Giriş
Hristiyanlığın akidelerini referans alarak Orta Çağ Avrupası’nın toplumsal yaşam normlarını belirleyen Katolik Kilisesi, aile yapısının şekillenmesi ve bireylerin yaşam tarzına yön verilmesi hususunda dönemin dinî yapılanmalarıyla birlikte oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Kilisenin bu etkisi, kadının toplumsal konumunun belirlenmesi noktasında da kendisini göstermiştir[1] . Bundan dolayı kadının toplumdaki rolü ve kendisine biçilen değer, kilisenin öğreti ve amelleri doğrultusunda biçilen rol ve değerden bağımsız düşünülmemelidir. Bu nedenle, asıl konuya girmeden önce, Orta Çağ Avrupa ve özellikle Haçlı Çağı’nda kadının toplumsal konum ve imajına kısaca değinmek, dönemin diğer dinî-askerî tarikatlarında ve özellikle Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nda kadın meselesini anlamak açısından faydalı olacaktır.
Orta Çağ Avrupa toplumunda kadın, kimi zaman İsa’nın annesi Meryem’e istinaden büyük bir hürmet görse de genel olarak asli günahın faili, azmettiricisi ve baş sorumlusu kabul edilmiştir. Bundan dolayı da insanlığı bu günaha ortak ettiği için kontrol altında olması gereken bir varlık olarak görülmüştür[2] . Kutsal kitapta bu düşünceyi besleyen birtakım yargılar mevcuttur. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes’in Yeni Ahit bölümünde, Hristiyanlık inancının kadına karşı bu bakış açısını yansıtan sarih ifadeler kullanılmıştır. I. Timoteos bölümünde yer alan ifadelere göre kadın, Âdem’den sonra yaratıldığı için erkekten sonra gelen ve erkeğe egemen olmasına izin verilmemesi gereken bir varlık olarak tanımlanmıştır. Bu bölümde kadına dair geçen en dikkat çekici ibarelerden birisi, şeytan tarafından aldatılıp suç işlemesi ve haliyle de tüm insanlığı bu suça ortak etmesidir[3] . Dolayısıyla bu dönemin değer yargılarına göre kadın, Âdem’i günaha sevk eden Havva’nın temsilcisiydi ve şeytana aracılık ederek insanoğlunu bu günaha ortak etmişti. Kadının sergilediği bu itaatsizlik, Tanrı’nın insanoğluna karşı nefret duymasının sebeplerinden biriydi[4] . Bunlar, Orta Çağ Avrupası’nda kadına biçilen toplumsal rolü meşrulaştıran dinî kaideler olarak ön plana çıkmıştır ve toplumun genel zihin yapısında kendine yer bulmuştur.
Bu kaideler, kadının erkeğin karşısında konumlandırılmasında da geçerli olmuştur. Hristiyanlık inancı, kadının kocasına bağlılığını, dinî kaidelere dayalı bir meşruiyet zemini üzerinden açıklayarak Kitâb-ı Mukaddes’in bu meseleye dair ihtiva ettiği ifadeleri referans göstermiştir. Buna göre bir kadının kocasına bağlılığı, Tanrı’ya olan bağlılığı ile neredeyse eş değer kabul edilmiş, inananların Mesih’e olan bağlılığı gibi kadının da kocasına bağlı olması gerektiği net ifadelerle belirtilmiştir[5] . Bunun yanı sıra, kadının toplumsal yaşantıda itaatkâr olması, toplum önünde konuşmaması beklenirdi. Öğrenme ihtiyacını ise kocasının kendisine izin verdiği ve öğrettiği ölçüde sağlayabilirdi[6] . Kutsal metinlerde yer alan bu ifadeler, dinî kaidelere dayalı toplumsal bir yaşantının egemen olduğu Orta Çağ Avrupası’nda, kadının konumunun belirlenmesinde etkili olmuştur. Bu anlayışa bağlı olarak kadın, sosyal ve hukukî meseleler başta olmak üzere, birçok konuda erkeğin karşısında hiçbir hakka sahip olamayan ve ona boyun eğmesi gereken bir varlık olarak görülmüş[7] , hatta zaman zaman erkek şiddetine maruz kalabilmiştir[8] .
Doğurganlığın Tanrı’nın laneti[9] olarak kabul gördüğü asker karakterli erkek egemenliğine dayalı bir toplumda kadın, saygı duyulmayan bir varlık olarak toplumun en alt sınıflarında kendine yer bulmuştur[10]. Bütün bunların, kadına bakışı inşa eden hukuk metinlerine de yansıdığı görülmektedir. Orta Çağ Avrupa hukukuna göre kadın, yaşadığı toplumun veya tâbi olduğu krallığın yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olamaz, askerî ve hukukî alanlar başta olmak üzere bürokraside görev alamazdı[11]. Belirli dönem ve bölgelerde kadına değer verme noktasında bazı olumlu gelişmeler yaşansa da[12] onun soylu, kentli veya köylü olmasına bakılmaksızın kendisine yönelik hâkim anlayış devam etmiştir. Bu durum, kadının ikinci sınıf bir hayat yaşamak zorunda kalmasına neden olmuştur[13].
XII. ve XIII. yüzyıllarda Roma Kilisesi’nde Meryem Ana kültünün yaygınlaşmasıyla birlikte kadına yönelik bu yaklaşımda önemli değişimler yaşanmıştır. Bu kült anlayışıyla birlikte Kilise nazarında Meryem, günahkâr kadını kurtaran “Yeni Havva” olarak tasvir edilmiş ve kendisine adeta iadeiitibar yapılmıştır. Hâliyle bu durum, kadına verilen değer noktasında olumlu gelişmeler yaratmış ve onun ekonomik hayatın önemli aktörlerinden birisi haline gelmesinde etkili olmuştur. Özellikle Haçlı Çağı’nın gerektirdiği şartlar, kadının daha da ön plana çıkmasını sağlamıştır. Seferlerle birlikte erkek nüfusunun büyük bir bölümünün kıtadan ayrılması, kadının Batı’da yalnız kalmasına[14] ve hâliyle kendisine yüklenen sorumlulukların artmasına sebep olmuştur. Bu durum, erkeğin olmadığı yerde kadının ana aktör olarak belirmesine, toplumsal ön kabullerin bütünüyle olmasa da belirli ölçüde değişmesine yardımcı olmuştur.
Haçlı Seferleri’nde Kadın
Papa II. Urbanus’un (1088-1099) 1095’te Birinci Haçlı Seferi için yaptığı çağrı, büyük bir coşkuyla karşılanmış ve Avrupa’nın her kesiminden insanlar, Papa tarafından aynı zamanda bir hac yolculuğu olarak müjdelenen bu sefere katılmanın heyecanını yaşamıştır[15]. Bu sefer çağrısından en fazla etkilenenler arasında kadınlar da yer almıştır. Papanın vaazı her ne kadar katılımlarını teşvik[16] edici ibareler içermese de[17], hatta fiziki yetersizlikleri ve cinsel arzuları tetikleme ihtimalleri gerekçe gösterilerek sefere katılımları engellenmeye çalışılsa da, kadınların önemli bir kısmının bu çağrıya farklı rollerde cevap verdiği görülmüştür[18]. Bu kadınların bir kısmı eşleri veya oğullarına eşlik ederek seferlere bizzat iştirak etmişlerdir. Avrupa’da kalan kadınların bir kısmı, evi ve ailesini korumak için silahlanma yoluna gitmişlerdir[19]. Bir kısım kadın ise, kocalarının veya oğullarının bu sefere katılımı konusundaki motivasyonu sağlayarak seferlerin organizasyonunda önemli roller üstlenmişlerdir[20].
Kadınların Haçlı Seferleri’ne hangi şartlar dâhilinde katılım sağlayabildikleri[21] ve seferlerin hangi aşamalarında yer alıp nasıl roller üstlendikleri, bu konu özelinde tartışılan önemli meseleler olarak göze çarpmaktadır. Bu tartışmaların temel sebeplerinden birisi şüphesiz yukarıda değinildiği üzere Orta Çağ Avrupası’nın kadına bakış açısıyla yakından alakalıdır. Kadını genel olarak toplumun alt sınıflarında yer alması gereken bir varlık olarak gören kültürel ve dinî kaynaklı bu bakış açısı, onların Haçlı Seferlerine katılımı konusunda da kendini göstermiştir. Orta Çağ Avrupa ve İslam geleneklerinde kadınların savaşlara katılımı beklenen bir durum olmamasına rağmen, bazı kaynaklar, kadınların savaşlardaki aktif varlığından bahsetmişlerdir[22]. En başından itibaren, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden, farklı sosyal sınıflardan çok sayıda kadın, Haçlı ordularıyla birlikte Doğu Akdeniz coğrafyasına gelerek seferlerin neredeyse her aşamasında yer almışlardır. Bu kadınlar, ait oldukları sosyal sınıfa göre, seferler içinde farklı rollerde bulunmuşlardır. Mesela bazı soylu kadınlar, diplomatik, siyasi ve idari konularda önemli görevler üstlenmişlerdir. önemli görevler üstlenmişlerdir[23]. Diğer sınıflardan kadınlar ise, seferlerin genel seyrinde, savaşçıların yemeğini hazırlamak, sağlık ve temizlik hizmetlerini yürütmek, ordunun moral motivasyonlarını yükseltmek, savunma amaçlı yapıların inşasına destek vermek, seferler için gerekli finansal kaynakların toplanmasında katkıda bulunmak ve hatta askerlerin cinsel[24] ihtiyaçlarını karşılamak gibi önemli hizmetler görmüşlerdir[25].
Haçlı Seferleri’nde kadınların varlığıyla ilgili üzerinde durulan meselelerden bir diğeri, onların bu seferlerin askerî boyutunda ne ölçüde yer aldıkları, aktif olarak savaşıp savaşmadıklarıdır. Bu konuda, Haçlı ve İslâm kaynakları farklı anlatımlar içermektedir. Mesela Willermus Tyrensis (ö. 1186), Kudüs kuşatmasında çok sayıda kadının cinsiyetlerine ve fizikî yetersizliklerine bakmaksızın, silahlandıklarını ve güçlerinin çok ötesinde bir gayretle mücadele ettiklerini belirterek, onların savaş alanlarında aktif bir şekilde yer aldığını belirtmiştir[26]. Itinerarium Regis Ricardi[27] adlı Haçlı kroniğinde, Tyrensis’in bu konuda verdiği malumatı destekler bilgiler sunulmuştur. Bu kroniğe göre, Haçlı ordularının yanında kadınlar da bulunmuşlar ve Müslümanlara karşı girişilen bazı savaşlarda aktif bir şekilde yer almışlardır[28].
Kadınların savaş meydanlarında Haçlı ordularının yanında aktif olarak savaştıklarına dair bazı Batılı kaynaklarda yer alan bilgiler, bu konuda bilgi veren bazı Doğu kaynakları tarafından da desteklenmektedir. Mesela İmâdüddin elİsfahânî’ye (ö. 1201) dayandırılan bir anlatımda, Haçlı şövalyeleri arasında büyük bir gayret ve cesaretle savaşan çok sayıda kadının varlığından bahsedilmiştir. İmâdüddin, Haçlı orduları arasında erkekler gibi zırh ve miğfer giyip savaşan kadınlar olduğunu ve bu kadınların ancak zırh ve miğferleri çıkardıktan sonra kadın olduklarının anlaşıldığını belirtmiştir[29]. İbn Şeddâd’ın (ö. 1234) Haçlılar ile Müslümanlar arasında yaşanan savaşta dört kadının savaştığına ve bunlardan ikisinin esir alındığına dair bir duyumunu aktarması, kadınların Haçlı orduları içinde aktif olarak savaştıklarını gösteren başka bir örnektir[30]. İbn Şeddâd’ın bu anlatımına benzer bir hadise İbnü’l Esîr tarafından aktarılmaktadır. İbnü’l Esîr (ö. 1233), Haçlılar ile Müslümanlar arasında 1189 yılında cereyan eden Akkâ Savaşı’nda, Haçlı süvarileri arasında savaşan üç kadının varlığından bahsetmiştir. Müellif, bunların esir alınıp zırhları çıkarıldıktan sonra kadın olduklarının anlaşıldığını belirtmiştir[31]. Kadınların seferlerin askerî olarak aktif rollerine dair başka bir örnek, yine İmâdüddin’e dayandırılan anlatımla karşımıza çıkmaktadır. Adı geçen müellif, soylu bir kadının, tüm imkânlarını seferber ederek, sayısı 500’ü bulan ve tamamı kadınlardan müteşekkil küçük bir orduyu Doğu’ya getirdiğini ve onları Müslümanlara saldırmaları konusunda teşvik ettiğini belirtmektedir[32].
Her ne kadar Haçlı ile Doğu kaynakları kadınların seferlerde aktif olarak savaştıkları gerçeği üzerinde zaman zaman birbirleriyle tutarlı bilgiler sunsa da bu meselenin dinî, kültürel ve ideolojik saiklerle çarpıtılmış olabileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bazı Batılı çağdaş tarihçilere göre bu mesele, iki farklı din, kültür ve ideoloji ekseninde değerlendirilmiştir. Buna göre Haçlı kaynakları, Orta Çağ Avrupası’nın kadına yönelik sahip olduğu geleneksel bakış açısını bu noktada da sürdürmüş ve Haçlı ordularının itibarının zedeleneceği düşüncesinden hareketle, onların bu seferlerdeki varlıklarını özellikle göz ardı etmişlerdir. Doğu kaynakları ise, bu konuda tam tersi bir yaklaşım sergileyerek, Avrupalıları, kadınları savaşmak zorunda bırakan, medeniyetten uzak barbar ve yozlaşmış bir toplum olarak gösterme gayretinde olmuşlardır[33].
İki farklı din, kültür ve ideolojiyi temsil eden Orta Çağ kaynaklarının Haçlı Seferleri’nde kadının rolüne dair verdikleri birbirinden farklı malumatlar, maalesef ki onun bu geniş kapsamlı savaş organizasyonundaki rolünü doğru bir düzlemde değerlendirme imkânlarını kısıtlı bir seçenek şeklinde sunmaktadır. Ancak Batı ve Doğu kaynakları arasında birçok noktada görülen ihtilaflara rağmen, zaman zaman birbirleriyle tutarlı bilgiler vermesi, kadının Haçlı Seferleri içinde ifade ettiği anlamı net olarak ortaya koymaktadır. Buna göre her ne kadar ön plana çıkarılmasa da, hatta özellikle göz ardı edilmeye çalışılsa da kadın, seferlerin neredeyse tüm aşamalarında yer almıştır. Kadın, Haçlı Çağı’nın gerektirdiği şartlarda hem kıta Avrupası’nda hem de Doğu Akdeniz coğrafyasında en başından itibaren önemli görevler üstlenmiştir. Seferlere katılmayan kadınlar, kıtada kalarak erkeklerden boşalan birçok sorumluluğu yerine getirmiş, seferlere katılanlar ise Doğu’da yapılan savaşlarda oldukça önemli roller üstlenmişlerdir; ancak kadının tüm bu çabası, kendisine yönelik Ortaçağ Avrupası’nın geleneksel bakış açısını tam olarak değiştirmeye yetmemiştir. Aksine kadın, seferlerde yaşanan bazı başarısızlıkların müsebbibi gösterilmiştir[34]. Kadın, Haçlı Çağı’nda dahi, ait olduğu toplumun belki de en değersiz canlılarından birisi olarak görülmeye devam etmiştir. Hatta Jacques le Goff’a göre kadına karşı bu menfi bakış, Tanrı ile Şeytan arasında bir varlık olarak görüldüğü Rönesans döneminde dahi devam etmiştir[35].
Tapınak Şövalyelerinde Kadın
Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) sonunda Kudüs’ün Latinler tarafından alınmasının ardından hacı olma gayesiyle Doğu’ya gelen Hristiyanlara güvenli bir seyahat ortamı sağlamak amacıyla kurulan Tapınak Şövalyeleri Tarikatı/ Örgütü, 1119/20 tarihlerinde manastır yemini (açlık-itaat-bekâret) ederek resmî kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Dinî-askerî karakterli bir yapılanma anlayışının ilk örneği kabul edilen Tapınak Şövalyeleri[36], bu müstesna karakteriyle Haçlı Çağı’nda kurulacak kimi tarikatlar için de emsal teşkil etmiştir. Birçoğu, Tapınak Şövalyelerinden esinlenerek kurulmuş ve dinî bir hayat sürerek kendilerini inanç uğruna savaşmaya adamışlardır. Hospitalier, Töton, Santiago, Calatrava, Alcantara gibi Haçlı Çağı’nın dinî-askerî karakterli yapılanmaları, bahsettiğimiz bu tarikatlardan bazılarıdır.
Haçlı Çağı’nda ortaya çıkan bu tarikatlar, hacıların güvenliğinin sağlanması, sağlık hizmetlerinin yürütülmesi ve Haçlı ordularının askerî anlamda desteklenmesi noktasında oldukça önemli roller üstlenmişlerdir. Bu maksat doğrultusunda yapılanmaya giden söz konusu tarikatlar, genel manada erkeklerden müteşekkil atlı-silahlı askerlerden oluşmaktaydılar. Sahip oldukları dinî-askerî karakter ve yürüttükleri faaliyetler, bunların kadına bakışını ve tarikata katılımını oldukça etkilemiştir. Şövalye olamayan ve haliyle de askerî tarikatların faaliyetlerinde rol alamayan kadın, bu tarikatların bir üyesi olma konusunda zaman zaman büyük engellerle karşılaşmıştır. Tüm bunların yanı sıra, kadının kadim kötülüğün temsilcisi olarak erkeği yoldan saptıran bir varlık olarak görüldüğü kilise temelli bakış açısı, o dönemde kadının bu tarikatlara girişinde de belirleyici olmuştur. Zira XII. yüzyıl yazarları da bu gerekçeyi öne sürerek kadınların dinî-askerî karakterli tarikatlara kabul edilmesinin sakıncalı olduğunu savunmuşlardır[37].
Bu tarikatlar, kadına karşı dönemin kilise temelli hâkim anlayışını yansıtan bir anlayış içerisinde olsalar da, her birinin kadının kabulü konusunda kendine özgü bir tavır sergilediklerini söylemek mümkündür. Buna göre bunlardan bir kısmı, kendi yapılanmalarında kadının varlığına karşı katı bir tutum sergilerken diğer bir kısmı, kadın konusunda daha esnek bir yaklaşım sergilemiş ve kadının varlığına belli ölçülerde müsaade etmiştir. Mesela başlangıçta kadın hacıların bakımıyla ilgilenmeleri için teşkilatta kadınların varlığına müsaade eden Hospitalierler[38], sonrasında da onların katılımını sağlamak veya kolaylaştırmak konusunda yasal düzenlemeler yapmışlardır.[39] “Tam üye” statüsünde kadın kabul eden Hospitalierler, tüm biraderleri bu kadınlarla yakınlık kurmamaları konusunda açık bir şekilde uyarmıştır. Hatta kadınların biraderlerin saçlarını, ayaklarını yıkamalarını veya yataklarını düzenlemelerini tüzük maddeleriyle yasaklamıştır[40]. Dönemin başka dinî-askerî yapılanmalarından olan Calatrava ve Santiago tarikatları, Sistersiyan manastırlarının kurulması ve iffet ile sadakat yemini etmeleri karşılığında evli çiftlerin katılımına müsaade etmişlerdir[41]. Santiago Tarikatı Hospitalierler gibi kuruluşundan itibaren kendi yapılanması içinde kadının varlığına müsaade etmiştir[42].Yine dönemin önemli dinî-askerî karakterli yapılanmalarından olan Töton Şövalyeleri, kadına karşı nispeten daha katı bir tutum sergilemişlerdir. Tötonlar, kadının erkekleri “yumuşattığını” öne sürerek kendi yapılanmalarında kadının ancak “yarı üye” statüsünde ve hizmetkâr sınıfında yer almasına müsaade etmişlerdir. Hastaların bakımlarıyla ilgilenmekle görevli bu kadınlar, biraderlerden ayrı bir yerde, kendilerine tahsis edilen mekânlarda ikamet etmişlerdir[43].
Yukarıda genel hatlarıyla bahsettiğimiz üzere her dinî-askerî karakterli tarikat, kadınlara yönelik kendine özgü bir prensip geliştirmiş ve bu doğrultuda hareket etmiştir. Kimisi kendi bünyesinde kadının varlığı konusunda oldukça esnek bir tavır sergilerken kimisi de bu durumu daha katı kurallar çerçevesinde değerlendirmiştir. Her biri kendi yapılanmasında kadına bir şekilde yer vermiş ve birçok konuda kendisinden istifade etmiştir. Kadın, her ne kadar savaşlarda aktif olarak yer almasa da, dinî görevlerini yerine getirerek Kutsal Topraklar için mücadele eden biraderleri manevi anlamda desteklemiştir. En önemlisi de, bu tarikatlara bağlı evlerin kurulup geliştirilmesi ve katılımın teşvik edilmesi noktasında önemli roller üstlenmiştir[44]. Tarikat yapılanması içinde dönemin kilise anlayışını kendi iç dinamikleriyle harmanlayan ve bu doğrultuda kadına karşı bir duruş geliştiren dinî-askerî karakterli tarikatlardan/örgütlerden birisi de Tapınak Şövalyeleri’dir.
Tapınak Şövalyelerinde kadın algısını ve kadının tarikata kabulü konusundaki genel yaklaşımını, tarikatın/örgütün papalık tarafından resmikabul gördüğü 1129 tarihli Troyes Konsili’nde yazılan tüzük metinleri vasıtasıyla öğrenmekteyiz. Nitekim Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın genel işleyişle ilgili düzenlemelerin belirlendiği bu konsilde kaleme alınan tüzük metinleri, tarikatın kadın konusundaki genel tavrı konusunda bir bakış açısı sunmuştur. Özellikle tüzük metninin 70. ve 71. maddesi, Tapınak Şövalyelerinin kadına bakışı ve onun kabulüne karşı tavrını net olarak ortaya koymuştur. Buna göre kadın, şeytan tarafından kandırılıp Âdem’i cennet yolundan saptıran bir varlık olarak tanımlanmış ve bundan dolayı da arkadaşlığı tehlikeli görülmüştür. Yine bu maddeye göre kadınların tarikata kız kardeş olarak kabul edilmesi kesin bir tavırla yasaklanmış ve biraderler arasında iffet çiçeğinin her daim korunması için bu geleneğin sıkı bir şekilde takip edilmesi emredilmiştir. Dul olsun, genç kız olsun hatta anne, teyze, hala veya kız kardeş olsun, değil bir kadını öpmek[45], yüzüne uzun süre bakmak bile biraderler için tehlikeli bir durum olarak nitelendirilmiş ve bunu yapmaktan kaçınmaları istenmiştir[46]. Tapınak Şövalyelerinin kadına karşı bu tutumu, tarikatın Katalan Tüzüklerine de yansımıştır. Tapınak biraderleri, kadınların bulunduğu mekânlardan uzak durmak ve onlarla temas kurmaktan kaçınmak konusunda ciddi şekilde uyarılmıştır. Biraderlerin bu yasağa uymaması halinde, tarikat kıyafetini kaybetme, zincire vurulma, tarikat sancağını taşımaktan mahrum kalma, gümüş mühür bulunduramama ve üstat seçimlerine katılamama gibi ağır cezalarıyla karşı karşıya bırakılacağı belirtilmiştir[47].
Tapınak Şövalyelerinin tüzük metninde yer alan kadınlara yönelik bu dışlayıcı ifadeler, Troyes Konsili’ne iştirak eden ve çoğunluğu din adamlarından oluşan kişilerin kararı alınarak kabul edilmiştir. Bu din adamları, geçmişteki laik şövalyelerin kadınlarla münasebet konusundaki kötü şöhretlerini göz önünde bulundurarak, yeni kurulacak dinî-askerî karakterli bu şövalyelik tarikatının kadınlarla olası münasebetinin önüne geçmek için katı kurallar koymuşlardır. Nitekim dinî karakterli yeni bir yapı olarak Tapınak Şövalyeleri, kadınlarla münasebetler konusunda laik şövalyeler gibi kötü bir şöhrete sahip olmamalıydı. Bu durumun hassasiyetiyle hareket eden konsil katılımcıları, Tapınak biraderlerinin kadınlarla olası münasebetlerini engelleme ve onları böyle kötü bir şöhretten uzak tutma motivasyonuyla hareket etmişlerdir[48].
Tapınak Şövalyeleri’ni kadınlardan uzak tutma çabasının, Troyes Konsili’nden sonra da devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum, Tapınakçılar için sonradan yayınlanan kararname (bull) veya yazılan tüzük metinlerinde de net bir şekilde görülmüştür. Mesela Papa Eugenius (1145-1153), 7 Nisan 1145 tarihinde Tapınak Şövalyeleri’ne yönelik yayınladığı Militia Dei adlı bir kararnamede, bu konuyu göz ardı etmemiştir. Papa, Tapınak Şövalyeleri’ne tanıdığı bazı imtiyazları dile getirdiği adı geçen kararnamede[49], tarikat biraderlerinin kalabalığa karışmalarının veya kiliseye gitmek vesilesiyle kadınlarla münasebet kurmalarının dindar ruhlarına uygun olmayacağını ve bu durumun onlar için büyük hatalar doğuracağını belirterek bu konuda onları ciddi anlamda uyarmıştır[50].
Tapınak Şövalyelerinin kadına karşı belirlenen tavrı ve davranışları, tarikatın zaman içindeki gelişimine paralel olarak sonradan yazılan diğer tüzük maddelerinde de görülmüştür. Bu tavır, ilk tüzük metni olan “İlk Tüzük (Primitive Rule-Règle Primitive)” kısmına sonradan eklenen, yani farklı tarihlerde kaleme alınan tüzük metinlerine yansımıştır. Mesela, “İlk Tüzük”ten yaklaşık 30 yıl sonra, yani 1165 yılı dolaylarında yazıldığı tahmin edilen tüzük metninin “Cezalar/Kefâret (Penances-Pénalité)” bölümünün 236. maddesi, kadın konusunda biraderleri ciddi anlamda uyarmıştır. Buna göre, kadınlarla irtibat kuran herhangi bir birader, tarikatın ağır cezalarından birisi kabul edilen “tarikat kıyafetlerinin elinden alınması” cezasıyla karşı karşıya kalacaktı. Bunun yanı sıra, zincire vurulma, üstat seçimine katılamama gibi ek cezalarla da muhatap olacaktı. Yine 1187’den önceki bir tarihte oluşturulduğu düşünülen “Genel Meclis Tutanakları (The Holding of Ordinary Chapters-Tenue des Chapitres Ordinaires)” adlı bölümün 452. maddesinde, biraderlerin kadınlarla münasebet kurması kesin olarak yasaklanmıştır. Bu maddeye göre, herhangi bir biraderin bu kurala riayet etmediği anlaşılırsa, yani kadınlarla münasebeti olduğu kanıtlanırsa, kıyafetlerine el konulacak, zincire vurulacak, mühür veya sancak taşıma hakkı elinden alınacak ve üstat seçimine katılamayacaktır. “Cezalar Üzerine Daha Fazla Detaylar (Further Details on Penances -Nouveaux Détails sur la Pénalité)” kısmını teşkil eden ve 1257 yılından sonra oluşturulduğu tahmin edilen tüzük metninin 594. maddesinde de, yukarıdaki maddelerde yer alan tüm uyarılar aynı şekilde yer almış ve kadınlarla ilişki kuran bir biraderin yine aynı cezalara tabi tutulacağı belirtilmiştir. Son olarak tüzük metninin 625. ve 679. maddelerinde de, tarikat üyelerinin, kadınlardan uzak durmaları gerektiği sarih bir dille açıklanmış, kadınlarla açık ya da gizli yollarla münasebet kurma eğiliminde olan biraderlerin maruz kalacağı cezai işlemlerden bahsedilmiştir[51]. XIII. yüzyılın sonlarında yaşanan bir olay, tarikatın kadınlarla münasebet kurma eğiliminde olan biraderleri cezalandırma konusundaki kararlılığını gösteren önemli bir örnektir. Buna göre Gusanlı Pons adlı bir birader, tarikatın hassasiyet gösterdiği kaidelerden birisi olan bekâret kuralını çiğneyerek evlenmek üzere tarikattan ayrılmıştır. Pons bir kadınla evlenmiş, fakat kısa süre sonra karısı ölünce geri dönmek istemiştir. Ancak Pons, tarikatın kadınlarla münasebet konusundaki kesin yargısını ihlal ettiği gerekçesiyle cezaya tabi tutulmuştur. Pons, tüzükte yer alan bir yıl bir gün süreyle tarikat kıyafetlerine el konma cezasını çektikten sonra yeniden kabul edilmiştir[52].
Her bir bölümü farklı tarihlerde oluşturulan Tapınak Şövalyeleri’ne ait tüzük metinlerinde, tarikatın kadınlara karşı yaklaşımında bir değişiklik yaşanmadığı görülmüştür. Tarikatın 1129 yılında oluşturulan ilk tüzük metinlerinde kadınlara karşı belirlediği tavır, sonraki tarihlerde kaleme alınan diğer kısımlara da yansımıştır. Farklı tarihlerde kaleme alınan tüzük metinlerinde kadınlara yönelik yer alan benzer ifadeler ile aynı uyarı ve cezalar, biraderler arasında bu durumun sık yaşandığını ve tarikatın her dönem buna yönelik caydırıcı önlemler konusunda ısrarcı davrandığını göstermektedir. Bu duruma emsal teşkil edecek bir hadise, tarikatın geç bir döneminde kaleme alınan tüzük metnine yansımıştır. Buna göre, bir birader, bir gece vakti, diğer biraderlerin uyuduğu bir esnada gizlice evden çıkarak bir kadının evine gidip onunla beraber olmuş ve tarikatın en önemli kurallarından birisi olan “erdenlik (bekâret)” yeminini çiğneyip tüzük ihlali yapmıştır. Bu birader, sonrasında suçunu itiraf etmiş ve suça karşılık olarak tarikat içinde en ağır cezalardan birisi kabul edilen tarikat kıyafetlerinin kendisinden alınması cezasına çarptırılmıştır[53].
Tapınak biraderlerinin kadınlarla münasebetleri, tarikatın yargılanması esnasında tutulan mahkeme tutanaklarına da yansımıştır. Yargılama esnasında bazı biraderler, kadınlarla sık sık münasebet halinde olduklarını ve onlarla ilişkiye girdiklerini itiraf etmişlerdir[54]. Nitekim Bir Tapınak Şövalyesi ile yatmadan hiçbir kız kadın değildi/r söylemi[55], tarikatın kadınlarla münasebet konusundaki tüm uyarılara rağmen, biraderlerin zaman zaman bu uyarılara aldırış etmediğini ve tüzüğün bu konudaki yargısını ihlal ettiğini göstermiştir. XIII. yüzyılın sonlarına ait olduğu düşünülen bir yazı, tarikat tüzüğünün bir nüshasının arka sayfalarına yazılan ve bir biraderin bir kadına duyduğu aşkı dile getirdiği yaklaşık 12 kıtadan oluşan bir şiir[56], tüm kısıtlamalara rağmen, biraderlerin duygusal anlamda da kadınlardan uzak duramadıklarını gösteren bir örnektir.
Görüldüğü üzere Tapınak Şövalyeleri, Katolik Kilisesi’nin öğretilerine paralel olarak kadını asli günahın müsebbibi görmüşlerdi. Bu anlayıştan hareketle de, vasfı veya yakınlık derecesi ne olursa olsun, tarikata dâhil olması yasak olan ve biraderlerin kendisinden uzak durması gereken bir varlık şeklinde tanımlamışlardır. Tüzük vasıtasıyla da bu durumu hukuki bir zemine taşımışlardır. Ancak tarikatın kadın konusundaki net tavrına rağmen, bazı biraderlerin kadınlarla cinsel veya duygusal münasebetler kurarak zaman zaman kuralları ihlal ettiği görülmüştür. Tarikatın bu konudaki kural ihlali sadece bunlarla sınırlı kalmamış, kesin yargısına rağmen, bazı kadınların tarikata kız kardeş olarak dâhil edildikleri de anlaşılmıştır. Bu durumu örneklendirmeden önce, Troyes Konsili öncesinde tarikatın bu konudaki yaklaşımından kısaca bahsetmek faydalı olacaktır.
1129 yılındaki Troyes Konsili’nde tarikat için oluşturulan İlk Tüzük metninde, kadınların tarikata kız kardeş olarak alınmasının kesin olarak yasak olduğundan bahsetmiş ve bu metindeki 70. maddeyi referans göstermiştik. Ancak bu madde, bir hususa dikkat çekmektedir. O da, bundan sonra kadınlar Tapınak Evi’ne kız kardeş olarak kabul edilmesin. cümlesinde yer alan “bundan sonra” ibaresidir. Zira bu ibare, Tapınak Şövalyeleri’nin Troyes Konsili öncesinde kadınların tarikata üye olmasına müsaade ettiğini düşündürmektedir[57]. Nitekim tarikat tüzüklerinin Troyes Konsili’nde kabul edilmesinden kısa bir zaman önce, Petrus Bernardi ve karısı Borella’nın, 28 Kasım 1128 tarihinde Tapınak Şövalyeleri tarikatına dâhil olması da, bu durumu örneklendirir niteliktedir[58].
Troyes’te oluşturulan ilk tüzük metinlerinden, Tapınak Şövalyeleri’nin konsil öncesinde, kadınların tarikata üyeliğini kabul ettiği anlaşılsa da, konsil sonrası düzenlenen tüzüklerle, bu durumun net olarak yasaklandığı görülmüştür. Ancak karşılaştığımız bazı örnekler, tüzüğün bu konudaki sarih ifadelerine rağmen, tarikatın kadın üye kabul ettiğini, yani bir bakıma kural ihlali yaptığını ortaya koymuştur. Bu örneklerden birisi, 29 Temmuz 1133 tarihinde tarikata dâhil olan Açalaidis adlı kadındır. Açalaidis, tüm servetinden feragat edip “ruhunu ve bedenini Tanrı’ya ve Kudüs’ün kutsal şövalyeliğine” adadığını belirterek, Tapınak Şövalyelerine katılmıştır[59]. Yine 1133 tarihinde tarikatın Douzens’teki evine bağışlar yapan Laurette adlı bir kadın, bu hususta dikkat çeken başka bir örnektir. Laurette, kıyamet gününün şerrinden ve cehennem azabından kurtulmak için ve bir gün tarikata dâhil olma umuduyla, kocası Guillaume de Pignau ile birlikte Tapınak Şövalyeleri’ne bağışlar yapmıştır[60]. Bu örnekten de de anlaşılacağı üzere karı-koca zaman zaman tam üye statüsünde tarikata dâhil olabiliyorlardı[61]. Takip eden diğer örnekler ise şöyledir: 1160 yılında Fransa’nın Douzens bölgesinden Poncia Raina adlı bir kadın tüm servetini bağışlayarak, kızıyla birlikte tarikata dâhil olmuştur. 1172 yılında Robert Hardels adlı bir şahıs, karısıyla birlikte tüm servetlerinden feragat ederek üye olmuşlardır. 1175 yılında, Serolu Ramon, Lavansalı William ve Wilhelma adlı kardeşler, anneleri Romano’nun tarikata dâhil olması için bağış yapmışlardır. 1178 yılından kısa bir zaman önce, Pichangesli Odo tarikata kız kardeş olarak dâhil olmuştur. 1185 yılında Subiratslı Adaladis adlı bir kadın, 1198/99 yılında ise Rixendis adlı başka bir kadın ruhlarını ve bedenlerini adayarak tarikata kız kardeş olarak katılmıştır[62]. Yine hiçbir mal varlığı olmayan Elisabeth Magnou adlı bir kadın, bedenini ortaya koyarak kendini tarikatın hizmetine adamıştır[63].
XIII. yüzyıla gelindiğinde, kadınların Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’na kabulünün devam ettiği görülmüştür. Chaldefeldeli Şövalye Richard’ın (Richard of Chaldefelde) karısı Joanna ve Lorachlı Berengaria adlı kadınlar, bu dönemde tarikata kabul edilen kadınlar arasında yer almışlardır[64]. 1226 yılında ise Proenza adlı bir kadın, yıllık bağışlar yapmayı taahhüt ederek tarikata dâhil olmuştur. 1234 yılında da Aiglina adlı bir kadın, kocasıyla birlikte Tapınak Şövalyeliği Evi’ne katılmıştır. 1249 yılında Margarita adlı kadın, Burgonya’da Tapınak Şövalyeleri’nin bir üyesi olmuştur. Agnes Chatella adlı başka kadın, 1267 yılında Tapınak Şövalyelerinin Provence’deki Bras Komutanlığı tarafından tarikata kabul edilmiştir. 1284 yılında Soigneiolu Sycilla, kızları Isabel ve Margareta ile birlikte Champagne bölgesinde tarikata kabul edilen başka kadınlardır[65]. Tüzük metninin kadın konusundaki kesin yargısına rağmen, tarikatın bekâr, evli, yaşlı fark etmeksizin her statüden kadınları üyeliğe kabul ettiği görülmektedir[66].
Yukarıda, XII-XIII. yüzyıllarda Tapınak Şövalyelerinin kadınları üye olarak kabul ettiklerini bazı örnekler üzerinden açıklamaya çalıştık. Söz konusu örnekler, tüzüğün bu konudaki kesin yargısına rağmen, Tapınak Şövalyelerinin tarikatta kadın katılımına müsaade ettiklerini gösteren somut örnekler olarak göze çarpmıştır. Nitekim tarikatın 1307 yılındaki yargılanması esnasında bazı biraderlerin bu konuyla ilgili itirafları da olmuştur. Kadınların açlık-itaat ve bekâret yemini ederek tarikata dâhil edildiklerine dair itiraflar, Paris’teki mahkeme tutanaklarında da açıkça görülmüştür. Buna göre Tapınak Şövalyeleri, kendi kumandanlıklarında kadınları tarikata kız kardeş olarak kabul edip onları cinsel arzularını[67] gidermek için kullanmışlardı. Biraderler, manastır yeminine aldırmaksızın, ruhlarını kurtarmak için tarikata dâhil olan kadınları cinsel münasebet konusunda zorlamışlardı; onlardan çocuk dünyaya getirmişlerdi.
Daha sonra bu çocukları tarikata birader olarak kabul etmişlerdi[68]. Bu duruma dair somut bir örnek, tarikatın Payns bölgesi kumandanı Ponzard de Cizy tarafından yazılan memorandum ile gün yüzüne çıkmıştır. Ponzard de Cizy, kadınların açlık, itaat ve erdenlik yemini ederek tarikata kabul edildiğini, bunun yaygın[69] ve yerleşik bir uygulama olduğunu dile getirmiş, kabul edilen kadınların, biraderler tarafından taciz edildiğini ileri sürmüştür[70].
Kadınların tarikata kabul edilip cinsel anlamda istismar edildiklerine, biraderlerle aynı evlerde yaşadıklarına[71] ve hatta kadınlara ait bazı Tapınak evlerinde biraderlerin görev yaptığına dair itiraf[72] ve bilgiler, şüphesiz tarikat içinde kadınların varlığını somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Özellikle Tapınakçı biraderlerin bazı evlerde kadınlarla birlikte yaşadıkları ve kadınlara ait bazı Tapınak evlerinde biraderlerin çalıştığı bilgisi, kadınlarla münasebet kurmak isteyen biraderler için şüphesiz teşvik edici olmuştu[73].
Kadınların kız kardeş sıfatıyla kabulünün tüzük tarafından yasaklanması ve tarikat yöneticilerinin de bu konuda resmi bir irade ortaya koymaması[74], Tapınak Şövalyeleri’ni, kadınları illegal yollarla tarikata alma düşüncesine sevk etmiş olmalıdır. Tabii bu, tarikat içindeki kadın sayısını ortaya koyma hususunu zorlaştıran bir faktör olmuştur. Ancak Aragon ve Navarre bölgelerinde 1135 ile 1182 yılları arasında dâhil edilen üye sayısına dair istatistiki bilgiler, en azından bu bölgeler ve bu tarihler özelinden genel bir kanıya ulaşma hususunda destekleyici olmaktadır. Buna göre bu tarihler arasında 520 kişi tarikata dâhil edilmiş ve bunların 456’sının erkek, 64’nün de kadın olduğu belirlenmiştir. Bu da, yaklaşık %12’lik bir kadın oranına tekabül etmektedir. 1205 ile 1219 yıllarında ise, tarikata dâhil olan toplam altı kişiden, yalnızca biri kadındır[75].
Tarikata dâhil olan kadınların sayısı kadar, bu kadınların hangi sıfatla kabul edildiği, değinilmesi gereken başka bir konudur. Her ne kadar kadınların servetlerini bağışlamaları karşılığında, yasal olmayan bir statüde kabul edildiklerine dair iddialar olsa da[76], bazı kadınların tarikat içinde üstlendiği roller, bu durumun her zaman öyle olmadığını göstermiştir. Ermengarda d’Oluja adlı kadının tarikata kabulü ve burada üstlendiği rol, bu duruma örnek teşkil eder. Ermengard ve kocası Gombau d’Oluja, 1196 yılında bazı mülklerini bağışladıktan sonra tarikata dâhil olmuşlardır. Bu noktada dikkat çeken husus, kız kardeş olarak kabul edilen Ermengard’ın, tarikatın Katalonya’daki Barbera bölgesi yakınlarında bulunan Rourell Tapınak Evi’nin komutanı olarak kayıtlarda yer almasıdır. Tarikata tam üye sıfatıyla dâhil olan Ermengard[77], Rourell Tapınak Evi’nin komutanı olarak burada bulanan tüm birader ve kız kardeşleri yönetme yetkisine sahip olmuştur. Ermengard, Tapınak Şövalyeleri’nde bu özelliğe sahip ilk kız kardeş olarak dikkat çekmiştir[78]. Bu kayıt, tüzüğün bu konudaki kesin yargısına rağmen, tarikatın bazı bölgelerde kadınları kabul ettiğini ve onlara önemli görevler verdiğini gösteren ender örneklerden birisi olarak göze çarpmaktadır. Nitekim Tapınak Şövalyeleri’nde kadınların varlığının tarikatın işleyişine ve gelirine önemli katkı sağladığı anlaşılmaktadır. Kadınlara tahsis edilen Tapınak evleri, tarikat içinde ekonomik anlamda önemli bir rol üstlenmekteydi. Genelde arazi sahibi olarak tarikata dâhil edilen kız kardeşler, işlettikleri topraklardan elde ettikleri gelirin yaklaşık üçte birini (responsion) merkeze aktarırlardı. Bu, tarikatın ekonomik işleyişi adına önemli bir faaliyetti[79].
Tapınak Şövalyeleri’ne kız kardeş olarak kabul edilen kadınların yanı sıra, maaş karşılığında tarikatta çalışan veya tarikatın bizzat kendilerine yardımlarda bulunduğu kadın örneklerine de rastlanmıştır. Maaş karşılığında çalışan kadınların varlığı, tarikatın Baugy’de sahip olduğu mülklerin envanter kayıtlarından anlaşılmaktadır. Burada yer alan kayıtlara göre üç kadın, maaş karşılığında mandırada çalışmışlardır[80]. Bunun dışında kadınların Tapınakçılara ait evlerde çalıştığına dair başka bir örnek, tarikatın Fransa Sours bölgesinde bulunan evine ait bir envanterden anlaşılmaktadır. Jochen Burgtorf tarafından dikkat çekilen ve tarikatın tutuklanma dönemine ait olan bu envantere göre, Sours’daki Tapınak evinde kadınların kaldığı bir ev/bölüm (domus feminarum -camera mulierum) vardı ve buradaki kadınlar çamaşırcı olarak görev yapıyordu[81]. Tarikat tarafından yardım gören kadınlara baktığımızda ise karşımıza çıkan ilk örneklerden birisi 1196 yılına tekabül etmektedir. Tapınakçılar bu tarihte, Talladelli Nina adlı fakir bir kadına yardım etmişlerdir. Yine 1176 yılında Tapınakçılar, Aragonese bölgesinde yaşayan Batizolu Dominic adlı bir şahıs ile karısına gıda yardımında bulunmuşlardır. 1248 yılında Siesteli Dominica adlı bir kadına Zaragoza’da kilise yakınlarında bir ev hibe etmişlerdir. XIV. yüzyılda Restonlu Richard adlı bir adamın dul kalan karısı Agnes’a iki öküz, dört domuz, yakacak, para ve arazi vermişlerdir[82].
Tapınak Şövalyeleri’nin tüzük metinleri her ne kadar kadının varlığını kesin olarak yasaklayıp, biraderlerin ona karşı mesafesini resmî olarak belirlese de, bazı kadınlar, tarikat tarafından büyük bir saygıyla anılmış kendilerine büyük bir kutsiyet atfedilmiştir. Hatta bu saygı ve kutsiyet, tüzük metinlerine de çok net yansıtılmıştır. Bu kadınlardan şüphesiz en önde geleni, İsa Mesih’in annesi Meryem’dir. Meryem’in günahsız doğduğuna inanan Tapınak Şövalyeleri[83], Bernard de Clairvaux’nun etkisiyle midir bilinmez, XII. yüzyıldan itibaren önemli bir gelişim gösteren ve “Cennet’in Kraliçesi” veya “Tanrı’nın Annesi” olarak görülen Meryem kültüne sıkı bir bağlılık göstermeye başlamışlardır[84]. Tapınak Şövalyelerinin Meryem kültüne bağlılığı, Avrupa’da O’nun adına kurdukları kiliselerle de ön plana çıkmıştır[85].
Tapınak Şövalyeleri’nin Meryem’e duyduğu hürmet ve onu tarikatın bir hamisi olarak görmesi[86], tüzük metinlerine de açıkça yansımıştır. Meryem kültü, Tapınak Şövalyeleri tarafından kutlanması gereken dinî ritüeller arasında yer almıştır. Mesela 7 Nisan-2 Haziran tarihleri arasına denk geldiği düşünülen “Meryem’in Göğe Yükseliş Günü” ile “Azize Meryem Yortusu”, tarikat içinde kutlanması gereken dinî bir ritüel olarak belirlenmiştir[87]. Tarikatın Büyük Üstat seçimi gerçekleştirilirken, Büyük Üstat seçilen kişi, tüzük gereği kutsallar üzerine yemin ederken, ismini zikretmek zorunda olduğu kutsallardan birisi de Meryem olmuştur[88]. Tapınak biraderlerinin günahlarının bağışlanması için yaptıkları itiraflarda, tarikatın gündelik olarak gerçekleştirdiği dinî ritüellerde ve yeni üye kabullerinde, Meryem, ismi zikredilmesi[89] ve büyük saygı duyulması gereken önemli bir kadın figürü olmuştur.
Meryem dışında tarikat için büyük bir kutsiyet arz eden bir diğer kadın, Hristiyanlığın erken dönemlerinde pagan ve heretiklere karşı mücadelesiyle sembol haline gelmiş Azize Euphemia’dır (ö. 303). Rum Ortodoks Kilisesi tarafından da büyük bir kutsiyet atfedilen ve kalıntıları İstanbul St. George Kilisesi’nde bulunan Kadıköylü Azize Euphemia, Tapınak Şövalyeleri tarafından büyük bir saygı ve kutsiyetle anılmıştır. Tarikat, Doğu Akdeniz coğrafyasında faaliyet yürüttüğü zaman zarfında Azize Euphemia’ya ait kutsal kalıntıları bulundukları mekânlarda muhafaza etmiştir. Azize Euphemia kalıntılarının gerçekliğine inanan Tapınakçılar, onun Tanrı’nın huzurunda kendilerine şefaat getireceğine inanmışlardır. Bunun dışında azizeler, diğer askeri tarikatlarda olduğu gibi, Tapınak Şövalyeleri tarafından da kutsiyet atfedilen kadınlar statüsünde yer almışlardır[90].
Sonuç
Orta Çağ Avrupa’da kilisenin kadın konusunda yarattığı imaj, toplumun genelinde ve bilhassa dönemin dinî yapılanmaları üzerinde etkili olmuştur. Bu etki, Haçlı Çağı’nda ortaya çıkan dinî-askerî tarikatlar üzerinde de net bir şekilde görülmüştür. Bu tarikatlar, ait oldukları toplumsal değerlerden ve bağlı oldukları dinî kaidelerden beslenerek kadın konusunda kendilerine özgü bir anlayış geliştirmişlerdir ve bunu tüzükler vasıtasıyla hukuki bir zemine taşımışlardır. Her tarikat, kadın konusunu tüzükler vasıtasıyla hukuki bir çerçeveye hapsetse de şartların gereksinimi, bu tarikatlar özelinde bazı gelişmeleri zaruri kılmıştır. Haliyle bu durum, kadın konusundaki teorik yaklaşımlar ile pratik uygulamalar arasında bir tezat oluşturmuştur. Şartların gerektirdiği ihtiyaçlar, tarikatların bağlı oldukları hukukî kurallardan zaman zaman sapmalarına yol açmıştır. Töton Şövalyeleri ile birlikte kadın konusunda diğer tarikatlardan daha katı bir anlayışa sahip olan Tapınak Şövalyeleri Tarikatı, büyüyüp geliştikçe artan ihtiyaçlar karşısında bu konuda daha esnek bir tavır sergilemek zorunda kalmıştır; birçok zaman kadınlardan faydalanma yoluna gitmiştir. Ancak bunu, zaman zaman, gayri resmî olarak, yani tarikatın hukuki işleyişine aykırı bir şekilde yapmıştır. Bu durum, katı kurallarına rağmen, Tapınak Şövalyeleri’nin ihtiyaç hâlinde işleyiş kurallarında bir esnemeye gidebildiğini göstermekle birlikte, tarikat içinde kadının varlığına duyduğu ihtiyacın da bir göstergesi olmuştur.
Ağırlıklı olarak gayrı resmî bir şekilde kabul edilen kadınların, tarikatta farklı rol ve görevlerde bulunduğu anlaşılmıştır. Kaynaklardaki sınırlı bilgiler nedeniyle tam ortaya konamasa da, eldeki verilerden hareketle, kadınların gerek maddi gelir sağlama noktasında ve gerekse gündelik işlerin yürütülmesi hususunda tarikat içinde önemli faaliyetler yürüttükleri düşünülmektedir. Tarikata dâhil olurken önemli bağışlar sağlayan kadınlar[91], Tapınak evlerinde yürüttükleri gündelik işlerle de işleyişte aktif rol oynamışlardır. Zaman zaman tarikat içinde yöneticilik vasfında dahi görülebilen kadınlar, tüm bunlara rağmen resmiyette biraderlerin uzak durması gereken bir varlık olarak anılmıştır. Tarikat bunu, ciddi cezaî yaptırımlar üzerinden uygulamaya çalışmıştır. Öyle ki, İsa’nın annesi Meryem ve bazı azizeler dışında kalan tüm kadınlar, tarikatın resmî yapılanma anlayışı doğrultusunda uzak durulması gereken varlıklar olarak nitelendirilmiştir. Nitekim bazı cezaî işlem örneklerinden de bu durum çok net anlaşılmaktadır. Ancak buna rağmen tarikat işleyişinde kadının fiili olarak aktif görevler üstlenmesinin ve biraderlerin onlarla münasebet kurmasının önüne geçilememiştir. Tüzüğün bu konudaki kesin yargısına rağmen bağış veya rüşvet karşılığında kadınların tarikata dâhil edilmesi, bazılarının biraderler tarafından istismar edilmesi, merkezi otoritenin bu konuda tam anlamıyla bir denetim mekanizması oluşturamadığının göstergelerinden birisidir. Dolayısıyla, kadın konusunda hukuki anlamda katı kurallara sahip tarikatın, belli dönem ve bölgelerde bir yozlaşma içerisine girdiğini söylemek mümkündür.
EK