman) terimini kullansa da, limana giriş sağlayan boğazın dolmasından dolayı, büyük gemilerin giriş yapamadığını söylemekte ve ilave etmektedir; “amma firkate ve kayıklar girer, eğer tathir olsa âlâ limandır[18].”
A. Fetih Sonrası İktisadi ve Ticari Yapılanma: İstanköy Cezîresi ve Tevâbii Mukātaası
Fetihten sonra, İstanköy Adası’nın tahriri yapılmış ve burası timar sitemine dâhil edilmiştir. Adada padişah, beylerbeyi ve sancakbeyi haslarının yanı sıra, zeamet ve timarlar vardı ki, bunlar, adadaki kale muhafızlarına tahsis edilmişti. Bununla birlikte, gelirlerin yetersizliği nedeniyle, Anadolu yakasından (Aydın ve İzmir), kale muhafızlarının maaşlarının ödenmesi için takviyenin yapıldığı bilinmektedir[19]. Adanın iktisadi ve mali yapısı ise fethin hemen ardından, mukataa sistemi çerçevesinde teşkilatlandırılmıştır. Rebiülâhir 929 (Şubat-Mart 1523) tarihli kayıtlarda, adada beş mukātaa biriminin olduğu görülmektedir. Bunların adları ve mali büyüklükleri şöyledir: Mukātaa-i Gümrük-i İskele-i Bâc-ı … Bâc-ı Esb ve Bâc-ı Kapan ve İhtisab ve Bâc-ı Hamr ve Resm-i Fuçı ve Resm-i … ve Resm-i … ve Resm-i Dalyan ve Simsâriye, 16.000 akçe; Mukātaa-i Beytü’l-mâl ve Mâl-ı Gāib ve Mâl-ı Mefkud ve Yava ve Kaçgun, 45.000 akçe; Mukātaa-i Dalyan-ı Liman-ı Narence, 15.000 akçe; Mukātaa-i Şemhâne, 1.000 akçe; Mukātaa-i Memleha; 60.000 akçe. Bu mukātaalardan her biri, defterde adları yazılı kişilere “der-uhde” edilmişti[20]. Mukātaayı oluşturan bu birimlerin sayısı, sonraki tarihlerde artarak on dörde kadar çıkacaktır.
Böylece İstanköy’de, timar sistemindeki yerler hariç, ada ekonomisini oluşturan diğer birimler, mukataa sistemine göre teşkilatlandırılmış oluyordu. Daha sonra adı İstanköy Cezîresi ve Tevâbii Mukātaası olacak iktisadi birim, Osmanlı maliyesinde bir çatı yapı olan Kefe Mukātaası Kalemi’ne bağlanmıştır[21]. Bu iktisadi/ mali yapıda önemli bir değişiklik, Rodos’ta Sultan Süleyman Camii ve İmareti Vakfı’nın kurulmasıyla meydana gelmiştir. Zira civardaki diğer adalarla birlikte, İstanköy Adası’ndaki gayrimüslimlerin ispençe vergisi de bu vakfa gelir kaydedilmiştir[22]. Konu hakkındaki araştırmalarda, vakfın ekonomik faaliyete katılımının, vakıfların idaresi serbest timar statüsünde olduğundan dolayı, adadaki iktisadi/mali faaliyet için “serbestiyet” anlamı taşıdığına işaret edilmiştir. İdari yönden tam bir serbestlik (otonomi) ifade etmeyen bu yapının özünü, adadaki her türlü ekonomik faaliyetin yürütülmesini sağlayan kişilerin, doğrudan merkeze karşı sorumlu olmaları keyfiyeti oluşturuyordu[23]. İstanköy’de, iktisadi hâsılandan pay almak isteyen iki grup (kalelerde muhafaza görevi yapan askerler ile Sultan Süleyman Vakfı mütevellileri) arasında ihtilaflar eksik olmayacaktır[24]. Mukātaanın gelir kalemleri ve vergi oranları sancak kânunnâmesiyle belirlenmişti ki, vergi bahsi ileride ayrıca ele alınacaktır.
1. İstanköy’de Mukātaa İdaresi ve Mali Durum
İstanköy Mukātaası’nın idaresinde, Osmanlı iktisat sistemiyle mütenasip şekilde, farklı usuller tatbik edilmiştir. Yukarıda aktardığımız ilk kayıtlarda, mukātaanın belirli kişilere “der-uhde” edildiği yazılıdır. Osmanlı maliyesinde, 16. yüzyılın ortalarından itibaren görülmeye başlayan nakit sıkışıklığına çözüm olarak, mukātaalarda iltizam usulünün yaygınlaştığı bilinmektedir[25]. İstanköy Mukātaası da bu tarihlerde iltizam usulüyle idare edilmiş olmalıdır. Daha sonra mukātaanın gelirleri, adadaki kalelerde muhafaza hizmeti gören askerin mevâcibleri için ocaklık tahsis edilecektir. Kefe Mukātaası’na ait ahkâm defterindeki bir kayıtta, Hazîne-i Âmire’de mevcut mukātaa defterlerine istinaden, senelik 1.218.000 akçe geliri olan İstanköy Mukātaası’nın 1045 H. (1635-36 M.) tarihinde, kale neferatına ocaklık tayin edildiği belirtilmektedir[26]. Ocaklık statüsündeki mukātaalar, iltizam sisteminden ayrılmış (mefrûzu’l-kalem) birimler olduğundan, hukuken, ehl-i örf sınıfından mahallî idarecilerin müdahalesine kapalı yapılardı. Bu gibi ocaklık mukātaalar, askerî zümrenin oradaki ağalarına der-uhde edilirdi. Askerin mevâcibleri (maaşları) mukātaa gelirinden ödenir, ayrıca kale tamiri gibi harcamalar da yine buradan yapılırdı[27]. Ocaklık statüsünde iken, İstanköy Mukātaası da bu şekilde idare edilmiştir. Mukātaanın fiili idaresinde ise “emânet” usulü uygulanmıştır. Bu sistemde tüm işler, “ber-vech-i emânet” bir emin tarafından yürütülürdü. Nitekim 1676 tarihli bir kayıttan, iktisadi yapının adının Nefs-i İstanköy Cezîresi ve Tevâbii Mukātaası olduğunu, emin ve kabzımal Abazalar Ağası Ali Ağa tarafından idare edildiğini öğreniyoruz[28]. Adada ocaklık idaresi, 1696’da mâlikâne uygulamasının başlamasına kadar sürecektir.
17. ve 18. yüzyıllar süresince, mukātaanın adında ve statüsünde değişiklikler olmuş, senelik mali büyüklüğünde (malı) ufak dalgalanmalar ve mukātaanın müzayedesinde hazineye yapılan peşin ödemede (muaccele) önemli artışlar yaşanmıştır. Ayrıca mukātaa idaresinden kaynaklı ve konjonktürel şartlara bağlı birtakım gelişmeler de yine adadaki ticareti etkilemiştir.
Hicrî 1053 (M. 1643-44) tarihli hesap icmaline göre mukātaanın, senelik 1.218.000 akçe malı vardır. Bu miktarın tamamı, ada kalelerindeki askere ocaklık tahsis edilmiştir. Her sene kıste’l-yevm[29] olarak ortaya çıkan 120.000 akçeninse, kale tamirine harcanması istenmiştir[30]. Bu tarihlerde mukātaanın düzenli muhasebe kaydı tutulmamakla birlikte, adadaki iktisadi faaliyetten sağlanan gelirden, devletin merkezî hazinesine herhangi bir aktarımın (irsâliye) olmadığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin genel ekonomik mantığına göre bu durum normaldir. Zira taşrada devletçe yapılması gereken askerî ve sair ödemelerin, mukātaa tarzındaki iktisadi teşekküllerin gelirinden mahsub edilmesi yaygın bir uygulamaydı[31].
1645’te başlayan Girit kuşatması ve Venedik Cumhuriyeti’yle uzun yıllar süren savaş halinin, Doğu Akdeniz ve adalar denizindeki mevcut durumu derinden etkilediği malumdur[32]. Savaş yıllarında Osmanlı devlet adamlarının önceliklerinden birisi, İstanbul’a gıda sevkiyatının yapıldığı deniz ticaret yolunun güvenliğini sağlamaktı. Bu durumda hem Girit’e yakın hem de Rodos-İzmir güzergâhı üzerinde bulunan İstanköy Adası’nın önemi bir kat daha artmıştır. Nitekim adanın güvenliğine ihtimam gösterildiğine dair arşiv kayıtları vardır[33]. Adada ticaretin merkezi Narence Limanı’ydı ve buranın muhafazası, liman girişinin doğu kısmında bulunan Narence Kalesi’nce sağlanıyordu. Ocaklık sisteminde kale dizdarı, muhafaza hizmetinin yanı sıra, adadaki ticari işlerin düzgün yürümesinden de sorumluydu[34]. Keza, mukātaa hesaplarını tutan kâtiplerin rolü de oldukça mühimdi[35].
Mâlikâne uygulamasının başlamasından önceki tarihlerde, İstanköy Cezîresi ve Tevâbii Mukātaası’nı oluşturan iktisadi birimlerin sayısı on dörde kadar çıkmıştır. Mukātaanın 1679 tarihli hesap icmalinde bu birimlerin adları ve mali büyüklükleri şöyle sıralanmıştır: Mukātaa-i İskele-i Narence ve Tevâbii, 188.000 akçe; Mukātaa-i İhtisâb ve Şemhâne, 75.000 akçe; Mukātaa-i Dalyan 10.000 akçe; Mukātaa-i Hamam, 16.000; Mukātaa-i Çub, 5.000 akçe; Mukātaa-i Âsiyâb, 15.000 akçe; Mukātaa-i Bâd-ı Hevâ, 20.000 akçe; Mukātaa-i Deşt-ban, 2.000 akçe; Mukātaa-i Resm-i Bennak ve Subaşılık, 12.000 akçe; Mukātaa-i İspençe ve Resm-i Ağnam, 38.000 akçe; Mukātaa-i Memleha, 16.000 akçe; Mukātaa-i Öşr-i Ketan, 5.000 akçe; Mukātaa-i Beytü’l-mal ve Tapu-yı Zemin, 54.280 akçe; Mukātaa-i Hububat-ı Narence … ve Resm-i Bâğât, 830.000 akçe. Mukātaanın toplam 1.218.000 akçe tutarındaki senelik rüsumat ve mahsulatının, kalelerdeki neferata ocaklık tayin edildiği ve “müstakillen zabt ettirile diye emir yazıldığı” da belirtilmektedir[36]. Burada, mukātaanın en büyük gelir kaleminin, adada yetiştirilen tarım ürünleri ve bağlardan olması dikkat çekicidir.
Sonraki tarihlerde, mukātaanın senelik mali büyüklüğü, ufak artışla 1.235.052 akçeye çıkmıştır. Mukātaa ahkâm defterindeki ocaklık beratı kaydında, buranın, 1084 H (1673 M) tarihinde Babadağı Kışlağı’nda, İstanköy’deki yedi kaledeki neferatın senelik 15 yük (1.500.000) akçe tutan mevâciblerine karşılık olarak, kalelerin iktiza eden tamiratının da mukātaa gelirinden yapılıp, mîrî hazineden bir akçe talep etmemek şartıyla ocaklık beratı verildiği yazılıdır. Adadaki gayrimüslim cizyesi ise eksiden olageldiği üzere yine Sultan Süleyman Vakfı’nca toplanacak, bunun dışında vakıf mütevellileri tarafından mukātaa işlerine karışılmayacaktı[37]. Mukātaanın mali hacmi, 1696’da mâlikâne uygulamasının başlamasına kadar sabit kalmıştır[38]. Fakat adada, mukātaa ile vakıf arasındaki ihtilafın önü alınamamıştır. 1696 tarihli bir arşiv belgesinde, adadaki yedi kalede toplam 666 yerli neferatın bulunduğu yazılıdır. Bunlara mevâcib olarak tahsis edilen miktar senelik 1.526.430 akçedir. Yaklaşık yirmi yıl öncesine göre, muhafaza hizmetindeki askere tahsis edilen mevâcib miktarı nominal olarak artmıştır. Bu tarihlerde batıda süregelen uzun savaş ikliminde, denizlerin muhafazasına daha fazla kaynak ayrılmış olmalıdır. Kale muhafızları için tahsis edilen bu meblağın ancak bir kısmı, adadaki mukātaa gelirinden karşılanabilmektedir. Zira bu tarihlerde mukātaanın toplam mal değeri 1.235.052 akçedir. Üstelik bu gelirin bir kısmı da Sultan Süleyman Vakfı için tahsis edilmiştir. Bu durum İstanköy Muhafızı İsmail Paşa’yı, askerin eksik ücretlerini başka kalemlerden temin etmek için merkeze başvurmak zorunda bırakmıştır[39].
Mâlikâne İdaresinin Tesisi (1696): İstanköy Mukātaası’nda mâlikâne uygulaması, 1695’te çıkarılan meşhur mâlikâne fermanının[40] hemen ardından başlamıştır. 1696’da İstanköy muhafızı ve sâbık Başdefterdar İsmail Paşa, hükümete sunduğu arzda, Sultan Süleyman Han Evkafı mütevellilerinin, adadaki “kefere ispençesi ve bazı öşr-i galle” vakıf gelirine aittir diyerek mukātaa işlerine müdahalelerinden şikâyetçi olmuştur. Çözüm olarak, bundan sonra mukātaanın, mütevelliler tarafından müdâhale olunmayıp, “müstakillen serbestiyet üzere zabt u rabtına veçhen mine’l-vücuh vüzerâ-yı izâm ve mîrimîran ve mîrliva ve sâir ehl-i örf ve evkaf mütevellileri tarafından müdâhale olunmaya” diye emir çıkmıştır[41]. Burada mâlikâne ibaresi geçmese de, takip eden kayıtlardan, adada mâlikâne uygulamasının başladığı anlaşılmaktadır. Mâlikâne sistemine geçiş kararında, mukātaanın idaresinden kaynaklı sorunlar, gelirlerin paylaşımında Sultan Süleyman Vakfı’yla yıllardan beri süregelen anlaşmazlıklar ve ada halkının şikâyetleri etkili olmuş gibi görünmektedir. Böylece mukātaa işlerine, ehl-i örfün ve vakıf mütevellilerinin müdahalesinin önü alınmak istenmiş olmalıdır.
İstanköy Adası’nda mâlikâne uygulamasının ilk safhası, 1711’e kadar devam etmiştir. Bu süre müddetince mukātaanın, senelik mal büyüklüğü sabit kalmıştır. Mâlikâne idaresinde, mukātaaya hariçten müdahaleler önlenmiş gibi görünmekle birlikte, gelirin paylaşımında sıkıntılar sürmüştür. Asıl sorun, eskiden beri olageldiği üzere, yine mukātaa ile vakıf arasındadır. 1700 tarihinde, mukātaadan maaş alan altı kale (Narence, Pili, Andimahya, Kefalos, Kalimnos ve Liryos) ile karşıdaki Bodrum Kalesi’nin ağaları ve neferatı, İstanköy Kadısı Mevlâna Ali’nin huzuruna çıkarak, rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. İstanköy Mukātaası’nın “çürük ve bî-hâsıl” olduğunu söyleyerek, mukātaa gelirlerinin, ulufelerine ve kale tamirine bile yetmediğini ileri sürmüşlerdir. Durum böyle iken, Rodos’ta Sultan Süleyman Vakfı mütevellisine her yıl 1.500 kuruş verilmesi için ferman çıktığını, bu durumda neferata bir şey kalmayacağını hatırlatıp hemen ardından, bundan sonra mukātaanın mîrî tarafından tahsil olunmasını, mevâciblerinin ise başka bir yerden ödenmesini istemişlerdir[42]. Buna karşılık merkezi hükümetçe, çözüm olarak hem asker hem de vakıf için ayrılan miktarda azaltmaya gidilmesi kararı alınmıştır. Ayrıca gelir artışı sağlamak umuduyla, adanın vergi kalemini oluşturan bağlar ve bahçelerle, terkedilmiş, mümbit ve gayr-i mümbit arazilerin durumlarının yeniden gözden geçirilmesine karar verilmiştir[43]. Ancak umulan gelir artışı sağlanamadığı gibi, mukātaa idaresindeki sorunlar yıllar geçtikçe daha da derinleşmiştir. Mâlikâneci Karakulak Osman Ağa’nın 1710’da katline ve hemen ardından mukātaanın mâlikâne statüsünün lağvına sebep olan sıkıntılar, esasında mâlikâne sisteminin yapısal zaaflarını gösteren bir örnek olması bakımından dikkat çekicidir.
1710 tarihi itibarıyla Gümrük-i İskele-i Narence ve Tevâbii Mukātaası, mâlikâne olarak müştereken Yeniçeri Kâtibi Mustafa Efendi ile Karakulak Osman Ağa’nın uhdesindedir[44]. Mukātaanın senelik 10.292 kuruş (1.235.052 akçe) tutarındaki gelirinin tamamı askerî harcamalara gitmektedir. Zira mukātaanın idaresi her ne kadar mâlikâne usulünde olsa da gelirleri, eskiden beri olageldiği üzere, ada kalelerindeki askere ocaklık tahsis edilmiştir[45]. Merkezî yönetim açısından, mukātaanın muaccele bedelinin Hazîne-i Âmire’ye peşinen yatırıldığı ve mukataa gelirinden, mahallinde yapılması mutat ödenmelerden kaynaklı rahatsızlık sesleri duyulmadığı sürece, merkezin müdahalesini gerektirecek bir sorun olmadığı düşünülmüş olabilir. Belki de bundan dolayı, mukātaanın yıllık muhasebesi bile ihmal edilmiştir. Öyle ki, İstanköy’deki neferatın merkeze gönderdikleri vekillerinin şikâyetleri üzerine, geriye dönük yapılan bir tahkikatta, mukātaanın Hicrî 1108 (1696 M.) senesinden 1120 (1708 M.) tarihine kadarki 13 yıllık hesaplarının görülmediği anlaşılmıştır. Bu durumda kale tamirine yeteri kadar ödenek ayrılamadığı gibi, neferatın vekillerince, bu yıllar boyunca birikmiş 114.964,5 kuruş alacaklarının olduğu ileri sürülmüştür. Ancak geriye dönük olarak, mukātaanın mali yapısını bozacak bu talep, hükümet tarafından kabul edilmemiştir[46]. Mukātaadan, kale neferatına ödemelerin nasıl yapılacağı da temel bir anlaşmazlık konusudur. Bazen nakit ödeme talep edilmektedir. Oysa 1710 tarihli yazışmalarda, İstanköy Mukātaası’nın nakit gelirinin olmadığı, mahsulatının buğday, arpa ve sair zirai ürünlerden oluştuğu, dolayısıyla neferata ödemelerin de ürün olarak yapılmasının eskiden beri süregelen bir uygulama olduğu belirtilmektedir[47].
Ocaklık İdaresi (1711): Bu tarihlerde, sadece gelirlerin paylaşımında değil, aynı zamanda vergilerin tahsilinde de birtakım sorunlar yaşanmaktadır. Adadaki bağ ve bahçe sahipleri, öşür vergilerini ödemeye muhalefet etmişlerdir. Öyle ki 1710’da, mukātaaya bağlı köylerden Narence, Andimahya, Kefalos, Pili, Kalimnos ve Liryos köyleri mukātaacılara açıkça bayrak açmıştır. Hatta daha da ileri giderek, elinde fermanla vergi tahsiline uğraşan mâlikâneci Karakulak Osman’ı ve yanında olan Yahudi dönmesi bir adamını öldürmüşlerdir. Aralık 1710’de Derya ümerâsından Rodos Mutasarrıfı Abdurrahman Paşa’ya ve İstanköy Kadısı’na gönderilen emirde, hadisenin araştırılarak neticenin bildirilmesi istenmiştir[48]. Kapıcıbaşı Yusuf Ağa’dan emri alan Abdurrahman Paşa, hemen bir firkate donatarak İstanköy’e geçmiştir. Adanın ileri gelenleri mahkemeye davet edilerek ferman yüzlerine okunmuştur. Adalılar “işittik ve itaat ettik” demişlerdir. Cinayet hususunda yapılan tahkikatta şöyle ifade vermişlerdir: “Bizim ekserimiz Cuma namazında iken bazı ashâb-ı hevâ, Karakulak Osman Ağa ve Mütesellim Mehmed’i katletmişler ve sonra da kayıklara binerek karşıya Anadolu yakasına firar etmişlerdir.” Bunun üzerine Abdurrahman Paşa, on beş gün adada kalarak araştırma yaptıysa da cinayet zanlılarından hiç birinin izine rastlayamamıştır. Bu arada, adanın ve mukātaanın genel durumunu da inceleme fırsatı bulmuştur. Gözlemleri ve önerilerini muhtevî raporuyla birlikte Kapıcıbaşı Yusuf Ağa’yı merkeze göndermiştir[49]. Abdurrahman Paşa’nın raporundaki gözlemi ve hükümete teklifi şöyledir: İstanköy Kalesi Dizdarı ve Azaban Ağası, neferatın idaresinde yetersiz oldukları gibi, düzeni bozucu işlerden geri durmamaktadırlar. Ayrıca dizdar, mîrî gelirden 3.721 kile (95.476 kilogram) buğdayı depolayıp satarak parasını yemiştir. Bu miktarın dizdardan tahsili gerekmektedir. Ada halkı, mukātaa voyvodalarının ahaliye zulüm ve baskısından şikâyetçi olmuştur. Bundan ötürü mukātaanın mâlikâne statüsü kaldırılarak, adadaki kale neferatına ocaklık tahsis edilmelidir. Zaten bu durum, adanın fethinden sonraki düzenlemeye de mutabık olacaktır. Abdurrahman Paşa’nın bu teklifi, merkezî idare tarafından da uygun bulunarak İstanköy Mukātaası’nın mâlikâne statüsüne, 23 Mart 1711 tarihinde son verilmiştir. Senelik 1.235.050 akçe (10.373 kuruş 1 sülüs) mal değeri olan mukātaa, kale neferatına yeniden ocaklık tahsis edilmiştir. Bu tarih itibariyle mukātaa gelirinin 9.540 kuruşu askerlerin ocaklığı, 9.558 akçesi çeşitli vazifelilerin tahsisatı, 48.000 akçesi Sultan Süleyman Han Vakfı’nın payı olup, Hazîne-i Âmire’ye irsâliye olarak sadece 42.442 akçe kalmaktadır[50]. İstanköy Mukātaası’nın idaresinde, son düzenlemeyle umulan fayda sağlanamamıştır. Bu süre müddetince mukātaanın mal değerinde oluşan rakamlar donuklaşmış, sadece ufak değişmeler olmuştur ki, 1712 tarihinde mukātaanın malı 1.235.052 akçedir (10.292 kuruş)[51].
Adada Mâlikâne Statüsünün İadesi (1718): Adadaki idari sıkıntıların, ocaklık uygulamasında da sonu gelmemiştir. Bundan dolayı, mukātaanın ocaklık vasfı kaldırılarak, muhtemelen 1718’de yeniden mâlikâne statüsü iade edilmiştir. Bu tarihte mukātaanın adı Gümrük-i İskele-i Narence ve İhtisab ve Tevâbii Mukātaası olup, senelik malı 10.373 kuruş 1 sülüs’tür. Mukātaa, Şıracı-zâde Hacı Hüseyin Efendi ile ada sakinlerinden Çalbakioğlu Mehmed Kaptan’ın müştereken ber-vech-i mâlikâne uhdelerine verilmiştir. Hüseyin Efendi 1721’de vefat edince, onun hissesi oğulları Mehmed ve Mustafa’ya geçmiştir[52]. 1723 senesi itibariyle, Hacı İbrahim Efendi’nin uhdesinde olan Narence İskelesi Gümrüğü ve Tevâbii Mukātaası’nın malı 1.244.800 akçedir (10.373 kuruş). Bunun 48.000 akçesi Sultan Süleyman Han Evkafı’na tahsis edilmiştir[53]. 1725’te mukātaanın mal ve tahsisatlarında değişiklik yoktur. O sene Hazine-i Âmire’ye teslim edilen irsâliye miktarı sadece 43.454 akçedir[54].
Tevkii Ali Paşa-zâdeler ve Üçlü İdare: İstanköy’de, 1730’lara kadarki mukātaacıların kimliğine dair yeteri kadar bilgi sahibi değiliz. Ancak en geç 1731 tarihi itibariyle mukātaanın, merkez bürokrasisinde güçlü bir kimsenin, Tevkii Vezir Ali Paşa’nın eline geçtiği kesindir. O, mâlikânesi olan mukātaanın işletmesini, Voyvoda Ali Ağa’ya havale etmiştir ki, bu dönemde, adadaki bazı kimselerin, mukātaa işlerine karıştıkları ve düzeni bozucu işlere kalkıştıkları bildirilmiştir[55]. Aynı senenin yazında Ali Paşa’nın vefat etmesi üzerine, yetimlerinin talebiyle mukātaanın, o yılın sonuna kadar mültezimi tarafından idaresine izin verilmiştir[56]. Bu durum, gümrük idaresinde birtakım aksamalara sebep olmuştur. Aralık 1731’de Rodos Mutasarrıfı Abdülkadir Paşa, 15 akçe ulûfe ile vazifeli İstanköy Gümrük Kâtibi Ahmed oğlu Mehmed’in kifayetsizliği nedeniyle, gümrüğün gelirlerinin toplanamadığı ve nizamının ihtilâle uğradığını bildirmiştir. Bunun üzerine kâtip görevden alınarak, yerinde sâbık kâtip Mehmed Çelebi tayin edilmiştir[57].
Tevkii Ali Paşa’nın vefatının ardından İstanköy Mukātaası, yine mâlikâne olarak oğulları Halil ve Mehmed’e kalmıştır. Bu kardeşlerin müştereken mukātaayı tasarrufları, Mehmed Bey’in 1764’te ve Halil Bey’inse 1786’da vefatına kadar, yarım asırdan fazla sürecektir. Osmanlı mâlikâne sisteminin mantığına uygun olarak mâlikâne sahipleri, fiilen idare etmek üzere mukātaayı bir mültezime (İbrahim’e) vermişlerdir. O da vergi toplama işini, ada sakinlerinden Halil’e emanet etmiştir. Böylece yukarıdan aşağıya doğru mukātaacı, mültezim ve emanetçi şeklinde bir hiyerarşi oluşmuştur. Aslında, mukātaa idarelerindeki bu yapılanma, sadece İstanköy adasına mahsus bir durum değildir. Mâlikâneci ve mültezimlerin, mukātaaları eminler vasıtasıyla idare etmesi oldukça yaygındı[58]. Tevkii Ali Paşazâdeler’in tasarrufu müddetince, mukātaanın adında ve mali yapısında ufak değişmeler olmuştur. Ağustos 1753 tarihli bir kayıtta Gümrük-i İskele-i Narence ve Tevâbii Mukātaası[59], 1763’te Cezîre-i İstanköy Narence Mukātaası[60], 1776’da ise Mukātaa-i Gümrük-i İskele-i Narence[61] adlarıyla zikredildiği görülmektedir.
2. İstanköy Mukātaası’nın Mali Yapısı
Limana girip çıkan ve çarşı-pazarda alınıp satılan her türlü ticari emtia ile, adada yetiştirilen tarım ürünlerinden alınan vergiler, mukātaanın gelir kalemlerindendi. Nakdi ve ayni gelirlerin harcanması da yine burada yapılıyordu. Dolayısıyla, adadaki iktisadi ve ticari faaliyetin durumuna mukātaa sistemi ölçeğinden bakmak, genel manzarayı görmemiz açısından yararlı olacaktır.
17. ve 18. yüzyıllarda İstanköy Mukātaası’nın genel görünümü, aşağıdaki tabloda verilmiştir. Burada asıl dikkat dikkat çekici olan, mukātaanın, müzayedeye esas mal değeri 18. yüzyıl süresince neredeyse sabit kalırken, muaccele rakamının düzenli olarak artış göstermesidir. Mukātaanın 1733’te 1.244.800 akçe (10.373 kuruş 1 sülüs) olan malı[62], 18. yüzyılın ortalarında da aynıdır[63]. 1757’de mukātaanın büyüklüğü, 6.000 akçe zam yapılmak suretiyle 1.250.800 akçeye (10.423,40 kuruş) çıkmıştır[64]. Rakamlarda ufak değişmeler sorasında da sürmüştür. 1765’te 1.244.800 akçe (10.423 kuruş)[65] olup, 1769’da mal değeri aynı kalmıştır[66]. 1768 senesi malının, 6.000 akçe zamla 1.256.800 akçe olduğu; takip eden 1769-70 ve 71 senelerinde de bu hacimde değişiklik olmadığı yazılıdır[67]. 1779’da 10.443,40 kuruş (1.256.800 akçe)[68], 1781’de 10.473,40 kuruş[69], 1783 tarihi itibariyle ise 10.424,40 kuruş (1.256.800 akçe) olduğu görülmektedir[70].
Mukātaa Gelirleri: Mukātaanın asıl gelir kalemi, adada yetiştirilen ürünlerden ve ahaliden alınan türlü vergiler ile Narence Limanı’nda tahsil edilen gümrük vergilerinden oluşuyordu. 1001 H (1593 M) tarihli tahrir defterindeki Rodos ve İstanköy adaları kânunnâmesinde, daha önceki tahrirlere ait deftere (Defter-i Atik) atfen, bu adalarda mer’i olan vergiler şöyle sıralanmıştır: İskeleye gemi ile mal ve yiyecek getiren Müslümandan %2 akçe, Osmanlı tebaası ve anlaşmalı devletler tüccarının limana getirdikleri ve alıp götürdükleri mallardan %3 akçe, ülke dışından (dârü’l-harbden) gelen gayrimüslim tüccardan ise %4 akçe gümrük vergisi alınır. Gemi ile limana mal getiren tüccar, sadece gemiden limana çıkardığı mallar için, gemiden gemiye mal satımında ise yarım gümrük öderler. Limana gelen içkinin (hamr) her 1 fıçısından 49 akçe gümrük ve 12 akçe şürb-i hamr (şarap vergisi) alınır. Limana gelen gemilerin büyük olanından 1 altın, küçük olanlarından ise 2 akçe resm-i liman alınır. Gemiyle limana getirilen her koyundan 1’er akçe, sığırdan 4’er akçe, attan 5’er akçe, yolcudan ise 1’er akçe gümrük alınır. Kaleye koyun geldiğinde kapıda 2 koyundan 1 akçe, 4 kuzudan 1 akçe bâc alınır. Kale dışında koyun alım-satımında 2 koyundan 1 akçe (yarısını alan diğer yarısını satan verir) ayak bâcı alınır. Selh-hânede (mezbahâne) kesilen 4 koyundan 1 akçe, 1 sığırdan ise 2 akçe alınır. Şehir surlarının haricinde veya sınırında gayrimüslim halkın yetiştirdiği zirai üründen (gallât) ve hububattan öşr-i şer‘î alınır. Bağlardan ise öşür karşılığı olarak haraç alınır. Bostan ve bahçelerde yetiştirilen mahsulden de öşür alınır. Bunlara ilaveten resm-i arûs, ispençe, bâd-ı hevâ, resm-i kovan, tuz ve balık vergisi gibi tipik vergi kalemleri de mevcuttur[71]. 1669 tarihli bir arşiv kaydında ise mukātaanın gelirleri arasında hububat mahsulleri, ispençe, bâğât ve sair vergiler sayılmaktadır[72]. Mâlikâneci Derviş Mehmed’in 1763’te, mukātaayı deruhte ettiği mültezimine verdiği temessükte, gelir kalemleri şöyle sıralanmıştır: Gümrük-i Narence ve Bodrum, tahmis-i kahve, hamam, âsiyab, aşar-ı şer‘iye ve rüsumât-ı kadîme, beytü’l-mal-i âmme ve hassa, yâve ve kaçgun, kul serdehânesi, resm-i ispençe, resm-i arûsâne, tapu-yı zemin, bâd-ı hevâ, cürm-i cinâyet. [73] Bunlara ilaveten, adada kıyı balıkçılığının yapıldığı da anlaşılmaktadır. İstanköy Mukātaası’nın bir alt birimi olan Mukātaa-i Dalyan’ın, 1679 tarihi itibariyle yıllık 10.000 akçe malı vardı. Keza aynı tarihte, şem‘hâne (mumhâne) ve çub (ağaç) işleri de yine mukātaanın alt gelir birimlerinden idi[74].
İstanköy Adası’nda bağcılık ve bahçecilik yaygınken, hububat tarımı, adalıların ihtiyacını bile karşılayamamaktadır. Dolayısıyla mukataanın tarım mahsulü olarak geliri, bağ ve bahçelerden sağlanmaktadır. Özellikle limon ve diğer narenciye üretimi yaygındır. Ancak mukātaanın nakit geliri az olup, daha ziyade adada yetiştirilen mahsulün vergisi, ürün cinsinden tahsil edilmektedir. Toplanan ürünlerin büyük kısmı, kalelerdeki askerin ocaklığı olarak tevzi edildikten sonra, arta kalanlar mukātaacılar tarafından satılmaktadır[75]. Kanunî vergilerin tahsiline, adalıların türlü bahanelerle direnç göstermeleri ise sıklıkla görülen bir vakıadır[76].
Gider Kalemleri: Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, İstanköy Mukātaası’nın en büyük gider kalemi, kalelerde muhafaza hizmetinde bulunan neferata yapılan ödemelerdi. Örneğin 1733’te, mukātaanın toplam 1.244.800 akçe tutarındaki malının 1.144.800 akçesi (%91,9’u) kale neferatının mevâcibine, 14.000 akçesi (%1,1’i) ise vakfa tahsis edilmişti[77]. Takip eden yıllarda da rakamlar benzer seyretmiştir. 1739’da mukātaa gelirinin %96,1’i askerlere, %3,8’i vakfa gitmiştir ki, bu yılda hiç irsaliyesi yoktur[78]. 1755’te yine 3,8’i vakfa olmak üzere gelirlerin tamamı askerî kesime[79]; 1768’de %89,2’si ocaklık ve diğer giderlere[80]; 1778’de ise %89,2’si ocaklık olarak askerlere[81] tahsis edildiği görülmektedir.
İrsâliye Ödemesi: Mukātaa gelirinden, Hazine-i Âmire’ye aktarılan irsâliye miktarındaki düşüklük dikkat çekicidir. Hatta bazı yıllarda hiç aktarımın olmadığı da vâkidir. Örneğin 1643-44’te 120.000 akçe (%9,8’i); 1711’de 42.442 akçe (%3,4’ü); 1725’te 43.454 akçe (%3,4’ü) merkezî hazineye aktarılmıştır. 1733’te ise mukātaanın malından yapılan mevâcib ve vakıf ödemelerinden sonra kalan miktarı sadece 957 akçedir[82]. 1739’da hiç irsaliye malı kalmamıştır[83]. 1751’de 96.000 akçe (%7,7’si); 1753’te ise 126.389 akçe (%10,1’i) irsaliyesi vardır[84]. Mukātaa gelirinden merkezî hazineye aktarın irsâliye miktarındaki düşüklük, sadece İstanköy Adası’na münhasır değildir. 18. yüzyılda, Osmanlı merkezî hazinesinin en büyük gider kalemlerinden olan askerî harcamaların, mâlikâne gelirlerinden karşılandığı, konu hakkındaki çalışmalarda ortaya konulmuştur[85].
Muaccele Rakamları: Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, mukātaanın, senelik toplam vergi (mal) değeri, 18. yüzyıl boyunca neredeyse sabit kalırken, mâlikânecilerin ödediği muaccele miktarı düzenli olarak artmıştır. Mehmed Genç’in, mukātaa kayıtlarına istinaden verdiği rakamlar dikkat çekicidir. Buna göre İstanköy Mukātaası’nın vergi geliri 1731’de 10.373 kuruş, muaccelesi ise 10.100 kuruştur[86]. Mukātaanın mâlikânecilerinden Tevkii Ali Paşa-zâde Mehmed Bey, 1764 yılı sonlarında vefat etmiştir. Böylece mahlul kalan yarım hisse, yapılan müzayedede 15.000 kuruş muaccele ile, diğer yarısına sahip olan kardeşi Halil Bey’e deruhte edilmiştir. Demek ki bu tarihte mukātaanın tam muaccelesi 30.000 kuruştur[87]. Takip eden yıllarda, müzayedeye ölçü vergi gelirinde değişiklik olmazken, ödenen muaccele miktarı ciddi oranda artmıştır. 1764’te 30.000 kuruş olan muaccele, 1786’da 50.000 kuruşa çıkmış, 1792’de ise 80.000 kuruşa kadar yükselmiştir[88]. Mukātaaların mal değeri sabit kalırken, muaccele miktarındaki artış, göstermiştir. Buna karşılık muaccele rakamlarının artışı ise her ne kadar mukātaanın reel değeri olmasa da mâlikâneciler açısından, o mukātaanın karlılığındaki artışı ifade etmektedir[89]. Bu mantıkla baktığımızda, İstanköy Mukātaası’nın muaccele rakamlarındaki belirgin artışı, adada gümrük ve vergi kalemini oluşturan diğer ticari faaliyette, 18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca periyodik şekilde artış yaşandığı şeklinde yorumlayabiliriz.
3. İstanköy’de İdari Sorunlar
İstanköy Mukātaası’nın, Tevkii Ali Paşa-zâdeler’in idaresindeki uzun zaman müddetince, adadaki ekonomik ve ticari hayatın işleyişi hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlayacak bazı olaylar kayda geçmiştir. Merkeze ulaşan rahatsızlık sesleri genellikle, mukātaanın idaresi, asıl gelir kalemini oluşturan vergilerin tahsili ve harcamasında karşılaşılan sorunlar hakkındadır. Örneğin 1734’te, kendilerinden resm-i gümrük talep edilen adalılardan bazılarının yeniçeri, kalyoncu veya askerî taifeden oldukları bahanesiyle ödemeye muhalefet ettikleri bildirilmiştir[90]. 1742’de ise Mukātaa Emini Halil, Mültezim İbrahim tarafından haksız yere sıkıştırılarak fazla para talep edildiğinden şikâyetçi olmuştur[91]. Burada şikâyete muhatap olan kişi, Mukātaa Voyvodası Bodrumlu İbrahim Kaptan olmalıdır. Nitekim aynı tarihlerde ondan, adadaki bazı zimmî ahali de şikâyetçidir ki, bunun üzerine görevden alındığı anlaşılmaktadır[92].
18. asrın ortalarına gelindiğinde, mukātaanın idaresinde bazı kanunsuzluk ve sıkıntıların olduğu görülmektedir. 1751’de mukātaaya ber-vech-i mâlikâne müştereken sahip olan Çukadar Mîr Mehmed ve Mîr Halil kardeşler, mukātaanın idaresini Hacı Hasan Ağa’ya iltizam etmişlerdir. Ancak ona verilen zabıt temessükünde isim yeri boş bırakılmıştır. Hacı Hasan Ağa, buraya kendi ismini doldurmadan temessükü Ahmed Ağa adlı kişiye göndererek, mukātaa gelirlerinin tahsilini ona sipariş etmiştir. Bunu fırsata çeviren Ahmed Ağa’nın, temessükteki boş yere kendi ismini yazmak suretiyle, sanki mültezim gibi gelirleri tahsil ederek zimmetine geçirdiği ifade edilmiştir[93].
1753’te ise mukātaanın idaresinde ve adanın genel nizamında başka sıkıntıların da ortaya çıktığı görülmektedir. Bunların ne olduğunu mâlikâneciler Çukadar Halil Bey ve Mehmed Bey, hükümete sundukları müşterek arzuhâlde dile getirmişlerdir. Yazdıklarına göre mukātaa, ber-vech-i serbestiyet üzere İstanköy voyvodaları tarafından idare edilirken, firkate kaptanlarından İbrahim Kaptan, mukātaanın düzenini bozmaktadır. İddialara bakılırsa o, korumasına aldığı bazı firkateci taifesiyle birlikte, adadaki bağ ve bahçelerde eğlenceler düzenlemekte, halkın evlerini basarak mala ve ırza saldırmaktadır. İstanköy’de genel güvenliği bozan bu durumun, iskeleye tüccar gemilerinin yanaşmasına mâni olacağı ve gümrük gelirlerinin düşmesine bile sebebiyet vereceği ifade edilmiştir. Ayrıca “bunlar firkatecidir” denilerek, mahkemeye çıkmaktan da kaçtıkları söylenmektedir[94]. Aynı tarihte mâlikâneciler Mîr Halil ve Mehmed kardeşler diğer bir arzuhâlde, yine İstanköylü İbrahim Kaptan’ın başka fiillerinden de şikâyetçi olmuşlardır. Buna göre İbrahim Kaptan, mukātaa gelirinden hasıl olan buğdayın adadaki ekmekçilere satışını engellemektedir. Oysa eskiden beri buğdayın yarısının ekmekçilere, diğer yarısının ise adadaki neferata verilmesi emirle düzenlenmiştir. Ancak öyle anlaşılıyor ki İbrahim Kaptan, muhtemelen hariçten buğday getirerek ekmekçilere satış yapmaktadır. Bu durumda mukātaanın buğdayı mahzenlerde çürümeye terk edilmektedir. Şikâyete karşılık olarak mahallî idarecilere hitaben emir yazılmıştır[95]. Has ve haracî fırınlara buğday satışı hususu, 1755’te bir kez daha şikâyete konu edilmiştir. Mukātaacıların ifadelerine göre, adadaki bazı fırıncılar ve müste’cirler (kiracılar), mukātaa malından hariç başka yerlerden buğday almaktadırlar. Oysa depolara konulan buğday ancak bir ay dayanabilmekte ve aksi hâlde çürümektedir. Ayrıca mukātaanın ekseri gelirinin mal olup, nakdi ödemelerin, ancak bu malların satılmasıyla mümkün olduğuna vurgu yapılmıştır[96]. Yine bu tarihlerde mukātaa gelirinde eksilmeye neden olan bir başka suiistimal daha vardır. Adadaki yerli neferattan suça karışanların ödemek zorunda oldukları cürüm ve cinayet bedelinin, mukātaa voyvodaları tarafından alınması icap ederken, yerli ağalar ve başkaları buna mâni olmuşlardır. Burasının, “mefrûzu’l-kalem ve maktû‘u’l-kadem min-külli’l-vücuh serbestiyet üzere zapt oluna gelen” bir mukātaa olduğu hususu hatırlatılmıştır[97]. Mukātaacılar Halil ve Mehmed’in başka bir arzuhâline bakılırsa, İstanköy Adası’ndaki hububattan 10’da 1 oranında öşür (aşar) tahsilinde de sıkıntılar yaşandığı görülmektedir. Halbuki adada ziraatı yapılan susam, bostan, erzen (darı), penbe (pamuk), nohut, mercimek, soğan, bakla ve sair ürünlerin öşürü, mukātaanın gelir kalemleri arasındadır[98].
Mukātaanın yarım hissesine sahip olan Tevkii Ali Paşa-zâde Mehmed Bey’in vefatının ardından, onun yarım hissesini de üzerine alan Halil Bey, mukātaayı, iltizam ve emanet usulüyle idareyi sürdürmüştür. Bu tarihte mukātaanın senelik malı 1.244.800 akçedir (10.423 kuruş)[99]. Mâlikâneci Mîr Halil Bey, Mart 1765 tarihinden itibaren bir senelik süreyle mukātaayı, İzmir sâbık voyvodası Halil Ağa’ya deruhde ve iltizam etmiştir. Halil Ağa, iltizam bedelini ödemek için Hocakapısı’nda ikamet eden Sarraf Markar’dan 10.000 kuruş borç almıştır. Mart 1768’de bu borcu, 10.500 kuruş olarak geri ödemiştir[100]. Kapıcıbaşı Halil Ağa, iltizamla aldığı mukātaayı ber-vech-i emanet idare ve vergisini tahsil için Mart 1765’ten itibaren Seyyid İsmail’i görevlendirmiştir. Ancak o, mukātaa ahalisiyle uyuşamadığından idareye ve zapta muktedir olamamıştır[101]. Ama yine de emanet usulü, takip eden yıllarda devam etmiştir. Mâlikâneci Mîr Halil Bey 1767’de, bu defa da mukātaayı, yine ber-vech-i emanet, adamlarından Hacı Mehmed’e verdiyse de onun da birtakım suiistimali görülmüştür. Mîr Halil Bey’in hükümete sunduğu arzuhâlde yazdıklarına bakılırsa Hacı Mehmed, mukātaa malından tahsil ettiği paradan kale mustahfızlarının taksidini ödemediği gibi, zimmetine de para geçirmiştir. Bu hususta durumun gereği gibi araştırılarak, hazırlanan defterin gönderilmesi için ada kadısına ve Çekdiri Beyi İbrahim Bey’e hitaben emir yazılmıştır[102]. Cevaben mültezim Hacı Mehmed’den gelen temessükte, zimmetinde 11.300 kuruş kaldığı yazılıdır[103]. Hacı Mehmed Ağa’nın kesin hesap defteri Mart 1767 tarihi itibariyle merkeze ulaşmıştır. Mart-Şubat 1766 tarihli bu hesapta, mukātaanın bir yıllık geliri 9.253 kuruş olarak verilmiştir. Bunun 4.721 kuruş 34 parası gümrük geliridir. Ayrıca İstanköy, Pili, Andimahya ve Kefalos köylerinden buğday, arpa, darı ve sair mahsulattan ayni gelirler de vardır. Bunların toplamı ise 8.303 kiledir[104]. 1768 tarihi itibariyle Gümrük-i İskele-i Narence ve Tevâbii Mukātaası, yine Halil Bey’in mâlikânesi olup, bu tarihte o Sipahiler Ağası’dır. Akdeniz’de mîrî firkate başbuğu İbrahim Bey’e iltizam, o da mukātaanın idaresini bi’l-vekâle Mehmed adlı kişiye emanet etmiştir[105].
Rusya ile savaş yıllarında (1768-1774), mukātaanın hesabı düzgün görülememiştir. Savaş sonrasına ait 1777 tarihli bir hesap icmalinde, mukātaanın 1768 senesi malının, 6.000 akçe zamla 1.256.800 akçe olduğu; takip eden 1769-70 ve 71 senelerinde de bu hacimde değişiklik olmadığı yazılıdır[106]. 1776 tarihli bir kayıtta ise Mukātaa-i Gümrük-i İskele-i Narence’nin malının 8.150 kuruş olduğunu görüyoruz[107]. 1778’de mukātaanın mâlikânecisi yine Tevkii Ali Paşa-zâde Halil Bey’dir. Mart 1779 tarihinden itibaren bir yıl süreyle, Hasan adlı kişiye iltizam etmiştir. Bu tarih itibariyle mukātaanın malı 10.443,40 kuruştur (1.256.800 akçe)[108]. 1778 tarihli bir belgeye göre Gümrük-i İskele-i Narence Mukātaası’nın malı 1.250.800 akçe, ocaklık gideri 1.116.298 akçe, Hazine-i Âmire’ye irsaliyesi ise 134.500 akçedir[109]. Mukātaacı Vekil-i Mîr-i Âhur-ı evvel Halil Bey, Mart 1781 tarihinden geçerli olmak üzere, bu defa da mukātaayı Muratıb-zâde Hacı Hüseyin Ağa’ya deruhde ve iltizam etmiştir. Mukātaanın malı 10.473,40 kuruştur[110]. 1783 tarihi itibariyle ise 10.424,40 kuruş (1.256.800 akçe) olduğu anlaşılmaktadır[111]. Fark edileceği üzere, peş peşe verdiğimiz kayıtlarda, İstanköy Mukātaası’nın mal değerinde sadece ufak oynamaların olduğu görülmektedir.
İstanköy Mukātaası’nın Îrâd-ı Cedid Hazinesi’ne Bağlanması (1795): 1786 tarihli bir kayıttan anladığımıza göre, mukātaa artık el değiştirmiştir. 1734’ten beri, yarım asırdan fazla süredir mukātaanın mâlikânecisi olan Halil Bey vefat etmiş olmalıdır. Bu tarihte mukātaanın tam adı Mukātaa-i Gümrük-i İskele-i Narence ve Tevâbiiha der-Cezîre-i İstanköy şeklindedir. Senelik malı 10.373 kuruştur. 50.000 kuruş muacceleyle Osman Ağa ve Mehmed Emin Ağa’ya müştereken ihale edilmiştir[112]. Sultan III. Selim dönemi reformlarının başlangıcı olan 1792 tarihi itibariyle mukātaanın malı 1.256.800 akçedir[113]. 1795’te de değişiklik olmamıştır[114]. Takip eden yıllarda mukātaanın adı ve sahibi değişmiştir. İstanköy Gümrük-i İskele-i Narence ve İhtisab ve Sırhâne ve Tevâbii Mukātaası’na mutasarrıf olan Kaptanıderya Vezir Hüseyin Paşa’nın çukadarı ölünce, onun hissesi 13 Temmuz 1795 tarihinde Îrâd-ı Cedîd Hazînesi’ne devredilmiştir[115]. 1797 tarihli icmal defterine göre Mukātaa-i Gümrük-i İskele-i Narence der-Cezîre-i İstanköy, Hazine-i Hümâyun vekili Bilal Ağa’nın uhdesindedir. Mal değeri ise 1.256.800 akçedir[116]. Aynı tarihte mukātaanın, Kaptanıderya Hüseyin Paşa’nın Kalafat Ağası uhdesinde bulunan hissesi de onun ölümüyle Îrâd-ı Cedid Hazînesi’ne devredilmiştir[117]. Mukātaanın 1.256.800 akçe tutarındaki geliri, 1798’de Îrâd-ı Cedid Hazînesi tarafından alınmıştır[118]. 1800 tarihinde mukātaanın malı 1.296.075 akçe, gümrük geliri ise 43.980 akçedir[119]. 1802 senesi malı 1.296.075 akçe olup, Dârüssaade Ağası Bilal Ağa uhdesindedir[120].
B. İstanköy Adası’nda Ticaretin Genel Görünümü
Narence Limanı’nın, İstanköy’de ticari faaliyetin merkezi olduğuna yukarıda işaret etmiştik. Dolayısıyla, adadaki ticaretin genel durumunu anlamamız açısından, liman gümrüğüne giriş-çıkış yapan emtianın neler olduğunu bilmemiz önemlidir. Ancak ne yazı ki 17. ve 18. yüzyıllara ait böylesi bir gümrük defterine sahip değiliz. Aslında bu durum, Osmanlı iktisat tarihi araştırmalarının genel bir problemidir[121]. Mufassal gümrük muhasebe defterlerinin tutulmamasını, Osmanlı Devleti’nin bu yüzyıllardaki genel iktisat mantığıyla izah eden tarihçiler vardır[122]. Elimizde bir gümrük defteri olmadığına göre, arşiv kayıtlarındaki dağınık malumatı biraraya getirerek, adadaki ticaretin genel vasfı hakkında kabaca bir resim oluşturmayı deneyeceğiz.
1. İstanköy Narence Limanı ve Gümrüğü
Narence Limanı, sadece ufak tonajlı gemilerin demirlemesine müsait olmasına rağmen, korunaklı yapısıyla adadaki ticaretin merkezi durumundaydı. Limanda gümrük idaresi vardı ve adaya giriş-çıkış yapan malların gümrük işlemleri burada yapılıyordu. Gümrük idaresi, İstanköy Adası’ndaki mukātaa işletmesinin bir alt birimiydi. 1676 tarihli bir arşiv kaydından, senelik 186.000 akçe gelire sahip gümrüğün tam adının Mukātaa-i Gümrük-i İskele-i Narence ve Tevâbii olduğunu ve Mustafa Çelebi adlı kişi tarafından işletildiğini öğreniyoruz[123]. Yüzyılın sonlarında limanın mukātaa değeri bir miktar artışla 188.000 akçeye çıkmıştır[124]. Narence ve ona bağlı iskelelerin, mukātaa rakamlarına yansıyan ticari hacmi, 18. yüzyıl başlarında da sabit kalmıştır[125].
Vergilendirme: İstanköy Adası’nda, gümrük gelirleri önemli bir yer tutuyordu. Tüccarın, satmak için Narence Limanı’na getirdiği veya adadan alıp başka yerlere götürdüğü her nevi emtia ve eşya vergiye tabiydi. İstanbul Gümrüğü’nde câri vergi oranları burada da geçerli idi. Buna göre;
Müslüman tüccardan %3 akçe resm-i gümrük ve %1 akçe zarar-ı kassâbiye[126] olmak üzere toplam %4 akçe; Osmanlı tebaası Kefere ve Yahudi (zimmî) tüccardan %4 gümrük ve %1 zarar-ı kassâbiye toplam %5 akçe; Dârü’l-harb’den gelen ve giden yabancı (harbî) tüccardan %5 gümrük ve %1 zarar-ı kassâbiye olmak üzere toplam %6 akçe vergi alınırdı[127]. Bu vergi oranları, 17. ve 18. yüzyıl boyunca değişmemiştir. Gümrük-i İskele-i Narence Mukātaası’nın iltizam şartlarını muhtevî 1778 tarihli bir belgede, vergi oranlarının aynı olduğu görülmektedir[128]. Vergilerin tahsilinde sıkıntılar ise eksik olmamıştır.
1710’da mukātaanın sahibi Mustafa, limana yanaşan bazı tüccar ve bezirganların vergi ödemede zorluk çıkardıklarından yakınmıştır. Ayrıca kalyon ve çekdiride olan leventlerin ellerinde, gümrük icap eden malların vergisini almak da ayrı bir zorluktur[129]. Keza tüccar gemileri için de benzer durum söz konusudur. Çünkü adaya yanaşan tüccar gemilerinin, vergiden kaçınmak için türlü yöntemlere tevessül ettikleri görülmektedir. Mâlikâneci Mîr Halil, 1766’da bu türden bir kaçakçılık durumundan şikâyetçi olmuştur. Yazdıklarına göre, adaya mal ve eşya getiren tüccar gemileri eskiden beri “kadimî gümrük iskelesine” yanaşıp, kanunî resm-i gümrüklerini öderler iken, son zamanlarda bazı tüccar gemileri hileye başvurmuşlardır. Kadim iskele yerine, Kaleardı denilen mahalle yanaşarak, mallarını buradan karaya çıkarmak suretiyle vergi ödemekten kaçmaktadırlar. Oysa İstanköy Narence Mukātaası’nın neredeyse bütün hasılatı gümrük ve aşar gelirinden ibarettir. Buna karşılık gideri çok fazladır. İşte bundan ötürü, gümrük gelirine zarar verecek bu gibi durumların önüne geçilmesi hususunda İstanköy voyvodasına ve nâibine hitaben emir yazılmıştır[130].
Aynı tarihte, iskele gümrüklerinde yaşanan sıkıntıya dair başka kayıtlar da vardır. Bunlardan birisi, Mukātaa Emini Hacı Mehmed Ağa’nın şikâyetine istinaden İstanköy Kadısı Mustafa’nın îlâmıdır. İfade edildiğine göre, mukātaaya bağlı Bodrum kazasının Çakallar, Karabağlar ve Sandima adlı mahallerinde sahile yanaşan yerli ve müste’men tüccar sefinelerinden bazıları, getirdikleri emtia, eşya ve meyveyi kayıklarla sahile taşımaktadırlar. Bunlardan gümrük vergisi talep edildiğinde, mîrî pergandi kaptanlarından Hacı Cafer Bey’in bölükbaşısı Çineli Mehmed ile neferattan bazıları, ödemeye muhalefet etmişlerdir[131]. Hacı Cafer Bey, Serdolus Mukātaası mültezimidir. Çineli Mehmed ise onun vekili olarak buralarda tahsilat yapmaktadır. İşte bunların mukātaasına dâhil yerler ile İstanköy’e bağlı Bodrum Limanı’na bağlı iskelelerden gümrük tahsili hususunda ihtilaf çıkmıştır. Daha sonra bu mesele tekrar yazışmaya konu edilmiştir. Anlaşıldığına göre Bitez, Müskebi, Sandima, Kadıkalesi, Karabağlar, Karlibe ve Dirmiler iskeleleri, İstanköy Mukātaası mülhakatındandır ve Bodrum Gümrüğü’ne bağlıdırlar. Dolayısıyla buralarda alınıp satılan üzüm, incir ve sair ürünün gümrük geliri, İstanköy mukātaacılarının adamları tarafından tahsil edilmelidir[132].
Gümrük-i İskele-i Narence Mukātaası’na bağlı iskelelerde, vergisiz kaçak mal girişi sonraki tarihlerde de sürmüştür. Mâlikâneci Halil Bey bu hususta 1778’de bir arzuhâl sunmuştur. Burada yazılanlara göre, mukātaanın mülhakatından Bodrum, Çatallar ve Gazelkapusu adlı mahallere gelip giden tüccar gemileri, getirdikleri eşyayı gizlice gemiden çıkarıp, sonra da karayoluyla başka mahallere nakletmektedirler. Böylece gümrük vergisinden kaçmakta ve mukātaanın zararına sebep olmaktadırlar. Bu gibi işlere tevessül edenlerin yakalanarak cezalandırılmaları hususunda ferman çıkmıştır[133].
2. Ticari Ürünler
İstanköy Adası’nda, ticarete konu ürünleri muhtevî bir gümrük defterine sahip değiliz. Bu durumda, İstanköy Adası’nda ticareti yapılan ürünler hakkında arşiv kaynaklarından derlediğimiz bilgileri özetle gözden geçireceğiz.
Hububat: İstanköy Adası’nda bağcılık ve bahçecilik yaygın olup, hububat tarımı ise zaman zaman adalıların ihtiyacını bile karşılayamamaktadır. Üstelik ada Kahire, Kudüs, Şam ve sair Akdeniz iskelelerinden demir alıp İstanbul tarafına giden gemilerin yol güzergâhında bulunmaktadır. Ayrıca Müslüman hacılar da buraya uğramaktadır. Dolayısıyla zahireye fazlaca ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle Anadolu yakasındaki Milas taraflarından, sıklıkla İstanköy Adası’na buğday ve arpa sevk ediliyordu[134]. İstanköy Mukātaası’nın gelirleri arasında, adada ziraatı yapılan susam, bostan, erzen (darı), penbe (pamuk), nohut, mercimek, soğan ve bakla gibi ürünlerin öşür vergisinin de olduğunu biliyoruz[135]. 1766 tarihli mukātaa kaydından İstanköy, Pili, Andimahya ve Kefalos köylerinde üretilen buğday, arpa, darı ve sair mahsulattan, toplam 8.303 kile ayni gelir sağlandığını öğreniyoruz[136].
Narenciye: Narenciye, özellikle de limon, İstanköy Adası’nın en önemli tarım ve ticaret ürünüdür. Adadaki bahçelerde yetiştirilen limon, hem suyu çıkarılarak hem de yaş olarak satılmaktadır. Narenciye ürünlerinin en büyük alıcısı Osmanlı Sarayı idi. Saray mutfağı (Matbah-ı Âmire) için her yıl adadan, türü ve miktarı belli narenciye ürünü satın alınıyordu. Hezarfen Hüseyin Efendi, saray mutfağı için her yıl alınması mutat olan ürünler arasında, İstanköy Adası’ndan 20 fuçı-ı kebîr (büyük fıçı) limon suyunun olduğunu yazmaktadır[137]. 1607 tarihli bir arşiv kaydına göre, İstanköy’den talep edilen ürünler şunlardır: Limon suyu, frenk limonu, ağaç kavunu ve turunç[138]. Bu ürünler, Matbah-ı Âmire tarafından gönderilen vazifelilerce her yıl düzenli şeklide adadan satın alınarak gemilerle İstanbul’a taşınıyordu. Limon, piyasada satılmak üzere tüccar tarafından da rağbet görüyordu. Ayrıca 18. yüzyıl sonlarında, artık Rusya yönetimine geçmiş olan Odesa, Kefe ve Kerç gibi kuzey limanlarına ihraç edildiğini de biliyoruz[139].
İncir: Adada incir üretilmekte ve ticareti de yapılmaktadır. 1768’de ada sakinlerinden Hasan, 15 kantar inciri, tüccardan Hüseyin Efendi’ye satmıştır. Ancak incirin bazısında bozulma ve başka kusur olması, bunları davalık etmiştir[140].
Kahve: Kahvenin asıl çıkış yeri Mısır olmakla birlikte, nadiren başka yerlerden adaya getirildiği de oluyordu. Örneğin 1653’te İstanbul’dan Selim adlı kişi, Yusuf Reis gemisiyle, İstanköy’deki babası Hacı Kasım’a 10 vakıye kahve göndermiştir. Gemi adaya yanaştığında babası ölmüş, kahveye ise Gümrük Emini kanunsuz şekilde el koymuştur. Selim, bu iddialarla hükümete şikâyette bulunmuştur[141]. İstanköy İskelesi’ne getirilip, adada veya başka yerlerde satılan kahvenin her 1 vakıye’sinden 5’er para vergi alınırdı. Adadaki kahve ticareti, İstanbul ve İzmir ve İstanköy ve Tevâbii Kahve Rüsumu Mukātaası’nın kontrolünde idi. 1721 tarihli arşiv kaydında, Mısır’dan İstanköy İskelesi’ne 5.023 vakıye kahvenin getirilerek satıldığı belirtilmektedir. Kahve tüccarı olarak Hacı Osman, Hacı İsmail, Hacı Mustafa, Hacı Ömer, Hacı Halil ile Rodoslu Mustafa’nın adları sayılmaktadır. İddiaya bakılırsa bunlar, mukātaacının adadaki vekiliyle anlaşarak vergi kaçırmışlardır[142]. Bu vak’ada, Mısır’dan kahve getiren tüccarın tamamının hacı olması dikkat çekicidir. Muhtemelen onlar, hac farizasını yaptıktan sonra dönüşte, satmak için yanlarında kahve getirmişlerdir.
Adada kahve ticareti hakkında başka arşiv kayıtları da vardır. Bogdan Dimitri, bir zimmî Mısır tüccarıdır. Yine Mısır tüccarından ortağı Nikola, 1734’te poliçe akçesiyle Mısır’dan 10 torba kahve satın almıştır. İstanbul’da satmak üzere Gürcü Ali Bey Kalyonu’yla gelirlerken kalyon, İstanköy sahilinde kazaya uğramıştır. Tüccar Dimitri’nin iddiasına göre, ortağı Nikola, adaya çıkarak kahveyi kanunsuz ve senetsiz şekilde satmak suretiyle bunu zarara uğratmıştır[143]. 1758’de İstanbul ve Tevâbii Kahve Rüsumu Mukātaası’nın senelik malı 88.833 kuruştur (yaklaşık 10.659.960 akçe). Mukātaanın mâlikânecilerinden Mir-i Âhur-ı evvel Hacı Halil Bey, Rodos ve İstanköy adalarına çeşitli yollarla getirilen kahvenin vergisinde, mukātaa vekillerinin tüccarla anlaşmasından dolayı düşüş yaşandığını ileri sürmüştür[144]. Yukarıda gördüğümüz üzere Halil Bey, aynı zamanda İstanköy Mukātaası’nın da mâlikânecisidir. Aralık 1795 tarihli bir belgede, İzmir ve Aydın taraflarında satılmak üzere Kahire’den İstanköy’e külliyetli Yemen kahvesinin geldiği söylenmektedir. Oysa İstanbul’da kahveye çok ihtiyaç olduğundan, bu kahvenin başka yerlere sevkine izin verilmeden gönderilmesi istenmiştir[145]. Dağınık arşiv kayıtlarından derlediğimiz bu malumatı, kahvenin, İstanköy Adası’nda önemli bir ticari ürün olduğu şeklinde yorumlayabiliriz.
Tütün: İstanköy’de, az miktarda tütün üretildiği bilinmektedir. Bu konuda yapılan araştırmalar, ayrı bir gümrük oluşturmayacak kadar ufak çaplı tütün üretiminden alınan âmediye vergisinin, İstanköy Adası’nda mevcut olduğunu göstermiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’ndeki tütün üretim yerleri arasında, İstanköy’ün adı da sayılmaktadır[146]. Dolayısıyla İstanköy ve Rodos adalarında, az da olsa tütün tarımının yapıldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan bu iki adaya, Yenice ve Kırcaali tütünlerine ilaveten, başka yerlerden de tütün getirilmektedir. 1710’da, bu yollarla giriş yapan tütünün vergisinde yaşanan ihtilaf, mukātaa sahiplerince merkezle yazışmaya konu edilmiştir[147].
Tuz: İstanköy Adası’nda, tuz çıkarılan bir memleha vardır. Buradan tuz çıkarma ve satışı, İstanköy Mukātaası’nın bir alt birimi olan ve senelik 13.333 akçe gelire sahip Memleha Mukātaası’nın uhdesindedir. 1710 senesi itibariyle memlehadan tuz çıkarmakla görevli 20 nefer eşici görev yapmaktadır. Bunlar cizye dışında bütün vergilerden muaftır. Elde edilen tuz, adadaki kalelerin neferatına tevzi edilmekte, artan miktar ise tüccara satılmaktadır. Bu tuz tükenmeden, dışarıdan tuz getirilmesi ise yasaktır. Mukātaanın mâlikânecisi Karakulak Osman Ağa, tuz satış ve tevziindeki bazı düzensizlik ve usulsüzlükleri, 1710’da İstanköy Nâibi Mehmed Efendi vasıtasıyla merkeze bildirmiştir[148].
3. Güvenlik Hadiselerinin Ticarete Etkisi
Adalarda ekonomik ve ticari faaliyeti etkileyen güvenlik hadiselerinin, yabancı korsan saldırılarının yanı sıra, Osmanlı tebaası denizcilerin düzeni bozucu faaliyetleri şeklinde olduğu görülmektedir. Esasında burada sözü edilen korsanlık faaliyeti, Akdeniz’de eksik olmayan bir vakıadır[149]. Buna karşılık Osmanlı Devleti, bir yandan Ege adalarının güvenliğini sağlamak için liman kentleri ve sahillerin belirli noktalarındaki kaleleri tahkim ederken, öte yandan, açık denizlerdeki “akışkan sınırlar”da, güvenlik duvarları oluşturmaya çalışmıştır[150]. Derya beyleri (ümerâ-yı derya) ve firkate sahibi (firkateciyân) gemicilere, Ege adaları ve deniz ticaret yollarının güvenliğini sağlamada daha aktif görevler verilmesi de 18. yüzyılın başlarından itibaren uygulamaya konulan güvenlik önlemelerindendir[151]. Ayrıca, İstanköy Adası’nda da görüleceği üzere, adaların sahile yakın yüksek tepelerinde, viglai (vığla) denilen gözcüler bulundurdukları da bilinmektedir[152]. Bu genel bağlamda, İstanköy Adası’ndaki iktisadi hayatı etkileyen birkaç hadiseyi gözden geçirebiliriz.
Adaya kalyon, firkate ve sair gemilerle dışarıdan gelen leventlerin, zaman zaman düzeni bozucu fiilleri, ada sakinlerince şikâyet konusu edilmiştir. 1710’da ahalinin iddiasına bakılırsa, leventlerden bazıları kendi aralarında kavga etmekte, hatta birbirlerini öldürmektedir. Daha sonra maktullerin mirasçıları adaya gelerek, halktan para koparmaya çalışmışlardır[153]. Aynı tarihte adanın ileri gelenleri, nâib efendi vasıtasıyla merkeze benzer rahatsızlıklarını iletmişlerdir. Bunların ifadesine göre Cezayir, Tunus ve Trablus gemileri adaya uğradığında, gemilerden çıkan üç beş kişi düzeni bozucu işlere tevessül etmekte, ada halkından da onlara katılanlar olmaktadır. Bunlar çarşı ve pazarda alenen şarap içmekte, bazı evleri basmakta, halkın malına ve ırzına taarruz etmekte, hatta cinayet işlemektedirler[154]. Benzer bir şikâyet 1731’de kayda geçmiştir. İstanköy Nâibi Ahmed Efendi’nin yazdıklarına göre, firkate kaptanlarından olup kışlamak üzere İstanköy’de bulunan Eyüb Kaptan’ın leventleri rezalet çıkarmıştır. Hamam basarak genç oğlancıkların ırzına geçtikleri, tabancayla korkuttukları hamile kadınların düşük yapmalarına sebep oldukları bildirilmiştir. Bütün bunların faturası Eyüb Kaptan’a kesilerek vazifeden azledilmiştir[155]. Narence Limanı’nda demirlemiş firkate kaptanları ve maiyetlerindeki leventlerin, adada düzeni bozucu faaliyetlerine dair şikâyetler, sonraki tarihlerde de eksik olmamıştır. Böylesi durumlar için 2 Mayıs 1765 tarihinde Kapudan Paşa’ya, İstanköy kadısı ve voyvodasına hitaben emir yazılmıştır. Ancak yine de şikâyetlerin önü alınamamıştır. İstanköy Mukātaası’nın mâlikânecisi Mîr Halil Bey, hükümete sunduğu bir arzuhâlde, leventlerin adada mukātaa voyvodasının işlerine müdahalesi ve ahalinin malına ve ırzına taarruzundan şikâyetçi olmuştur[156].
Adanın güvenliğini sağlamak, esas itibariyle derya beyi ve kalelerdeki neferatın görevidir. Bunlara ilaveten gözcüler de vardır. Karavul Dağı’na yerleştirilen gözcülerin vazifesi, adaya yaklaşan düşman gemilerini haber vermektir. Ancak 1718 tarihinde ada halkı, bu gözcülerin son zamanlarda vazife yerlerini terk ettiklerinden şikâyetçi olmuştur[157]. Gözcülerin masrafı, ada halkınca karşılanıyordu. 1722’de adalılar, korsan saldırısına karşı koruma hizmetinde istihdam edilen bekçinin masrafı için, Yahudilerden bazılarının ödeme yapmaya karşı çıktıkları iddiasıyla merkeze şikâyet arzı sunmuştur[158].
1760’ta adada, korsanlıkla dolaylı şekilde alakalı ilginç bir hadise yaşanmıştır. İki korsan firkatesinin yakalanmasıyla görevli Donanma-yı Hümâyun’dan kalyon, çekdirme ve firkate gemileri İstanköy Adası’nın 50 mil kadar açığında demirlemiştir. Kaptanıderya Hacı Abdülkerim Paşa ve mürettebatın çoğu, Cuma namazı münasebetiyle adaya çıkmışlardır. Kapudâne-i Hümâyun Kaptanı Mustafa Kaptan da yerini terk etmiştir. Bunu fırsat bilen eski ve yeni esirler, 20 Eylül 1760 Cuma günü gemide isyan çıkarmışlardır. Kalyondaki 50-60 kadar neferatla birlikte reis, yelkenci, ambarcı ve yoldaş gibi mürettebattan bazısını öldürüp, rüzgârın da yardımıyla firar etmişlerdir. Bunu haber alan Hacı Abdülkerim Paşa adadan bir tüccar kalyonuyla, Mustafa Kaptan ise bir tüccar gemisiyle harekete geçmiştir. Ancak isyancılar, yelken açarak hızlıca kaçmışlardır. Daha sonra yapılan soruşturmada, ihmal ve kusurlu bulunan Abdülkerim Paşa Rodos Adası’na sürgün, Mustafa Kaptan ise Rodos Kalesi’ne kalebend edilmiştir. Ayrıca Donanma Başağası Kalmuk Mehmed, Gemi Ağası Tavukçu-oğlu Ahmed, Üçüncü Reis Hüseyin ile Vekilharç Osman adlı kişiler de yine kusurlu bulunduklarından, Tersâne-i Âmire’de hapsedilmelerine karar verilmiştir. Daha sonra bunlardan bazıları, kusurlarına binaen idam edilmiştir[159].
Adaların güvenliği, Rusya ile savaşın devam ettiği 1770’lerde ciddi tehlike altına girmiştir. 1773’te otuz gemilik Rus filosunun İstanköy’e çıkarma yapma teşebbüsü, ada halkının da destek verdiği savunma karşısında başarısız olmuştur. Rus saldırısına karşı adanın korunması için Nisan 1773’te, Aydın Âyanı Aziz-zâde Abdullah ve kardeşi ile diğer ileri gelenlerden asker toplamaları istenmiştir[160]. Alınan savunma tedbirleri netice vermiştir. Nitekim Eylül 1773’te, İstanköy’deki düşman gemilerinin hezimete uğrayarak firar ettikleri, ancak Sisam ve İzmir civarlarında dolaştıkları bildirilmiştir[161]. Dönemin tarihçisi Şem’dânî-zâde, Rusların irili ufaklı otuz kadar gemiyle İstanköy Adası’na yanaşarak, adaya yirmi top çıkardıklarını ve köyleri yağma ettiklerini; fakat âyanları Abdurrahman Ağa öncülüğünde karşı saldırıya geçen adalıların, Rusları hezimete uğratarak kovduklarını yazmaktadır[162].
Ege adalarındaki savaş tedirginliği, takip eden yılda bir müddet daha sürmüştür. Sakız’dan limon ve Midilli’den revgan-ı zeyt (zeytinyağı) yükleyen Mehmed Reis ve Ahmed Reis, dokuz günlük yolculukla 21 Ocak 1774 tarihinde İstanbul’a ulaşabilmişlerdir. Bunlardan istihbarat alınmıştır. Duruma bakılırsa, 3 sakız kayığı ve 7 zeytinyağı yüklü kayık bunlara refakat etmiştir. Zeytinyağı taşıyanlar Boğazhisar’a salimen dâhil olmuşlardır; öbürleri ise Bababurun adlı mahalde olup yakın zamanda gelmeleri beklenmektedir. Bu sırada Limni, İmroz ve Bozcaada düşman tehdidi altındadır. Ali Paşa tarafından boğaz kayıklarıyla buralara yardım gönderilmesi düşünülmüştür[163]. Mart 1774 tarihinde ise İstanköy Adası’na düşman saldırısı haber alındığından, Aydın Muhassılı vekili Cihan-zâde Mustafa’nın yardım göndermesi emredilmiştir[164].
Hülasa İstanköy Adası, savaş yıllarını işgale uğramadan atlatsa da bu süre boyunca deniz ticaretinin olumsuz etkilendiği açıktır. Yukarıda temas ettiğimiz üzere bunun izlerini, İstanköy Mukātaası’nın idaresi ve muhasebesi bağlamında görmek mümkündür. Denizlerde korsan tehdidi ise savaştan bağımsız olarak, takip eden yıllarda da zaman zaman ortaya çıkacaktır. Nitekim Haziran 1791 başında İstanköy açıklarında bir korsan Çamlıca kayığı görünmüştür. Buna karşılık İstanköy eşrafından Aşçı Paşa-zâde Hacı Mustafa Bey, iki kayık donatarak harekete geçmiştir. Korsan kayığı, Mustafa Bey kayığına çarptıysa da çıkan çatışmada, korsanlardan 3’ü öldürülmüş, 15’i denize atlamış ve kayıktaki 25 kişi ise esir alınmıştır[165].
Sonuç
İstanköy Adası’nda Osmanlı iktisadi yapısı, adanın fethinin hemen ardından, mukātaa sistemine göre düzenlenmişti. Adanın deniz ticaretine açılan kapısı Narence Limanı gümrüğü başta olmak üzere, ticari emtia ve ziraî mahsulden alınan tüm vergiler, mukātaanın gelir kalemine dâhil edilmiştir. İstisna tutulan sadece, adadaki gayrimüslimlerin ispençe vergisidir ki bu gelir, Rodos’taki Sultan Süleyman Han Evkafı’na aittir. Bu durumda, ada ekonomisinin genel manzarasına, mukātaa merceğinden bakmanın yararlı olacağı düşüncesiyle, metnimizi, büyük ölçüde mukātaa merkezli olarak inşa ettik. Esasında bu bir tercih değil, ada ekonomisi hakkında mevcut kaynakların, büyük ölçüde mukātaa teşkilatıyla doğrudan ya da dolaylı irtibatlı olmasındandır.
1523’teki ilk düzenlemede beş alt birimden oluşan İstanköy Mukātaası, sonrasında mali hacim ve idari yapı olarak büyümüştür. 1679 tarihli bir kayıtta, mukātaa birimlerinin sayısının on dörde çıktığı görülmektedir[166]. Mukātaanın 1.218.000 akçe tutarındaki mali büyüklüğünde, 18. yüzyıl süresince sadece ufak değişmeler olmuştur. İstanköy’de mukātaa sisteminin teşekkülünde, ada, yakın çevresiyle beraber düşünülmüştür. Bu mantıkla, adanın kuzeybatısındaki Kalimnos ile Liryos adalarıyla, karşısında yer alan Bodrum Limanı da İstanköy Mukātaası’na dâhil edilmiştir. Dolayısıyla, adadaki Osmanlı iktisadi organizasyonu perspektifinden bakıldığında, adanın, çevresinden kopuk “izole” bir yapı oluşturmadığı görülür. Kaldı ki, kıyıya oldukça yakın olan İstanköy’ün, Batı Anadolu sahilleriyle ticari bağlarının olduğunu, ayrıca adada zaman zaman ortaya çıkan hububat ve gıda yetersizliği durumlarında, Anadolu’dan takviyenin yapıldığını görmekteyiz. Keza İstanköy’ün, Doğu Akdeniz ile İzmir ve oradan İstanbul’a doğru devam eden denizyolu güzergâhı üzerinde bulunması da adanın, dış dünyayla canlı bağlar kurmasını sağlayan bir husus olmuştur.
Ege adalarının idari ve iktisadi bakımından serbest statüde (otonom) olup olmadıkları, ada çalışmalarında tartışılmış bir husustur. Mamafih, Osmanlı idare sisteminin genel mantığı çerçevesinde yorumlandığında, büyük birer mali ünite oluşturan adaların idaresinin, kesinlikle bir otonomi anlamına gelmeyeceği ifade edilmiştir[167]. İstanköy Adası ve adanın mukātaa sistemindeki iktisadi teşkilatlanmasının yapısı ve işleyişi de bu argümanı destekler mahiyettedir. Zira İstanköy Mukātaası’nın gerek idaresi gerekse gelirlerin harcanmasında, merkezî hükümetin ya da mahallî idarecilerin müdahalesine kapalı bir yapının olduğu görülür. Ancak bu durum, ada ekonomisinin, mukātaa sahiplerince keyfi olarak yönetildiği anlamına gelmez. Mukātaanın hangi kurallara göre idare edileceği, vergiler, gelir ve harcama kalemleri kesin kurallarla belirlenmiş hususladır. Esasında bunun sadece İstanköy’e mahsus olmayıp, Osmanlı mukātaa ve mâlikâne uygulamasının genel mantığı olduğu malumdur. İstanköy Mukātaası’nın idaresinde, yine Osmanlı maliyesinin genel manzarasına benzer şekilde iltizam, mâlikâne ve ocaklık sistemleri uygulanmıştır. Mukātaa gelirleri, adanın fethinden sonra kânunnâme ile belirlenmiş vergi kalemlerinden oluşmaktadır. Gümrük vergisi oranında, yıllar içinde ufak artışlar olmuştur. İşletmenin ayni geliri fazladır. Ayni ve nakdi gelirlerin nerelere harcanacağı da belirlenmiştir. Gelirlerin büyük kısmı, adada ve çevresindeki kalelerde muhafaza hizmetinde bulunan askerlerin maaşları ve masraflarına sarf edilmekte (ocaklık), arta kalan ufak miktar kalelerin tamirinde kullanılmaktadır. Mukātaanın diğer gider kalemi ise Rodos’taki Sultan Süleyman Han Vakfı’na yapılan tahsisattır. Vakıf ile ocaklık sahipleri arasında anlaşmazlık eksik olmamıştır.
Mukātaanın vergi (mal) değeri, 18. yüzyıl boyunca neredeyse donuk kalmıştır. Ancak mâlikânecilerin, merkezde ödedikleri muaccele miktarı, yüzyılın ikinci yarısından itibaren ciddi ölçüde artmıştır. Bu durum, adadaki genel iktisadi faaliyetin hacminde ve kârlılığında periyodik artış olduğu şeklinde yorumlanabilir. Osmanlı maliyesinde, mâlikâne uygulamasının ilk yıllarında, mukātaayı deruhte eden mâlikânecilerin, o iktisadi ünitenin bulunduğu yerden olması ve işletmeyi bizzat idare etmesi hedeflenmiş iken, zamanla mukātaaların, bir nevi “rantiyer” haline gelen, merkezdeki üst düzey bürokrat zümresinin elinde toplandığı bilinmektedir[168]. İstanköy Mukātaası’nın idaresinde de buna benzer bir durumun olduğu görülmektedir. 18. yüzyılın başlarında mukātaanın mâlikânecisi Tevkii Ali Paşa’dır. Onun vefatının ardından iki oğluna geçmiş, onlarsa mukātaayı, 1731’den itibaren yarım asırdan fazla süre boyunca ellerinde tutmuşlardır.
Mukātaa rakamları ölçeğinden, ada ekonomisinin mali hacmine dair de birkaç kıyaslama yapmak yararlı olabilir. Cezîre-i İstanköy ve Tevâbii Mukātaası’nın mali büyüklüğünü, diğer birkaç mukātaa ile kıyaslayabiliriz. Mukātaa-i İfraz-ı Cedîd-i Rodos ve Mukātaa-i Gümrük-i Hazîne-i Rodos ve Tevâbii’nin 1135 H. (1722-23 M.) senesi malı 1.200.000 akçe[169]; 1738’de Mukātaa-i İzmir ve Sakız ve Tevâbii’nin ise 18.217.050 akçedir[170]. Aynı tarihlerde İstanköy Mukātaası’nın büyüklüğü 1.244.000 akçe olduğunu hatırlarsak, demek ki Rodos ile İstanköy adalarının mali büyülüğünün birbirine yakın olduğu, İzmir ve Sakız gümrüğü gelirine kıyasla ise oldukça mütevazı kaldığı söylenebilir.
İstanköy Adası’ndaki ekonomik faaliyetin genel karakterine dair ise kısaca şunlar söylenebilir: Adada ekonomik hayatın omurgasını tarım ve ticaret oluşturmaktadır. İstanköy’de tarıma müsait topraklar, çevredeki diğer Ege adalarına göre nispeten fazladır. Ancak adada hububat tarımı sınırlı, bağcılık ve bahçecilikse yaygındır. Limon ve diğer narenciye ürünleri hem miktar hem de kalite yönünden dikkate değer ölçüdedir. Saray mutfağının (Matbah-ı Âmire) limon suyu ve diğer narenciye ihtiyacı, büyük ölçüde adadaki bahçelerden karşılanmaktadır. Mîrî alımlar, adada bir bakıma tekel oluşturmuştur. İhraç mallarının, narenciye ve diğer tarım ürünlerinden oluştuğu, tuzun da bunlara dâhil olduğu anlaşılmaktadır. Mısır tarafından kahve, tütün ve adalıların günlük yaşamlarında ihtiyaçları olan alet-edevat, kumaş vs. ürünlerin, dış alımı oluşturduğunu tahmin edebiliriz.