Giriş
Savaş harcamalarının finansmanı konusu erken modern dönemden itibaren Osmanlı Devleti ve çağdaşı devletler için büyük sorun olmuştur. Üretim araçlarının ve vergi kaynaklarının sınırlı ortamında savaş zamanlarındaki olağanüstü ve acil nitelikli geçici askerî harcamalar dev bütçe açıklarına yol açmıştır.[1] 17. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar devam eden süreçte II. Viyana bozgunu sonrası Kutsal İttifak’la yürütülen uzun ve yıpratıcı savaş dönemi ile 18. yüzyılın ikinci yarısında ve sonlarında Rusya ve Avusturya ile yapılan savaşlar, Osmanlı maliyesinin en büyük bütçe açıklarıyla yüzleştiği dönem olarak dikkat çeker.[2] Diğer yandan aynı dönemde İngiltere ve Fransa’nın askerî harcamalarındaki geçici artışlar da bu ülkelerde 1690’ların sonundan 1918’e kadar ortaya çıkan bütçe açıklarının büyük kısmını oluşturmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen Yedi Yıl Savaşları (1756-1763) ve Amerikan Bağımsızlık Savaşları (1776-1785) ile Fransız Savaşları’nın ilk yarısında (1793-1802) İngiliz ve Fransız hükümet borçlanmaları büyük oranda artış göstermiştir.[3] Uzayan savaşlarla devasa boyutlara ulaşan bilhassa askerî sahada yoğunlaşan kamu harcamaları karşısında devletler mali yapıda daha radikal çözüm arayışlarına gitmek zorunda kalmıştır.
Avrupa’da 17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde devletler şirketlerin, bankaların ve bankerlerin olağan müşterileri arasına girmişlerdi.[4] Kimi zaman bu mali sorunların daha karmaşık hale gelmesine neden olsalar da hükümetlerin bu dönemdeki mali sorunları, genellikle hükümete borç para vermek amacıyla kurulan büyük şirketlerin ve bankaların mali operasyonlarıyla yakından bağlantılıydı. Örneğin İngiltere Bankası bu amaçla 1694’te hükümete 1.200.000 sterlin kredi sağlamak amacıyla kuruldu. New East India Company, Hindistan ve Doğu Hint Adaları ticaret tekelini elinde bulundurmak karşılığında da olsa hükümete 1698’de 2 milyon sterlin, South Sea Company ise 1711’de 10 milyon sterlin kredi sağladı.[5] Diğer taraftan Osmanlı Devleti, kamusal dış borçlanmalara ve banka kredilerine Avrupa’ya kıyasla oldukça geç bir dönemde ancak 19. yüzyılın ortalarında başvurdu.
Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonlarına kadar cari geliri artırmaya yönelik acil nakit ihtiyaçları karşısında kendi rezerv kaynaklarından birini, esasen bir vergi toplama yöntemi olan iltizam sistemini kullandı. Bu döneme kadar küçük değişikliklerle varlığını sürdüren iltizam sistemine, mali güçlüklerin arttığı dönemde hazine borçlarını erteleme ve harcamaları kısma gibi klasik tedbirler yanında padişahlara ait iç hazineden alınan paralar ile yüksek rütbeli devlet ricalinden alınan borçlar eşlik etti.[6] Böylece kronikleşen bütçe açıkları karşısında iltizam sektörünün bir iç borçlanma ve kredi mercii olarak ağırlığı daha da arttı. II. Viyana bozgununu takip eden uzun ve yıpratıcı savaş koşullarının yarattığı kronik bütçe açıkları daha radikal çözüm arayışlarını beraberinde getirdi. 1695 yılında malikâne düzenine geçilmesiyle hazine, iltizam sisteminin bazı kısıtlamalarından kurutularak uzun vadeli borçlanmayla kredi temini sağladı. Malikâne sisteminin getirdiği en önemli yenilik, hazinenin belirli vergi kaynaklarını teminat göstererek daha uzun vadeli ve daha yüksek meblağlarla borçlanabilmesini mümkün kılmasıydı.[7] Bu sayede merkezi hazine, yüzyılın sonlarındaki savaşların getirdiği ağır finansman yükünü hafifletmek adına, sonraki yıllara ait vergi gelirlerini önden ve peşin olarak tahsil etmek suretiyle acil ve yüksek miktarda fon akışı sağladı. Malikâne uygulaması beraberinde getirdiği bazı sakıncalara rağmen 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar tedavülde kaldı.
18. yüzyıl, 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşasına kadar Osmanlı Devleti için göreli bir barış, istikrar ve iktisadi büyüme dönemi olarak görülür.[8] Dönem boyunca yayınlanan bütçelerde genel eğilim dengeli bütçeler lehinedir; özellikle 1740’lardan 1768’e kadar süren uzun barış döneminde bu eğilim daha belirgindir.[9] Devlet, mali açıdan güçlü hissettiği barış ve istikrar yıllarında malikâne sahiplerinin kar marjlarını indirmiş, yeni mukataa arzlarını azaltmıştır. Ancak bu tedbirlere rağmen, malikâne sistemi vergi kaynaklarının tahribini durduramamıştır. Devlet malikâne kontratlarını iyi takip edemediğinden büyük mukataa birimlerinden mahlul olarak geri dönüşler sağlanamadığı gibi malikâne satışlarından elde edilen değişmez gelir kalemlerine dönüşen mallar, hazine için yetersiz kaynaklara ve sonuçta reel vergi gelirlerinin azalmasına neden olmuştur.[10] Bu arada Osmanlı klasik iktisat düzeninin handikaplarını, askerî ve mali kırılganlığını dramatik bir şekilde gün yüzüne çıkaran 1768-1774 savaşı ve arkasından imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile devlet, 1775’te esham adı verilen bir uygulamayla daha geniş bir kesimi sisteme dahil edilerek yeniden daha kapsamlı iç borçlanmaya gitmek zorunda kaldı.[11]
Esham uygulaması esasen malikâne sisteminin bir devamı niteliğinde olup onun bazı sınırlamalarını aşmak; ayrıca savaşın finansmanını ve Rusya’ya ödenmek zorunda kalınan dönemin Osmanlı bütçesinin yarısına tekabül eden yedi buçuk milyon kuruşluk tazminatı karşılamak amacıyla uygulamaya konuldu. Esham, malikâne sisteminin dar ve kısıtlı tekelci yapısını aşarak her kesimden yatırımcıyı kendisine çekebildiği için kısa sürede yaygınlık kazandı. Bir nevi iç borçlanma tahvili olan esham, Avrupa’da 17. yüzyılın son yıllarında başvurulan ve oldukça popüler bir borçlanma aracı olan tontines ve rentes viagères’in yerli versiyonuydu.[12] Devletin çıkardığı tahvile her birey bir miktar peşin para öder; bunun karşılığında ölene kadar periyodik olarak bir geri ödeme alırdı.
Bilindiği üzere malikâne uygulaması esasen bir vergi toplama sistemiydi. Malikâne mültezimlerinin çoğu asker, bürokrat ve ilmiye sınıfı mensubuydu. Sayıları bin civarında olan bu mültezimlerin önemli bir bölümü İstanbul’da ikamet ederdi. Görevleri ve yaşadıkları yer dolayısıyla merkezi otoriteyle yakın bağlantı içindeydiler. Dolayısıyla sistem, toplumun çok sınırlı bir kesimine inhisar eden belirli bir grup tarafından idare olunuyordu.[13] Malikâne uygulamasının tersine, tahvil senetlerinin küçük hisseler hâlinde arz edilmesi ve her kesimden yatırımcının sisteme erişebilir olması eshama başvuruları hızla arttırmıştır. Böylece esham, malikâne uygulamasının doksan yılda eriştiği nakit kapasitesine 10 yılda sağladığı 11.500.000 kuruşluk muaccele geliriyle erişerek büyük bir genişleme hızı yakaladı.[14] Ancak maliye bürokratlarının yaptığı çalışmalarda sistemin kısa sürede devlet aleyhine işlemeye başladığı anlaşıldı. Esham sisteminin yürürlükte olduğu ilk 14 yıllık süre sonunda devletin uygulamadan 7 milyon kuruş zarar ettiği ortaya çıktı; ardından 1786’da yeni esham ihraçları yasaklandı.[15] Mali koşulların düzeldiği dönemlerde yasaklanan; ancak borç bulmaya çalışılan dönemlerde tekrar uygulamaya konulan esham, “kaime” adlı kâğıt paraların tedavül, iç borçlanma ve finansman aracı olarak tedavüle sokulacağı Tanzimat’a kadar, bir iç borçlanma aracı olarak varlığını sürdürmüştür.
1770-1840 yılları arası, Osmanlı Devleti’nin ekonomik, sosyal ve idari manada en çalkantılı dönemidir. Özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısında girişilen iki savaş, kırılgan yapıdaki Osmanlı ekonomisinin tüm dengelerini değiştirmiş; iç borçlanma gereçleri ve mali kaynaklar sonuna kadar kullanılmış ve dış borçlanma arayışları ilk kez gündeme gelmiştir. Öyle ki III. Selim tahta çıktığında askerlerin cülus bahşişini ödeyememiş, hazinenin ve maliyenin içler acısı durumu karşısında Sultan, kuru ekmeğe bile razı olduğunu ifade etmek zorunda kalmıştı. 1787-1792 yılları arasında Rusya ve Avusturya ile yürütülen savaşların finansmanı için öncelikle Fransa, İspanya, Hollanda ve Fas’la görüşmeler yapılarak dış borç arayışına girişildi.[16] Sonuçsuz kalan bu girişimlerden sonra tekrar iç kaynaklara yönelen devlet, savaş ekonomisinin yarattığı mali krizi tağşiş, zenginlerden borç alma, müsadere gibi klasik yöntemler yanında Haremeyn vakıf mukataalarını da bir finansman aracı olarak kullanmak suretiyle aşmaya çalıştı.[17]
İç borçlanma ve mali tedbir aracı olarak düşünülen kaime ihraçları 1840-1862, 1876-1878 ve 1915-1922 yıllarını kapsayan üç farklı döneme yayılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kâğıt parasını bastığı 5 Aralık 1927’ye kadar piyasada varlığını sürdürmüştür. İlk uygulama, Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan ordunun ve Tanzimat reformlarının getirdiği mali yük sebebiyle oluşan hazine açıklarının finansmanında kullanıldı. Başta %12,5 faizle ihraç edilen kaimelerin faiz getirisi zamanla %6’ya kadar düşürüldü. İkinci kaime uygulaması Balkanlar’daki karışıklıklar ve 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı -Rus Savaşı (1877-1878) sırasında; üçüncüsü ise I. Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla devreye alındı.[18]
Sonuç itibariyle savaşlar ve askerî harcamaların yol açtığı bütçe açıkları karşısında Osmanlı maliyesi iltizam, malikâne, esham, tağşiş, kaime ve iç borçlanma senet ihracı, sarraf kredileri gibi uygulamaları birer finansman aracı olarak kullanmıştır. Devleti dış borca başvurmadan finanse eden bu sistemler, modern bankacılık kurumlarının oluşumuna kadar işlevini gerçekleştirmiştir.
Günümüzde finansal fonların tahsisi ve dağıtımında akla ilk gelen yerleşik kurumlar, modern bankalardır. Diğer yandan bankaların ticaret ve ekonomiyi canlandırmaya yönelik kurumsal yetkinliğe ulaşması ve gelişmesi, insanlık tarihi açısından bakıldığında sanılanın aksine oldukça yenidir. Nitekim ilk örnekleri erken modern çağda Avrupa’da ortaya çıkan bankalar, uzunca bir süre ulusların formel veya informel nitelikteki bankacılık dışı yerel oluşumlarıyla rekabet zorunda kalmış; İslam dünyasına ise Mısır’da ve Osmanlı coğrafyasında yürütülen bir dizi modernleşme kampanyasının kilit bir unsuru olarak ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında girebilmiştir.[19]
Klasik İslam hukuku, faiz ve faiz olarak değerlendirilebilecek fazlalık içeren her türlü borçlanmayı, büyüklüğüne ve kullanım amacına bakmaksızın yasaklar.[20] İslam’da faizin yasaklanması ve modern bankacılık kurumlarının toplumla görece geç bir tarihte buluşması, pek çok gözlemciyi, Osmanlı toplumunda finans kurumlarının ve kredi araçlarının var olmadığı sonucuna itmiştir. Bununla birlikte ne faiz ve tefeciliğe karşı olan İslami yasaklar ne de resmi banka kuruluşlarının olmayışı, Osmanlı toplumunda sermaye birikimini, faizi, kredi kullanımını ve para piyasasının genişlemesini tümüyle engellemiştir.[21] Nitekim Osmanlı uleması, 16. yüzyılın ortalarında para vakıfları üzerinden yürüttükleri verimli ve etkili bir tartışmadan sonra %15’i geçmeyen fazlalıkları istirbah, istiğlal, murahaba gibi kavramlarla reel ekonomik kazanç kapsamında değerlendirerek faizin dışına çıkarmış; bu meşru araçlar bir bakıma faiz ve kredinin işlevini yerine getirmiştir.[22]
İltizam, malikâne, esham ve kaime gibi uygulamaların erken modern çağdan on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar savaş ekonomisinin finansmanında bir iç borçlanma ve kredi aracı olarak kullanıldığı iyi bilinmektedir. Bununla birlikte Osmanlı tarihinin en yaygın ve en uzun ömürlü kurumları olan vakıfların, kurumsal kriz yönetme pratikleri ve mali buhran dönemlerinde geliştirdikleri finansal stratejilere dair bilgilerimiz henüz çok sınırlıdır. Bu bağlamda çalışma, bütçe açıkları karşısında Osmanlı vakıflarının geliştirmiş olduğu kurumsal kriz yönetme pratiklerini ve borçlanma yöntemlerini, vakıf muhasebe defterleri ve Evkaf Müfettişliği Mahkeme kayıtlarına özel referansla ele almaktadır.
Osmanlı Vakıflarında Kriz?
Özerk veya yarı özerk yönetilen ya da bütünüyle saray kadrolarından atanan görevlilerce idare edilip denetlenen merkezi vakıflar, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar büyük ölçüde bütçe dengesini koruyabilmişlerdir.[23] Ancak bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle büyük paşa vakıflarında devasa bütçe açıkları görülmeye başlamıştır. Vakıf muhasebe defterleri yüzyılın ilk yarısında, hatta yer yer 1770 yılına kadar uzayan dönem için bambaşka bir mali tablo ortaya koymaktadır. Darüssaade ağaları, sadrazam ve şeyhülislamın denetim ve nezaretindeki büyük merkezi vakıflar, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar gelir-gider dengelerini büyük ölçüde koruyabildiler. Diğer taraftan pek çok paşa vakfında 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren artarak devam eden mali sorunlar, yüzyılın sonlarına ve yeni yüzyılın başlarına gelindiğinde kamu maliyesindeki mali sorunlara eşlik ederek ancak büyük çapta sarraf borçlanmalarıyla ikame edilebilen mutlak bir krizi işaret eder.
Yüzyılın ikinci yarısında kamu maliyesi lehine uygulanan bazı politikaların vakıflar için finansal bir soruna dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Hiç şüphesiz bu gelişmelerin arkasındaki en önemli etkeni Darphane-i Amire kurumunun Enderun hazinesini ikame eden alternatif, ihtiyat hazinesi olarak ağırlığının artması ve önemli bir mali kurum kimliğine bürünmesinde aramak gerekir. Dönem boyunca Darphane kurumu, merkezi hazinenin kontrolündeki gelir ünitelerine ilave yeni kaynaklar yaratmış, Hazine’ye özellikle savaş harcamaları için finansman sağlayarak pek çok mali problemin çözümünde kilit rol oynamıştır.[24] Yeni yaratılan bu kaynakların önemli bir bölümü vakıflardan sağlanmıştır. Bilindiği üzere Darphane-i Amire kurumu, 1760’lardan itibaren Haremeyn vakıf mukataalarının idare, ihale ve gelirlerinin toplanması dahil tüm kontrolünü devralmıştır. Bu sayede, Bölükbaşı’nın hesaplamasına göre, 1766-1794 yılları arasında Haremeyn vakıf mukataalarından merkez hazineye 23.924.540 kuruş finansman sağlanmıştır.[25] Vakıf muhasebe defterleri, Darphane’nin Haremeyn vakıf mukataaları üzerindeki kontrolünün yeni kurulan Mihrişah Valide Sultan Vakfı, Beyhan Sultan Vakfı, II. Mahmut Vakfı gibi vakıflarla genişleyerek 1830’lı yıllara kadar artarak devam ettiğini ortaya koymaktadır.[26] 19. yüzyılın ilk on yılında Haremeyn vakıflarına bağlı Bayındır, Ödemiş, Çakallı mukataaları, Hafsa Sultan Vakfı’na ait Urla mukataası, Valide Handan Sultan Vakfı’na ait Birunabad (Bornova) mukataası, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile eşi Fatma Sultan vakıf mukataaları, Sultan Ahmet Vakfı’na ait İstanbul’daki çeşitli mukataalar ile Sultan III. Mustafa (Laleli Vakfı) Vakfına ait İzmir yaş meyve gümrüğü (meyve-i ter gümrüğü) ve bağlı diğer iskele mukataalarının esham gelirinden elde edilen yaklaşık 10 milyon kuruş para merkezi hazinenin acil nakit ihtiyaçlarında kullanılmak üzere Darphane’ye teslim edilmiştir.[27] Üzerine esham çıkarılan vakıf mukataaların muaccele bedelleri tersane, ordu ve sefer masrafı gibi nedenlerle doğrudan Darphane-i Amire hazinesine teslim edilmekteydi.[28]
Vakıf mukataaların kamu maliyesinin finansmanında alternatif bir kaynak olarak Darphane’ye aktarılmasının vakıf maliyesi üzerindeki yıkıcı etkisini Atik Valide Sultan Vakfı örneğinde detaylandırmak mümkündür. Atik Valide Sultan Külliyesi’nin 1590-1825 yılları arasındaki yılsonu kesin hesaplarının incelenmesi, külliyenin 1757 senesine kadar olağanüstü durumlar dışında nadiren açık verdiğini, bilakis bilançonun büyük meblağlara ulaşan fazlalıklarla kapandığını ortaya çıkarmaktadır.[29] Ancak 1757 yılından sonra bütçe açıkları mutat hale gelmiş ve vakfın yıl sonu hesabı 1783-1825 arasında 40 yıldan fazla bir sürede eksi bakiyeyle kapanmıştır.
Bütçe açıklarının ekonomik konjonktüre ve idari düzenlemeye bağlı olarak birbirini tetikleyen iki önemli sebepten kaynaklandığı tespit edilmektedir. İdari düzenlemeden maksat vakfa ait en büyük gelir ünitesi konumunda olan Yeni-il mukataasının, malikâne kapsamında ihale edilerek gelirinin merkezi hazineye aktarılmak üzere Darphane’ye teslim edilmesidir. Bölükbaşı, her ne kadar Haremeyn mukataalarının darphaneye devrini 1764’ten başlatsa da aslında uygulamanın en azından Atik Valide Sultan Vakfı için 1171/1757-58’te başladığı anlaşılmaktadır.[30] Gülşen-i Maarif müellifine göre daha önce Darüssaade ağalarının kontrolünde olan vakıf mukataaları, miri mukataalar gibi verimli işletilemedikleri ve yeterli düzeyde hasılat elde edilemediği gerekçesiyle 1171/1757-58 senesinde denetimi Darüssaade ağalarından alınarak defterdarlara, Darphane’ye teslim edilmiştir.[31] Bu idari düzenlemenin bir sonucu olarak Yeni-il mukataa geliri 1758 yılından itibaren vakıf muhasebe defterinden çıkmıştır. Darphane kurumu 1762’den 1825 yılına kadar mukataanın “mal” ve esham faizine mahsuben 2.788.320 akçeye sabitlenmiş bir meblağı vakfa ödemeye devam etmiştir. Yeni-il mukataası Darphane tarafından 1774’te eshamla satıldığında vakfa “Tersane-i Amire hazinesinden sene-i mezkur faizine mahsuben” 3.718.041 akçe transfer edildi.[32] Mukataanın 32.000 kuruşluk faiz geliri, 16 sehime bölünerek her biri 10.500 kuruş muaccele ile taliplilerine satıldı. Ancak satıştan elde edilen muaccele geliri, mali sıkıntılar nedeniyle vakfın kasasına girmeden doğrudan Hazine’ye devredildi.[33] Darphane’ye teslim edilen muacceleleri vakıflar bir daha alamayacaklar, Haremeyn mukataa ve mal paraları Küçük Kaynarca ve Yaş Antlaşmalarıyla sonuçlanan Rusya ile yapılan savaşların finansmanında kullanılacaktır.[34] 1774’te Tersane tarafından vakfa ödenen para, vakıf bilançolarına birkaç yıl istikrarlı bir görünüm kazandırsa da bu pozitif seyir uzun sürmeyecek ve vakıf 1780’lerden itibaren hazine yardımına muhtaç kalacaktır. Nitekim 1779 senesinden itibaren vakfın bütçe açıklarını ikame etmeye yönelik olarak, geliri Tersane Hazine’ne gitmekte olan vakıf mukataasına karşılık olarak Tersane-i Amire, “bahâ-i dakîyk” (un bedeli) adı altında vakfa 1794 yılı sonuna kadar her yıl düzenli olarak 1.440.000 akçe ödeme yapmıştır. Tablo-1’in verileri söz konusu düzenli ödemeye rağmen, vakıfların darphane tarafından el konulan mukataaların reel değeri ile özellikle malikâne ve esham satışlarından elde edilen muaccelelerini alamamasından mütevellit vakıf bütçe açıklarının devam ettiğini göstermektedir.
18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenen vakıf muhasebe defterleri, vakıf bütçelerinden esham ve malikâne kaynakları dışında kamu maliyesine çok farklı türde kaynak transferinin yapıldığı oldukça girift kurumsal iş birliklerini ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda örneğin Laleli Vakfı, 1804 yılında “hububat hazinesi sermayesi” için 250.000 kuruş, III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’a 150.000 kuruş ödemiştir.[35] 1808 mali yılında Tersane-i Amire hazinesine 105.000, Enderun görevlilerinin maaş ödemeleri için Darphane hazinesine 18.000 kuruş gönderilmiştir.[36] Benzer şekilde Hamidiye Vakfı, 1799’da Kaptanıderya Küçük Hüseyin Paşa’nın Vidin Seferi masrafları için 50.000 ve Cezzar Ahmet Paşa’nın Akka savunma masrafları için 250.000 kuruş olmak üzere toplam 300.000 kuruş gibi son derece büyük bir meblağ ödemiştir.[37] Diğer taraftan III. Selim döneminde gelirleri doğrudan Enderun hazinesine giden Emlâk-ı Hümâyûn’a ait mukataaların yönetimi de gelirleriyle birlikte Darphane’ye devredilmiştir. Bu gelişme pek çok hanedan üyesinin gelir kaybı yaşamasına yol açmış ve sonuçta kaybın telafisine yönelik hanedan vakıflarından rikâbiyye, tahsisat ve maaş adı altında büyük miktarlarda süreklilik arz eden kaynak transferleri başlamıştır.[38]
Darphane’nin merkezi hazineye alternatif kaynak yaratma sürecinde el koyduğu vakıf mukataaları ve çeşitli yöntemlerle vakıf fazlalıklarının hazineye transferinin vakıflar üzerindeki yıkıcı etkisi büyük ölçüde hanedan vakıflarıyla sınırlıydı. Ancak dönemin ekonomik koşullarının yıkıcı etkisi tüm merkezi vakıfları kapsayacak şekilde çok daha geniş bir sahada gözlemlenmektedir. 1770’lerden II. Mahmut’un saltanatının sonuna kadar süren 70 yıllık dönemde, sık sık yaşanan savaşlar ve girişilen bir dizi köklü reformlar nedeniyle Osmanlı Devleti büyük boyutlara varan bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalırken, diğer yandan Osmanlı tarihinin en hızlı ve büyük tağşişlerine sahne olmuş ve tağşişlerin neden olduğu enflasyonist baskılar aynı dönemde 14-15 katına ulaşan fiyat artışlarına yol açmıştır.[39] Fiyat artışları ve neden olduğu bir dizi gelişmeler kamu maliyesi dışında imparatorluğun en büyük hububat alıcısı ve personel istihdam eden kuruluşları olan vakıfları doğrudan etkilemiştir. 1780-1820 yılları arasında vakıfların imaret harcamaları ile aydınlatma, hasır, kilim, şamdan vb. harcama ürünlerinin kaydedildiği ve vakıf muhasebelerinde mutad harcamalar başlığı altında oldukça standart belirli ürün yelpazesini içeren harcamalarda 4-10 kat arasında fiyat artışları görülmektedir.[40] Ancak dönem boyunca incelenen çok sayıdaki muhasebe kayıtları ile evkaf müfettişliği kayıtları daha önemli bir sorunu gün yüzüne çıkarmaktadır. Fiyat artışlarına paralel harcamalar dengesi artarken vakıfların öz sermayesi niteliğindeki kentsel gelir üniteleri bu artışa ayak uyduramamıştır. 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde merkezi vakıfların dükkan, han, hamam, mahzen, menzil, mumhane vb. türünden kentsel kaynaklarının neredeyse tamamına yakını icareteynli ve gedikli mülklere dönüştürülmüş durumdaydı. Ekonomik koşullarda yaşanan büyük fiyat artışlarına rağmen, vakıfların kentsel gelirleri onlarca yıl adeta dondurulmuş, sabit değerlerde kalmıştır. Bu gelişmelere eşlik eden bir doğal afet veya müruruzamanla ortaya çıkan yıkım sonrası bir tamirat veya yeniden inşa sorunu karşısında pek çok vakfın onlarca yıla yayılan mali kriz dönemine girdiği ve kriz döneminin geliştirilen çeşitli stratejilerle aşılmaya çalışıldığı ortaya çıkmaktadır.
18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kronik hale gelen bütçe açıkları karşısında Osmanlı vakıflarının geliştirdiği kurumsal kriz yönetme pratiklerinin ve mali reaksiyonların ne derece başarılı olduğu henüz incelenmemiştir. Yüzlerce vakıf muhasebesi ve borçlanma kayıtlarının analizi, mali sorunlarla baş etmek zorunda kalan vakıfların kendi öz rezerv kaynaklarından yararlanma, cari geliri attırma, kaynakları ve harcamaları yeniden bölüştürme ve nihayet borç alma yöntemlerini tecrübe ettiğini gösterir. Kaynakların yetersiz kaldığı, sermaye ve likidite olanaklarının sınırlı olduğu, harcamaların acil ve zorunluluk arz ettiği durumlarda borçlanma, tek ve zorunlu seçenek olarak ortaya çıkar.
Ekonomik sorunlar yaşayan vakıflar acil finansman akışını öncelikle kendi öz sermayesinden karşılamaya çalışmıştır. Bu kapsamda vakıfların borçlanma ve yeni kaynak yaratma stratejilerini iki ana kategoride incelemek mümkündür: kendi öz sermayesinden yeni kaynak yaratma (iç finansman) ve borçlanma (dış finansman) yoluyla kaynak yaratma. Vakıfların iç finansman yöntemiyle öz sermayesinden yeni kaynak yaratma yöntemleri, çalışmanın boyutunu bir hayli aştığı için başka bir araştırmaya konu yapılmak üzere metinden çıkarılmıştır.
Dış Finansman Arayışı: Borçlanma Yoluyla Kaynak Yaratma ve Sarrafların Yükselişi
istidâne ile idâneye muhtaç olduğumda bilâ murâbaha kimesneden istidâne mümkün olmamakla[41].
Sermaye ve likidite sağlamanın sınırlı, harcamaların acil olduğu ve bütçe dengesinin sağlanamadığı durumlarda borçlanma tek ve zorunlu seçenekti. Bu noktada 19. yüzyıla kurumsallaşmış finansal ağlarıyla bir nevi banker ve kreditör rolü üstlenerek oldukça güçlü bir giriş yapan sarraflar devreye girdi. Araştırmanın bu bölümü Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan en büyük dört paşa vakfının mali yapılarının ve bu vakıfların sarraflarla borçlanmanın ötesinde kurdukları iş birliğinin yaklaşık yüz yıllık bir zaman aralığında detaylı incelenmesine dayanır. İncelemede yoğun veri kullanımına özellikle dikkat edildi; zira vakıf sahasında sarraflık, kredi ve faiz gibi konularda yazılan ve yaygın kabul gören fikirlerin büyük bir bölümü gözlem ya da tecrübeden ziyade teorik çıkarımlarla elde edilen a priori sonuçlardan öte gitmez.
Para değişimi ve kredi, sarraflık mesleğinin ortaya çıkışından bu yana değişmeyen en önemli iki faaliyet alanıdır.[42] Bilindiği üzere sarrafların maddi ve manevi gücünün en büyük kaynaklarından birini iltizam sistemi oluşturuyordu. Mültezimlerin iltizam hakkı alabilmek için payitahtın onay verdiği ve güvendiği gedikli büyük servet sahibi bir sarrafı kefil göstermesi gerekiyordu. Payitahtın bankerlik rolünü üstlenen gedikli İstanbul sarrafları, pasaral işlemlerinin yanı sıra mülzetimlere ve malikânecilere kredi sağlayarak iltizam sisteminin sürekliliğini sağlıyordu.[43] Vakıf kayıtlarının derinlemesine analizleri, vakıf kredi ağları, gedikli İstanbul sarraflarının bilinen etkinlikleri dışında vakıfların sarraflarla kurdukları ortaklıklara ve vakıf mukataalarının sarraflara ihalesi gibi işlemlere dair önemli veriler sunmakta ve vakıfların mali idaresinin sarraflara devredildiği çok boyutlu yeni tür ortaklıkları gün yüzüne çıkarmaktadır.
19. yüzyılın arifesinde imparatorluğun yaşadığı mali krizler salt kamu maliyesine özgü değildi. 18. yüzyılın ikinci yarısındaki iki cepheli savaşların tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardığı mali buhranlar, devletin en büyük kurumsal yapıları olan vakıfları da derinden sarsmıştı. Evkaf Müfettişliğine kredi onayı için başvuru yapan onlarca büyük paşa vakfının süreklilik arz eden bilanço açıkları karşısında mali dengelerini yakın çevrelerinden, bilanço fazlası veren diğer vakıflardan ve en önemlisi gedikli İstanbul sarraflarından çekilen çeşitli kredileriyle ikame etmeye çalıştıkları görülmektedir. Vakıfların kredi talepleri 18. yüzyılın sonlarından itibaren hızla artma eğilimi göstermektedir. 1830’lu yıllarda İstanbul’daki kredi talebi ve kullanımı hat safhaya ulaşmış, bu sebeple Osmanlı merkezi bürokrasisi artan kredi talebi ve arzı karşısında ilk defa sadece kredi kayıtlarına mahsus ayrı sicil defterleri tutmaya başlamıştır. Mali krizlerin seyri, borçlanma türleri, sarrafların dengeleyici rolü ve kreditör olarak etkinliklerinin artmasına ilişkin öngörüler, art arda ve süreklilik arz eden verilerin tespiti ve analiziyle mümkündür. Bu bağlamda iktisadi yapıları analiz edilen onlarca vakfın verilerini aktarmak çalışmanın boyutunu ve hacmini bir hayli büyüteceğinden, mali kapasiteleri itibariyle Osmanlı coğrafyasında kurulan en büyük dört paşa vakfının borçlanma kayıtlarının analiziyle iktifa edildi. Mali kriz önermesine yönelik detaylı analiz havuzuna dahil edilen vakıflar, yönetimi ve muhasebesi birlikte yürütülen Sokullu Mehmet Paşa ve eşi İsmihan Sultan, Köprülü Mehmet Paşa ve oğlu Fazıl Ahmet Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile Amcazade Hüseyin Paşa vakıflarıdır. İncelemeye tabi tutulan paşa vakıflarının tamamı, dönem boyunca, vakıf kurucusunun alt soyundan gelen mütevellileri tarafından yönetilmiştir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki mali kriz önermesi yukarıda bahsedilen vakıflarla sınırlı değildir. Aynı dönemde Ayasofya, Mihrişah Valide Sultan, Sultan Selim, Süleymaniye Vakfı gibi pek çok selatin vakfı da bütçe açıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Örneğin imparatorluğun en büyük vakıflarından olan Ayasofya Vakfı’nın muhasebesi 1790-1810 yılları arasında büyük oranda bütçe açıklarıyla kapanmıştı.[44] Yine 1795’te kurulan ve bu nitelikteki yeni vakıflarda ilk on yıllarda bütçe açığı görmeyi beklemediğimiz Mihrişah Valide Sultan Vakfı, 1810’lu yıllardan itibaren süreklilik arz eden bütçe açıklarıyla yüzleşmek zorunda kalıyordu.[45] Muhasebe defterleriyle paralel olarak Evkaf Müfettişliği Mahkemesi kayıtları aynı dönemde Bayram Paşa, Cerrah Mehmet Paşa, Yemen Fatihi Gazi Sinan Paşa, Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Rum Mehmet Paşa, Kılıç Ali Paşa, İsmihan Kaya Sultan, Kaymak Mustafa Paşa, Atik Valide Sultan, Yusuf Paşa, Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan, Şah Sultan, Zal Mahmut Paşa, İbrahim Paşa, Hersekzade Ahmet Paşa, Nişancı Mehmet Paşa, Şehit Ali Paşa ve Kemankeş Kara Mustafa Paşa vakıfları gibi onlarca vakıfta yaşanan art arda bütçe açıklarının borçlanma ve diğer farklı yöntemlerle aşılmaya çalışıldığını ortaya koymaktadır.[46]
Sokullu Mehmet Paşa (öl. 1589), 1574 tarihli vakfiyesiyle Azapkapı Camii adıyla bilinen meşhur caminin yanı sıra Kadırga, Eyüp, Lüleburgaz, Havsa, Erdel, Payas’ta külliyeler; Selanik, Üsküp, Varna, Temeşvar, Yanbolu, Belgrad, Bosna, Bursa, Gelibolu, Kırklareli, Bergos, Vezirköprü, Halep, Hama, Humus, Antakya, Niğde, Tarsus, Şam, Birecik ve Mekke’de cami, mescit, darülhadis, darülkurra, imaret, hangah, medrese, köprü, çeşme, kervansaray, çarşı, pazar, hamam, bedesten vb. türünden yüzlerce eser yaptırmıştır.[47] Sokullu Mehmet Paşa Vakfı ile eşi İsmihan Sultan’ın 1573 yılında kurduğu vakıf, İsmihan Sultan’dan olan İbrahim Hanzade soyundan gelen mütevelliler tarafından birlikte yönetilmiştir.[48]
18. yüzyılın ortalarına kadar bütçe dengesini koruyabilen vakfın yıllık geliri 6 milyon akçe civarındaydı. Tablo-2’nin verileri incelendiğinde yüzyılın son çeyreğinden 1810’lu yıllara kadar vakfın yıl sonu hesaplarının eksi bakiyeyle kapandığı görülür. Kredi borçlanma kayıtlarındaki veriler negatif bakiyenin 1830’lu yıllara kadar devam ettiğini teyit eder. 1778 senesindeki 50.886,5 kuruş bütçe açığı ile 1808 yılındaki 80.133,5 kuruşluk açık, cari harcamaların yaklaşık %50’sine tekabül etmektedir. Bütçe açıklarının nedenlerine bakıldığında, muhasebe döneminde tahakkuk eden gelirlerin tahsilatının artan sıklık ve oranda gerçekleşmemesi ile tamirat harcamalarının olağanüstü seviyede artması ilk sıralarda gelmektedir.[49] Özellikle 1800-1810 yılları arasında yoğunlaşan açıklar, Haliç kıyısında yer alan ve bütünüyle yanan Azapkapı Camii’nin yenilenmesi çalışmalarından kaynaklanmıştı.
Osmanlı coğrafyasında, öz sermayeleri ve bütçeleri itibariyle II. Mehmet ve Kanuni’nin vakıflarıyla yarışan en büyük paşa vakfı, muhasebesi ve idaresi birlikte yürütülen Köprülü Mehmet Paşa ile oğlu Fazıl Ahmet Paşa’nın kurmuş olduğu vakıftı.[51] İstanbul, İzmir, Halep, Edirne, Kandiye, Samsun, Malatya, Amasya, İdlip, Safranbolu, Bozcaada, Kandiye, Belgrad ve Yanya’nın yanı sıra onlarca kentte vakıf eserleri ve mukataa birimleri oluşturan Köprülü Vakıfları, 18. yüzyılın sonlarında 20 milyon akçeye ulaşan yıllık geliriyle, kuşkusuz, döneminin en büyük vakıflarındandı.[52] 1812 yılı itibariyle vakfın cari geliri 25 milyon akçeyi geçmişti.[53] Ancak bu devasa gelire rağmen Köprülü Vakıfları, 18. yüzyılın sonlarından Tanzimat’ın ilk yıllarına kadar süregelen dönemde büyük meblağlara ulaşan bütçe açıklarıyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Artan cari açıklarını kapatmak için öz sermayenin tüm imkanlarını kullanan vakıf, son olarak borçlanma yoluyla dış finansmana yönelmişti.
Köprülü ailesinden 1697-1702 yılları arasında sadrazamlık yapan Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa’nın vakfına ait muhasebe kayıtları da yukarıdaki vakıflarda yaşanan mutlak krizi yansıtır. Amcazade Hüseyin Paşa’nın Tablo-3’te listelenen hesapları ilk bakışta, bütçe fazlası verir görünümdedir. Ne var ki gerçekte durum bunun tam tersiydi; zira vakıf, mali dengeyi ancak kullandığı kredilerle sağlayabilmekteydi. 1766 yılında İstanbul’daki han tamiri için vakfın dönem gelirinin %83’üne tekabül eden 2.145.000 akçelik yeni finansman, borçlanma yoluyla sağlanmıştı. 1797 ve 1798 senelerinin bütçeleri görünürde fazla vermişti. Ancak bu fazlalık, 13 kişiden alınan toplam 90.000 kuruş civarındaki borçla sağlanabilmişti. Nitekim Mütevelli Mehmet Sait Bey tarafından hazırlanarak Şeyhülislamın onayından geçen ana muhasebe defterine vakfın “duyûn-ı kesîreye müstağrak” (büyük borca batmış) olduğu notu düşülmüştü.[54] Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı, bilhassa 1780-1810 yılları arasında büyük mali sorunlar yaşamış ve bu kriz dönemi sarrafların taraf olduğu çok boyutlu borçlanmalar ve teminat antlaşmalarıyla aşılabilmişti.
Tablo 4, 1770-1850 arasındaki 80 yıllık dönemde nadiren bütçe fazlası veren Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfı’nın yıl sonu gelir-gider hesaplarının dökümünü sunar. Bu dönemde icare-i vahideli taşınmazların icareteyne dönüştürülmesi yöntemiyle, duagu vazifesi ihracıyla veya yeni muaccele girişiyle öz sermayeden yaratılan kaynaklar sınırlı bir iyileştirmeden öteye gidememişti. Nihayet vakıf, 1780-1840 arasındaki 60 senelik dönemi sarraflardan kullandığı kredilerle atlatabilmişti.
Kreditörler: Tanıdık ve Bildik Çevrenin Güvenli Limanı
Modern bankacılık kurumlarının ortaya çıkmasından önce bütçe açıklarını dış finansmanla yönetmek zorunda kalan vakıflar, çoğunlukla yakın akrabalar ve tanıdık ağları kanalıyla ancak yerel düzeyde fon akışı sağladılar. Sıradan insanlar yakın tanıdık ve bildik çevrelerinden gayriresmî yollarla kredi temin edebilirlerdi. Ancak muhasebe denetimleri oldukça sıkı takip edilen vakıf kurumları için gayriresmî yollar pek olası ve güvenli değildi. Vakıf mütevellileri sorumlu oldukları muhasebe döneminde tüm girdi ve çıktıları, en küçük ayrıntısına kadar muhasebe defterlerine kaydetmek zorundaydı. Mütevelliler kredi kullanımı, tamirat, bakım, restorasyon ve yeniden inşa işleri için yapacakları harcamaları Evkaf Müfettişinden resmi izin aldıktan sonra muhasebe defterine işleyebiliyordu. Dolayısıyla vakıf finansmanları ister faiz içermeyen karz-ı hasen türünden ister faizli krediler nev’inden olsun, resmi kanallarla ve ancak mahkeme onayından sonra gerçekleştirilirdi.
Vakıfların yöneticisi konumundaki mütevelliler ve vakıf evlatları ile cabi, katip, mütevelli kaymakamı, vekiharç gibi birçoğu vakıf kurucusunun kapısından yetişen ve vakıfla organik bağı olan görevliler, yakın akraba ve tanıdık çevreler kredi temini konusunda ilk başvurulan kişilerdi. Bu ilk gruptan sağlanan kısıtlı krediler, genellikle karz-ı hasen türündendi ve faiz içermezdi. Büyük paşa vakıflarının mütevellileri aynı zamanda çeşitli saray kadrolarında bulunan ya da kadı, müderris, dersiam ve paşa olarak devletin üst bürokrasisinde görev yapan, iyi eğitimli, zengin ve genellikle ilmiye sınıfından meslek sahibi kişilerdi. Dolayısıyla yönettikleri vakıfların bütçe açıklarını imkanları ölçüsünde öncelikle kendileri karşılamaya çalışmışlardı.[56]
Bütçe açıklarının sürdürülebilir mali yapıyı tehdit ettiği, açığı kapatmada öz sermayenin yetersiz kaldığı ya da finansmanın tanıdık çevrelerden kısa vadeli faizsiz borçlanmalarla karşılanamadığı durumlarda, faizli dış borçlanma kaçınılmaz tek seçenekti. Müslüman toplumlarda faiz konusu çok tartışılmakla birlikte alternatif bir ekonomik model geliştirilemediğinden, paranın kullanım bedeli olarak ortaya çıkan faizli işlemler, bilinen tüm Müslüman devletlerde farklı yöntemlerle uygulanagelmiştir.[57] Osmanlı’da genellikle muamele-i şer’iyye ve bey’ bi’l-vefâ yöntemleriyle yapılmış borçlanma sözleşmelerinde geçen “çuka bahası, murâbaha, ribh, güzeşte, semen, devr-i şer’î, mâ’rifet-i şer’î” gibi adlarla anılan fazlalığı, faiz kapsamında değerlendirmek gerekir. Nitekim vakıf belgeleri de bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır. Zira her ne kadar uygulama İslam hukukuna dayandırılsa da bu yöntemle ortaya çıkan fazlalığı mudarebe yöntemiyle edile edilen kar ortaklığı kapsamında görmeyen taraflar, yaptıklarının açıkça faizli bir işlem olduğunun bilincindeydiler.
Evkaf Müfettişliği onaylı binden fazla kredi sözleşmesinin analizi, uygulamaya esas yöntemin muamele-i şer’iyye olduğunu ortaya çıkarmaktadır. İpotek karşılığı çifte satış yöntemi nadiren uygulanmıştır. Mahkeme tescilli 1.000 kuruşluk %15 faizli standart bir kredi sözleşmesi şu şekilde gerçekleştiriliyordu: Kredi işleminin tarafları Evkaf Müfettişinin veya vekilinin huzurunda yeri ve zamanı önceden belirlenen bir evde toplanırdı. Kredi talebinde bulunan vakıf veya şahıs (A); sarraf, vakıf, şahıs veya terekeden (B) 1.000 kuruş parayı ikrazen talep ederdi. A tarafı B’den 1.000 kuruş parayı ikraz ve kabul ettikten sonra yine B’nin malından “semeni” veya “murabahası” 1 yıl sonra ödenmek üzere (elbette daha kısa vadeli borçlanmalar görülmekle birlikte bu süre umumiyetle 1 yıllıktı ve 3 yıla kadar çıkabilmekteydi) faiz oranında fiyatı kararlaştırılmış araç olarak bir metayı borca konu anaparanın %15’i oranında bir bedel üzerinden 1 sene sonra ödenmek üzere müeccel (ertelenmiş) ve mev’ûd (vadeli) olarak satın alıyordu. Müslümanlar arasında gerçekleştirilen kredi sözleşmelerinde bu araç “Fetavâ-yı-Ankaravî, Behcetü’l-Fetavâ, Feyzullah Efendi Fetavâsı, Çatalcalı Ali Efendi Fetvası, Mushaf, Guduri Şerhi, Dürer-Gurer, Fetavâ-yı Numaniye, Tefsîr-i Kadı Beyzâvî” gibi fetva kitapları ile dini kitaplardı. Taraflardan birinin gayrimüslim veya sarraf olduğu durumlarda muamele-i şer’iyyeye konu en yaygın araç, hilali koyun saatiydi. Bunu sırasıyla samur kürk ve marpuç şal ile elmas, yakut veya zümrüt taşlı yüzük ya da altın bilezik gibi değerli ziynet eşyaları takip ederdi. İşleme konu aracın adedi genellikle vade süresini belirlerdi. Örneğin 1 hilali koyun saat veya 1 cilt Behçetü’l-Fetavâ kitabı 1 yıllık vade süresini belirtirken 2 hilali saat ile iki fetva kitabı umumiyetle 2 senelik vadeyi ifade ederdi. Böylece tescil edilen işlem sonunda kredi talep eden kişi veya vakıf kurumu (A), 1 yıl sonra 1.150 kuruş olarak geri ödemek üzere B’den 1.000 kuruş borç para almış olur, mahkeme de bu sözleşmeyi tescil ederdi. Bu nevi sözleşmelerde krediler açıkça basit faizle arz ediliyordu. Bileşik faizin uygulandığı sözleşme örneği tespit edilemedi. Vade sonunda ödenemeyen kredilere ilişkin tahakkuk eden yıllık faiz tutarı borçludan tahsil edilir, borca konu anaparaya genellikle ilk sözleşmedeki muamele oranında yeniden faiz (devr-i şer’î) uygulanırdı.
Tablo 5, 6, 7 ve 8 incelenen dört büyük vakfın 18. yüzyılın sonlarından 1840’lı yıllara kadar uzanan dönemde kullandığı, faiz oranı ile vade süresi açıkça belirtilen kredilere ilişkin kayıtları içermektedir. Vakıf muhasebe defterleri aynı dönemde vakıfların kasalarına özellikle sarraflardan borçlanma yoluyla sağlanan büyük miktarda para girişi olduğunu teyit etmektedir.
Tablolar incelendiğinde göze ilk çarpan finansman kaynağının sarraflar olduğu görülür. Müteselsil krediler göz ardı edildiğinde yaklaşık her üç krediden biri sarraflardan alınmıştır. Sarraflar tüm zamanlarda 1 milyon kuruşu biraz aşan tutarla, dört vakfın kullandığı toplam kredinin %55’ini sağlamıştır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfı, 22 krediden 16’sını sarraflardan alarak bu grupla en çok sözleşme imzalayan vakıftır. Diğer taraftan Merzifonlu Vakfına nazaran Köprülü Vakıflarının borç bulmakta o kadar zorlanmadığı ve çok farklı çevrelerden kredi sağladığı anlaşılıyor. Zira vakıf, kullandığı 68 kredinin sadece 9’unu sarraflardan temin etmiştir. Benzer şekilde Sokullu Mehmet Paşa Vakfı da finansman kaynaklarını taraflar arası karşılıklı güvene dayanan bağlarla çeşitlendirebilmiş; bu sayede oldukça geniş bir yelpazede borçlanabilmiştir.
Elimizdeki veriler mevduat ve tasarruf bankalarının yokluğunda, Osmanlıda çok çeşitli kredi kanallarının bulunduğunu gösterir. Hiç şüphesiz vakıflar ve hane halklarının çoğu, tüketime yönelik kısa vadeli acil nakit ihtiyaçları için tek bir kaynaktan veya muhataptan finansman aramak zorunda değildi. Mali sorunlar yaşayan vakıfların finansman arayışında sarraflardan sonra en sık başvurduğu kurumsal yapılar diğer vakıflardı. Doğrudan para vakfı olarak kurulmayan çok sayıda vakıf, bütçe fazlalarını işletmek amacıyla kurumsal düzeyde kreditör rolü üstlenmişlerdi. İncelenen dönemde hiçbiri nakit vakfı olarak kurulmayan ve zaman zaman kendileri de kredi kullanmak zorunda kalan Manisalı Mehmet Paşa, Yemen Fatihi Gazi Sinan Paşa, Kazasker Damat Abdurrahman Efendi, Nişancı Cedit Mehmet Paşa, Altıpoğaçazade Ahmet Paşa, Mihrişah Valide Sultan, Yusuf Paşa ve Bayram Paşa vakfı gibi çeşitli vakıflar, diğer vakıflara para vakıflarının temin edemediği daha yüksek tutarda kredi temin etmekteydi. Diğer taraftan tüm kredi sağlayıcıları içerisinde para vakıfları, bariz şekilde en yüksek faiz talep eden kurumlar olarak dikkat çekiyordu. Dönem boyunca para vakıflarının arz ettiği kredilerde faiz oranı, umumiyetle devletin tereke borçlanmalarında belirlediği resmi tavan oranı olan %15 üzerinden hesaplanmıştı.
Vakıflar sosyal ve ekonomik etkileşim içerisinde oldukları, muhtemelen çoğu tanıdık olan ve karşılıklı güven duydukları yakın çevreden borçlanma yapıyordu. Bu bağlamda Sokullu Mehmet Paşa Vakfı, borç aldığı kişilerden Rumeli kadısı Ali Efendi’nin eşi Hace Fatma Hatun, Edirne Bostancıbaşısı Yakup Ağa’nın kızı Afife Hanım, Zal Mahmut Paşa Mahallesinde sakin Hoşzeban Hatun, Şerife Hamdune Hanım, Bedros kızı Sultana adlı kişileri yakından tanıyor olmalıydı. Diğer yandan bazı kayıtlarda borç alınan kişilerin vakıfla organik bağı açıkça ifade edilmişti. Örneğin Sokullu Mehmet Paşa Vakfı’na 1804 yılında 3.000 kuruş kredi sağlayan kişi, önceki mütevelli Abdurrahman Bey’in eşi Cihanşah Hatun’du. Vakfın halihazırdaki mütevellisi Hacı Halil Bey’in yerine mütevelli olacak olan Yusuf Bey, 1810 yılında vakfa 32.500 kuruş kredi sağlamıştı. Benzer şekilde Şeyhülislam Molla Mehmet Efendi’nin kızı Şerife Adile Hanım, Şeyhülislam Zeynelabidin Efendi’nin kızı Nesibe Hanım, Yeniçeri ağası Mehmet Sait Ağa’nın kızı Şerife Emine Hanım, Pirinççi Sinan Mahallesinde sakin Şemsiye Hanım, Bursa kadısı Süleyman Molla kızı Hatice Hanım, Abdi Paşa eşi Hatice Hanım gibi çok sayıda kadından yüklü miktarda borç alan Köprülü vakıflarının yöneticileri, borç aldıkları bu kişilere yakın sosyal çevrede yaşıyordu. Şeyhülislam Seyyid Zeynelabidin Mehmet Efendi’nin (ö. 1824) ailesinden alınan düşük faizli borçlar özellikle dikkat çekicidir. Köprülü vakıfları, Zeynelabidin Efendi’nin oğlu Mehmet Arif Efendi’den 1817 yılında üç yıl vadeyle 55.000, diğer oğlu Mehmet Ataullah Efendi’den 1822’de 10.000, kızı Şerife Adile Hanım’dan 1821’de 25.000, diğer kızı Şerife Nesibe Hanım’dan 25.000 ve eşinden 50.000 kuruş borç almıştı. Yaklaşık on beş yıl sonra kapatılabilen bu krediler için vakıf yıllık %9,6 oranında, görece düşük bir faiz ödemişti. Köprülü vakıflarının mütevellisi Müderris Ahmet Asım Bey zamanında ilmiye sınıfından olan Kadı Ömer Efendi, Kütüphaneci Seyyid Mehmet Efendi, Müderris Seyyid Mehmet Arif Molla, Müderris Mehmet Ataullah Efendi, Kazasker Hacı Ömer Efendi, Bursa kadısı Süleyman Efendi gibi çok sayıda kişiden borç alınmıştı. Müderris Ahmet Asım Bey’in günlük hayatta diyalog içerisinde olduğu ilmiye sınıfının bu muteber şahsiyetlerini yakından ve doğrudan tanıması, yönettiği vakıf adına krediye erişimi kolaylaştırmış olmalıydı. Zira bu ilk yakın çevreden alınan borçların faiz oranları, umumiyetle %10-12 arasındaydı ve para vakıflarından alınanlara kıyasla daha düşüktü. Mütevellilerin sosyal, kültürel ve ekonomik etkileşim içerisinde olduğu “tanıdık-bildik” kişilerin karşılıklı müzakereleriyle belirlenen borçlanma kayıtları, taraflara esneklik ve iş birliği sağlamıştı. Tanıdık ve yakın akraba çevresinin karşılıklı güven ve itimada dayalı sosyal bağları, büyük çaplı finansmanlara daha düşük faiz oranlarıyla erişimi kolaylaştırıyordu.
Vakıflar finansman arayışında, kadın ve erkek gayrimüslim çok sayıda zengine de başvurmuştu. Kredi sağlayan gayrimüslimlerin önemli bir bölümü vakıf mukataalarına kefil olan kişilerle vakıflara kredi sağlayan sarrafların akrabalarıydı. 15 Mart 1803 tarihli bir kredi sözleşmesine göre Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı’nın mütevellisi Nefise Hanım, işlerini Sofçular Hanında yürüten Kalcıoğlu Andon’dan 19.000, Eflak Voyvodası boyarlarından Aleksandri v. Nikola’dan 7.762 ve Tarabya köyünde ikamet eden eşi Raliçe’den 6.900 kuruş borç almıştı. Alınan borçlar, Andon’un akrabası ve bu esnada Kaşıkçılar Hanı’nda sarraflık yapan Sarraf Kostanti ve İstefan’a olan borçların kapatılmasında kullanılmıştı.[58] 1810 tarihli bir belgeye göre, Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı’na 1790’lı yıllardan itibaren düzenli aralıklarla kredi veren ve Kuruçeşme’de ikamet eden Eleni b. Hermezaki isimli kadını, mahkemede, vakfın bir hayli kredi kullandığı sarraf Kostaki temsil etmişti.[59] Sokullu Mehmet Paşa Vakfı’nın gerçekleştirdiği 1819 tarihli diğer bir borçlanma işleminde vakfın Sarraf Mercan’a olan 20.000 kuruş borcu, önce oğlu Sarraf Serkiz’e daha sonra kız kardeşi Ava’ya havale edilmişti.[60] Sarraf Kostaki v. Aslan’ın kız kardeşi Palasiçe, mahkemede kendisini temsil eden sarraf abisinin vekaletiyle Hüseyin Paşa Vakfı’na % 15 faizle 4.000 kuruş kredi sağlamıştı. Abdi Subaşı Mahallesinde ikamet eden ve askerî taifeden olduğu özellikle vurgulanan Vasikali v. İsravraki, Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı’na 1793 yılında yaklaşık 33.000 kuruş gibi oldukça yüksek bir meblağı yıllık %15 faiz oranıyla teslim etmişti.[61] Kaşıkçılar Hanı sarraflarından Sarraf Aleko v. İskerlet, Köprülü vakıflarına 1802 senesinde yıllık %11,5 faizle 39.000 kuruş kredi sağlarken kız kardeşi Loliçe %10 faizle 11.000 kuruş kredi sağlamıştı.[62] Tüm bu örnekler, Osmanlı’da modern bankacılığın doğuşundan önce çeşitli sosyal ve ekonomik ortamları paylaşan farklı toplum katmanlarından bireylerin, toplumsal yapıya gömülü ekonomik faaliyetlerde etkin rol oynadığını ve şartlarını piyasa koşullarının belirlediği gayet gelişmiş bir para mübadelesinin var olduğunu teyit etmesi bakımından önemlidir.
Finansal Aracılar: Sarraflar
Krizler karşısında vakıflara en büyük destek sarraflardan gelmiştir. Vakıf kredi kayıtları mali kriz içerisindeki pek çok vakfın, ihtiyaç duyduğu büyük çaplı likiditeyi sarraflardan sağladığını göstermektedir. Devletin resmi kanallarınca da onaylanan bu krediler vakıfların hayatta kalmasına önemli katkılar sağlamıştır. Mamafih bu dönemde vakıfların sarraflarla kurduğu ekonomik bağlar finansman sağlamanın çok ötesine geçmişti. Hiç şüphesiz sarraflar, 18. yüzyılın sonundaki parasal krizde hem kefil hem de finansman kaynağı olarak toplumsal hayattaki rollerini artırmıştı. Yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin en köklü kurumları olan vakıfları da içine alan yeni iş birlikleriyle iktisadi hakimiyet sahalarını, daha önemlisi meşruiyet alanını genişleten sarraflar, bankacılık faaliyetlerinin başladığı döneme kadar -1780-1850 yılları arasında- en etkin dönemlerini yaşamışlardır. Bu dönemde büyük mukataa birimleri için sigorta ve ikame rolü üstlenen; ayrıca Osmanlı hanedanı ve ileri gelen devlet adamlarını finanse eden sarrafların bu rollerine, vakıfların yönetimi gibi son derece önemli yeni fonksiyonlar eklenmişti.[63] Sarraflar bir kredi mercii hâline gelerek günümüzün ticaret bankaları gibi tipik bir finansal aracıya dönüşürken, ödenemeyen krediler, kredi riskini ve beraberinde temerrüt riskini doğurarak 19. yüzyılın ilk yarısında 57 sarrafın iflasına yol açmıştır.[64]
Vakıflara finansman sağlayan sarrafların önemli bir kısmı gedikli İstanbul sarraflarıydı ve bunların büyük bir bölümü mesleklerini Kapalıçarşı civarındaki vakıf hanlarında icra ediyordu.[65] Çarşı içindeki Valide Hanı, Suluhan, Çuhacı Han, Vezirhanı, Sofçular Hanı, Yeni Han, Sorguççu Hanı, Yolgeçen Hanı ve Kaşıkçılar Hanı en çok rağbet gören hanlardı.[66] Mesleklerini bu hanlarda icra eden, “İstanbul’la özdeşleşen kadim finansçılar olan sarraflar 1830’lu yıllara gelindiğinde tedricen diskalifiye olmuş ve yerini dış ticaretin artışıyla palazlanıp, sonrasında finans alanına geçerek Galata’yı finans merkezine dönüştüren Galata bankerleri veya tüccarları olarak bilinen sınıfa bırakmıştır.”[67] Tanzimat’la birlikte Kapalıçarşı etrafındaki finans merkezi tedricen Galata’ya kaymış, kadim gedikli İstanbul sarraflarının yerini alan ve kısaca Galata bankerleri olarak adlandırılan sınıfın kendi isimleri veya ürettikleri ürünlerin adını alan tüccarlara ve bankerlere büro tipi ofis olarak kiralanan yeni tip hanlar ile iş merkezleri ön plana çıkmıştır.[68] Vakıf hanlarında mesleklerini ve dükkanlarını babadan oğula devrederek uzun yıllar kiracı konumunda ikamet eden sarraflarla vakıflarda aile içinden silsile hâlinde görev yapan mütevelli statüsündeki yöneticiler, birbirlerini yıllardır yakından tanıyor olmalıydı. Zira vakıfların, kendi vakıf hanlarında mesleklerini icra eden ve uzun yıllar süregelen kredi ve finansal aracılıkları nedeniyle “sarraf-ı vakıf ” olarak tanımladıkları bu sarraflara finansman arayışında öncelik vermeleri tesadüf olmasa gerekti.
Vakıf kredi kayıtları sarraflarla vakıfların üç aşamalı iktisadi ve kurumsal iş birliğini ortaya çıkarmaktadır. İktisadi ve finansal iş birliği sarraflardan kredi çekilmesiyle başlıyordu. Mali sorunların kısa vadeli kredilerle çözülemediği hallerde vakıf mukataalarının ipotek benzeri karşılık gösterildiği daha büyük kredilerin çekildiği ilk aşamanın ardından, tüm mukataa birimlerinin ihale ve takibinin sarraflara devredildiği ikinci aşamaya geçilirdi. Bu yöntemin de çözüm olmadığı durumlarda mütevelli, üçüncü aşamada son çare olarak, vakfın yönetim kurulu üyeleri diyebileceğimiz tüm ilgililerin oluruyla, borçlar kapatılıp kriz atlatılıncaya kadar vakfın idaresini alacaklı durumundaki sarrafa süresiz olarak devrederdi. Ele alınan dört vakıf başta olmak üzere mali kriz içindeki pek çok büyük vakıf bahsedilen her üç aşamayı tecrübe etmişti.[69]
Sokullu Mehmet Paşa Vakfı, 1790-1820 yılları arasında, çoğu akraba olan Stefan, Kirkor, Kaspar, Evanis, Mercan, Sarkis, Mardiros v. Ağop ve Mardiros v. İstefan adlı yedi sarraftan kredi kullanmıştı. 1790’lı yıllarda bütçe açıklarını kapatmak için Sarraf Kirkor ve Kaspar’dan alınan kısa vadeli krediler bir türlü ödenemeyince borca karşılık Rumeli bölgesindeki mukataa birimleri karşılık gösterilmiş, daha sonra mukataaların ihale ve gelirlerinin kontrolü sarraflara devredilmiştir. 1797’de yandığı için sarraflardan çekilen kredilerle bin bir güçlükle esaslı bir tamirden geçirilen Azapkapı’daki Sokullu Mehmet Paşa Camii, 1807 tarihli Galata ve Azapkapı yangınlarında tekrar yanmıştı.[70] İlk yangının yaralarını sarmak için sarraflardan alınan krediler kapatılamadan meydan gelen bu ikinci yangın, bir süredir mali sorunlar yaşayan vakfın kırılgan bütçe dengesini bütünüyle bozmuştu. Azapkapı Camii’nin tamir masraflarında kullanılmak üzere 9 Haziran 1801’de Sarraf Mardiros v. Ağop ile ortağı Sarraf Mardiros v. İstefan’dan alınan 81.162 kuruş tutarındaki kredi borcu, dokuz yıl sonra, Sarraf Hoce Mercan’dan alınan borçla kapatılabilmişti.[71] Vakıf, sarrafa olan yüklü miktardaki borcunu bir başka sarraftan aldığı yeni krediyle ödeyebilmişti. Böylece vakıf mütevellisi ve yönetimde söz ve hak sahibi olanlar, ödenemeyen batık krediler karşısında, düzenli aralıklarda yaptıkları yetki devir sözleşmeleriyle, idari yetkilerini sarraflara devretmek zorunda kalıyordu.[72]
Sarraf Mercan ile oğlu ve aynı zamanda ortağı olan Sarraf Sarkis, Sokullu Vakfı’nın sarrafı olarak on beş yıla yakın vakfı idare etmiştir. Kapalıçarşı bölgesindeki Suluhan’da mesleklerini icra eden bu sarraf ailesi Ortaköy’de ikamet ediyordu ve tespit edebildiğimiz kadarıyla üç kuşaktan (Sarraf Avanis oğlu Sarraf Mercan oğlu Sarraf Sarkis) bu yana sarraftı.[73] Sarraflardan sağlanan kredilerde faiz oranı %10 ila %15 arasındaydı. Vakıf yönetiminin sarraflara devredildiği büyük mali kriz zamanlarında bu oran daha da düşürülür hatta bazı yıllarda faiz talep edilmezdi. Örneğin Osmanlı tarihçisi Şânizâde Tarihi’nin müellifi Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin Evkaf Müfettişi sıfatıyla onayladığı 2 Nisan 1818 tarihli bir hüccette, vakfın uzun yıllar sarraflığını yapan Sarraf Mercan ve ortağı Sarkis, alacaklarına karşılık %1’den fazla faiz talep etmeyeceklerini ifade etmişlerdi.[74] Nitekim bu sözleşmeden bir yıl sonra eski borçlara ilave olarak yapılan üç farklı yeni kredi sözleşmesiyle sarraflardan çekilen toplam 116.911 kuruş paraya faiz uygulanmamıştır.[75]
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfı, 1780-1840 yılları arasında, yaklaşık 60 sene boyunca kurumsal yapısını sarraflardan alınan kredilerle ayakta tutabilmişti. Bu süre zarfında yalnız üç farklı sarraf ailesiyle çalışılmıştır. 18. yüzyılın sonlarından 1800’lerin ilk yıllarına kadar Sarraf Tekfur ile kardeşi Sarraf Murat v. Anderya, vakıf sarrafı olarak ön plandadır. Kapalıçarşı’nın Beyazıt Meydanı’na açılan kapısı yanında Merzifonlu Vakfı’na ait Sorguççu Hanı’nı ofis olarak kullanan bu sarraf kardeşler, vakfa yaklaşık %15 faizle kredi sağlamışlardır. Yeni yüzyılın ilk çeyreğinin kreditörü, Yeni Han’ı ofis olarak kullanan Sarraf Papasoğlu Hoca Sağrem v. Simon’du. Büyük vezirler ve önemli devlet adamlarının yanı sıra hanedan mensuplarına da hizmet veren Sarraf Papasoğlu Sağrem, Osmanlı Devleti’nin muteber kabul ettiği zengin ve büyük sarraflardandı. 1830’lu yıllardan itibaren Yeni Han sarraflarından Sarraf Matos v. Bedros ile ortağı Sarraf Artin, vakfın sarraflığını devralmış; Merzifonlu Vakfı’na ait Sirkeci’deki Vezir Camii adlı caminin yeniden inşasına finansör olmuşlardır. Vezir Camii’nin yeniden inşası için Sarraf Matos’un %12 faizle sağladığı 100.000 kuruştan fazla kredinin 10.710 kuruş tutarındaki son takdisi, yaklaşık 14 yıl sonra ancak 1845 yılında ödenebilmişti.[76]
Dönemin büyük paşa vakıflarının kurumsal mali durumunu betimlemek için kullanılabilecek en iyi kelime muhtemelen temerrüttür. Sarraflardan çekilen, ancak bir türlü ödenemeyen kredilerin faizleri yeniden yapılandırılıyor, mukataa ve muaccele türünden gelirler ipotek veriliyor, buna rağmen borçlar kapatılamadığı gibi, ertelenen borç taksitleri yeni borçları beraberinde getiriyordu.[77] Nihayet borcun yeni borçlarla kapatıldığı bu kısır döngüde vakıflar çözümü, sarrafların tüm taleplerini karşılayan sözleşmeler yaparak vakıfların idaresini onlara devretmekte bulmuştur.
Merzifonlu Vakfı’nın Sarraf Sağem’le yaptığı kredi sözleşmeleri, mali kriz içerisindeki vakıfların kriz yönetme pratiklerini örneklemesi bir yana, sarrafların, sağladıkları kredilerle güçlenen sosyal ve hukuki etkinlerini göstermesi bakımından özellikle dikkat çekicidir. Bu bağlamda bir müddetten beri vakfın sarrafı olarak mali idaresini yürüten Sarraf Papasoğlu Sağrem, 1810’da imzalanan sözleşmeyle, bir hayli uğraştan sonra zorla ikna edilebilmişti.[78] Sözleşmeye göre Sarraf Sağem, kontrolü dışında yapılan harcamaları öne sürerek bundan sonra vakfın yönetiminde bulunmayacağını ve vakıf hesaplarını tutmayı bırakacağını (izhâr-ı acz birle) tehditkar bir dille bildirmişti. Bu esnada çalışanların maaşlarının ödememesinden kaynaklanan şikayetler neticesinde vakıf yönetimi ve idari kadronun tamamı, vakfın tüm gelir ve giderinin kontrolünün yanı sıra idaresini de kendisine devrederek sarrafın izni olmaksızın hiçbir harcama yapılmayacağını taahhüt etmiştir. Yeni sözleşme ancak bu koşullar altında imzalanabilmiştir. Mütevelli Mustafa Bey, yetkisini devrederken aylık 250 kuruş tutarındaki tevliyet maaşı haricinde hiçbir talepte bulunmayacağını, mukataa birimleriyle kentsel kira getiren gayrimenkuller hakkında idari yetkisine şamil hiçbir temessük kaleme almayacağını, sarrafın izni dışında verilen temessüklere itibar edilmeyeceğini taahhüt etmek zorunda kalmıştır. Vakıf yönetim kurulunun idari yetkisini devrettiği Sarraf Sağem, mütevelli Mustafa Bey’in 1826’da ölümüne kadar geniş yetkilerle vakfı idare etmiş, daha sonra bu yetki Sarraf Matos ile ortağı Sarraf Artin’e devredilmiştir. Sarraf Sağrem bu süreçte ailenin bir diğer üyesi Merzifonlu’nun torunu Kaptanıderya Kaymak Mustafa Paşa Vakfı’nı da yönetiyordu.[79]
Hiç şüphesiz İstanbul tabii afetlerden ve mütemadiyen tekrarlanan ve büyük tahribata yol açan yangınlardan muzdarip bir kentti.[80] Kent merkezlerindeki han, hamam, cami, mescit, medrese, su yolları, çeşmeler, türbe, dükkan, menzil nev’inden onlarca hayrat ve akar yapıların imarı ile yeniden inşası muazzam meblağlara ulaşan kaynak transferlerini zorunlu kılıyordu. Özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yangınların yolaçtığı zorunlu harcamalar, vakıfların bütçe açıklarının ve borçlanmalarının görünürdeki en önemli sebebidir. Vakıfların birçoğu bu harcamaları ancak dış finansmanla karşılayabilmiş; han, medrese, hamam, cami, mescit vb. birçok vakıf eserinin tamiri ve yeniden inşası, sarraflardan çekilen yüklü miktardaki kredilelerle yapılabilmiştir. Bu bağlamda Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa Vakfı, 1790’lı yıllarda dış finansman yoluyla kullandığı kredilerin önemli bir bölümünü 1792’de yanan Yolgeçen Hanı adlı meşhur vakıf hanının yeniden inşasında kullanmıştı. Kapalıçarşı’nın Beyazıt meydanına açılan tarafında yer alan 43 odalı Yolgeçen Hanı, 1790-92 yıllarında meydana gelen “harîk-i kebirde muhterik” olmuştu.[81] Mahkemeden hanın tamiri gerekçe gösterilerek alınan kredi onayından sonraki üç yıl içerisinde vakfın Kaşıkçılar’daki hanında mesleğini icra eden Sarraf Kostaki ile Vasilaki v. İstavraki’den %15 faizle 85.000 kuruş civarında kredi kullanılmıştı.[82] Söz konusu borçlar on yıl boyunca yapılandırılmış; nihayet 1803 senesinde İkizciyan ve Bozakişte vakıf mukataaları ile Bursa ve İnebahtı cizye bedeli karşılık gösterilerek alınan yeni krediyle bakiye kapatılabilmişti.[83]
19. yüzyılın ilk yarısında sarraflar, vakıflara sağladıkları yüksek kredilerle büyük paşa vakıflarına ait pek çok mukataanın iltizama verme ve iltizam gelirlerini tahsil etme yetkisini elde etmişlerdir.[84] Bu durum sarrafların hazine mukataaları için mültezimlere kefil veya hazineye garantör olma görevlerinin ötesinde onlara, şartlarını büyük ölçüde kendilerinin belirlediği, vakıf mukataaları üzerinde mutlak kontrole giden daha geniş haklar edinmelerini sağlamıştır. Vakıf mukataaların sarraflardan çekilen krediye ipotek gösterilmesiyle başlayan süreç, kredinin kapatılamadığı ilerleyen yıllarda mukataa birimi de dahil vakıf idaresinin tümüyle sarraflara devredildiği yeni bir aşamaya evirilmiştir. Vakıfların, kriz dönemini atlatıp mali durumlarını düze çıkarıncaya kadar sarraflarla kurudukları bu çok boyutlu ortaklıklar, Tanzimat sonrası bankacılık kurumlarının devreye girmesiyle son bulmuştur.
Sonuç
Bu yazıda modern bankaların kurulmasından önce Osmanlı Devleti’nin ve vakıf kurumlarının mali sorunları aşmak için geliştirdiği finansman yaratma çabalarını inceledik. Vakıfların etkin borçlanma stratejilerini, hızlı aksiyon alma becerilerini ve sarraflarla kurulan çeşitli ortaklıklar sayesinde geliştirilen kriz yönetme pratiklerini ele aldık.
Osmanlı Devleti’nin mali, ekonomik, sosyal ve idari manada en çalkantılı dönemini yaşadığı 1770-1840 yılları arasındaki mali sorunların, devletin en köklü kurumsal yapılarından olan vakıfları da derinden etkilediği aşikardır. Vakıflara ait bazı gelir kaynaklarının kamu maliyesine finansman sağlamak için Darphane’ye aktarılması, dönemin ekonomik koşullarının fiyatlar, ücretler ve bakım-onarım maliyetleri üzerindeki yıkıcı tesiri, tahsil edilemeyen gelirler ve kira kayıpları gibi bir dizi etmen Osmanlı vakıflarında finansal sorunlara yol açmıştır. Yüzlerce vakıf muhasebesi ve borçlanma kaydının analizi, mali sorunlarla baş etmek zorunda kalan vakıfların kurumsal olarak kendi öz rezerv kaynaklarından yararlanma, cari geliri attırma, kaynakları ve harcamaları yeniden bölüştürme ve nihayet borç alma yöntemlerini tecrübe ettiğini; öte yandan kaynakların yetersiz, sermaye ve likidite sağlamanın sınırlı, harcamaların acil ve zorunlu olduğu durumlarda ise borçlanmanın zorunlu ve tek seçenek olduğunu ortaya koymuştur.
Elimizdeki veriler mevduat ve tasarruf bankalarının toplumla buluşmasından önce Osmanlı’da çok çeşitli kredi kanallarının mevcut olduğunu göstermektedir. Hiç şüphesiz vakıflar ve hane halklarının çoğu, tüketime yönelik kısa vadeli acil nakit ihtiyaçları için tek bir kaynaktan veya muhataptan finansman aramak zorunda değildi. Modern bankacılık kurumlarının ortaya çıkmasından önce bütçe açıklarını dış finansmanla yönetmek zorunda kalan vakıflar, çoğunlukla yakın akrabalardan ve tanıdık ağları kanalıyla yerel düzeyde fon akışı sağlamıştır. Tanıdık ve bildik kişilerin karşılıklı müzakereleriyle belirlenen borçlanma kayıtları taraflara esneklik ve iş birliği sağlamış, karşılıklı güven ve itimada dayalı sosyal bağlar büyük çaplı finansmanlara daha düşük faiz oranlarıyla erişimi kolaylaştırmıştır.
Diğer taraftan bütçe açıklarının sürdürülebilir mali yapıyı tehdit ettiği, krizin öz sermayeden sağlanan yeni araçlarla veya tanıdık çevrelerden sağlanan kısa vadeli borçlanmalarla aşılamadığı zamanlarda, vakıflara en büyük destek sarraflardan gelmiştir. Vakıf kredi kayıtları, mali kriz içerisindeki pek çok vakfın ihtiyaç duyduğu büyük çaplı likiditenin ancak sarraf kredileriyle sağlanabildiğini, dahası bu iki yapının çok boyutlu kurumsal iş birliği içine girdiğini göstermiştir.
18. yüzyılın sonundaki parasal krizde sarraflar, toplumsal ve ekonomik yaşamdaki rollerini vakıflar üzerinden devşirdiği meşruiyet alanıyla daha da genişletmiştir. Osmanlı Devleti’nin en köklü kurumları olan vakıfları da içine alan yeni ortaklıklar sayesinde iktisadi hakimiyet sahalarını; daha önemlisi meşruiyet alanını genişleten sarraflar, bankacılık faaliyetlerinin arifesinde, 1780-1840 yılları arasında, en etkin dönemlerini yaşamışlardır. Son tahlilde sarraf-vakıf iş birliğinden en karlı çıkan taraf, şüphesiz, sarraf finansmanlarıyla sürekliliklerini sağlayan vakıflar olmuştur.