Aphrodisias, "Roma İmparatorluk Çağı’nda Anadolu" dendiği vakit ilk akla gelen, hatta adları önemle anılan yerleşim alanlarından biridir. Karia’nın önemli bir kenti, Anadolu’nun ünlü bir kült merkezidir**. “Roma nezdindeki yeri ise hayli özeldir.
İlk yerleşimleri tarih öncesi devirlere uzanan Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişi içinde oldukça sıradan duran yöre, “Aphrodisias” adıyla sergilediği sosyo-kültürel ve kentsel kimliğine İ.Ö. 2. yüzyılda[1], diğer bir deyişle Geç Helenistik/Erken Roma Dönemi’nde bürünmüştür. Gerek Roma emperyalizminin Helenistik dünya üzerindeki yengisi, gerekse o dünyanın en önemli kavşağı olan Anadolu’nun Roma İmparatoluğu’na eklenmesi açısından bir dönüm noktası olan bu yüzyıl, siyasi alanda yitip giden özgürlüklerle bir sonu simgeler görünse de, Aphrodisias için yeni başlangıçlar demektir. Yöre, çağdaşı olan bir çok kenti imrendiren zenginliğine ve bu zenginliğe yakışır kentsel görkemine bu dönemde kapı aralamıştır. Yerleşikleri, bundan böyle toplumlar arası platformda imparatorlarca kayırılan; ekonomik ve siyasi alanda ayrıcalıklı kılınan bir toplum olma yolundadır.
Aslında değişen ve gelişen sadece yöre ve halkı değildir. Yüzyıllardır bölgede tapınılagelen yerel tanrıça yerini bir yenisine, Helen pantheonunun önemli bir üyesi olan Aphrodite’ye terk etmiştir. İ.Ö. 2. yüzyıldaki yeniliklerin tabanında da bu dönüşüm yatmaktadır. Bir başka deyişle, Geç Hellenistik Dönem’de yerleşim alanına kentsel kimliğini katan, toplumsal ve kültürel gelişimi körükleyen yeni bir kültün varlığıdır. Bölge, tanrıça Aphrodite'yle birlikte ünü Anadolu sınırlarını aşan bir kült merkezine dönüşmüş; kayıtlara da tanrıçadan aldığı adıyla Aphrodisias olarak geçmiştir. Deyim yerindeyse Aphrodisias’ı Aphrodisias yapan, bir bakıma Aphrodite’dir. Bölge halkının dinsel yaşamında, yerleşim alanına adını verecek kadar köklü bir yer edinen tanrıça, antik çağın sonuna değin öneminden hiçbir şey yitirmemiş; hatta kurumlaşmış kültüyle, pagan geleneğin bir sembolü olarak Hıristiyanlığa karşı olanca gücüyle direnmiştir. Köklü yerleşikliğinde ve öneminde hiç kuşku yok ki karakterinin payı büyüktür. Erken Roma Dönemi’nden itibaren gelişen sosyo-ekonomik ve siyasi koşullar tanrıçaya önemli roller yüklemiştir. Aphrodite -Romalılar arasındaki adıyla Venüs- bir bereket kaynağı; koruyucu bir kent tanrıçası; daha da anlamlısı, Romalılar’ın ileri sürdüğü, Aphrodisiaslılar arasında da kabul gördüğü üzere, imparatorların “Tanrısal Anası "dır. Bu sıfatı kendisini mitosdan külte, kültten siyasete taşıyan önemli bir yönüdür: Roma egemenliğinin Anadolu üzerinde güçlenmeye başladığı yüzyılda, Aphrodisias ile Roma’yı birbirine yakınlaştırmış; her iki tarafa da yakınlaştırdığı oranda kazançlar sağlamıştır. Özellikle Aphrodisias’ın Roma yönetimiyle edindiği ayrıcalıklı konumda Aphrodite kültünün katkısı, derecesi tartışılır olmakla beraber inkâr edilemeyecek boyuttadır.
Bu makalede, Aphrodisiaslılar ile Romalılar arasındaki inanç ortaklığının bir simgesi olan tanrısal figürün, edebi, mitolojik ve arkeolojik kaynaklara dayanarak Roma-Aphrodisias ilişkisindeki rolü ele alınmakta; mitos-kült-siyaset eksenine yerleşmiş görüntüsü irdelenmektedir.
***
Aphrodite kült merkezinin Roma İmparatorluk Çağı’na özgü duran parlak görüntüsünün ardında uzun fakat sönük bir geçmiş serilidir. Yörenin tarihi, Menderes Nehri ve kollarının suladığı bereketli toprakların çekiciliğine kapılan ve bu toprakları kendilerine mekân yapan tarih öncesi topluluklara kadar uzanmaktadır[2]. Aphrodisias sınırları içerisinde yer alan Akropolis ve Pekmez Tepeleri’nden gün ışığına çıkarılmış arkeolojik buluntular, Geç Neolitik Dönem’den (İ.Ö. 6. binyıl) başlayarak ardı sıra kurulmuş yerleşimlerin varlığını ortaya sermekte ve bölgenin kutsallığına dair önemli veriler sunmakladır. Dirsekleri yukarıya bükülerek göğüs üzerine yaslanan kollarla stilize edilmiş gövde formundaki mermer tanrıça heykelcikleri[3] ile yassı taş idoller[4] bölgede en erken dönemlerden itibaren süregidecek olan bir Ana Tanrıça kültünün ilk göstergeleridir. Geçimlerini tarımdan sağlayan toplulukların muhtemelen bereket ritüelleri ile karakterize ettikleri tanrıça, İ.Ö. 2. yüzyılda Aphrodite kültüyle önem kazanan kutsal alanın ilk tanrısal egemeni olarak kabul edilebilir.
Eski çağ toplumlarında "Tanrılar Anası”, “Büyük Ana” ya da “Ana Tanrıça” sıfatlarıyla evrenselleşmiş olan söz konusu tanrısal figürün aynı alandaki bir başka görüntüsü de büyük ihtimalle tanrıça Nina’dır. Bölge, İ.S. 6. yüzyılda yaşamış Bizanslı yazar ve dil bilimci Stephanos’dan edinilen bilgiye göre, sırasıyla Lelegopolis, Megalopolis ve ardından da Ninoe adını almıştır[5]. K. T. Erim Ninoe adını, doğu toplumlarında bereket, aşk ve savaş tanrıçası olarak yaygın biçimde tapınılan İştar’ın Akad kültüründeki karşılığı olan tanrıça Nina (İnanna) ile ilişkilendirmiş; varlığı muhtemel bir Nina kültünden dolayı da bölgenin Ninoe adını almış olabileceğini ileri sürmüştür[6]. Bean’e göre de, Ninive kentinin Medler ve Babilliler tarafından tahrip edilmesinden önce ya da sonra, Anadolu toprakları üzerinde yayılan Asurlular’ın Karia’nın bu kesiminde bir İştar/Nina kültü kurmuş olmaları ihtimal dahilindedir[7]. Nitekim arkeolojik bulgular bu konuda sessiz değildir. 1977 yılında bazilika ve agora kapısında yürütülen kazı çalışmalarında ele geçen paneller, taşıdıkları figürler ve mitolojik sahneler açısından dikkat çekicidir. Rölyefler arasında en çarpıcı olanı, bir altarın önünde sunu yaparken betimlenmiş Ninos ve Semiramis tasvirleridir ki bunlar epigrafık olarak da tanımlanabilmektedir[8]. Ninos, Asur-Babil imparatorluğu’nun ve Ninive kentinin kurucusu, ünlü Semiramis’in (Şammuramat’ın) kocası ve Batı Asya’dan Ege’ye kadar uzanan bölgenin fatihi olarak kabul edilen efsanevi bir kimliktir ve adını tanrıça Nina’dan almıştır[9]. İ.Ö. 3. yüzyılın ikinci yarısına tarihlendirilen bu rölyefler bölgedeki doğu etkisini ortaya seren ve Nina kültünün varlığına yönelik varsayımı güçlendiren bulgular olarak değerlendirilmiştir[10]. Kentin Ninos ile ilişkisini kanıtlayan bir diğer arkeolojik bulgu da Geç Helenistik döneme tarihlendirilen bir adak yazıtıdır[11]. Yazıtta tanrı Zeus’un Nineudios epiteti ile anılması anlamlıdır. Doğu mitolojisinde önemli bir karakter olan Belos ile Helen mitolojisinin Kronos’u arasında kurulan özdeşliğin, oğulları Ninos ile Zeus arasında devam ettirilmiş olması[12] ve bu özdeşliğin Zeus’un adına yansıtılması şaşırtıcı değildir. Zeus’un yerel bir sıfatı olarak beliren Nineudios epiteti, hem mitoloji ve inanç sistemindeki doğu-batı etkileşimini, hem de kentin Ninos ve tanrıça Nina ile olan bağlantısını açığa çıkaran bir veridir.
Aphrodisias’daki ya da önceki adıyla Ninoe’deki Nina kültünün süreğenliğini belirli bir zaman dilimine yerleştirmek güçtür. Ancak kültün Helenistik döneme kadar bölgede korunmuş olduğunu söylemek mümkündür. İ.Ö. 6. yüzyıla tarihlendirilen bir yapının temeline ait olabileceği düşünülen duvar kalıntıları, oturur durumda betimlenmiş terrakotta figürinler ile çok sayıda kandil parçası, kültün arkaik kanıtları olarak değerlendirilmiştir[13]. Ne var ki tapınak bölgesindeki periyodik yapılanmalarda mevcut mimari kalıntıların tekrar tekrar kullanılmış olmasından kaynaklanan stratigrafık sorunlar[14] ve buna bağlı olarak mimari bulguların nitelik ve nicelik açısından yetersizliği, kutsal alanın arkaik ve klasik evrelerini (İ.Ö. 7.-4. yüzyıllar) karanlıkta bırakmış; dolayısıyla kültün yapısına ya da kutsal alanın mimarisine ilişkin kesin tespitleri güçleştirmiştir.
Tapınım alanının görüntüsü ve kültün yapısı ancak Geç Helenistik/Erken Roma döneminden itibaren aydınlanmakta ve gittikçe belirginleşmektedir. Bu döneme tarihlendirilen arkeolojik bulgular her şeyden önce kutsal alanda büyük bir değişime işaret etmektedir. İ.Ö. 1. binyılın ilk yüzyıllarında Güneybatı Anadolu’ya yönelen Helen göç ve kolonizasyonuyla başlayan Helenleşme sürecinde -bu kültürel devinim Karia’nın iç kesimlerinde ancak İ.Ö. 4. yüzyılda etkisini göstermeye başlamıştır[15]- Helen din kültürünün önemli bir öğesi olan Aphrodite tanrıça Nina'nın yerini almış; kentin adı da Ninoe’den Aphrodisias’a dönüşmüştür. Erim’e göre kent adındaki bu değişiklik, Büyük İskender’le başlayan dönemde (İ.Ö. 336) Helenler’in ve dolayısıyla Helen etkisinin bölgeye nüfuzu ile gerçekleşmiştir[16]. 1989-1992 yılları arasında kent bazilikasında yürütülen arkeolojik kazılarda ele geçen ve yukarıda değinilen Ninos frizine ait olduğu saptanan bir panel parçası, üze-rinde taşıdığı Aphrodite tasviriyle dikkat çekmektedir. Orta grubu Ninos ve Semiramis’in oluşturduğu bir frizde kentin yeni tanrıçası Aphrodite’ye yer verilmiş olması, söz konusu dönüşümün önemli bir göstergesi olsa gerektir[17]. Tanrısal figürlerin baskın olan kültüre göre birbirinin yerini almasında en büyük etmen, karakterleri arasındaki benzerlik ya da özdeşliktir. Aphrodite ite Nina’yı bir araya getiren ise büyük ihtimalle üzerine geliştikleri “Kutsal Kadın" ya da “Kutsal Ana/Ana Tanrıça"-modelidir. Bu model tarih öncesi dönemlerden itibaren İlk Çağ insanının doğasında köklü bir yere sahiptir. İnsanlık tarihinde avcılığın yerini tarıma bırakmasıyla birlikte kadının ekonomik ve sosyal alanda kazandığı büyük önem, toplulukların matriarkal formda biçimlenmesini beraberinde getirirken, dinsel inançların da bir Ana Tanrıça/Tabiat Ana kavramı üzerine odaklanmasına yol açmıştır. Doğaya egemen olarak kavranan ve yaratıcı, biçimlendirici, besleyici, koruyucu olmak gibi en temel ve doğal özelliklere sahip olan kadının şahsında temsil edilen bu tanrısal güç, İlk Çağ tarihi boyunca farklı kültürlerde farklı adlarla yer edinmiştir. Sümer’de Nina/İnanna, Babil’de İştar,[18] Suriye’de Atargatis ya da Derketo,[19] Fenikeliler'de Aştarte,[20] Kapadokya ve Pontus’da Ma, Firigya’da (Pessinus) Kybele[21] örneklerinin de ortaya koyduğu gibi, kendisine, belli bir bölgeye ve zaman dilimine sınırlı kalınmadan yaygın bir biçimde tapınılmıştır. Bu figürler ait oldukları toplumların sosyo-ekonomik yapıları ve kültürel özellikleri ile karakterize edilmiş olsalar da, özlerini oluşturan “Ana Tanrıça” kimliğinden çok fazla bir şey yitirmemişlerdir. Aphrodite de bu kimliğin Helen din kültüründeki görüntüsüdür. Dolayısıyla tanrıçanın, bölgede baskın çıkan Helen kültür etkisiyle birlikte Nina’nın yerini almış olması doğal görünmektedir. Özetle, Neolitik dönemden itibaren geçimlerini tarımdan sağlayan yöre topluluklarının inanç dünyalarında evrensel Tabiat Ana’nın yerel bir versiyonu olarak gelişen ve zamanla doğu din kültürüyle beslenerek biçimlenen tanrıça, Erken Roma Dönemi’yle birlikte Aphrodite kimliğinde temsil edilmiştir.
Bu döneme değin üzerinde bir tapınak ve kült amaçlı kullanılan birtakım ek yapıları barındıran bölge, Aphrodite tapınımıyla birlikte gelen büyük bir canlanışa sahne olmuştur[22]. Kalıntılar, Romalı imparatorların “Asya’daki tek kent” olarak benimsedikleri[23]. Aphrodisias’a, “en gözde toplum" olarak kayırdıkları[24] Aphrodisiaslılar’a yakışan bir ihtişamın izlerini; daha da anlamlısı, bu ayrıcalığın ve ihtişamın ardına saklanmış bir inancın simgelerini taşımaktadır: Kent, tanrıça Aphrodite’nindir; Aphrodite (Venüs) ise mitoslara göre Romalı soyunu üretendir*.
Roma mitolojisinde Romalılar’ın soyu, Venüs’ün ölümlü Ankhises’den olma oğlu Troia kralı Aineias’a dayanmaktadır. Ovidius’da geçen mitosa göre[25] Venüs, babası Iuppiter’den Aineias ile Aineias’ın oğlu Iulus’u torun olarak kabul etmesini istemiş; damarlarında kendi kanını taşıdığı gerekçesiyle ona tanrısal bir özellik bağışlamasını dilemiştir. luppiter kızının ricasını geri çevirmemiş ve bir ölümlüden olan torununu tanrılaştırmıştır. Aineias, bundan böyle kendisine tapınaklar, sunaklar inşa edilen, tanrısal bir güç, bir ölümsüzdür. Homeros’un destanlarında önemli bir karakter olarak ele alınan[26] Aineias, aslında Romalı ozan Vergilius’un esin kaynağıdır. Ozanın yazıtındaki ana tema, Troia kraliyet soyundan gelen Ankhises’in Venüs’den doğma oğlu Aineias’m, Troia savaşından sonra Anadolu’dan İtalya’ya göçüşü ve Roma kentine temel olacak yeni bir yurt kuruşu üzerindedir. Aineias’ın Kreusa’la birlikteliğinden olan oğlu Iulius, diğer adı ile Askanius, babasının ölümü üzerine kral ûnvanını almış ve Latin halkın başına geçmiştir[27].
Tanrısal Aineias’ı Roma kentinin ve Devleti’nin efsaneli kurucusu olarak karşımıza çıkaran bu mitos, Roma imparatorlarına kutsallığına sığınabilecekleri bir kimlik kazandırmış; Roma İmparatorluğu’nun ardına da çökertmesi zor, sağlam bir dayanak yerleştirmiştir. İmparatorların tanrıça Venüs’e dayandırdıkları kutsal soy iddiası,[28] Romalı tarihçi Appianus’a göre özellikle Caesar’ın mensubu olduğu Iulius sülâlesinde çok belirgindir[29]. Ön yüzünde Venüs başı, arka yüzünde Caesar lejandı ve kucağında babası Ankhises’i taşıyan Aineias figürünün bulunduğu İ.Ö. 44 yılına (Iulius Caesar dönemine) ait gümüş bir Roma sikkesi,[30] imparatorların mitoslar aracılığıyla kendilerine biçtikleri kutsallığın somut bir işaretidir. Tanrıçanın Iulius sülâlesini üreten ve koruyan bir güç olarak görülmesi, kendisine Genetrix (üreten, doğuran) ünvanıyla Roma pantheonunda özel bir yer açmıştır[31]. Romalı Praetorların, Eryx’deki (Sicilya) ünlü Venüs kutsal alanına yapmış oldukları özel ziyaretler, kutsal alanın 200 askerle koruma altına alınmasına ilişkin çıkan senato kararı ve Roma’ya sadık kentlerin tapınak hâzinesine altın olarak ödemeleri gereken vergilere ilişkin buyruklar,[32] Roma Devleti’nin tanrıçaya verdiği önemin uygulamaya dönük örnekleridir.
İmparatorların tanrıça ile aralarında kurdukları kutsal bağ yalnızca mitoslarda kilitli kalmamış; dış dünyaya karşı izlenen siyaseti de güdümlemiştir ki bunun en açık örneği Aphrodisias tarihinde görülmektedir. Söz konusu bağın, imparator isimlerine iliştirilen sıfatlar başta olmak üzere her türlü dışavurumu, siyasi çıkarlara dayanmış; Roma egemenliğine teslimiyetin âdeta bir güvencesi olmuştur. Örneğin Romalı tarihçi Appianus, diktatör Cornelius Sulla’yı “Venüs/Aphrodite’nin gözdesi” anlamına gelen Epaphroditos epiteti ile karşımıza çıkarmaktadır. Tarihçi bu unvanın Cornelius Sulla’ya, Roma Senatosu’nun çıkarmış olduğu özel bir onurlandırma kararıyla verildiğinden ve kendisinin de bu kararı taşıyan belgeyi gördüğünden bahsetmektedir. Aktardığı bilgiye göre Cornelius Sulla Epaphroditos, İ.Ö. 85 yılında Anadolu’yu tehdit eden Mithridates savaşları sırasında üstün bir güce nasıl kavuşabileceği konusunda bir kâhine danışmış ve kâhinden, “kutsal güç saçan Aeineias soyunun koruyucusu olan Kypris’e"* bir labyris (çift ağızlı balta) sunması gerektiği yolunda öğüt almıştır. Sulla, aldığı öğüt üzerine Aphrodisias’a altın bir taç ve labyris göndermiş; yanına da, rüyasında tanrıçayı silâhlanmış savaşkan bir kraliçe olarak kendisini ağırlarken gördüğünü anlatan bir mektup eklemeyi ihmal etmemiştir[33].
Sulla’nın askeri sefer öncesi tanrıçanın önemli bir kült merkezi olan Aphrodisias’a yolladığı labyris, gücü ve savaşı sembolize eden, Karia’ya özgü bir semboldür[34]. Sunulan armağan, simgelediği değerler açısından Venüs’ün güç ve zafer bağışlayan koruyucu bir savaş tanrıçası olarak benimsenmiş olabileceğini düşündürmektedir ki bu sembol İ.Ö. 1. yüzyıla tarihlendirilen ön yüzü Venüs portreli bir Aphrodisias sikkesinde de yer almaktadır[35]. Sergilenen davranış modeli ise, inanç yönünden savaştan askeri başarı, siyasi yönden ise Aphrodisias’dan sadakat beklentisinin bir dışavurumu olsa gerektir. Epahroditos ünvanına gelince, Roma’nın Anadolu’daki varlığını tehdit eden Mithridates savaşının (İ.Ö. 85) yarattığı siyasi bir kaos ortamında, gücünü ancak kendisine sadık toplumlarla besleyebilen Romalı bir otoritenin Venüs'e tapınan bir halkın karşısına bu sıfatla çıkması, dinsel inanç sömürüsünün açık bir belirtisi gibidir. “Tanrıçanın gözdesi olmak" büyük olasılıkla gereken sadakati sağlamış; sağlanan sadakat de mükâfatsız bırakılmamıştır. Mithridates savaşı (İ.Ö. 81) sonrasına tarihlendirilen bir Stratonikeia yazıtı[36] bu bağlamda dikkat çekicidir. Tanrıçanın kültüne ilişkin izler[37] taşıyan bu yerleşim alanından* çıkan yazıtta da Sulla aynı ünvanla anılmaktadır. Söz konusu yazıtın bir bölümünde, diktatörün düşman güçlere karşı cesurca direniş ve Roma’ya bağlılık örneği sergileyen Stratonikeialılar’a duyduğu şükran duyguları dile getirilmiş; kentin özerk yapısının korunacağı; birtakım bağışlarda bulunulacağı belirtilmiştir[38]. Bağışlanan haklar Roma açısından âdeta gelecekteki sadakatin ve kolay kontrolün garantisidir. Kazanılan türlü hak ve ayrıcalıkların korunması ise gösterilen sadakatin devamlılığına bağlıdır. Üstü kapalı görünen bu türlü koşullanmalarda dinsel inanç bütünlüğünün ve sömürüsünün rolü yadsınamaz boyuttadır. Bu durum Roma-Aphrodisias ilişkisi çerçevesinde değerlendirildiğinde, inanç ortaklığıyla geliştirilen yakınlığın ve alınan karşılığın daha da büyük çapta olduğu görülmektedir.
Aphrodisias’dan gün ışığına çıkarılan ve İmparatorluk Çağı’na tarihlendirilen bulgular, Roma ile Aphrodisias arasında Venüs üzerine kurulmuş olan inanç ortaklığını çarpıcı bir biçimde ortaya sermektedir. Kentin Sebasteion bölgesinden ele geçen rölyefli panel parçaları, Romalı yöneticiler tarafından ileri sürülen kutsal soy iddiasının Aphrodisias’daki uzantılarıdır. En kayda değer olanların başında, lulius sülâlesi mensuplarının Venüs ve Aienias’la birlikte görüntülendiği bir rölyef gelmektedir[39]. Aineias’ın, annesi Venüs’ün koruması altında babası Ankhises’i sırtında taşıyarak Troia’dan kaçışının ve Roma’ya yolculuğunun işlendiği bir başka sahne,[40] Romalılar arasında yaygın olan Aineias destanının Aphrodisiaslılar tarafından da benimsendiğini göstermektedir. Epigrafik bulgular üzerinde tanrıçanın Geneteira[41] ve Prometor[42] (İlk Ana) sıfatlarıyla anılması ya da Roma imparatoruna Theogenes[43] (Tanrı Soyundan Gelen) unvanının verilmesi, bu benimseyişin diğer önemli kanıtlarıdır. Aphrodisiaslılar’ın, imparatorları "Venüs’ün Çocukları”[44] olarak bu denli yüceltmesi, her iki tarafa da maddi ve manevi kazançlar sağlamıştır.
Aphrodisias’ın en büyük kazancı İ.Ö. 39 tarihli bir Senatus Consultum (Senato Karan) ile olmuştur[45]. lulius Caesar’ın İ.Ö. 44 yılında kadedilmesini izleyen, Octavianus, Lepidus ve M.Antonius’un oluşturduğu Üçlü Koalisyon (Triumvires) Dönemi’nde çıkartılan bu karar. Parth savaşları esnasında (İ.Ö. 40) bir çok Anadolu kentinin aksine, Labienus’a direnç göstererek Roma’dan sadakatini esirgemeyen Aphrodisiaslılar’ın[46] mükâfatlandırılmasına ilişkindir. Caesar döneminde kente tanınmış olan ayrıcalıkların korunduğuna ve yürürlükte kalacağına, ayrıca bunlara yenilerinin ekleneceğine dair bir teminat mektubu niteliğinde olan yazıtta, Aphrodisias’ın Roma’nın müttefıği ve dostu olduğu, halkının özgür kılındığı, tüm vergilerden muaf tutulduğu ve kentten asker, silâh ya da gemi talep edilmeyeceği belirtilmiş; kent ve civarına Roma askeri güçlerinin yerleştirilmeyeceği garanti edilmiş; kentin kendi yasalarını çıkarma yetkisi ve özerk yapısı tanınmış; ayrıca Venüs tapınağının dokunulmazlığı ilân edilerek kutsal alana sığınma hakkı (asylium) verilmiştir. Venüs, “halkın arasında olan bir tanrıça" olarak anılmaktadır. Bu tanımlama, tanrıçanın kentte benimsenmiş olan “Yöneten”[47], “Kurucu”[48] ya da “İlk Ana”[49] sıfatları kadar özel ve belirleyici değilse de, Venüs’e koruyucu bir kent tanrıçası olarak tapınılmış olabileceğini düşündürmektedir. Caesar döneminde Venüs kutsal alanına verilmiş olan sığınma hakkının İ.Ö. 39 yılında Senato tarafından resmen onaylanması ve tapınım alanının dört bir yanından yaklaşık 36 metre daha genişletilerek kesin sınırlara kavuşturulması, Venüs kültüne verilen değerin artışına işaret eden önemli bir gelişmedir[50]. Yazıta göre, Senato’nun aldığı karar çerçevesinde Aphrodisias ile Roma arasında yapılacak antlaşmanın yazıldığı bronz tabletlerin bir kopyası, Roma-Capitolium’daki luppiter tapınağında, diğer kopyası ise Aphrodisias’daki Venüs tapınağında saklanacakur. Romalı 340 senatörün and içerek almış olduğu bu kararlar ve bunların tablet üzerinde korunma biçimi, her iki taraf arasındaki dinsel ve siyasal birliğin önemli bir göstergesidir. Kentin böylesi ayrıcalıklı bir konuma kavuşmasında, M. Antonius’un, İ.Ö. 40 yılındaki Parth savaşları sırasında istilâcı güçlere karşı direnmiş olan kentlere duyduğu minnettarlığın payı büyüktür. Kendisine Roma devleti tarafından birtakım haklar tanınan tek kent elbette Aphrodisias değildir[51]. Ne var ki yazıt, Aphrodisiaslılar’ı diğerleri arasında “en gözde toplum” olarak karşımıza çıkarmaktadır[52]. Bu tanımlamanın ardında Septimius Severus ve Caracalla’nın da belirttikleri gibi tanrıçaya verilen önem yatmaktadır. Her iki imparatorun imzasını taşıyan ve İ.S. 2. yüzyılın sonuna tarihlendirilen bir yazıtta, kentin baş tanrıçasından dolayı Aphrodisiaslılar’ın Roma’ya daha yakın görüldüğü belirtilmiştir[53]. Bu görüş, imparatorlar ile Venüs arasında kurulmuş olan soy ilişkisinin, Aphrodisias halkının ayrıcalıklı kılınmasında önemli bir etmen olduğunu bir kez daha düşündürmektedir.
Iulius Caesar’ın siyasi alanda mirasçısı olan ve Roma talihinde önemli bir dönüm noktasını başlatan Octavianus döneminde, Aphrodisias’la kurulmuş olan kişisel ve siyasi bağın tazelenmiş, kentin ayrıcalıklı statüsünün korunmuş olduğu göze çarpmaktadır, izlediği dinsel politikada Caesar’ı model alan Octavianus’un, özellikle İ.Ö, 27 yılında Augustus (muzaffer) unvanını aldıktan sonra, siyasi gücünü sağlamlaştırmak amacıyla Asya eyaletindeki tapınak ve kutsal alanlarla yakından ilgilenmiş olduğu görülmektedir. Ancak Anadolu’daki kutsal alanlar arasında ilgisini üzerine en fazla yoğunlaştırdığı ve ayrıcalıklı kıldığı bir kült merkezi vardır ki bu da Aphrodisias’daki Venüs tapınım alanıdır. Aphrodisias yazıdan ışığında değerlendirildiğinde Augustus’un kent ve külte gösterdiği ilgide, tıpkı Caesar döneminde olduğu gibi, Romalılar ile tanrıça arasındaki soy ilişkisinin rol oynadığı, imparatorun bu ilişkiye dayanarak edinmiş olduğu kutsal kimliğin, kent üzerindeki siyasi gücünü sağlamlaştırmasına büyük katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır[54].
Sebasteiondan gün ışığına çıkarılmış olan epigrafık ve diğer arkeolojik bulgular, Roma’nın kente ve külte gösterdiği önemi, tanrıça ile Augustus arasındaki özel ilişkiyi ve buna karşılık kentin Roma imparatorluğuna duyduğu saygıyı somut olarak ortaya sermektedir. İ.S. 1. yüzyıla tarihlendirilen kalıntılar arasında yer alan Venüs’e ait bir heykel kaidesi üzerinde tanrıça, Augustus’un Prometor'u (İlk Anası) olarak anılırken,[55] aynı döneme tarih-lendirilen bir başka yazıtta Sebasteiondaki propylonun “Venüs’e, Kutsal Augustus’a ve Demos’a (halka)” adanmış olduğundan bahsedilmektedir[56]. Tanrıça ile Roma imparatoru arasındaki kutsal ilişkiyi açığa çıkaran bir başka kaynak, yine aynı dönemden günümüze ulaşan büyük mermer bir blok üzerinde yer alan yazıttır[57]. Kentin doğu duvarından ele geçen bu adak yazıtında, Marcus lulius Attains adında bir şahsın ‘İmparatorların tanrıçası Venüs Geneteira’ya, Senato’ya ve Roma Halkına’ duyduğu minnettarlık dile getirilmiştir. Tanrıçanın üreten, doğuran Kutsal Ana niteliğini ön plana çıkaran Geneteira sıfatı, tanrıçanın Augustus’un Prometor'u olarak benimsenmiş olduğunu güçlendiren bir veridir[58]. Yazıtta dikkat çeken bir başka yön de, Roma egemenliği altında olan diğer Anadolu kentlerine ait yazıtlarda karşılaşılmayan bir ithaf biçimidir. Söz konusu fark, "Kentin Tanrıçası, Roma İmparatoru ve Kent Halkı”nın yanısıra, “Roma Halkına ve Senatosu’na” da ithafta bulunulmuş olmasıdır[59]. Bu ibare, Aphrodisias ile Roma arasındaki dinsel ve siyasal bağı vurgulaması bakımından önemlidir.
Augustus yönetiminin ilk yıllarında Venüs kült merkezine gösterilen özenin bir diğer göstergesi de kutsal alandaki mimari yapılanmadır. İ.Ö. 39 tarihli Senato kararıyla bağışlanmış olan hakların verdiği bir güvenle inşasına başlandığı düşünülen tapınak kompleksinin, ancak Augustus döneminde büyük bir törenle kullanıma açılmış olabileceği ileri sürülmektedir[60]. Uzun kenarları onüç sütunlu oktastil formda yapılan tapınak, sonradan Korint başlıklı sütunlarla çevrili bir temenosla daha da zengin bir görünüme kavuşturulmuştur[61]. Büyük olasılıkla, imparatorların Tanrısal Anası Venüs kültüne merkezlik eden bir yerleşim yerinde görkemli bir yapılanma ihtiyacı duyulmuştur ki kutsal alanının “Venüs Prometor'a ve lulius soyundan gelen imparatorlara” adanmış olması[62] bu olasılığı güçlendirmektedir. Tapınağa ait yapı blokları üzerinde yer alan ve Augustus dönemine tarihlendirilen bir yazıt,[63] tapınağın inşasına katkıda bulunan kişilerin bir listesini vermektedir. Şahısların kimler olduğunu saptamak güç olsa da adı geçenler çok büyük olasılıkla kültte görevli olan rahiplerin ya da tapınak hâzinesinden sorumlu neopoioi (tapınak muhafızları) kurulunun üyeleridir. Tapınağın inşası için gereken paranın büyük ölçüde kült hâzinesinden karşılandığı anlaşılmaktadır. İmparatorluk Çağı’nda imparator kültünün benimsenmesi ile birlikte -bu, İ.S. 14 yılında Augustus’un resmen tanrılaştırılması üzerine gelişen bir tapınım modelidir[64]- kentin zengin ailelerinin cömert bağışlarıyla agoranın doğusunda inşa edilen yeni binalar[65], kutsal alanı daha da renklendirmiştir. 1979 yılında gün ışığına çıkarılan ve yazıtlarda Sebasteion olarak anılan yeni yapı kompleksi ise “Venüs’e, Augustus’a ve lulius-Cladius soyundan gelen imparatorlara" adanmıştır. Bu durum, Sebasteion’un hem imparatorlar kültünde hem de Venüs tapınımında kullanılmış bir temenos olduğunu düşündürmektedir[66]. Venüs’ü Prometor ton Theon Sebaston (Kutsal Augustus’un İlk Anası) olarak tanımlayan[67] Aphrodisiaslılar, Augustus’u tanrılaştırmakta büyük olasılıkla zorluk çekmemişlerdir[68].
Roma İmparatorluk Çağı’ndaki kentsel rekabette önde giden Aphrodisias, sahip olduğu üstün koşulların ve görkemin, Roma ve lulius ailesi ile kurmuş olduğu yakın bağdan kaynaklandığının bilincindedir. Bir başka deyişle Aphrodisiaslılar, Roma imparatorlarınca Venüs’e biçilen “İlk Ana" kimliğinin ya da bu kimliğin siyasi düzleme taşınan yönünün farkındadırlar. Hatta Roma idaresinin Anadolu’da güçlenmeye başladığı Geç Helenistik Dönem’de yerleşim yerinin Aphrodisias adını almasında, kent rahiplerinin politik yaklaşımının rol oynamış olabileceği düşünülmüştür[69]. Aphrodisiaslar kazandıkları konumu kaybetmek istememişlerdir. Gerek baş tanrıçalarını imparatorların Prometor’u kabul ederek, gerekse onlara kutsal alan adayarak Roma Devleti’ne gösterdikleri saygı ve sadakat, kentin önde gelen bir şahsiyetinde ifadesini bulmuştur. Bu kişi, Venüs kültünün baş rahibi ve kentin baş magistratı C. Iulius Zoilos’dur. Epigrafik veriler, İ.Ö. 38 yılından itibaren ardarda on kez stephanephorus memuriyetini üzerinde taşımış olan Zoilos’u,[70] memleketi olan Aphrodisias’ın Roma idaresindeki ayrıcalıklı konumu kazanmasında ve halkının Roma’ya sadık kalmasında aracı rol üstlenmiş önemli bir figür olarak karşımıza çıkarmaktadır[71]. Zoilos'un her iki taraf arasında oynadığı önemli rol, siyasi statüsü kadar dini görev ve yetkilerine de dayanmış olmalıdır. Zira önceleri bir köle olarak Iulius Caesar’ın emrinde çalışmış olan ve daha sonra Augustus tarafından azad edilen bu şahsiyetin,[72] Aphrodisias’a döndükten sonra Venüs kültünde ömür boyu baş-tabiplik memuriyetini elde etmiş olmasında[73] derin bir anlam yatmaktadır. Zoilos’un kentin siyasal ve dinsel yaşamında oynadığı aktif rolde Roma impa-ratorluğunun desteği olduğunu başka bulgulara dayanarak ileri sürmek mümkündür. Kent tiyatrosundaki arşitrav bloklardan birinde yer alan Octavianus’un mektubu,[74] Roma’nın başrahibe ve kente verdiği önemin ve değerin çarpıcı bir kanıtıdır. İmparator, M. Antonius’un Aphrodisias’a yönetici olarak atadığı Stephanos adlı bir şahsa yazdığı mektubunda, rahip Zoilos’dan dostu olarak bahsetmekte; Asya eyaleti sınırları içinde dostunun memleketi olan Aphrodisias kenti ile özellikle ilgilendiğini ve sadece bu kentin himayesini üzerine aldığını vurgulamakta; sert ve tehditkâr bir ifade ile Aphrodisias halkının korunması ve çıkarlarının gözetilmesi konusunda emirler vermektedir. Octavianus’un, Prometoru olarak ilân ettiği Venüs’ün başrahibini dostu olarak benimsemesinde, dostunun memleketi olarak tanımladığı Aphrodisias’ın özgürlüğüne düşkün bir tutum sergilemesinde ve âdeta batıdaki tebaası ile eşit gördüğü Aphrodisiaslılar’ın haklarına ve çıkarlarına ilgi göstermesinde ve bu ilgiyi ifade biçiminde politik bir yaklaşım göze çarpmaktadır. Geleceğin imparator Augustus'u büyük olasılıkla, Anadolu’da kendine dayanak noktası olarak kullanabileceği politik bir zemin yaratma çabasındadır. Bu açıdan bakıldığında, rakibi M. Antonius’a karşı siyasi gücünü sağlamlaştırmak isteyen Octavianus’un, Aphrodisias kentini Anadolu’daki diğer Helen kentlerine karşı iyi bir propoganda aracı olarak kullanmış olabileceği göz ardı edilmemelidir. Böyle bir amaç doğrultusunda harcanan çaba, Venüs kültüne dayandırılarak olumlu yönde gelişmesi ve korunması amaçlanan Roma-Aphrodisias ilişkisinde, dinsel ve siyasi alanda etkin ve yetkin olan ve böylece kentin sadakatini temin edebilen Aphrodisiaslı bir şahsın aracılığını gerektirmiştir. Zoilos’un yaşamı boyunca üzerinde taşıdığı başrahiplik görevi ile on yıl boyunca icra ettiği stephanephorosluk memuriyeti, bir yandan Roma’nın güttüğü siyasete hizmet etmiş; diğer yandan da Aphrodisias’ın ayrıcalıklı konumunun korunması gibi halkının yararına kalıcı bir düzen sağlamıştır. Kendisinin Roma-Aphrodisias ilişkisinde yüklendiği misyon her zaman için övgü toplamış; ayrıca taşıdığı statünün de teminatı olmuştur. Venüs tapınağının batı kapısına ait mermer bir blok üzerinde yer alan ve Augustus dönemine tarihlendirilen bir yazıtta Zoilos’un “kentin kurtarıcısı” ve “hayırsever” sıfatlarıyla anılmış olması[75] Aphrodisiaslılar’ın kendisine duyduğu şükran duygusunun bir ifadesidir. Kent tiyatrosunun inşası için bağışta bulunacak kadar zengin olan Zoilos, Aphrodisias’da onuruna anıt dikilen ender şahsiyetlerden biridir. Kentin kuzeydoğu kesiminde yapılan kazılar sırasında ele geçen üzeri Zoilos frizi ile süslenmiş anıtsal kalıntılar, söz konusu karakterin önemini açığa çıkaran önemli bulgulardır. Bunlar arasında İ.Ö. 1. yüzyıla ait olan eserde Demos’un, etrafı alegorik figürlerle çevrili olan ve Polis tarafından taçlandırılan Zoilos’u selâmlama sahnesi,[76] baş rahibin Aphrodisias açısından değerini ve büyüklüğünü göz önüne sermektedir. Romalı yöneticilere gösterilen sadakatin korunmasında önemli rol üstlenmiş tek isim elbette Zoilos değildir. Kendisini, Zelos ve M. Isobounos gibi Venüs kültünde başrahiptik yapan, tapınak görevlilieri olarak hizmet veren ya da magistrat statüsünde olan kişiler izlemiştir.* Soylu sınıfın temsilcileri olan bu kimselerin, sahip oldukları sosyo-ekonomik koşulların kendilerine sağladığı dini ve siyasi yetkileri, Roma-Aphrodisias ilişkisinde kendileri ve kentleri yararına kullanmış olduklarını söylemek mümkündür.
Aphrodisias-Roma ilişkisinde esasen Sulla ile başlayarak Caesar ve Octavianus yönetimi boyunca yapıcı bir unsur olarak ön planda tutulan Venüs kültünün sonraki dönemlerde öneminden hiç bir şey yitirmediği görülmektedir. Roma Devleti ile tanrıça arasında kurulan kutsal bağın imparator Traianus’dan (İ.S. 98-117) itibaren de siyasi alanda itici bir güç olarak kullanılmış olduğu yine epigrafik bulgulardan anlaşılabilmektedir. 1977 yılında kentin agora kapısının güneyinde yürütülen kazı çalışmalarında, içlerinde Eros figürlerinin de yer aldığı çok sayıda rölyefli heykel kaidesi gün ışığına çıkarılmıştır. Bunlardan iki yüzü de yazıtlı olan bir parçada, söz konusu eserin Traianus tarafından Venüs Prometor'a adanmış olduğunu belirten bir ifade bulunmaktadır[77]. Harf karakteristiğine dayanarak İ.S. 1. yüzyılın sonu ya da 2. yüzyılın başına ait olduğu düşünülen yazıt, öncekiler gibi Traianus’un da kutsal soy ilişkisini korumuş olduğunu açıkça göstermektedir. İ.S. 2. yüzyılın sonlarında Septimius Severus (İ.S. 193-211) ve Caracalla’nın (İ.S. 198-217) Aphrodisias kentine ve kentin baş tanrıçasına sergiledikleri yaklaşım Traianus’unkine benzer niteliktedir. Kent tiyatrosundaki arşitrav bloklardan birinde yer alan ve her iki liderin de imzasını taşıyan bir mektupta,[78] Aphrodisias kentine bağışlanmış olan hakların korunduğuna değinilmiş; her iki liderin, kentin baş tanrıçası Venüs’e düşkün kişiler olarak, barbarlar üzerinde kazanmış oldukları zaferden dolayı bir kutlama bekledikleri vurgulanmıştır. Aynı liderler tarafından yazılmış bir başka mektupta,[79] kentin bu döneme kadar edinmiş olduğu özel statünün devam ettirilmesine özen gösterileceği bildirilirken, “kenti yöneten” bir tanrıça olarak tanımlanan Venüs’ün varlığından dolayı, Aphrodisiaslılar’ın diğer kent halklarına göre Roma İmparatorluğu’na daha yakın görüldüğü belirtilmiştir. Benzer ifadelere yine aynı yüzyıldan gelen Traianus Decius (İ.S. 249-251) ve Herennius Etruscus* a (İ.S. 251) ait mektupta da rastlamak mümkündür. Kent duvarının güney kısmında ele geçen bir blok üzerinde yer alan mektupta, hem adını Venüs'den almış bir kent hem de Roma’nın sadık müttefiği olması sebebiyle, Aphrodisias’dan Decius ve Etruscus yönetimine destek vermesi istenmiş; ayrıca o zamana kadar bağışlanmış olan hakların bundan böyle de korunacağı ifade edilmiştir[80].
Venüs’ün Roma-Aphrodisias ilişkisindeki etkin rolü, ön yüzleri çoğunlukla imparator portreleriyle bezenmiş Aphrodisias sikkelerinde de ikonografik ifadesini bulmuştur. İ.S. 2. yüzyılın ortalarına (İ.S. 161-169) ait olduğu saptanan bir sikke üzerinde M. Aurelius ve Lucius Verus’un, tanrıçanın kült heykeline tapınır pozda betimlenmiş olması[81] dikkat çekicidir. İ.S. 3. yüzyılın başına tarihlendirilen diğer bir sikkede ise iki imparator arasındaki dostluk sahnesi işlenmiştir[82]. El sıkışırken betimlenen askeri giysili imparator figürleri arasında altar motifine yer verilmesi; belki daha da önemlisi, soldaki figürün elinde bir Venüs idolü taşıyor olması anlamlıdır. Roma İmparatorluk Çağı’na ait Aphrodisias sikkelerinde yer alan bu tür sahneler, imparatorların Prometor epiteti ile Venüs’e biçtikleri ‘Tanrısal Ana” kimliğinin önemli bir vurgusu, hatta resmi bir iletisi olmalıdır.
Roma’nın Aphrodisias politikasında önemli bir unsur olarak beliren Venüs Prometor’un kimliği ne tür tanrısal nitelikler üzerine gelişmiş; çağın koşullarının doğurduğu kaygı ve beklentilerle yönlenen dinsel inançlar, tanrıçaya ne tür roller yüklemiştir? Arkeolojik bulgular bu soruya kısmen ve dolaylı yoldan cevap sunmaktadır. Anlaşılan odur ki Venüs’e öncelikle kent koruyucu bir tanrıça olarak tapınılmıştır. Tapınan grupların, yaşamın akışını belirleyen koruyucu bir güce olan inançları ve o güce sığınma ihtiyaçları büyük olasılıkla tanrıçaya böylesi bir rol yüklemiştir. Venüs’ün kent ve halk üzerindeki egemen yönü, bir Aphrodisias yazıtında “kentin yöneticisi” sıfatıyla dile gelmiştir[83]. İ.S. 180 yılına tarihlendirilen ön yüzü Commodus büstü ile kaplı bir Aphrodisias sikkesinde,[84] tanrıçanın elinde asa ve başında sur formunda bir taçla betimlenmiş olması, bu yönünün somut bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Egemenliği simgeleyen asa, Apollonia Salbake,[85] Korint,[86] Leukas (Akarnania bölgesi)[87] sikkelerinin de ortaya serdiği gibi, tanrıçayla bir arada görüntülenen yaygın bir semboldür. Korunmanın ya da savunmanın bir simgesi olan sur ise, kentin varlığının ve güvenliğinin önce Venüs’e emanet edilmiş olduğunu göstermektedir ki İ.S. 1. yüzyıla ait rölyefli bir büst, tanrıçaya yönelik gelişen bu sığınma duygusunun önemli bir yansımasıdır. Venüs, yüksekliği 60 cm. olan bu mermer eserde, başında taşıdığı surlu taçıyla tipik bir kent tanrıçası görünümündedir[88].
Venüs’ün kent-devleti üzerindeki koruyuculuğu temelde savaşçı niteliğiyle ilintilidir. Kendisine bir savaş tanrıçası olarak tapınılmış olabileceğini dolaylı yoldan ortaya koyan bulguların başında Venüs-Mars betimli bir sikke gelmektedir[89]. Bir savaş tanrıçası olan Mars’ı Venüs ile bir araya getiren ise -bu birliktelik İ.Ö. 4. yüzyıla ait bir Venedik rölyefi[90] ya da Roma dönemine ait bir Teos sikkesinde[91] daha açıktır- büyük olasılıkla aralarındaki karakter benzeşmesidir. Helen-Roma inancı, her iki figürü de savaşlarda kendilerinden medet umulan, üstün güç ve zafer için kendilerine yakarılan tanrısal güçler olarak karakterize etmiştir. Örneğin Romalı ozan Maitialis’de üstün askeri güç, sadece savaşçı Mars’ın değil, Venüs’ün de bir bağışı olarak tanımlamıştır[92]. Ozanın Venüs'ün karakterine ilişkin ipuçları barındıran bu ifadeleri, tanrıçanın adına bitiştirilen Strateia (komutan)[93] ya da Areia (savaşçı)[94] unvanlarıyla doğrulanabilmektedir. Tanrıçaya askeri zaferin kaynağı olarak önemli bir rol yükleyen bu güçlü inanç, Nikephoros (zafer getiren), Victoria (muzaffer) ya da Victrix (zafer müjdeleyen/zafer sağlayan) sıfatlarında daha da belirgindir. İ.Ö. 291 yılında Romalılar’ın Samnium’da bulunan Venüs Nikephoros kült heykelini başkentlerine taşımaları, Victoria için bir tapınak inşa etmeleri ve Foruma anıtsal bir heykel dikmeleri tanrıçanın zafer ile bağını somutlaştıran yaklaşımlardır[95]. Caesar’ın, Pompey ile giriştiği mücadelede Venüs Victrix’e kurbanlar kesmesi ve başarı kazandığı takdirde minnetinin bir ifadesi olarak Roma’da tanrıça için bir tapınak inşa ettireceğine dair and içmesi, tanrıçanın söz konusu alandaki etkin gücüne yönelik inancın bir başka dışavurumu olsa gerektir[96]. Venüs’ün bu yönü Aphrodisias sikkelerinde Nike figürü ile simgelenmiştir. İ.S. 2. yüzyılın sonlarına tarihlendirilen bir sikkenin arka yüzünde tanrıça bir elinde asa, diğer elinde ise Nike heykelciği tutarken betimlenmiştir[97]. Nike zaferi simgeleyen bir unsurdur. İ.S. 2. yüzyılın ikinci yansına ait bir diğer sikke,[98] Nike’nin bu yönünü açığa çıkaran önemli veriler taşımaktadır: Arka yüzde yer alan ana motif bir imparator tasviridir. Elinde tuttuğu mızrak ile yanında duran tutsaklar, imparatorun savaş sonrasındaki galibiyetinin simgeleri olmalıdır ki diğer elinin alanda bulunan trophe* motifi bu kanıyı bir hayli güçlendirmektedir. Liderin Nike ta-rafından taçlandırılarak ödüllendiriliyor olması ise bu tanrısal figürün, zaferin teminindeki etkin rolünü ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, yukarıda ele alınan Venüs-Nike betimli sikkeye yansıyan, tanrıçanın savaşlarda kazanılan başarının kaynağı olduğu yolundaki genel inançtan öte bir şey değildir.** Nitekim, İ.S. 3. yüzyılın başına tarihlendirilen bir başka örnekte[99] zaferin simgesi olan ganimet motifine Venüs kült imajı, rahibe figürü ve altar tasvirleri ile bir arada yer verilmiş olması, dolaylı yoldan kurulan bu ilişkiyi daha da pekiştirmekte; kent tanrıçasının bu yönünün, resmi tapınımda ne denli ön plâna çıkarılmış olduğunu göstermektedir.
Venüs’ün bir kent tanrıçası olarak benimsenmesinde ve bu yönünün özelllikle Roma döneminde ön plâna çıkarılmasında toplumsal ve siyasal etmenler olduğu yadsınamaz. Geç Hellenistik dönemde Aphrodisias bölgesindeki kentleşme sürecinde, kent-Devleti’nin varlığı için gerekli olan güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yönelik kaygılar ya da dış dünyaya karşı korunma ve savunma ihtiyacı, tanrısal gücün rolünü belirlemiştir. Bu bağlamda gelişen inanç bütünlüğü, bireysel tapınmadan uzak, resmi ve kolektif bir kült yapısı doğurmuştur ki bu kült, Aphrodisias kent-Devleti’nin bel kemiğini oluşturmuştur. Tanrıçayı yaşama egemen bir güç olarak kent tanrıçası niteliğiyle dinsel inanç sisteminin merkezine konumlandıran kaderci anlayış, Roma- Aphrodisias ilişkisindeki pragmalik ve oportünist yaklaşımlara büyük olasılıkla kolaylık sağlamıştır. Diğer bir deyişle Venüs’e bağlılık, siyasetin aracı olmuştur. Doğuya yönelik yayılmacı bir politika izleyen ve Anadolu’yu kendilerine önemli bir üs olarak hedefleyen Roma imparatorlarının önce kent tanrıçasına yönelmeleri, hatta kutsal bir soy iddiasıyla bu tanrısal güce oldukça yakın durmaları doğaldır. Soylarını tanrıçaya dayandıran lulius sülâlesi üyeleri ve onların siyasi alandaki mirasçıları olan imparatorların tanrıça Venüs’e Prometor kimliğiyle yükledikleri rol, Roma’ya kendisine sadık müttefik bir toplum, kutsallığına sığındığı sağlam bir zemin yaratırken, Aphrodisias’a da siyasal, sosyal ve ekonomik alanda diğer Anadolu kentlerinin sahip olamayacağı kadar çıkar ve haklar sağlamış; Roma çağı dünyasında azımsanamayacak bir önem kazandırmıştır.
Kentte oldukça derin köklere sahip olan Venüs Prometor kültünün yüzyıllarca öneminden bir şey yitirmediği, hatta antik çağın bitiminde Hıristiyanlığa rağmen kolayca silinmediği görülmektedir. 1981-82 yıllarında Sebasteionun kuzey portikosunda ele geçen ve İ.S. 3. yüzyıldan sonrasına tarihlendirilen kalıntılar, Venüs’e duyulan inancın ve sadakatin sürekliliğine işaret etmesi açısından anlamlı göstergelerdir. Bunlar arasında tanrıçanın idolünü taşıyan büyük bir rahip büstü, bir basamak üzerinde oturur durumda betimlenmiş Venüs figürü ile siyah mermerden yapılmış üç adet altar dikkat çekici örneklerdir[100] Bu bağlamda göze çarpan bir diğer bulgu da Tiberius Portikosundan ele geçen, İ.S. 5. yüzyıla ait başı örtülü rahibe heykelciğidir[101]. Hıristiyanlığın bölgede mevcut olan pagan kültürü üzerindeki baskısı ve yıkıcı etkisine direnişin somut bir ifadesi olan bu figür, söz konusu dönemde paganlar arasında özel kullanım için gizlice üretilen dinsel nitelikli küçük sembollerin sadece bir örneğidir. İ.S. 5. yüzyılın ortalarında entelektüel yaşamda kentin önde gelen isimlerinden biri olan ünlü filozof Asklepiodotos’un etkisiyle, paganizmin Venüs’ün şahsında canlanmış olduğu; ancak bu inancın, pagan kültürünü çökertmeye dönük yoğun çabaların harcandığı Justinianus döneminde (İ.S. 6. yüzyılın ortaları), paganist aydınların suçlu ilân edilmesine kadar yerini koruyabildiği anlaşılmaktadır[102]. Bu tarihten itibaren tanrıçanın ve kentin adı yapı blokları üzerinden silinerek kentin adı 'Haç Kenti’ anlamına gelen Stauropolis’e dönüşmüş;[103] tüm görkemi ile kentin simgesi haline gelmiş olan Venüs tapmağı da yapısal değişikliğe uğrayarak yerini bir Hıristiyan kilisesine bırakmıştır. Böylece, yüzyıllarca Venüs kültüne merkezlik yapmış olan Aphrodisias kült merkezi, bu tarihten itibaren bir pisikoposluk merkezi olarak bambaşka bir inanç sistemine beşiklik etmiştir[104].