Giriş
Osmanlı tarihinin temel kaynaklarının büyük çoğunluğunu vergi verebilecek nüfusun tespitini sağlayan ve sayım sonuçlarını içeren Tahrir Defterleri oluşturmaktadır[1]. 15. ve 16. yüzyıllarda hazırlanmış olan, fakat 17. yüzyılda da bazı örneklerini gördüğümüz bu defterler, Osmanlı Devleti’nde timar sisteminin uygulandığı topraklardaki vergilendirilebilir ekonomik faaliyetlerin ve insan kaynaklarının yerinde tespit ve kaydını içermesi açısından bizlere is-tatistiksel analize uygun en zengin sayısal verileri sunmaktadırlar. Klasik tahrir geleneğinin bir uzantısı olarak 17. yüzyıldan itibaren düzenlenmiş olan avârız-hâne ve cizye defterleri de dönemin demografi tarihi açısından oldukça önemli kaynaklardır[2].
Avârız-hâne ve cizye defterlerini kaynak almak suretiyle yapılan çalışmaların son zamanlarda büyük bir ivme kazanmış olması tarihçiliğimiz açısından oldukça sevindiricidir. Bunların bir bölümü avârız vergisi ile avârız-hâne ve cizye defterlerinin önem ve güvenirliği hususundaki tartışmaları içerirken[3], bir bölümü de muayyen bir bölgeyi esas alan çalışmalardır[4].
Avârız, Osmanlı împaratorluğu’nda, Tanzimat’ın ilanına kadar, fevkalâde hallerde ve bilhassa savaş masraflarını karşılamak üzere, hükümdarın emri ile, halkın doğrudan doğruya devlete vermeye mecbur tutulduğu her türlü hizmet, eşya ve para şeklindeki vergilere verilen isimdir[5]. Avârız-ı dîvâniye ve tekâlif-i örfiye olarak da adlandırılan bu çeşit vergiler, 15. ve 16. yüzyıllarda ihtiyaç halinde halktan toplanmakla birlikte, bunun için tahrir defterlerinden müstakil olarak ayrı defterler düzenlenmemiştir. 17. yüzyıla gelindiğinde Celali isyanları ve timar sisteminin bozulması gibi sebeplerle artık önemini yitirmiş olan ve o devrin şartlarında gerçekleştirilmesi pek güç olan klasik tahrirler yerine avârız ve cizye tahrirlerinin yapılması daha uygun görülmüştür[6].
Osmanlı İmparatorluğu’nda 17. yüzyıldan itibaren memleketin yetişkin erkek nüfusu fert fert tahrir edildikten sonra avârız vergisine esas olmak üzere bir takım vergi birliklerine ayrılırdı. Genellikle her eyaletteki kazalara göre tespit edilmiş olan bu vergi birliklerine “avârız-hânesi" denirdi. 15. ve 16. yüzyıllarda bir avârız-hânesi bir gerçek haneye tekabül ederken[7], 17. yüzyılda birden fazla gerçek haneyi yani aileyi ifade etmeye başlamıştır[8]. Bu haneler tespit edilirken, mıntıkanın zenginliği, halkın şehirli, köylü, göçebe ve muhacir olup olmadığı, dükkân, ev ve tarla miktarı gibi bir takım kriterler de göz önünde bulundurulurdu[9].
Devlet, herhangi bir sebepten dolayı ihtiyaç duyulan para ya da malların yekûnunu tespit ettikten sonra, bu yekûnu memleketin umum avârız-hânesi adedine taksim eder ve her mıntıkanın kadısına hükümler göndererek, o mıntıkadaki avârız-hânelerine göre hesaplanmış miktarlarda avârız-ı divâniyenin toplanmasını emrederdi. Neticede, bu suretle üzerine para, arpa, saman veya herhangi bir hizmet salınmış olan köy veya mahalle halkı toplanır ve aralarında her birinin iktidar ve haline göre vergiye iştirak hissesini tayin ederlerdi. Halk, gücü nispetinde âlâ, evsat ve ednâ olarak, muhtelif derecelerde teklife iştirak ettirilir ve iktidarı olmayanların hissesi de zenginler tarafından temin edilirdi[10]. Öyle ki, fakir halkı bu vergi yükünden kurtarmak maksadıyla bazı hayır sahipleri tarafından avârız vakıfları dahi kurulmuştu[11]. Esasen, avârız vergisi fevkalâde durumlarda alınan vergiler olmasına rağmen, ardarda yapılan savaşlar zamanla onu da normal vergiler haline getirmiştir[12]. IV. Murad devrinin sonuna doğru yıllık nakdî vergi şeklini almaya başlamış olan avârız vergisi, daimî olmakla kalmayıp üstelik daha da ağırlaşmıştır[13].
Sefer zamanlarında devletin külliyetli miktarda paraya ihtiyaç duyması halinde bir bölgedeki avârız-hânelerinin sayısı arttırılabildiği gibi, malî yönden rahatladığı zamanlarda ise, bölge halkının feryat ve istekleri de dikkate alınarak, yeniden tenziller yapılırdı[14]. Diğer taraftan, halkın tamamı avârız vergisini ödemeye mecbur olmayıp, askeri sınıflarla ilmi ve dinî bazı mansıpların sahipleri, derbendci, tuzcu, çeltükçü, köprücü, madenci, menzilci, ortakçı, katrancı ve doğancılar ile bazı vakıfların reâyâsı bu çeşit vergilerden muaf tutulmuşlardı[15].
Avârız-hâne defterleri mufassal ve icmal olmak üzere iki çeşittir[16]. Mufassal avârız defterlerinde imparatorluk topraklarında hem kırsal alanda hem de kentlerde yaşayan bütün reâyâ ve askeri sınıfa mensup olanlar, “hâne” ve “mücerred” esasına ve ekonomik güçlerine göre derecelendirilerek defter-lere kaydedilmişlerdir[17]. Kadıların nezaretinde yapılan mufassal tahririn gönderilmesiyle, merkezde yapılan hesaplamalar neticesinde belirlenen hâne sayıları ve vergi oranları yeni hazırlanan icmal deftere de kaydedilirdi[18]. İcmal defterlerde, mahalle ve köylerin isimleri tek tek belirtilip toplam avârız-hâneleri karşılarında verilirdi. Fakat, imparatorluk geneline mahsus olan icmal defterlerde, eyaletlerin kasaba ve köylerine hiç değinilmeden, sadece kazalarının avârız-hânesi toplamına yer verildiği görülmektedir[19].
Mufassal avârız-hâne tahrir defteri mevcut olmayan yerler için, sadece icmal avârız-hâne defterlerini kullanarak nüfus tahminlerinde bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Çünkü, avârız-hânesi, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, birkaç evden oluşan bir vergi ünitesini göstermekte ve zamanın icaplarına göre artmakta ya da azalmaktadır. Bundan dolayı, bir bölgenin gerçek nüfusunu bulmak için, avârız defterinde bazı sağlam veriler aranmalıdır. Bu cümleden hareketle, kaç evin bir avârız-hânesi olduğunun bilinmesi gerektiği gibi, avârız-hânelerinden kaç tanesinin bazı hizmetlerinden dolayı bu mükellefiyetten muaf tutulduklarının da bilinmesi gerekir. Bu bakımdan, incelememize konu olan 1678 tarihli Haleb eyaleti avârız-hâne defteri oldukça zengin bilgileri ihtiva etmektedir. Meselâ, Antakya şehrinin gerçek hâne sayısı bu zamanda 1,614 olup, bunun 1.356’sı avârız-zâdegân, 258’i de avârızdan muaftır. Avârıza dahil olan 1.356 gerçek hânenin her 5 tanesi bir vergi ünitesi (avârız-hânesi) olarak alındığından avârız-hânesi toplamı 271 olarak tespit edilmiştir. Fakat, avârız-hânelerinin 200’ü Antakya menzilcileri[20] olduğundan ve bunlar da avârızdan muaf tutulduklarından dolayı neticede Antakya şehrinin avârız-hânesi toplamı 71’e inmiştir[21]. Şayet, bu teferruat bilinmeden, sadece 71 rakamı esas alınarak ve bazı katsayılar kullanarak tahminî nüfus hesaplamaları yapılacak olunur ise elde edilecek sonuçlar da tabii olarak hatalı ve yanıltıcı olacaktır.
Avârız-hâne defterlerinin tedkiki, Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki şehir ve kırsal alanların iskân ve nüfusunun tespiti açısından büyük ehemmiyet arz etmektedir. Bu konunun öneminden hareketle, yaptığımız bu çalışmada, “1678/1089 tarihli Haleb eyaleti mufassal avârız-hâne defteri”nde yer alan bilgiler ışığında Antakya kazasının 17. yüzyılın ikinci yarısındaki mahalle ve köyleri ile bu yerlerin nüfusu tespit edilemeye çalışılmıştır. Ayrıca, bir mukayese yapabilmek maksadıyla, Antakya kazasının avârız-hâne kayıtlarının yer aldığı başka defterler de bu çalışmada yeri geldikçe kullanılmıştır.
1. 1678/1089 Tarihli Avârız-Hâne Defteri
Bahis konusu defter, Başbakanlık Arşivi Mâliyeden Müdevver Defterler Tasnifi’nde 678 numarada kayıtlıdır. Ayrıca, bu defterin, yine aynı arşivde Kâmil Kepeci Mevkufat defterleri tasnifinde 2684 numarada kayıtlı bir icmal defteri de vardır. Mufassal defterin tamamı 556 sayfa olup, Antakya kazası, defterin 2-147. sayfalarında yer almaktadır. 1678/1089 tarihli olmakla bir-likte, bu iki defter (mufassal ve icmâl), 1698-99/1110 yılına kadar yapılan değişiklikleri de ihtiva etmektedirler.
Mufassal avârız-hâne tahrir defterinde, mahalle ya da köyün ismi belirtildikten sonra, o yerin vergi nüfusunu meydana getiren re'âyâ, askerî (yeniçeri, sipahi ve cebeci), seyyid, imam, çavuş, timâr ve zeamet erbabı gibi sosyal grupların her biri ayrı başlıklar altında ve ismen zikredildiği gibi[22], bu sosyal grupların her birinin toplam sayısı ile mahalle ve köylerin toplam nüfusu da ayrı ayrı belirtilmiştir. Antakya şehri nüfusu gösterilirken “beyt” (=ev) ile muhtelif sayılarda ev, oda ve kulübelerden oluşan ve ortak kullanım alanlarına sahip olan “kaysarlık" ve “havş” esas alınmış; bunların kimlere ait olduğu ve evlerde kimlerin sâkin olduğu ayrı ayrı gösterildiği gibi[23], harap durumda olan evlerin sahipleri de ifade edilmiştir. Köylerde ise; sosyal gruplar ayrı başlıklar altında, fakat bu defa “nefer” olarak ismen kaydedildikten ve her isim listesinin sonunda nüfusu teşkil eden zümrelerin toplamları verildikten sonra, köy vergi nüfusunun genel toplamı da zikredilmiştir.
Avârız-hâneleri belirlenirken, Antakya şehrinde muayyen bir metod kul-lanılmış ve şehirdeki “her 5 ev” bir avârız-hânesi itibar edilmiştir[24]. Fakat, köylerde yaşayan reâyâ için farklı bir uygulama yapılmış, kaç neferin bir avârız-hânesi olduğu belirtilmemiştir. Nitekim, yaptığımız hesaplamada her bölge (nahiye) için farklı rakamlar ortaya çıkmaktadır. Mesela, Kuseyr nahiyesinde her 11,81 aile bir avârız-hânesine tekabül ederken, Altun-Özü nahiyesinde 11,98, Cebel-i Akra' nahiyesinde 11,79 ve Süveyde nahiyesinde de 12,20 aile bir avârız-hânesi olmaktadır. Dolayısıyla, kırsal alanlarda avârız- hâneleri tespit edilirken, ekonomik yönden bölgeler arasındaki gelişmişlik derecesinin de göz önünde bulundurulduğunu söyleyebiliriz.
Mufassal avârız-hâne tahrir defterinde yer alan isim listelerinde, her hâne sahibinin vergi gücü, isminin hemen üstünde muayyen bir harfle zikredilmiştir. Bunun için; a'lâ yani iyi durumda olanlar kısaca “ ع ” harfiyle, evsat yani orta durumda olanlar “ ط ” harfiyle, ednâ yani fakir sayılabilecek durumda olanlar ise “ ن” harfiyle işaret edilmişlerdir. Her mahalle kaydının sonunda, bunların toplamları ayrıca verilmiş ve genel toplamları da yazılmıştır.
Söz konusu defterde, mahalle ve köylerde bulunan hânelerin toplam sayısı zikredildikten sonra, avârıza esas olanlar (berây-ı avârız) ve avârızdan hariç tutulanlar (berây-ı hâriç ez avârız) ayrı başlıklar altında ifade edilmiştir. Avârıza esas olan sosyal zümrelerin toplamları tek tek verildikten sonra, bunların kaç avârız-hânesine tekabül ettiği de ayrıca zikredilmiştir. Mesela, Antakya şehrinin Gabdur adlı mahallesinde bulunan evlerin yekûnu 64 olup, bunun 59’u avârıza esas alınmış, 5 tanesi de avârızdan hariç yani muaf tu-tulmuştur. Avârıza esas olan evlerin 58’i re'âyâ, 1 tanesi de çavuş evidir. Bunların toplam avârız-hânesi ise 11,5 ve 1 rub’ (1 rub‘=0,25) olarak belirlenmiştir. Avârız haricinde tutulan 5 tane eve gelince; bunların 3 tanesi yeniçeri ve sipahilere, 2 tanesi de za'îm yani zeamet sahibi olanlara aittir[25].
Antakya kazasında yer alan mahalle ve köylerde oturanlar ismen kayde-dildikten sonra, kaydın sonunda, kazanın merkezi olan Antakya şehri ile na-hiyelerinde tespit edilmiş olan avârız-hâneleri toplamı, her birinin ismi karşısında zikredildikten sonra, bunların genel toplamı (cem‘an) da yazılmıştır. Buna göre, 1678 tarihinde Antakya kazasının avârız-hânesi toplamı 339,5’tur[26]. Daha sonraları, 1682-1699 (H. 1093-1110) yılları arasında, bazı mahalle ve köylerin avârız-hânelerinde padişah fermanıyla indirimler yapılmıştır ki, bunlar da mufassal ve icmal defterlerde tek tek tarihleriyle birlikte işaret edilmişlerdir.
2. Antakya Kazasında Avârız Vergisinden Muaf Olanlar
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda, devletin belirlediği bazı hizmetleri yapanlar avârız vergisinden muaf tutulmuşlardır. Bu çeşit muafiyetlikleri 17. yüzyılda Antakya kazasında da görmekteyiz. Nitekim, kaza merkezi olan Antakya şehrinde 200 avârız-hânesi menzilci olduklarından avârızdan muaf idiler. Bundan dolayı, 1678 yılında 1.614 evden (bunların bir bölümü havş ve kaysarlıktır) ibaret olan Antakya şehrinin avârız-hânesi toplamı 71 olarak tespit edilmiştir[27]. 1684 yılında menzilcilik hizmetine 35 hâne daha tayin edildiği için, Antakya’daki menzilci sayısı toplamı 235’e yükselmiş, buna karşın avârız-hânesi toplamı da 36 olmuştur[28]. Antakya şehri menzilcilerinden başka, Cebel-i Akra' nahiyesinin Ordu adlı köyü halkının tamamı menzilci olduklarından bunlar da avârızdan muaf idiler[29].
Diğer taraftan, bazı köyler de vakıf olmalarından dolayı halkı avârızdan muaf tutulmuşlardır. Meselâ, Cebel-i Akra' nahiyesinin Çaksuniye adlı köyü Şuğur evkafından, Altun-Özü nahiyesinin Ak-Curûn adlı köyü Sultan Gavri evkafından, Tabebiye adlı köyü Harameyn evkafından, Süveyde nahiyesinin Üç-Tut adlı köyü de yine Şuğur evkafından oldukları için reâyâları avârızdan muaf idiler.
Menzilciler ve vakıf köyler reâyâsından başka, Antakya kazasında, askerîler (yeniçeri, cebeci ve sipahiler[30]), gönüllüler, çavuşlar, imam ve hatipler, Hazret-i Habîbü’n-Neccâr hademeleri, seyyidler, vakıf görevlileri, fakirler, saray ve şer'î mahkeme görevlileri ile zeâmet ve timâr erbabı olanlar da avârızdan muaf sayılmışlardır.
3. Antakya Şehrinin Mahalleleri
Aynı mescitte ibadet eden cemaatin aileleri ile birlikte ikamet ettikleri şehir kesimi olarak tanımlanan mahalle[31], birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu ve sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yer olarak da tanımlanmaktadır[32]. Mahall ile aynı kökten türetilmiş olan bu kelime, başlangıçta “konaklanan yer” mânasında kullanılmış ise de daha sonraları hususi olarak şehrin bölümlerini (semtlerini) ifade etmek için kullanılmıştır[33].
Osmanlı şehrinde vergi yükümlüsü reâyâ tahrir defterlerine ve diğer vergi kayıtlarına bulundukları mahallelere göre ismen yazılmışlardır. Kanun nazarında mahalle sakinleri birbirine müteselsilen kefildir. Yani faili meçhul bir olayın aydınlatılması için toptan sorumlu tutulmuşlardır. Böylece, vergi mükelleflerinin hakkıyla tespiti ve vergilerin eksiksiz toplanmasının sağlanması ile merkezî otoritenin ve genel dirlik düzenin lâyıkıyla kurulması amaç edinilmiştir[34]. Bu bakımdan, her mahallede halkı devlet nezdinde temsil eden bir “kethüda” bulunmakta[35] ve bunlar, mahalle halkı ile devlet arasındaki münasebetlerin düzenlenmesinde önemli rol oynamaktaydılar[36].
16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı şehirlerinin genel karakteristik yapısına uygun olarak, Antakya[37] şehrinin de mahallelere taksim edilmiş olduğunu görmekteyiz. 1616 ve 1657 yıllarında şehrin 22 tane mahallesi vardı. 1678’de ise mahalle sayısı 24’e yükselmiş olup, bunlar, Câmi'-i Kebir, Debbûs, Dört Ayak, Gabdûr (غبدور), Günlük ( كونلك ) (nam-ı diğer Rimmât), Hallâbü’n- Nemle (nam-ı diğer Uncılar), Havâre, Hazret-i Habîbü’n-Neccâr, İmrân, Kanavât, Kantara (nam-ı diğer Paşa), Kastel, Mahzen, Meydân, Mukbile, Sâha, Sarı Mahmud, Sekkâkîn, Sofular, Şenbek, Şeyh ‘Ali, Şirince, Tâbi-i Sofular ve Tut adlı mahallelerdir.
Daha gerilere baktığımızda ise, Antakya şehrinin 16. yüzyılın ilk yarısında 22[38], aynı yüzyılın sonlarına doğru da 21 mahallesinin olduğunu gör-mekteyiz[39]. Tâbi-i Cullâhân, Zeytun oğlu ve Debbûs adlı üç mahalle 16. yüzyılın ilk yarısında mevcut olmayıp sonradan kurulmuştur. Diğer taraftan, 16. yüzyıldaki mahalle adları ile 17. yüzyıldaki mahalle adları arasında bazı farklılıklar da vardır. Bunlardan Mukbil-oğlu-Mukbile, Şenbek-oğlu-Şenbek, İmran-oğlu-İmran, Güllük-Günlük, Süveyka İbn-i Hümmâre-Havâre[40], Şirince- Pınar-Şirince, Keşkek-oğlu-Habibü’n-Neccâr, Paşa-oğlu-Kantara (nam-ı diğer Paşa), Mahsen-Mahzen ve Mescid-i Şeyh Hamza tâbi-i Sofular-Tâbi-i Sofular şekline dönüşürken, 16. yüzyılda mevcut olan Harami Beyler, Şeyh Kasım Camii (el-ma'rûf Sofiyan-ı Erdebili) ve Cullâhân adlı mahallelere ise artık tesadüf edilmemektedir. 16. yüzyılda mevcut olmayan Gabdûr, Sekkâkin ve Tut adlı mahallelerin de 17. yüzyılda teşkil olundukları veya isim değişikliğine uğradıkları anlaşılmaktadır. Zira, Cullâhan 16. yüzyılda Antakya’nın en kalabalık mahallelerinden biri olmasına rağmen, 17. yüzyıl kayıtlarında yer almadığı gibi, 18. ve 19. yüzyıllarda da bu mahallenin adına rastlanmamaktadır[41]. Bundan dolayı, daha Önceki defterlerde adı geçmeyen Tut adlı mahallenin Cullahân olması kuvvetle muhtemeldir.
1678 yılında Antakya’nın nüfus bakımından en büyük mahalleleri 225 ev ile Tut ve 190 ev ile Habib’ün-Neccâr adlı mahalleler idi. 132 ev, 2 havş ile Sofular, 104 ev, 2 havş ve 1 kaysalık ile Mahzen ve 103 ev, 1 havş ile Tâbi-i Sofular adlı mahallelerin de şehrin diğer büyük mahalleleri olduğu anlaşılmaktadır. Sekkâkîn, Sâha, Mukbile ve Şirince[42] adlı mahaller ise Antakya şehrinin nüfus bakımından en küçük iskân yerleriydi (bkz. Tablo-I).
17. yüzyılda Antakya şehrinde herhangi bir gayr-i müslim mahallesi mevcut olmamakla birlikte[43] 1678 tarihinde şehrin muhtelif mahallelerinde sadece 11 zımmî evinin mevcut olduğunu tespit edebilmekteyiz. Bunların 4’ü Tut adlı mahallede yer alırken, Kantara, Sofular ve Şirince’de 2’şer, Mahzen’de de 1 tane zımmî evi yer almaktaydı. Daha sonraki dönemlerde ise Antakya’da gayr-i müslim nüfusunun arttığını ve Yahudilerin de şehre yerleştiklerini görmekteyiz .[44]
4. Antakya Kazasının Nahiye ve Köyleri
16. yüzyılda Antakya kazasının Antakya, Kuseyr, Cebel-i Akra', Süveyde (=Süveydiye), Şuğur ve Altun-Özü olmak üzere 6 tane nahiyesi vardı. 1526’da Antakya’da 27, Altun-Özü’de 54, Süveyde’de 12, Kuseyr’de 88, Şuğur’da 54 ve Cebel-i Akra’da da 51 olmak üzere, Antakya kazasında toplam olarak 286 köy yer almaktaydı. 1550’de ise kazadaki toplam köy sayısı 297 idi [45].
17. yüzyıla gelindiğinde, Antakya adlı nahiyenin kaldırılarak buna tabi olan çoğu köylerin çevresindeki Süveyde nahiyesine dahil edildiği görülmektedir. Nitekim, 1616 yılında Antakya kazası, kaza merkezi olan Antakya şehri ile Kuseyr, Altun-Özü, Cebel-i Akra' ve Süveyde nahiyelerinden müteşekkildir[46]. Fakat, bu tarihten sonra, daha önce Deyrgûş (=Dergüş) kazasına tabi olduğu anlaşılan [47] Şuğûr nahiyesi de Antakya’ya ilhak olunduğundan [48] kazadaki nahiye sayısı 5’e yükselmiştir.
1616 yılında Kuşeyr nahiyesinin 36, Cebel-i Akra' nahiyesinin 21, Altun- Özü ve Süveyde nahiyelerinin her birinin de 26 olmak üzere, Antakya kazasında toplam olarak 108 tane köy yer alıyordu [49].
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki genel gidişata paralel olarak, 17. yüzyılda Antakya kazası köylerinde de büyük sarsıntıların yaşandığı ve bunun neticesinde köylerin yarısından fazlasının harap duruma düştüğü görülmektedir. Bu tablonun ortaya çıkışında en önemli etken hiç şüphesiz vergilerin ağırlaşması karşısında gittikçe fakirleşen halkın artık vergilerini ödeyemez bir duruma gelmesidir. Bir taraftan uzun süren savaşlar, diğer taraftan devleti meşgul eden iç isyanlar[50] köylerin iktisadî ve sosyal yapısını büyük ölçüde zarara uğratmıştır[51].
1657 yılı kayıtlarında Antakya kazası nahiye ve köylerinde hiçbir değişikliğin olmadığı görülmektedir. Bu zamanda da, Kuseyr’de 36, Altun-Özü’de 25, Cebel-i Akra’da 21 ve Süveyde’de 26 olmak üzere, kazadaki toplam köy sayısı 108 idi[52].
1678’e gelindiğinde, kazayı teşkil eden nahiyelerin köy sayılarında önemli oranda artışların meydana geldiği müşahede olunmaktadır. Bu zamanda Kuseyr nahiyesinde 37, Altun-Özü nahiyesinde 27, Cebel-i Akra' nahiyesinde 32 ve Süveyde nahiyesinde de 31 olmak üzere, Antakya kazasında toplam olarak 127 meskûn köy bulunmaktaydı. Ayrıca, Kuseyr’de 9, Altun- Özü’de 5, Cebel-i Akra' ve Süveyde’de de 6’şar olmak üzere, kaza genelinde toplam olarak 26 tane köy de harap yani terk edilmiş durumdaydı[53].
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, uzun süren savaşlar ve içeride meydana gelen Celalî isyanlarına[54] bağlı olarak, 17. yüzyılın başlarında birçok köy boş ve harap duruma gelmiştir. Fakat, 17. yüzyılın sonlarında, devletin aldığı bazı tedbirler sayesinde (vergi muafiyetliklerinin sağlanması gibi) onlarca köyün yeniden iskânı temin edilmiştir[55]. Nitekim, Kuseyr nahiyesindeki 'Ayn-Sancak, Bezâdin, Fâtikiye, Fırfıri, Kabab, Kozya, Mezraa-i Mağdeletü’l-Bân, Mezraa-i Râdûf, Mezraa-i Turkman, Nâmtûr, Nasıriye, Sâlibiye, Seferiye ve Zu adlı 14 köy; Altun-Özü nahiyesindeki Ak-Curûn, Bedîta, Bûhşin, Mansuriye, Mezraa-i Kurd, Mışımşan, Sabuhiye, Tababiye ve Tell-Habeş adlı 9 köy, Cebel-i Akra' nahiyesindeki Ala-Taş, Arpalu, Bağdadiye, Beberzî, Bezkiye, Çandir, Çaksuniye, Çakşak, Çardakiye, Dermaşta, Düveyr, Hânsuma, Karaca-Ahmedli, Sofular, Sunkur, Şeyh ve Yeni-Köy adlı 17 köy ve Süveyde nahiyesindeki Alaeddinli, Avcılu, Barbarun, Cağini, Deyi-i Sa'dân, Dişerce, Güzel Burç, Kilisacık, Mefkad-ı Harbi, Menkûliye, Sonbariye, Tüleyl-i Çiftlik ve
Diğer taraftan, Antakya kazasındaki 26 köy, 1616 ve 1657 tarihli avârız- hâne defterlerinde meskûn görünmelerine rağmen, 1678 tarihinde harap durumdadırlar. Bu köyler ise; Kuseyr nahiyesine tabi olan Bâberna, Deyr-i Beşe (-Derbeşe), Karbeyaz, Hâlisiye, Kayacık, Menâdin, Selika ve Zâtiye adlı 8 köy; Altun-Özü nahiyesine tabi olan Asya, Budak-Burc, Kozluca, Küçük-Seferiye ve Terliyân adlı 5 köy; Cebel-i Akra' nahiyesine tabi olan Bakdin, Harbiye, Helkin, Kasbûl en-Nasara, Mülk ve Sinânî adlı 6 köy ile Süveyde nahiyesine tabi olan Ak-Bayır, Karamanlu, Medine[56], Orhanlı, Sultaniye, Tat-Kuyucuğu ve Türkman-Kuyucuğu adlı 7 köydür.
Antakya kazası köylerine bakıldığında, 1678’de 127 meskûn köyün 117’si (meskûn köylerin % 92’si) Müslüman, 3’ü gayr-i müslim ve 7’si de Müslüman ve gayr-i müslimlerin birlikte yaşadıkları köylerdir. Kaza dahilindeki toplam 26 köy ise harap durumdadır (bkz. Tablo-III).
Kuseyr nahiyesi köylerinden Cünte’de 21, Kabab’da 1; Altun-Özü nahiyesi köylerinden Sûriyye’de 70; Cebel-i Akra’ nahiyesi köylerinden Keseb’de 23, Ordu'da 14; Süveyde nahiyesi köylerinden ise Hacı-Cübeylü’de 20 ve Zeytûniye'de de 21 nefer gayr-i müslim Müslümanlarla birlikte oturuyorlardı. Ayrıca, Süveyde nahiyesi köylerinden olan Kâbusiye’de 27, Surğa’da 10 ve Yoğun-Oluk’ta da 29 gayr-i müslim yaşıyordu. Diğer köylerin tamamı ise Müslüman köyleri idi.
1678 yılında Antakya kazası köylerinin gelirleri padişah, beylerbeyi ve nişancı hasları ile zeâmet, timâr ve vakıflara tahsis edilmişti. Kuseyr nahiyesi köylerinden 22’si padişah hassı (bunların 7’si haraptır), 5’i zeamet, 8’i timâr, 7’si vakıf (bunlardan l’i haraptır) ve 4’ü malikâne-divânî[57]; Altun-Özü nahiyesi köylerinden 13’ü padişah hassı (3’ü harap), l’i beylerbeyi hassı, 2’si ni-şancı hassı, 2’si zeamet, 8’i timâr (l’i harap) ve 6’sı vakıf (l’i harap); Cebel-i Akra' nahiyesi köylerinden 12’si padişah hassı (4’ü harap), l’i nişancı hassı, 3’ü zeamet, 13’ü timâr (l’i harap) ve 9’u vakıf (l’i harap); Süveyde nahiyesi köylerinden 21’i padişah hassı (2’si harap), l’i beylerbeyi hassı, 3’ü zeamet, 7’si timâr (4’ü harap) ve 5’i de vakıf idi. Buna göre, Antakya kazası köylerinden 68’i padişah hassı, 2’si beylerbeyi hassı, 3’ü nişancı hassı, 13’ü zeâmet, 36’sı timâr, 27’si vakıf ve 4’ü de malikâne-divânî köyleriydi. Yani köylerin % 45’i padişah haslarına, % 32’si zeâmet ve umarlara, % 20’si vakıflara (malikânelerle birlikte), kalan % 3'lük kısım da beylerbeyi ve nişancı haslarına tahsis edilmiştir.
Vakıf köylere gelince; 8’i Sultan Süleyman Tekkesi’ne, 3’ü Habibü’n-Neccâr Camii’ne, 2’si Şeyh Halil Samed’e, 2’si Cisr-i Şuğur’a (Şuğur köprüsü’ne), 2’si zürriyeye (evlatlık vakıflara)[58], diğer 10 köy de Ulu Camii-Antakya, Serûnî Camii -Haleb, Şeyh Ali, Harameynü ’ş-Şerifeyn, Şeyh Ahmed Kuseyrî Tekkesi, Hazret-i İbrahim Edhem, Şehid Merhum Mehmed Paşa, Hazret-i İbrahim, Hüsrev Paşa Camii-Haleb ve Sultan Gavrî vakıflarına tahsis edilmiştir. Malikâne-divanî olan, yani divânisi ya da malikânesinin bir hissesi devlete verilmiş olan köylerden ise 3’ü zürriyeye (evladık vakıflara), 1 tanesi de Zeyniye Camii vakfına ait bulunmaktaydı.
5. Antakya Kazasının Demografik Yapısı
1678 yılında Antakya kazasının merkezi olan Antakya şehrinde, askerîler ve timar erbabı dışında, 1.329 reâyâ evi[59] ile 20 seyyid, 3 çavuş ve gönüllü, 6 hademe, 47 vakıf ve 59 tane de imam, hatip ve müderris evi yer alıyordu. Ayrıca, şehirdeki kaysarlık ve havşlarda da 141 ev bulunmaktaydı. Daha gerilere baktığımızda ise; Antakya şehrinde, 1526’da 1.002 hâne, 1536’da 1.165 hâne ve 30 imam, 1550 yılında da 1.064 hâne ve 24 imamdan oluşan yetişkin erkek nüfusunun olduğunu görmekteyiz[60]. Dolayısıyla, “hâne”-“ev” karşılaştırma-sından hareketle[61], şehir nüfusunun 1550-1678 yılları arasında takriben 517 hâne civarında arttığını söyleyebiliriz[62].
Antakya şehrinde 16. ve 17. yüzyıllarda görülen bu nüfus artışına rağmen, kırsal alanlarda tamamen bunun tersi bir durumun söz konusu olduğu izlenmektedir. Nitekim, 1550 yılında Antakya nahiyesinde 739, Süveyde’de 530, Altun-Özü’de 1.271, Kuseyr’de 3.524 ve Cebel-i Akra'da da 1.122 hâne olmak üzere, Antakya kazası kırsal alanlarında toplam olarak 7.186 hâne mevcut bulunmaktaydı[63]. 1678’de ise nahiyelerdeki reâyâ nüfusu, Kuseyr nahiyesinde 1.327, Altun-Özü nahiyesinde 806, Cebel-i Akra' nahiyesinde 675 ve Süveyde nahiyesinde de 701 “nefer” olmak üzere, 3.222 neferden ibaretti.
Bu rakamlar bize, kır nüfusunda 17. yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar geçen süre zarfında, çok önemli oranda bir düşüşün meydana geldiğini göstermektedir. Öyle ise, Antakya şehri nüfusunun 17. yüzyılda artmış olması, sadece nüfusun tabii artışı değil, aynı zamanda kırsal alanlardaki bir kısım nüfusun da buraya kaymış olmasının bir sonucu olmalıdır. Zira, imparatorluk geneline hakim olan ve Antakya kazası kırsal alanlarında da görülen olumsuz gelişmelerden Antakya şehrinin hiç etkilenmemiş olması pek mümkün görünmemektedir. Netice itibariyle, 1678’de Antakya kazası nüfusunun % 31 ’i kazanın merkezi olan Antakya şehrinde, % 69 oranındaki kesim ise köylerin de oturmaktaydı.
18. yüzyılda Antakya kazası nüfusunun asıl önemli bölümünü reâyâ yani herhangi bir resmi göresi bulunmayan halk teşkil ediyordu. Öyle ki, reâyânın toplam hâne sayısı (beyt ve nefer olarak) 4.787 olup, bu miktar kaza nüfusunun % 94’ü demektir. Reâyânın asıl önemli bölümü ise Müslümanlardan meydana geliyordu ve Antakya kazasında yaşayan Müslüman reâyânın hâne sayısı 4.540, toplam nüfusa oranı da % 89 idi.
Reâyâdan sonra, Antakya kazasında nüfus bakımından kalabalık olan zümreyi askerîler meydana getiriyordu ve bu sınıf mensupları imparatorluk genelinde her türlü emlâk vergisinden muâf tutulmuşlardı[64]. Yeniçeri, cebeci ve sipahilerden oluşan askerîlerin Antakya kazasındaki toplam hâne sayısı 1678 yılında 96 (toplam nüfusa oranı % 1,88) olup, bunların 78’i Antakya şehrinde, 10’u Kuseyr nahiyesi köylerinde ve 8’i de Altun-Özü nahiyesi köylerinde oturuyorlardı. İncelediğimiz avârız-hâne defterinde, askerîler zümre-sinden olan cebeciler ve yeniçerilerin “Beşe”, sipahilerin ise “Ağa”, “Çelebi” ve “Bey” unvanlarına sahip olduklarını görmekteyiz.
1678’de Antakya kazasında imam, hatip, vaiz ve müderris gibi din ve eğitim işleriyle uğraşanlar nüfusun üçüncü önemli bölümünü meydana getiriyorlardı. Bu kategoride yer alanların toplam hâne sayısı 82 (toplam nüfusun % 1,61’i) olup, bunun 59’u Antakya şehrinde, 8’i Kuseyr nahiyesi köylerinde, 7’si Altun-Özü nahiyesi köylerinde, 6’sı Süveyde nahiyesi köylerinde ve 2’si de Cebel-i Akra' nahiyesi köylerinde yer alıyorlardı. Ayrıca, kaza genelinde seyyidlerin varlığına da tesadüf edilmektedir. Hz. Muhammed’in soyundan olan ve imparatorluk dahilinde özel statüleri bulunan seyyidlerin toplam sayısı 29 (toplam nüfusun % 0,57’si) idi ve bunun 20’si yani büyük çoğunluğu Antakya şehrinde, 7’si Kuseyr nahiyesi köylerinde, diğer ikisi de Altun-Özü ve Süveyde nahiyesi köylerinde oturuyorlardı.
Antakya kazasında 32 zeâmet ve timâr erbabı ile 5 evden oluşan (Antakya şehrinde 3, Kuseyr nahiyesinde 2) gönüllüler ve çavuşlar da bulunuyordu ve bunlar da avârız vergisinden muaftı. Ayrıca, Kuseyr ve Altun-Özü nahiyelerinde yaşayan ve avârıza dahil olan 2 kuloğlu[65] vardı (bkz. Tablo-IV). Bunlardan zeâmet ve timâr erbabı olanlar incelediğimiz avârız-hâne defterinde “Ağa" ve “Bey” unvanlarıyla zikredilmişlerdir.
Antakya şehrinde vakıf adı altında kayıtlı olan evlerin de önemli bir yekûn tuttuğu görülmektedir. Bu kategoride yer alan evlerin toplam sayısı 1678’de 47 olup, cami ve mescidlere ait olan bu evlerde imam, vaiz ve müezzin gibi din görevlileri oturuyorlardı. Ayrıca, Habîbü’n-Neccâr’da hademelerin oturduğu 6 ev daha vardı.
Diğer taraftan, Antakya şehrinde 30 tane havş ve kaysarlık vardı. Bunlardan kaysarlık (kaysariye ya da kısariyye) dışarıdan gelen tüccarların ikâmetleri süresince dükkân ve oda kiraladıkları hanlar olmakla birlikte, yoksul ya-bancıların, Arapların ve Bedevilerin kaldıkları yerlere de kaysariye deniyordu[66]. Havş ise yarı kır hayatı yaşayan fakir halkın oturdukları küçük evlerin yer aldığı geniş alanları ifade ediyordu[67]. Antakya şehrindeki kaysarlık ve havşlar, mülk ve vakıf olmak üzere, iki çeşitti. Bunlardan mülk olanlar avârıza dahil edilmiş, vakıf olanlar ise avârızdan muaf tutulmuşlardır. Gerek havşlar ve gerekse kaysarlıklar, kethüda, sipahi, yeniçeri ve müftü gibi, şehrin ileri gelenlerine ait olup, bazılarının birden fazla sahibi yani ortağı vardı. Kaysarlıklar, muhtelif sayılardaki ev ya da odalardan, havşlar ise yine ev ve odalar ile kulübelerden müteşekkildi. Dolayısıyla, bu havş ve kaysarlıklarda da toplam olarak 141 ev (109’u kaysarlıklarda, 32’si de havşlarda) ve 128 oda (95’i kaysarlıklarda ve 33’ü de havşlarda) ile 66 tane kulübe yer almaktaydı (bkz. Tablo-VII-VIII).
Gayr-i müslimlere gelince; 17. yüzyılda Antakya şehrinde oturan gayr-i nıüslimler 11 evden ibaretti. Yine, köylerde oturan gayr-i müslimlerin (Hıristiyanların) sayısının da çok fazla olmadığı görülmektedir (bkz. Tablo- X-XIII). Toplam sayısı 247 olan (toplam nüfusun yaklaşık % 5’i) Hıristiyan-ların, 107’si Süveyde nahiyesi köylerinde, 70’i Altun-Özü nahiyesi köylerinde, 37’si Cebel-i Akra' nahiyesi köylerinde ve 22’si de Kuseyr nahiyesi köylerinde oturuyorlardı. Fakat, bu nüfusun hangi mezhep ya da etnik unsurlardan meydana geldiği avârız defterlerinde zikredilmediği için, bu hususta kesin bir şey söylemek de mümkün değildir.
6. Antakya Kazasının Tahminî Nüfusu
"Ev" ve "nefer” olarak belirtilen sayısal verilerden hareketle Antakya kazasının 17. yüzyılın ikinci yarısındaki tahminî nüfusunu tespit etmek mümkündür[68]. Rifat Özdemir kadı sicillerindeki verilerden hareketle Antakya’da bir gerçek hânenin, anne, baba ve 4 çocuk olmak üzere, ortalama 6 nüfuslu olduğu sonucuna varmıştır[69]. Bu durumda, yani avârız defterinde “ev” ve “nefer” olarak verilen rakamları "6 katsayısı" ile çarptığımızda, Antakya kazasının tahmini toplam nüfusu 31.374 kişiden ibaret olmaktadır. 10.302’si Antakya şehri mahallelerinde[70], 21.072’si de kırsal kesimde yani köylerde oturan bu tahminî kaza nüfusunun 29.892’si (toplam nüfusun % 95’i) Müslüman, 1.482’si (toplam nüfusun % 5’i) de Hıristivanlardan meydana gelmektedir (bkz. Tablo-IX).
Rifat Özdemir, Antakya şehrinin 1709 tarihindeki tahminî nüfusunu bulmak için, “avârız-hânelerini" 9, 10, 13, 15, 16, 53, 61,5 ve 62 katsayıları ile çarpmış ve 14.581 ila 94.558 arasında değişen ve arada çok büyük farklar bulunan tahminî rakamları elde etmiştir[72]. Bu vaziyette, 18. yüzyılın başlarında Antakya şehrinin tahminî nüfusunun 14 binden fazla olamayacağı gerçeği de ortaya çıkmaktadır.
Son olarak, kaza merkezi olan Antakya şehrinin nüfusunu, Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki başka şehirlerle mukayese etmek de faydalı olacaktır. Bu bağlamda, Antakya’nın bağlı olduğu eyaletin merkezi olan Haleb şehrinde 1678 yılında 8.964’ü reâyâ evi olmak üzere 11.495 ev (seyyid, imam, hatip, kale erleri, gönüllüler, yeniçeri, sipahi, cebeci, zeâmet ve timar erbabı olanlar ile birlikte) yer alıyordu[73]. Antakya’nın hemen kuzeyinde yer alan ve Doğu-Akdeniz’de önemli bir liman kenti olan Trablusşam’da 1.608 nefer (yetişkin reâyâ)[74], yine Antakya’ya yakın bir bölgede yer alan Hama şehrinde de 1645 yılında 936 nefer reâyâ nüfusu yer almaktaydı[75]. Anadolu’daki bazı şehirlere baktığımızda ise; 1646 yılında Harput kazasında 371 askerî eti, 159 Müslüman evi, 152 gayr-i müslim evi, 22 müslim dul hatun evleri ve 15 zımmî dul hatun evleri olmak üzere toplam olarak 719 ev[76], Anadolu’nun batısında yer alan Lâzıkiyye (-Denizli) kazasında da 1678’de 26 nefer askerî ile 392 neferden oluşan reâyâ ve muaf bulunmaktaydı[77].
Netice itibariyle, Antakya şehrinin, Haleb şehrinden oldukça küçük, çevresinde yer alan Trablusşam ve Hama şehirleri ile Anadolu’da yer alan Denizli ve Harput şehirlerinden de büyük olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç
Mufassal avârız-hâne defterleri, klasik tahrir geleneğinin terk edilmesinden sonra Osmanlı Devleti sınırları dahilindeki iskân alanları ile bunların demografik vaziyetlerinin tespitinde son derecede önemli kaynaklardır. Bu defterlerin her bölge için ayrı ayrı incelenerek nüfus istatistiklerinin elde edilmesi, demografı ve iskân tarihinde ne çeşit değişikliklerin meydana geldiği ve bunların sebeplerinin neler olduğu hususunda daha sağlam verilerin elde edilmesine önemli katkıda bulunacaktır. Bu cümleden olarak, Antakya kazasının 17. yüzyıldaki iskân ve nüfusunun incelenmesi de ayrı bir önem taşımaktadır.
Haleb eyaletinin bir kazası olan Antakya, 1678’de, kaza merkezi olan şehir kesimi ile çok sayıda köyü bünyesinde barındıran 4 nahiyeden müteşekkildi.
Antakya şehrinin nüfusu, 16. yüzyıldan 17. yüzyıla gelinceye kadar, bazı dalgalanmalar olmakla birlikte, sürekli olarak artmıştır. Fakat, aynı şeyi kaza dahilinde yer alan köyler için söylemek mümkün değildir. Çünkü, Antakya kazası nahiyelerine tabi olan köylerin nüfusunda önemli oranda düşüşler meydana geldiği gibi, buna paralel olarak, meskûn köylerin sayısı da azalmıştır.
Esasen, ülkenin birçok bölgesinde görülen ve Antakya bölgesini de etkisi altına alan Celali olayları ve sık sık meydana gelen savaşların sebebiyet verdiği bu durumun, 17. yüzyılın sonlarına doğru kısmen düzeldiği müşahede olunmaktadır. Nitekim, imparatorluğun genelini etkileyen bu çeşit olayların bir müddet için durulması ve belki devletin aldığı bazı özendirici tedbirlerin (avârız vergisinin hafifletilmesi ya da bazı vergi muâfiyetliklerin sağlanması gibi) de etkisiyle Antakya kazasında onlarca köy yeniden meskûn hale gelmiştir.