Giriş
İlhanlılar döneminde (1256-1357) bu ülkenin bir parçası konumundaki Azerbaycan’a İran, Orta Asya ve Orta Doğu’dan çok sayıda Müslüman ilim, sanat ve kültür adamı gelip yerleşmişti. Bu göçler sonucunda Azerbaycan bölgesi 14-15. yüzyıllarda Orta Doğu’nun önde gelen kültür merkezlerinden biri haline gelmişti[1] . Birçok İslam devleti gibi Osmanlılar da Azerbaycan sahasıyla siyasi, sosyal ve kültürel ilişkileri güçlendirme yönüne gitti. Özellikle, 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılda Osmanlı toplumu Azerbaycanlı ilim ve kültür adamlarına büyük saygı göstermiş; bunlar, devlet tarafından başta İstanbul olmak üzere ülkenin değişik bölgelerine planlı bir şekilde yerleştirilmiştir. Bu konuda 16-17. yüzyıllarda yaşamış birçok Osmanlı müellifi gibi, 19. yüzyıl Rus oryantalisti Smirnov da hemfikirdir[2] . Böylece, iki Türk bölgesindeki ilim ve fi kir adamları ile mutasavvıflar arasında kaynaşma olmuştur. Sadece Fatih devrinde (1444-1446, 1451-1481) İstanbul’un fethinden hemen sonra Osmanlı sarayına Acem diyarından gelen 30’dan fazla şairin kabul edildiği bilinmektedir [3] . Ayrıca Fatih, Osmanlı tarihinde ilk defa olarak saray tabiplerini bir araya getirerek bir hekim heyeti oluşturmuştu. Burada yer alan yedi tabibin dörtü (Kutbeddin Acemi, Şükrullah Şirvani, Hoca Ataullah Acemi ve Lari Acemi) Azerbaycan ve İran coğrafyasından gelmişti[4] . Bu durum sonrakı dönemlerde de aynen devam etmiş; tabip Tebrizli Ahi Ahmed Çelebi (ö. 1524) Sultan II. Bayezit (1481-1512), Sultan Selim (1512-1520) ve Kanuni (1520-1566) dönemlerinde başhekimlik yapmıştır[5] . 16. yüzyıl başlarında da Safevi Devleti’nin kurulmasıyla (1501) karşılıklı göç olayları yaşanmış; Şah İsmail’e bağlı Anadolulu Kızılbaş Türkmenler Safevi Devleti’ne, Sünni Azeri Türkler de Osmanlı topraklarına gitmişlerdir. 1514 yılında meydana gelen Çaldıran Savaşı bu ilişkilerde dönüm noktası olmuş; bundan sonra çok sayıda Azerbaycanlı bilim, kültür ve devlet adamı, Şah İsmail’in baskıları sonucunda Safevi Devleti’nde tutunamayarak İstanbul’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Azerbaycan sahasından gelen bu yetişmiş insan unsuru, Osmanlı kültür hayatını derinden etkilemiş, bazı konularda ülkede âdeta yeniden yapılanmaya gidilmiştir. Nitekim, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı hanedanının şanlı tarihini manzum olarak yazmak için tesis edilen Şehnamecilik[6] kurumunun art arta ilk dört şehnamecisi; Fethullah Arifi Çelebi (ö. 1562)[7] , Efl atun Şirvani (ö. 1569)[8] , Seyyid Lokman Urmevi (ö. 1601)[9] ve Nutku Şirvani (ö.1600?)[10]Azerbaycanlı’dır. Bu dönemde Osmanlı saraylarında baş mimar Acem Ali (ö. 1539)[11], baş nakkaşlar Şah Kulu Penahi (ö. 1557?), Mehmed Şah[12] ve çok sayda Azerbaycanlı sanat erbabı ile musikişinas ve müzisyen[13] kendi sahalarında faaliyet göstermişlerdir. Yine hat sanatında Şeyh Hamdullah (ö. 1520) mektebinden başka Osmanlı Devleti’ne Azerbaycan’dan gelen, özellikle talik ve divani yazı yazan hattatlar zamanla ayrı bir mektep oluşturmuşlardır[14]. Ayrıca, Osmanlı tezkirelerinden elde edilen bilgilere göre sadece 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde sayıları 30’dan fazla Azerbaycanlı şairin yaşadığı bilim adamlarınca tespit edilmiştir[15]. Bu durum, iki Türk bölgesi arasında kültürel ilişkilerin gelişmesinde yeni bir sayfa açarak bundan sonraki dönemlerde toplumsal-kültürel ilişkilerin daha çok gelişmesine ortam hazırlamıştır. 16. yüzyılda Azerbaycan sahası ile Osmanlı Devleti arasındaki sosyal ve kültürel ilişkilerin pekiştirilmesinde Azerbaycanlı kültür ve sanat erbabı ile birlikte ilim adamlarının da etkisi büyük olmuştur. Bunlardan biri de aslen Karabağlı olan Molla Şemseddin Ahmed’dir.
Azerbaycan’dan Osmanlı ülkesine göç edenlerin sadece kendileri değil aynı zamanda aileleri de bu ilişkilerin kurulmasında mühim rol oynamışlardır. İkinci nesil de babalarının yolunu devam ettirerek Osmanlı Devleti’nde müderris, kadı ve kazasker gibi üst düzey görevlerde bulunmuşlardır. Molla Şemseddin Ahmed’in oğlu Nuh Efendi, buna örnek teşkil etmektedir.
Karabağlı Molla Şemseddin Ahmed hakkında Türkiye ve Azerbaycan’da ciddi anlamda bir araştırma yapılmamıştır. Onunla ilgili İranlı âlim Tofi gh Heiderizade’nin 1998 yılında İngilizceden Türkçeye tercüme edilmiş bir makalesinde sadece üç satır[16]; Elnur Nesirov’un 2011 yılında yayınladığı Orta Asrlarda Yaşamış Azerbaycanlı Alimler adlı kitabında, 19. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinin eserlerinden istifade edilerek yarım sayfalık biyografi k bilgi verilmiştir[17]. Ayrıca Bilal Dedeyev, 2014 yılında yayımladığı bir makalede Osmanlı Devleti’nde yaşamış 19 Karabağlı âlim hakkında bilgi verirken bazı ilaveler yaparak bu zatın hayatı ve edebî kişiliği konusuna kısaca değinmiştir[18]. Bu durumda tespit edilen bilgiler ışığında Karabağlı Molla Şemseddin Ahmed hakkında yeni bir makale hazırlanmasının zarureti ortaya çıkmıştır.
Molla Şemseddin Ahmed Karabaği ile ilgili bilgilerin alındığı yerler temelde Osmanlı arşiv belgeleriyle o dönemde kaleme alınmış kaynaklardır. Bunlardan 1593 tarihli Gence-Karabağ Eyaleti’nin İcmal Defteri ile Üsküdar Mahkemesi’nin 84 Numaralı Sicil Defteri, belge niteliğinde olduğundan önemlidir. Ayrıca, Molla Şemseddin Ahmed Efendi’nin çağdaşı olan Muhyi-yi Gülşeni (ö.1605), Nev’izade Atai (ö.1635) ile Molla Şemseddin Ahmed’in oğlu Nuh Efendi’nin muasırı Kâtip Çelebi (ö.1657), Seyyid Mehmed Rıza (ö. 1671), Şeyhî Mehmed Efendi (ö.1732) ve son dönem Osmanlı ilim adamları Mehmed Süreyya (ö.1909) ile Bursalı Mehmed Tahir’in (ö.1925) eserlerinden öncelikle yararlanılmıştır. Bu makalede Molla Şemseddin Ahmed Karabaği’nin hayatı ve eserleri incelenerek, oğlu Nuh Efendi hakkında kısaca bilgi verilecektir.
1. Molla Şemseddin Ahmed’in Soyu
Osmanlı kaynaklarında Molla Şemseddin Ahmed Ensari Karabaği olarak geçse de kendi eserlerinde adını tam olarak Ahmed b. Ruhullah b. Nasiruddin el-Ensarî el-Câbirî şeklinde göstermiştir[19]. Buradan açıkça anlaşılıyor ki, onun soyu ashaptan biri olan Cabir b. Abdullah el-Ensari’ye dayanmaktadır. Doğum tarihi mevcut kaynaklara göre şimdilik bilinmeyen Molla Şemseddin Ahmed Ensari, aşağıda değinileceği üzere 1557’de İstanbul’a eğitim için geldiği göz önüne alınırsa, tahsil çağı olarak kabul edilebilecek olan 15-20 yaşlarında olduğu ve 1540’lı yılların başlarında dünyaya geldiği söylenebilir. Aslen Azerbaycan’ın Karabağ bölgesindendir. Nev’izade Atai ve Kâtip Çelebi de onun babasının Ruhullah Ensari olduğunu ve Gence’den eğitim almak için Osmanlı Devleti’ne geldiğini belirtmektedirler[20]. Ayrıca Mehmed Süreyya’ya göre o, Genceli, Bursalı Mehmed Tahir’e göre ise Karabağlı’dır[21]. Osmanlı’da genel olarak Şemseddin Ahmed Karabaği ismiyle tanınmıştır. Şu anda Gence ve Karabağ Azerbaycan’ın iki farklı bölgesi olsa da, 16. yüzyılda bu bölgelerin aynı eyalet içinde yer aldığını belirtmek gerekir. Merkezi Gence[22]olan Karabağ Beylerbeyliği ise 16. yüzyılda Safevi Devleti’nin 13 eyaletinden biri olmuştur. Osmanlı Devleti, III. Murat döneminde (1574-1595) Azerbaycan’ın büyük bir bölümünü, aynı zamanda Karabağ bölgesini 1588 yılında topraklarına katarak burayı Gence-Karabağ Eyaleti haline getirmişti[23]. Osmanlı kroniklerinde Gence ve Karabağ ayrı bölgeler gibi gösterilse de gerçekte bu iki bölge 16. yüzyılda aynı eyaletin içinde yer almıştır. Ayrıca, Osmanlı Devleti tarafından Gence-Karabağ Eyaleti’nde toprakların yönetimi hakkındaki kanuna göre vergilerin ve bazı mükellefi yetlerin belirlenmesi, nüfus ve tarımsal faaliyetlerin kayıt altına alınması için 1593 yılında düzenlenen Gence-Karabağ Eyaleti İcmal Defteri’nde Şemseddin Ahmed’in soyu ile net olarak nereli olduğuna dair bilgi edinmek mümkündür. 1595 tarihli belgede mülkiyet hakkı Cabir el-Ensari’nin çocuklarına ait olan iki zaviye vakfı kayda alınmıştır. Bunlardan biri Karabağ’ın Dizak nahiyesine bağlı Şeyhler köyünde bulunan Şeyh Siraceddin-i Ensârî (Belge 1), diğeri ise onun oğlunun adına Gence’de kurulan Şeyh İzzeddin b. Siraceddin-i Ensârî (Belge 2) zaviyelerinin vakıfl arıdır. Birinci vakıf belgesindeki Evkāf-ı merhûm Şeyh Sirâceddin bin Şeyh Kemâleddin‘an-evlâd-ı Hazret-i Câbir-i Ensarî kaydından açık bir şekilde anlaşılıyor ki, bu aile, ashaptan, Hz. Peygamber’den en çok hadis rivayet eden altı raviden biri olan Cabir b. Abdullah el-Ensari’nin soyundan gelmektedir. Aynı zamanda bu vakıfl arın Celayirli hükümdarı Şeyh Üveys (1355-1374) tarafından verildiği, Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah (1438-1467) ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan (1453-1478) tarafından vakfın faaliyetlerinin onaylandığı, Safevi ve Osmanlılar zamanında da işlevini devam ettirdiği icmal defterindeki vakıf kayıtlarında yer almaktadır[24]. Bütün bu bilgilerden anlaşılıyor ki, sahabe Cabir Ensari’nin soyundan gelen bu aile en azından 14. yüzyıldan itibaren Karabağ’ın Dizak bölgesinde yaşamış ve aynı ailenin fertlerinden biri olan Şeyh İzzeddin b. Siraceddin-i Ensari ise, sonradan Gence’ye yerleşmiştir. Öyle ise 1595 yılında artık Osmanlı’da yüksek görevlerde çalışan Molla Şemseddin Ahmed’in, Karabağ’ın Dizak bölgesindeki Şeyhler köyünde ve Gence’de akrabalarının yaşadığı söylenebilir. Ayrıca, bu dönem kayıtlarından anlaşıldığı gibi Karabağ’ın Dizak bölgesine sınır olan Nahçıvan’da da Mevlâna Şeyh İsa el-Ensari adında ünlü bir zat yaşamıştır. Defterde Sultan III. Murat tarafından 1590 yılında onun dergâhı için Mevlânâ Şeyh İsa el-Ensarȋ Vakfı’nın kurulduğu kaydedilmektedir[25]. Burada soyunun Cabir el-Ensari’ye dayandığı açık bir şekilde belirtilmese de, Mevlâna Şeyh İsa’nın da bu bölgeye yerleşmiş Cabir el-Ensari neslinden olduğu tahmin edilebilir. Demek ki, aslen Karabağ’ın Dizak bölgesinden olan Molla Şemseddin Ahmed, eyaletin merkezi olan Gence’de yaşayarak ilk tahsilini burada almış ve bir süre sonra medrese eğitimi için İstanbul’a gelmiştir.
2. Şemseddin Ahmed’in Osmanlı’daki İlmî FaaliyetleriMolla Şemseddin Ahmed’in Azerbaycan’daki hayatı ile aldığı eğitim konusunda şimdilik herhangi bir kayda rastlanmamış ve ulaşılabilen kaynaklarda ne zaman Osmanlı Devleti’ne geldiğine dair net bir tarih de verilmemiştir. Bu konuda aydınlatıcı bilgi sadece Atai ve Kâtip Çelebi’nin eserlerinde yer almaktadır. Buna göre Süleymaniye Medresesi’nin müderrisi olan Şah Efendi’ye muit olarak hizmet ettikten sonra 970 (1562-1563) yılında Osmanlı medreselerinde müderris olmak için mülazımlığa kaydedilmiştir[26]. Heiderizade makalesinde bu tarihi esas alarak Molla Şemseddin Ahmed’in Osmanlı Devleti’ne 1562 yılında geldiğini ileri sürmüştür[27]. Şunu da belirtmek gerekir ki, Osmanlı eğitim sisteminde Fatih Sultan Mehmed’den sonra, en ciddi gelişmeler ve reformlar Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmıştır.
Kanuni dönemi medreseleriyle ilgili genel kurallara göre yüksek medrese eğitimi yaklaşık 5-6 yıldır. Mezun olanlara icazetname adı verilen diploma takdim edilirdi. Müderris, bu mezunların içinden çalışkan ve terbiyeli birisini kendisine muit seçebilmektedir. Sistem gereği sadece bundan sonra mezunların mülazım olma hakkı bulunmaktadır. Sıraya alınan mülazım, müderris olmak için o dönemde yaklaşık yedi yıl beklemek zorundadır[28]. Atai ve Kâtip Çelebi’nin Şemseddin Ahmed Karabaği hakkında yazdıkları da yukarıda verilen kuralların doğruluğunu onaylamaktadır. Verilen bilgilerden anlaşıldığına göre belirtilen 970 (1562-1563) yılında Mısır kadılığına tayini çıkan Şah Efendi, Şemseddin Ahmed Karabaği’nin mülazım olmasını Mısır kadısı olduktan sonra Rumeli Kazaskerliği’ne getirilen Hamid Efendi’ye sunmuş, o da bunu kabul etmiştir. Fakat, Hamid Efendi’nin zaman kaybetmeden Şemseddin Ahmed’in tayininin uygun olduğunu bildirmesine rağmen, Şah Efendi nedense onun bir müddet beklemesinin daha doğru olacağını belirtmiştir. Böylece yaklaşık yedi yıl sonra, yani 977 (1569-1570) yılında o Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın (ö.1579) Burgaz’da (Lüleburgaz) yeni yaptırdığı medreseye ilk müderris olarak günlük 40 akçe ile tayin edilmiştir[29]. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre 16. yüzyılın ortalarından başlayarak Osmanlı Devleti’nde muit ve mülazım seçilmek için Osmanlı medreselerinden mezun olmak zorunluluğu uygulanmıştır. Böyle olunca, Şemseddin Ahmed Karabaği, 1562-1563’ten önce, muhtemelen 1557 yılında Osmanlı Devleti’ne gelerek Süleymaniye Medresesi’nde eğitime başlamıştır. Zaten Süleymaniye medreselerinin de 1551-1557 yılları arasında inşa edildiği bilinmektedir[30]. Ayrıca bu dönemde çifte medrese olarak faaliyete başlayan Süleymaniye medreselerinin, ikisi de aynı tarihlerde açılmıştır. Şemseddin Ahmed’in orada eğitim aldığı yıllarda kuzeyde bulunan medresenin Müderrisi Tezkireci Kınalızade Hasan Çelebi’nin babası Ali Efendi; güneydekinin müderrisi ise Şah Efendi olduğu dönemin eserlerinde kaydedilmiştir[31].
Burgaz Medresesi’nden Rebiyülahir 979’da (Eylül 1571) azledilen Şemseddin Ahmed Karabaği, bundan sonra sırasıyla Safer 980’de (Haziran 1572) Sokullu Mehmed Paşa’nın İstanbul[32]; Ramazan 981’de (Ocak 1574) İsmihan Sultan[33]; Safer 983’te (Mayıs 1575) Sahn-ı Semaniye[34], Rebiyülahir 984’te (Temmuz 1576) Ayasofya[35]; Şaban 987’de (Ekim 1579) Üsküdar’da bulunan Valide Sultan[36] medreselerinin müderrisi olarak çalışmıştır. Bu dönemde onun müderrislikten kadılığa geçmek için bazı hazırlıklar yaptığı görülmektedir. Zaten 16. yüzyıl Osmanlı’sında bir kural olarak müderrislikten kadılığa geçmek için yoklamaya veya imtihana tabi tutulduktan sonra, kadı mülazımlığına alınarak atama bekleme uygulaması vardır. Burada aday olanlar deneyimli kadıların yanında bir taraftan staj yaparak mesleği öğrenirken, diğer taraftan da atanacakları yeri beklemektedirler[37]. Şemseddin Ahmed de yaklaşık iki yıl çalıştığı Valide Sultan müderrisliğinde Şubat 1580’e kadar dört ay boyunca bazı Kur’an ayetlerini derinlemesine öğrenmek için özel tefsir dersleri almıştır. Bundan sonra Osmanlı’da şeyhülislamlığa kadar yükselen, aynı zamanda ileriki yıllarda dünürü olacak Sun’ullah Efendi (ö.1612)[38] ile tezkireci Kınalızade Hasan Çelebi’nin (ö. 1604)[39] onun hakkında verdikleri olumlu kanaatten sonra kadı mülazımı seçilmiştir. O, müderrislikten sonra Cemaziyelevvel 989’da (Haziran 1581) Şam, Rebiyülahir 991’de (Mayıs 1583) Edirne; aynı yılın 1 Zilkadesinde (16 Kasım 1583) ise İstanbul kadısı görevlerine atanmıştır[40].
Şemseddin Ahmed’in Edirne kadılığına atanmasıyla ilgili bazı kaynaklarda farklı tarihler verilmektedir. Ahmed Badi Efendi’ye göre Şemseddin Ahmed bu görevini Haziran 1581-Mayıs 1582 tarihleri arasında yapmıştır[41]. Selaniki Mustafa Âli Efendi, 1583 olaylarına geçerken Mevlâna Ahmed’in Edirne’den İstanbul’a kadı olarak atandığını bildirmektedir[42]. Mehmed Süreyya ise, Şemseddin Ahmed’in birer yıl aralıklarla Şam (1581), Edirne (1582) ve İstanbul (1583) kadısı olduğunu belirtmektedir[43]. Bu bilgilerden hareketle onun 1581-1583 arasında Edirne Kadığılı’nda bulunduğu söylenebilir. 26 Ramazan 992 (1 Ekim 1584) tarihinde Anadolu Kazaskeri olan Şemseddin Ahmed Karabaği, iki yıl bu görevde bulunduktan sonra emekli olmuştur. İhtimal ki, Ahmed Karabaği’ye ihtiyaç duyulduğu için Aralık 1587’de Mısır Kadısı olarak tekrar atanmıştır. Bu görevden istifa ettikten bir ay sonra Zilhicce 998’de (Ekim 1590) hacca giden Karabaği, 1592 yılı Nisan ayında ikinci kez Anadolu Kazaskerliği’ne, üç ay sonra ise Rumeli Kazaskerliği’ne getirilmiştir (Temmuz/Ağustos)[44]. Safer 1001’de (Kasım 1592) bu görevden alınan Şemseddin Ahmed, günlük 130 akçe ücretle Koca Sinan Paşa’nın (ö.1596) yaptırdığı Darülhadis Medresesi’nin müderrisliğine atanmıştır.
Şemseddin Ahmed Karabaği, III. Mehmed döneminde (1595-1603) de birçok yüksek makamlarda bulunmuş ve önemli görevler üstlenmiştir. O, Ramazan1004’te (Mayıs 1596) ikinci kez Mısır Kadılığı’na getirilmiştir. Muhyi-yi Gülşeni, Receb 1005’te (1597 Şubat/Mart) Mısır’da Gülşeni Tarikatı’nın şeyhi Ali Safveti’yi[45] hasta yatağında ziyaret edenlerden birinin de Kazasker Molla Ahmed Ensari olduğunu kaydetmektedir[46]. Yaklaşık iki yıl sonra bu görevinden ilim ve ibadetle iştigal etmek için kendi isteğiyle emekliye ayrılan Şemseddin Ahmed Karabaği, 24 Ağustos 1600’de vefat etmiş; İstanbul’da Şeyh Vefa Mezarlığı’na defnedilmiştir[47].
3. Şemseddin Ahmed’in Edebȋ ve İlmî Kişiliği ile Eserleri
Şemseddin Ahmed Karabaği, şiirden anlayan çok yönlü bir alimdi. Bekir Kütükoğlu, Osmanlı Devleti’nin ünlü şehnamecilerinden biri olan Lokman bin Hüseyin el-Urmevi’nin hayatını konu alan çalışmasında, Lokman ibn Hüseyin’in şehnamecilik görevine tayin edilmesinden bahsederken Şeyh Ebu Said[48] vasıtasıyla, Sokullu Mehmed Paşa’nın Burgaz ve İstanbul’daki medreselerinde müderris olan Şemseddin Ahmed Karabaği ile tanıştığını, onun Feridun Bey’in Sigetvar[49] seferine dair eserini manzum hale getirdiğini, bunun sonucunda hazırladığı ilk yazılarını ona sunduğunu, bunların önde gelen diğer âlimler tarafından da beğenildiğini ve eserin ön yüzünün padişaha takdim edilmesinden sonra ona Temmuz 1569’da şehnamecilik görevinin verildiğini yazmaktadır[50]. Seyyid Lokman, Şemseddin Ahmed Karabaği ile tanıştıktan sonra yazdığı şiirlerini Osmanlı bürokratlarına göstererek onların takdirini kazanmış; verdiği destekten dolayı 1581 yılında yazdığı Şehname-i Selim Han adlı eserindeki bir minyatürde Şemseddin Ahmed Karabaği’nin şehnamecilere ders anlattığı sahnenin görüntüsünü vererek ona bir üstat ve muallim olarak saygısını ifade etmiştir[51]. Ayrıca, 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin divan şairlerinden biri olan Mani (ö. 1611) de bir süre Şemseddin Ahmed Karabaği’nin öğrencisi olmuştur. Şemseddin Ahmed Karabaği, 1584 yılında Anadolu Kazaskeri iken kendisi onun yanında çalışmış, hatta yazdığı divanında Kaside-i Şita’iyye-i Mani Berâ-yı Monla Ahmed Efendi adını verdiği bir bölümü ona ithaf etmiştir:
Bülend-mertebe Ahmed Efendi Hazreti kim
Odur zamânede şimdi ser-âmed-i fuzalâ
Ayagını alamaz kimse râh-ı fazl içre
Zemahşerî ana bu yolda olmaz hem-pâ.[52]
Bundan başka, Osmanlı şairlerinden Edâyî Recep Efendi’nin[53] de muhtemelen ikinci defa Anadolu Kazaskeri olduğu dönemde Şemseddin Ahmed Karabaği’den kadı olması için mülazemet almış olduğu bilinmektedir[54]. Bununla birlikte Şemseddin Ahmed Karabaği’nin şair olduğunu gösteren mustakil bir eseri şimdilik tespit edilememiştir.
Şemseddin Ahmed Karabaği’nin ilmȋ yönü de dikkat çekmektedir. Bunun için özellikle tefsir dalında verdiği eserler üzerinde durulacaktır. Daha önce müderrisliği sırasında tefsir dersleri alarak bu sahada derinleştiğine işaret edilmişti. Kur’an’ın tamamını kapsayan bir tefsir yerine sureleri ayrı risaleler halinde tefsir ettiği kaynaklarda belirtilmektedir. Bunlar; Tefsȋru Sûreti’l-Fâtiha, Tefsȋru Sûreti’l-Kadr, Tefsȋru Sûreti’l-Yûsuf, Tefsȋru Sûreti’l-Hûd’dur. Ayrıca, Tefsȋr-i Beyzâvi’ye hâşiye; Telvih, Miftah ve Mevâgif’e talikat, Hidâye şerhlerine kelimât yazdığı da bilinmektedir[55]. Onun, Tefsȋru Sûreti’l-Fâtiha[56] ile Tefsȋru Sûreti’l-Yûsuf[57] risalelerinin yazma nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi’nde Laleli-174 ve Şehid Ali Paşa 2814/1 numaralarında kayıtlı olduğu araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılmıştır.
4. Şemseddin Ahmed’in Bağlı Olduğu Tarikat
Şemseddin Ahmed’in yaşadığı dönemde Osmanlı’da Nakşibendilik[58], Halvetilik[59]ve Safevilik[60] önde gelen Türk tarikatlardır. Bunlardan Safevilik, Azerbaycan sahasında Şah İsmail’in 1501’de kurduğu Safevi Devleti’nin tek tarikatı durumunda olup bu yola girmeyenlere devletçe baskı uygulanmaktadır. Bu yüzden Azerbaycan’dan çok sayıda ilim adamı ve mutasavvıf Osmanlı Devleti’ne göç etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı’ya gelip sığınanlar, Nakşibendi ya da Halvetiliğe intisap etmişlerdir. Şemseddin Ahmed’in de bu iki tarikattan birine müntesip olduğu düşünülebilir. Nitekim onun Azerbaycanlı Nakşibendi şeyhlerinden, yukarıda hakkında bilgi verilen Şeyh Ebu Said-i Sani bin Sun’ullah ile münasibetlerinin olduğu bilinmektedir. En önemlisi Muhyi-yi Gülşeni’nin Nakşibendiler hakkında yazdığı Reşahat-ı Aynü’l-Hayat Tercümesi, Reşahat-ı Muhyi adlı eserinde onun hakkında şu bilgi verilmektedir:
Fakîr (yani Muhyi) ihtilât itdügüm ulemâdan Kâzî-asker Abdurrahman
Efendi ve Kâzî-asker Perviz Efendi ve Kâzî-asker Malûl-zâde Nakîb Efendi
ve Kâzî-asker Mevlânâ Ahmed-i Ensarî (Karabaği) ve Kâzî Muhammed
Beg-zâde ve Kâzî-asker sâhib-i himmet Yahya Efendi ve Beşiktaşlı Yahya
Efendi ve nice bunun gibiler ki bu meşrebden içmişlerdi[61].
Muhyi-yi Gülşeni’nin bu kaydına göre Şemseddin Ahmed Karabaği, o dönemin önde gelen Osmanlı ilim adamları gibi Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir âlimdi.
5. Şemseddin Ahmed’in Oğlu Nuh Efendi
Nuh Efendi, Osmanlı Devleti’nde uzun yıllar müderris ve kazaskerlik yapmış olan Molla Şemseddin Ahmed Karabaği’nin oğludur. Kaynaklarda doğum tarihi belirtilmeyen Nuh Efendi için III. Mehmed dönemi âlimi olarak bahsedilmektedir. Yukarıda hakkında bilgi verilen, III. Mehmed ve I. Ahmed (1603-1617) dönemlerinde üç defa şeyhülislamlığa atanan Sun’ullah Efendi’nin damadı olmuştur. O da babası gibi Osmanlı Devleti’nin değişik yerlerinde müderrislik ve kadılık yapmıştır. Seçkin bir aileden geldiği için aldığı yüksek eğitimden hemen sonra kırk akçelik medreseye müderris olarak tayin edilmiştir. Bunun arkasından Şevval 1004’te (Haziran 1596) Nişancı Paşa-yı Cedid Medresesi[62], Zilkade 1008’de (Mayıs/Haziran 1600) Hânkah Medresesi[63], Şaban 1010’da (Şubat 1602) ise, Haseki Sultan Medresesi’nde[64] müderris olarak çalışmıştır. Ramazan 1011’de (Şubat 1603) Sahn-ı Semaniye medreselerinden birine, Cemaziyelevel 1013’te (Ekim 1604) ise Üsküdar Valide Sultan Medresesi’ne geçmiştir. Bundan sonra, Zilkade 1014’te (Nisan 1606) Valide-i Sultan Mehmed Han Medresesi’ne[65] aynı yılın Ağustos ayında Süleymaniye Çifte medreselerinden birine tayin olan Nuh Efendi’nin müderris olarak son çalıştığı yer Zilkade 1017’de (Şubat 1609) işe başladığı Selanik Medresesi[66] olmuştur[67]. Nuh Efendi’nin kadı olarak görev yaptığı ilk yer ise, Safer 1019’da (Mayis 1610) Şam’dır. Daha sonra sırasıyla Mısır-Kahire (Cemaziyelevvel 1023/Haziran 1614-Sefer 1025/Mart 1616), Bursa (Safer 1031/Ocak/Şubat 1622-Temmuz 1622), Edirne (Zilhicce 1033/Eylül/Ekim 1624-Muharrem 1035/Ekim 1625) ve İstanbul (Ramazan 1038/Mayis 1629-Zilkade 1039/Haziran 1630) kadılıklarında bulunmuştur. Haziran 1633 yılında Anadolu Kazaskeri olup, yaklaşık iki sene sonra buradan Rumeli Kazaskerliği’ne tayin edilmiştir. Nisan 1637’de bu görevinden uzaklaştırılan Nuh Efendi, Mayıs 1640 yılında vefat etmiştir[68].
Sonuç
Osmanlı Devleti ile Azerbaycan sahası arasında sosyal ve kültürel ilişkilerin oluşmasında Azerbaycan coğrafyasından 15-16. yüzyıllarda gelen ilim adamları başta olmak üzere birçok alanda yetişmiş eğitimli kişilerin varlığı önemli bir husustur. Bu vasıflı kişiler bilhassa Osmanlı ilim-kültür hayatını ciddi anlamda etkilemiştir. Genel olarak bakıldığında her iki coğrafyadan bu ilişkiler ağının kurulmasında evvela Azerbaycan ve Osmanlı toplumunun aynı millet, din ve dili paylaşması ile genel yapı olarak ortak ahlaki değerlere ve temel kültürel bütünlüğe sahip olması gelmektedir. Ayrıca, bu kültürel alt yapının oluşmasında o zamanlar Azerbaycan’da gelişmiş ilim, sanat, eğitim ve öğretimin olmasına karşılık, Osmanlı Devleti’nde ise, uzun müddet siyasi istikrarın varlığı, iyi yetişmiş ilim ve kültür adamlarının planlı bir şekilde sevk ve idare edilmesi gibi amillerin öne çıktığı söylenebilir.
Bu dönemde Osmanlı-Azerbaycan arasındaki sosyo-kültürel ilişkilerin gelişmesine etki eden bir başka konu tarikat ilişkileridir. Özellikle bu yoğunluk 15. yüzyıldan başlayarak Safevi Tarikatı’nın Anadolu’ya yayılmasıyla yoğunluk kazanmıştır. Safevi Devleti’nin 1501’de Tebriz merkezli olarak kurulmasıyla, Osmanlı-Azerbaycan ilişkileri ideolojik şekil almış; Safeviliğe karşı tavır alan çok sayıda başka tarikatlara bağlı Azerbaycanlı ilim ve kültür adamı 16. yüzyılda Azerbaycan’ı terk ederek Osmanlı topraklarına gelmiştir. İyi eğitim almış bu insalar, Osmanlı Devleti’nde önemli görevlere getirilmiş, bunların yardımıyla devlet, siyasi birliği için tehlike arz eden Safeviliğin yayılmasına karşı koyma politikasını uygulamıştır.
Nakşibendi Tarikatı’na mensup olan Molla Şemseddin Ahmed de Osmanlı taraftarı bir ilim adamı olup, ilk temel eğtimini memleketi olan Gence-Karabağ’da aldıktan sonra Osmanlı Devleti’ne gelerek burada medrese eğitimini tamamlamış; bunun ardından Osmanlı ilmiye sınıfına intisap etmiştir. O, 1570’ten itibaren müderris olarak değişik medreselerde görev almış; 1581’den sonra ise kadılık yapmaya başlamıştır. Kadılıktaki başarıları ona Osmanlı Devleti’nde en yüksek adli kurum durumundaki kazaskerlik yolunu açmış; 1584’te Anadolu Kazaskeri, 1592’de ise Rumeli Kazaskeri olmuştur.
Molla Şemseddin Ahmed’in soyunun Karabağ’ın Dizak bölgesine yerleşmiş ashaptan ve Hz. Peygamber’den en çok hadis rivayet eden altı raviden biri olan Cabir b. Abdullah el-Ensari’ye dayandığı, kendi eserlerinde geçen künyesi ile Osmanlı arşiv belgelerinden tespit edilmiştir. Böylece, Cabir el-Ensari gibi ünlü bir zatın neslinden gelen bir kolun Azerbaycan’a hicret ettiği, oradan da İstanbul’a geldiği, Osmanlı Devleti’nde önemli hizmetlerde bulunduğu ortaya çıkarılmıştır.
Molla Şemseddin Ahmed, aynı zamanda değişik konularda derinlemesine bilgi sahibi bir kişi olup Osmanlı şehnameciliğinin gelişmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Bu arada İran kültürüne vakıf biri olarak divan şiiri yazmak isteyenlere de hocalık yapmıştır. Kendisi tefsir dalında da üstat olup Kur’an’ın değişik surelerini risaleler halinde tefsir etmiştir.
Azerbaycan’dan Osmanlı’ya göç eden ilim adamları ve mutasavvıfl ar, geldikleri bu ülkenin kültür ortamına kısa sürede adepte olmuş; çocuklarını da aynı mantıkla yetiştirmişlerdir. Molla Şemseddin Ahmed’in soyundan gelenler de ilmiye sınıfında yükselmiş; oğlu Nuh Efendi, babası gibi önce müderrislik, sonra kadılık yapmış; arkasından 17. yüzyılın ilk yarısı gibi Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu dönemde önemli görevlerden biri olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerinde bulunmuştur. Nuh Efendi, Osmanlı Devletin’de üç defa şeyhülislamlık yapmış Sun’ullah Efendi’nin de damadı olmuştur.
Hatırı sayılır bir kişiliğe sahip ve görevi başında öğrencileri tarafından ser-âmed-i fuzalâ (erdemli kişilerin başında bulunan) olarak nitelendirilen Molla Şemseddin Ahmed Karabaği, 30 yıldan fazla bir süre yaptığı işlerle Osmanlı ilim ve kültür hayatına yeni renkler kazandırarak önemli katkılarda bulunmuştur.
Ekler