Büyük Selçuklu Devleti’nin azamet devrinin hükümdarı olarak tarihe geçmiş olan Sultan Melikşah , 6 Ağustos 1055’de dünyaya gelmiştir. Daha küçük yaşlarda iken babası Sultan Alp Arslan’la birlikte sefere çıkmak suretiyle, devletin fetih planları çerçevesinde, görev yapmaya ve dolayısıyla da tecrübe kazanmaya başlamıştı. Onun çıktığı seferler sırasında kazandığı başarılar nedeniyle Sultan Alp Arslan, son derecede sevinmiştir[1]. Daha sonra Alp Arslan, oğlu Melikşah ’ı Karahanlı hanedanına mensup olan Celâliye Terken Hatu n’la Merv kentinde evlendirdi. Alp Arslan, Üstyurt ve Mangışlak'a sefer düzenledikten sonra Nişabur’a yakın Râdgân kentinde büyük bir tören düzenleterek “Oğlu Melikşah ’ı veliaht yaptığını” açıkladı ve Selçuklu emirlerine “Kendisinden sonra Melikşah’ı sultan olarak tanımaları hususunda teker teker ant içirdi, hil’atler verdi ve “Yönetimine Melikşah ’ı atadığı Şiraz ve Isfahan kenderindeki camilerde, kendi adından sonra onun adının da hutbelerde okutulmasını” emretti ve onun emrine 15 bin kişilik bir askerî birlik de verdi, daha sonra da Melikşah’ı, omuzunda hükümdarlık ve tabiilik simgesi olan eyer örtüsü (gâşiye[2]) olduğu hâlde, ata bindirip onun önünde birkaç adım yürüdü. Oğlu Melikşah hakkındaki bu isteğini tekrarlamak amacıyla Alp Arslan, Malazgirt Savaşı’na başlamadan önce, eşine ve veziri Nizamülmülk’e “Savaşta şehit olursam Büyük Selçuklu Devleti tahtına oğlum Melikşah geçmelidir” dedi. Sultan, bu isteğini Berzem kalesi kumandanı Hârezmli Yusuf tarafından ağır bir biçimde yaralanıp ölmeden önce, beraberindeki veziri ve kumandanlarına söylediği vasiyeti[3] arasında "oğlu Melikşah’ı Sultan ve Nizamülmülk’ü de onun veziri olarak tanıyıp onlara itaat etmelerini" de söylemiştir. Melikşah’ın veliahtlığı’nın Abbasî halifesi el-Kaim Biemrillah ’ın da onaylaması gerektiği için sultan Alp Arslan, halifeye bir elçi göndererek bu hususta ondan izin istedi. Sultanın bu isteğini uygun bulan halife, Amîdüddevle b. Cüheyr’i hil’atlarla birlikte bir tevkîi, bu sıralarda İsfahan'da bulunan Melikşah’a göndermiş, o da veliahtlık iznini içeren tevkîi ve hil’atları ona vermiştir[4]. Sultan Alp Arslan 'm ölümü (24 Kasım 1072) üzerine de babasının vasiyeti doğrultusunda devlet erkânı ve komutanlar, Melikşah'ı Büyük Selçuklu Devleti tahtına sultan olarak oturttular; onun sultanlığı halife el-Kaim Biemrillah tarafından da resmen onaylandı. Böylece Selçuklu sultanı olan 20 yaşındaki Melikşah, huzuruna gelen devlet erkânına, Nizmülmülk’ün “Ey sultan hadi konuş” demesi üzerine “Sizin benden büyüğünüz benim babam, ortancanız kardeşlerim, küçükleriniz de benim oğullarımdır” demek suretiyle onların kalplerini hoş tutup kendine bağlamaya çalışu, daha sonra da hep birlikte Merv’e giderek babasının cesedini, dedesi Çağrı Bey’in mezarının yanına defnettiler[5].
Kavurt Bey’in Son İsyanı ve Sultan Melikşah
Sultan Melikşah, Selçuklu tahtına çıktıktan sonra ülke içindeki huzursuzlukları önleme ve Selçuklu sınırlarını koruma hareketlerine başladı. Özellikle amcası Kirman hâkimi Kavurt Bey’in, kardeşi Alp Arslan’ın ölümü üzerine kendisine “Ben, büyük kardeş, sen küçük olan oğuldan daha çok Selçuklu tahtına, lâyıkım” diyerek isyana kalkışması üzerine Sultan Melikşah, beraberinde veziri Nizamülmülk, ordusu, komutanları ve Selçuklu vasalı Arap emirleri olduğu hâlde, Kavurt Bey’e karşı harekete geçip Hemedan yakınlarında onunla savaşa başladı (15 Nisan 1073); Kavurt Bey, yenilgiye uğrayıp Hemedan dağlarına kaçmasına rağmen ele geçirildi. Bu arada Melikşah, Hemedan'a geldi ve veziri Nizamülmük ’ün de etkisiyle “Kavurt ’un derhal öldürülmesini” emretti. Bir ara yakalanıp kendisine teslim edilen emîr Savtekin[6] tarafından yaya olarak sultanın huzuruna getirilen Kavurt Bey, ona saygısını göstermek amacıyla önünde yere eğilip onun elini öptü. Bunun üzerine sultan, ona “Ey amca, böyle yorgun ve perişanlık dolayısıyla ne hâle gelmişsin! Bana karşı giriştiğin bu isyan hareketinden hiç utanmıyor musun? Sen, kardeşin olan babam Alp Arslan’ın ölümü dolayısıyla bir yas günü düzenlemediğin gibi, onun kabrine örtülmek üzere bir örtü bile göndermedin, halbuki yabancılar dahi onun ölümü dolayısıyla yas tuttular, sen ise bir kardeş olarak onun vasiyetini bir tarafa atarak şenlik yapıp eğlendin. Fakat Ulu Tanrı, senin bu kötü hareket ve davranışlarının karşılığını işte sana böyle verdi” dedi. Kavurt Bey ise sultanın bu sözlerine cevap olarak “Tanrı’ya ant olsun ki ben, sana karşı asla harekete geçmek istemedim, ancak senin askerlerin bana, gece, gündüz mektuplar gönderip ‘Acele kendilerine gelmemi’ bildirdiler. İşte bu nedenle ben, Ulu Tanrı’nın benim hakkımda takdir buyurup yerine gelmesini istediği şey sebebiyle bu isyan harekâtına giriştim” dedi[7].
Sıbt’ın eserinde (Mir’âzü’z-zaman), Sultan Melikşah - Kavurt Bey ilişkileri hakkında şu ilginç kayıtlar yer almaktadır:
Sultan Melikşah, amcası Kavurt Bey’in bulunduğu yeri haber alınca onu yakalaması için birisini gönderdi. Bir tepe üzerinde oturmakta olan sultan, yiyecek istedi ve kendisine hemen getirilen bu yiyecekleri vasal Arap emirleri Müslim b. Kureyş, İbn Mezyed ve Ibn Verram’ı çağırtarak onlarla birlikte yedi. Daha sonra sultan, atına binmişti ki tam bu sırada, yakalandıktan sonra atından indirilen ve başındaki külâhı alınıp sultanın yanına getirilen Kavurt Bey’e sultanı ululaması için “Yeri öp!” denildi, fakat o, bunu yapmadı. Bunun üzerine sultan, ona yaklaşıp boynuna sarıldı ve “Ey amca, sen çok uzak bir yerden geldin, atına bin ve bizimle gel!” dedi ve hemen de oradan ayrıldı. Emir Savtekin de kendisine teslim edilen Kavurt Bey’i alarak kendi özel çadırına götürüp göz altına aldı. Bu sırada Kavurt Bey, Sultan Melikşah’a ulaşurılmak üzere şunları söyledi: “Bundan sonra ülke ve hükümdarlıkla asla ilgilenmeyeceğim, sultana muhalefet yoluna gitmeyeceğim. Bütün mallarım, kent ve kalelerim ve kölelerim sultanın olsun. Ben, bir mescit köşesinde oturup dünyadan göç edinceye kadar Tanrı’ya yalvarıp yakarmakla meşgul olarak gece, gündüz zincire bağlı bir hâlde kalayım, böylece tek başıma olup Tanrı fikrinden uzak kalmayayım. Beni öldürmek suretiyle Selçuklu hanedanını mahvetme ve benim hakkımda Nizamülmülk’ün sana söylediği söze ve ettiği tavsiyeye kulak asma ve bana Türklere yakışacak şekilde davran! Ben babanın ölümünden beri sarf ettiğin bütün paraları sana vereceğim. Ülkemi sana teslim edip Suriye, ya da Hicaz’a, gideceğim”. Çok geçmeden Hemedan’a götürülüp Ebû Hâşimel-Câferî’nin evinde hapsedilen Kavurt Bey, kendisine gönderilen bir Kıpçak tarafından boğazına yayının kirişi geçirilip öldürüldü (Nisan/Mayıs 1073)[8].
Kavurt Bey’in özellikle vezir Nizamülmülk’ün sultan üzerindeki sürekli etkisi sonucunda öldürülmesini haber alan Selçuklu ordusundaki askerler, Nizamülmülk’ü yüzüne karşı lânetleyerek bağırıp çağırdılar, hattâ ordudan ayrılıp başka tarafa çekildiler ve ona “Sultan Alp Arslan, böyle mi vasiyette bulundu? Halbuki o, Kavurt Bey’e belirli bir miktar para ile Kirman ve Fars’ın verilmesini ve kendi eşi Seferiyye Hatun’la da evlenmesini vasiyet etmişti” dediler. Daha sonra askerler, ülkede birçok şeyleri yağmalayıp ele geçirdiler. Askerlerinin bu tutum ve davranışlarından endişeye kapılan Sultan Melikşah’a veziri Nizamülmülk, “Bu duruma karşı sen mi önlem alacaksın, yoksa ben mi?” deyince sultan ‘Tabii ki sen” dedi. Bunun üzerine Nizamülmülk, bu as-kerlere para ve ıktâlar verdi, böylece onlar, sultan ve Nizamülmülk’e karşı olan olumsuz tutum ve davranışlarından vazgeçip sükûnet buldular ve orduya geri döndüler. Sultan, vezirinin bu başarısı üzerine onun ıktâlarına, aralarında Tus kentinin de bulunduğu yeni ilâveler yaptı; ayrıca ona hil’at giydirip çeşitli armağanlarla “Atabek" unvanını[9] da verdi[10].
Sultan Melikşah’ın Oğlu Davud’un Ölümü ve Sultanın İlginç Durumu
Sultan Melikşah’ın hayatında en çok üzüntü duyduğu olay, eşi Terken Hatu n’dan olan oğlu Davud’un 12 Mayıs 1082’de İsfahan’da ölümüdür. Bu sebeple sultan, daha önce hiç görülmemiş şekilde son derecede çok acı çekti, hattâ birkaç kez kendini öldürme girişiminde dahi bulundu, fakat kendisinin ileri gelen yakınları, ona engel olmak için onun boynuna sarılıp yanından hiç ayrılmadılar, çünkü onun sabır ve dayanma gücü son derecede zayıflamıştı. O, hep oğlunu koklayıp duruyor, bu nedenle onun cesedinin yıkanmasına engel oluyordu. Yeme ve içmeyi de bırakan sultan, sürekli olarak giysisini çekiştirip duruyordu; kendisini teselli etmek isteyenleri dinlememek için kaldığı yerin kapılarını kapattırdı. Bu arada Türkmenler, Türk matem töresi gereğince Sultanlık Sarayı’nda toplanıp saçlarını, başlarını yoldular, Saray'daki kadınlar, hizmetkârlar ve diğer Saray mensuplarının kadınları da onlara katılıp aynı şeyleri yaptılar. Selçuklu ülkesindeki halk da yedi gün süreyle evlerinde ve sokaklarda yas tuttular, atlarının alınlarındaki kâkülleri kestiler, eyerlerini ters çevirdiler ve üzerlerine karalar sürdüler. Bu yasla ilgili olarak İsfahan’dan Bağdat’a gönderilen bir mektupta “Benim bu mektubum, bir saatte üzüntüden alt-üst olan bir ülkeden geliyor. Ben, böyle bir olaya şimdiye kadar hiç tanık olmadım” denilmiştir.
Oğlunun ölümünden bir ay geçtikten sonra ava çıkan sultan, bir kağıt parçasına şu ilginç yazıları yazmıştır:
“Ey oğlum Davud ! Sensiz ava çıktım, senden ayrılmamın bana verdiği sıkıntı ve senden uzak kalmamın getirdiği bir yalnızlık içindeyim. Böylece ben, feleğin seni benden aldığı, bu sebeple gecelerimi uykusuz bıraktığı, hayatımı berbat ettiği, ciğerimi parçalayıp üzüntümü ve sıkıtımı artırdığı için ağlıyorum. Hadi bana, benden ayrıldıktan sonraki durumunun nasıl olduğunu haber ver! Ölüm, seni değiştirdi mi? Mezar kurtları senin vücudunu ne yaptı? Toprak, yüzüne ve gözlerine ne yaptı? Şu anda sen de benim gibi üzüntülü müsün? Seni ne kadar çok özlüyorum, senin için ne kadar üzülüyorum ve acı duyuyorum. Vâh senin yokluğuna vâh.” Sultanın bu acıklı ve ilginç sözlerinin yazılı olduğu kâğıt parçası vezir Nizamülmülk’e götürülüp verildi, o da bunu okuyunca hüngür hüngür ağlamaya başladı ve derhal ileri gelen devlet adamlarını yanına çağırıp onlarla birlikte Davud’un mezarına giderek bu kağıdı kabre karşı okudu. Bunun üzerine onlar, hep birlikte feryat ve figanlar edip ağladılar. Bu sıralarda Selçuklu ülkesinde de sanki Davud, yeni ölmüş gibi, daha önce tutulan yaslar tekrar edildi. Ayrıca Halifelik veziri Amîdüddevle. Halifelik Sarayı’ndaki Selâmlık’ta üç gün süreyle yas tutup taziyeleri kabul etti[11].
Tekiş’in İkinci İsyanı ve Sultan Melikşah’ın İlginç Davranışları
Bilindiği üzere Sultan Melikşah’ın kardeşi Belh ve Toharistan bölgesinin vasal yöneticisi olan Tekiş, isyana girişmişse (1081/82) de başarılı olamayınca Melikşah’ın huzuruna gelip af dileğinde bu-lunmuştu. Fakat o, daha sonra Sultan Melikşah’ın Musul yörelerinde bulunduğu sıralarda, ikinci kez sultana karşı isyana başladı (1084/85). Bu konuda öteki ilgili kaynaklarda yer almayan ilginç bilgiler, Sıbt’ın eserinde (Garsunni’me Muhmmed b. Hilâl es - Sâbi’in kaybolması sebebiyle bugün elimizde bulunmayan Uyûnü't-tevârîh adlı eserinden naklen) kaydedilmiştir. Bu kayıtlara göre Sultan Melikşah , Musul'da bulunduğu sıralarda Tekiş hakkında kendisine şu haberler ulaştırıldı:
Tekiş, isyana başlayıp harekete geçerek Horasan’daki Mervürrûd'a geldi ve kenti tahrip ederek halkın mal ve paralarını yağmalattı, daha sonra da yine Horasan’daki Mervüşşâhican’a gelerek hile ile şehrin kapısını açtırdı, böylece şehre giren Tekiş, burada da üç gün sürekli olarak halkın mal ve paralarını yağma ile kadınlara tecavüz ettirdi. Bu arada Tekiş ve adamları, Ramazan’da şehrin Ulu Camii’nde içki içtiler ve kâfirlerin bile hoş görmeyeceği kötü şeyler yaptılar, ayrıca kenti de tahrip ettiler. Daha sonra Tekiş, Sultan Melikşah’ın naibi Mesut b. Yâhız et- Türkmanî’nin içinde bulunduğu Serahs'a yöneldi. Bunu haber alan Mesut, çok sağlam surları olan, bu nedenle kolay kolay ele geçirilemeyen kent kalesine çıkıp savunma hazırlıkları yaptı. Kaleyi günlerce kuşatan Tekiş, Mesut ’a bir takım hileli haberler gönderdi, fakat Mesut, ona “Güya sen, Sultan Melikşah ’a ait bayraklar açıyorsun” cevabını gönderdi. Kuşatmayı sürdüren Tekiş, kale surlarına karşı mancınıklar kurdurup savaşı sürdürmekte iken “Sultanın Rey kentine geldiğini ve kendisinin isyana devam ile savaştığını haber aldığını” öğrendi. Bu arada Selçuklu ordu komutanları, sultana “Orduyu Hâsların komutasında Tekiş’e karşı sevkedip kendisinin de arkadan bizzat harekete geçmesini” bildirdiler. Bunun üzerine davullar, camuzlara yükletildi; bunlar, altı günde Nişabur’a ulaştılar. Bu arada da Sultan Melikşah , Mesut’a bir mektup gönderip “Davul sesini falan vakitte duyunca askerlerinle davulların önüne çık, biz de onların arkasından geliyoruz” dedi. Fakat bu sırada Tekiş’in öncüleri, sultanın bu mektubunu Mesut’a getiren casusu yakalayıp Tekiş’e getirdiler. Mektubun kapsamına vâkıf olan Tekiş, korku ve dehşete kapıldı ve acele olarak alabildiği kadar gerekli eşyalarını topladı, geri kalanlarını da ateşe verip kale kuşatmasından ayrılarak Merv’e geldi, fakat halk kent kapısını yüzüne kapatıp onunla savaşmaya başladılar ve onun burada bırakuğı askerlerinden bir bölümünü öldürdüler. Öte yandan Mesut b. Yâhız, Serahs’a ulaşan Bozan’ın öncü kuvvetlerine gelip katıldı. Böylece bu Selçuklu kuvvetleri, Tekiş’in peşine düşüp onun bütün hareketlerini yakından gözetlemeye başladılarsa da ona karşı herhangi bir saldırıya geçmediler. Bu arada Belh’e ulaşan Tekiş, mal ve yiyecek maddelerini almak için burada ikamete başladı, fakat bu sıralarda Sultan Melikşah da Belh’e yaklaşmıştı. Bunun üzerine o, Venenc kalesine çıkıp sığındı ise de sultanın kendisini izlemesi sebebiyle buradan ayrılarak bu yöredeki bir otlağa gelip konaklamaya başladı. Melikşah’ın emîri Artuk Bey de hayvanlarını otlağa salan bura sahipleriyle birlikte bulunuyordu. Bu arada buradaki dar bir geçide kuvvet yerleştiren Tekiş, beraberindeki emirleri de Venenc kalesinin çevresine yerleştirdi. Öte yandan Sultan Melikşah, atına binip oradaki dar geçidi yukarıdan görebilen bir dağın tepesine çıktı ve buradan, Tekiş’in bulunduğu yere ulaşılabilmesi kuvvetle muhtemel olan bir yer görüp tespit etti. Bu arada sultan, Tekiş’in bağışlanması amacıyla kendisine gelen Gazne hâkimi İbrahimb. Mesut’un elçisine “Biz, şu an bulunduğumuz yerden çekilecek olursak bu kez size karşı askerî harekâta başlarız; çünkü senin emîrin, Tekiş’i bize karşı isyana kışkırttı” dedi. Bunun üzerine elçi sultana, benim emirim “Ben, sultanla aramızda olan ahde Gazne’den vazgeçip halkını ve mallarını Hindistan’a nakletmek zorunda kalsam da, sâdık bulunuyorum ve bu ahdimi devam ettiriyorum. Seninle savaşmaktan Tanrı, beni korusun. Böylece ben, sana itaat ile tâbi olmam dolayısıyla senin kalbindeki benim hakkımda olan olumsuz şeyler ortadan kalkar” dedi. Elçinin bu sözleri üzerine sultan, ona ‘Tekiş için emîrinizle aramızdaki dostluğu ve yakınlığı asla bozmak istemeyiz” dedi. Öte yandan Tekiş’in ordusunda, çok kötü ve yok olma durumuna düşmeleri sebebiyle kaynaşmalar başladı. Bu nedenle askerler Tekiş’e karşı fikir ve niyetlerini değiştirdiler. Bu durumu anlayan Tekiş, esasında hile yapmak, fakat görünüşte iyi ve hoş görünmek amacıyla sultana bir elçi gönderdi. Önce vezir Nizamülmülk’e, sonra da sultana gelen bu elçiye sultan, ‘Tekiş’ten bir elçinin, ya da bir mektubun Gazne hükümdarına gönderilmesinden korkup çekindiniz ve sizin hakkınızda hiç kimse ona hitap etmeye cesaret edemez” dedi. Bunun üzerine elçi, Nizamülmülk’e gelip ‘Tekiş, bütün yetkilerini sana vermiş ve işlerinin yürütülmesini sana bırakmıştır’’ dedi ve Tekiş’in şu sözlerini de ona aynen nakletti: “Eğer sen uygun görürsen ben, sultandan bana bir güven geldikten sonra gider, kendimi sultanın önüne atarım ve elimde bulunan bütün kaleleri ona teslim ederim, çünkü bu kaleler, aramızda vahşet ve kötülüğe sebep oluyor. Ben, bütün bu söylediklerimi kesinlikle aynen yerine getiririm”. Elçinin naklettiği Tekiş’in bu sözleri üzerine Nizamülmülk, sultanın yanına gitti ve Tekiş’in elçisini haber verdi, sultan da ona “Şu an, benim yanımda Tekiş’in emirlerinden birisi var, bu, bize yeterli bir durumdur. Eğer Tekiş, kendi memleketinde oturmak isterse o zaman işler yoluna girer ve kaleler kendisine teslim edilir, böylece de ona olan lütuf ve ihsanımız daha çok artırılır ve istediği şey hususunda bana ant içtikten ve senin ve benim ta-rafımdan istediği şeye güven duyulduktan sonra da hemen benim huzuruma alınır, yok eğer huzuruma gelmekten korkup çekinecek olursa o zaman ben, ona kendi ülkemizde başka bir yer veririm ve elinde bulunan kaleleri bize teslim edip verdiğim o yere gidinceye kadar ona yolu açarım. Eğer o, Toharisran’ı isterse orayı da ona veririm. Benim bundan başka ona hiçbir söz ve cevabım yoktur. Bunu, Tekiş’in elçisine bildir ve ona 'Bu hususların birisinden dönecek olursa onun boynunu vurdururum’ de” dedi. Bu sıralarda bir rastlantı eseri olarak sultanın emirlerinden birisi, kapıya yakın bir kalenin alt tarafındaki patika yoldan giderken Tekiş’in sarayın içinde sarhoş bir durumda bulunduğunu gördü ve ona saldırdı ise de adamları, onu koruyup kurtardılar, bunun üzerine Tekiş yukarıya kaleye çıktı. Çok geçmeden Tekiş’in sultana gönderdiği elçi, bir süre sonra yeniden geldi ve ona “Ne için geldin?” denilince o da “Sultanın Tekiş için rızasını almaya geldim” dedi. Bunun üzerine vezir Nizamülmülk, elçinin elini tutup sultana götürdü. Sultan onu görür görmez “Ne için geldin?” deyince elçi, "Adil melikimiz diyor ki ‘Ben kaleleri asla teslim etmem, ben, dağın tepesinde olurum, sen de dağın öteki tepesinde olursun, aramızda da vâdi olur, böylece karşılıklı olarak konuşur anlaşırız. Sen, bana Herat’ı verir, bunun için bana Hâce-i Buzurg Nizamülmülk’ü gönderir, onunla bu hususları kararlaştırırız. Ben Müslim b. Kureyş'ten daha aşağı bir insan değilim?” Elçinin bu sözleri üzerine sultan, gazaba gelip âdeta çılgına döndü ve “Elçinin derhal boynunun vurulmasını” emretti. Bunun üzerine Nizamülmülk, ayağa kalkıp yer öptü ve elçinin öldürülmemesi için sultana yalvarıp yakardı. Esasında bu durum, Nizamülmülk’e çok zor geldi ve acı verdi, çünkü o, bu sorunu, sultan İçki Meclisi’nde iken acele olarak ona götürüp arz etmişti. Nizamülmülk’ün geldiğini öğrenen sultan, âdeti olduğu üzere, ona saygısı sebebiyle “İçki Meclisi’nin derhal kaldırılmasını” emretti. Tekiş’in elçisinin öldûrülmemesi sorununu çözmeyi başaramayan Nizamülmülk, buna son derecede üzüldü. Bu arada sultan, “Askerlerin elçinin çevresini kuşatmalarını, daha sonra da kuvvetli bir darbeyle boynunun vurulmasını” emretti. Sultanın bu emri, derhal yerine getirildi, elçinin cesedi de Tekiş’e gönderildi. Daha sonra Sultan Melikşah , Tekiş’i ele geçirmek amacıyla ordusuyla hareket geçti, emir Bozan’ın komutasındaki sultanın öncü kuvvetleri Serahs’a gelip burada bulunan Mesut b. Yâhız, Bozan ve Porsuk’un kuvvetleriyle birlikte Tekiş’i izlemeye başladılar, sonunda Venenc kalesine sığınmış olan Tekiş’i buradan zorla indirdiler (2 Ekim 1085), gözlerine mil çekilen Tekiş Dâmegân’daki Fîrûzkûh kalesine gönderildi, böylece o, ölünceye kadar orada tutuklu kaldı[12] .
Sultan Melikşah’ın Kuzey-Suriye Seferi Sırasındaki İlginç Davranışları
Sultan Melikşah’ın Kuzey-Suriye'ye gitmek üzere[13] İsfahan' dan ayrılıp Nizamülmülk’ün oğlu Müeyyidülmülk’ün yönetimindeki Tekrit üzerinden Musul’a hareket etti. Yolu üzerinde bulunan bir Arap kabilesine mensup temsilciler, sultana gelerek “Elcezire’de oturmakta olan Arapların kendilerine saldırmamaları hususunda lütfedip kendilerine güvence vermesini” dilediler, sultan da onlara bir ok vererek “Bunu, Arapların obalarına götürüp onlara vermelerini” bildirdi[14]. Bu arada bir bedevi Arap, sultana gelip “Ey âlemlerin sultanı, bir askeriniz benim mızrağımı aldı” deyince sultan, daima beraberinde bulunup kendisini koruma görevi yapan Çavuşiyye (Savuşiyyen=Çavuşlar)’ye[15] “Bunu araştırmalarını” emretti. Çavuşlar, kısa sürede elinde bedevi Arabın mızrağı bulunan o askeri sultanın huzuruna getirdiler, sultan da “Bu askerin elinin kesilmesini” emretti ve bedevi Araba da “Bu kesik eli mızrağının ucuna koy ve Araplara güven verip hoşnut etmek için onların obalarında dolaştır” dedi, bedevi de sultanın bu emrini aynen yerine getirdi.
Gerçekten ilgili kaynak ve araştırmalara yansımayan bu ilginç olay, Selçuklu yönetiminin tâbilerine karşı ne derecede adaletli ve koruyucu olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Büyük Selçuklu Devleti’nin Ulu Sultanı Melikşah ’ın bir bedevi Arabın şikâyetini dinleyip suçlu bulunan bir Selçuklu askerini elini kestirerek cezalandırması, dikkate şayan bir olay olarak böylece tarihe geçmiştir.
Bu olaydan sonra Sultan Melikşah, Musul'dan ayrıldı (5 Ağustos 1086) ve halkının başvurusu sonucunda Urfa’yı ele geçirip Selçuklu sınırları içine aldı, bu arada Câber kalesi de ele geçirildi. Buradaki hırsız ve fesatçıların başı olan bir adamın karısı, kalenin tepesine çıkarak kendini aşağı attı ise de sadece bacağı kırılıp ölümden kurtulmuştu. Bu olay sultana bildirilince sultan, o kadını yanına getirtip “Niçin canını böyle tehlikeye attın?” diye sorunca kadın da “Tecavüze uğramaktan korktuğum için canıma kıymayı yeğledim” dedi. Kadının bu cevabına çok şaşıran sultan, “Sen nerelisin?” diye sorunca o da “Dımaşklıyım” diye cevap verdi. Bunun üzerine sultan, “Bu kadının ailesine götürülüp teslim edilmesini” emretti[16].
Görüldüğü üzere bu ilginç olay da Sultan Melikşah’ın, ülkesinde yaşayan insanların her türlü sorunlarıyla nasıl yakından ilgilendiğini ve onların güvenli ve mutlu olabilmeleri için ne kadar ince ve insaflı düşünüp gerekli kararları alarak emirler verdiğini bütün açıklığıyla göstermektedir.
Daha sonra Haleb’e gelen Sultan Melikşah’a bölgedeki çeşitli Selçuklu vasal emirleri, birer birer gelip tâbiiyetlerini arz etmişlerdir. Haleb’de bir süre kalan Sultan Melikşah, buradan daha önce Süleymanşah tarafından fethedilen (12 Aralık 1084) Antakya’ya gitmiş (Aralık 1086) ve şehirdeki Süleymanşah’ın veziri Hasan b. Tahir tarafından şehir dışında karşılanmıştır. Sultan, beraberindeki emirlerden Alpoğlu Yağısıyan’ı bir miktar askerle şehir Şıhneliği’ne atadı ve vezir Hasan’ı da Divan işlerini yürütmekle görevlendirdi. Daha sonra sultan, Samandağı (Süveydiye)’na kadar giderek Akdeniz’e ulaşa. Denizi büyük bir heyecanla seyreden sultan, hükümranlığı altında bulunan ülkelerin babası Alp Arslan dönemindekinden daha geniş bir hâle gelmesi nedeniyle Tanrı’ya şükretmiş, bu düşüncelerin kendisinde oluşturduğu gurur ve heyecanla atını dalgalı denize sürerek elindeki kılıcı üç kez sulara daldırıp çıkartmış ve “İşte Tanrı, Doğu Denizi’nden Batı Denizi’ne kadar olan ülkelerin hâkimiyetini bana verdi” dedikten sonra da namaz kılarak kendisine ihsan ettiği bu lutf ve inayetten dolayı Tanrı’ya şükretmiştir. Bu arada sultan, deniz kıyısından bir miktar kum almış ve daha sonraki bir zamanda babası Alp Arslan’ın Merv kentindeki mezarına gidip “Ey babam Alp Arslan, sana müjdeler olsun, henüz bir çocuk olarak bıraktığın oğlun, dünyayı baştan başa fethetti” demek suretiyle haklı ve gururlu duygularını belirtmiştir[17].
Sultan Melikşah’ın Bağdat’ı İkinci Ziyareti ve Cereyan Eden İlginç Olaylar
Sultan Melikşah, beraberinde veziri Nizamülmülk olduğu hâlde, 5 Kasım 1091’de ikinci kez Bağdat’a, geldi, kendisini Halifelik vezir vekili Emînü’d- devle Ebû Sa’d b. Mavsâlâ karşıladı. Sultanın bu gelişi sebebiyle kardeşi Suriye meliki Tutuş, Haleb emîri Aksungur, Urfa emîri Bozan, emîr Çubuk ve diğer Selçuklu emirleri Bağdat’a çağrılmışlardı. Sultanın Bağdat'a gelmesi dolayısıyla Bağdat’ta büyük şenlikler yapıldı. Bu cümleden olarak gece sohbeti yapılan Sümeyriyye gemilerinde ve büyük kayıklarda büyük mumlar yakıldı; her kayıkta büyük bir çardak bulunuyordu. Böylece Dicle ırmağı meşalelerle süslendi. Bağdat halkı, bunu seyredip neşelenmek amacıyla evlerinden çıkarak Dicle ırmağı kıyısına gelip geceyi burada geçirdiler. Vezir Nizamülmülk ve diğer ileri gelen devlet adamları, bu ilginç manzara karşısında yapılan büyük gösterilere katıldılar, çeşitli eğlence ve oyunlar eşliğinde gemi ve kayıklarla Dicle ırmağında dolaştılar; büyük gemilere odun doldurulup ateşler yakıldı. Bu arada Bağdat’ın batı kesimindeki halk, ellerinde birer, ikişer mum olduğu hâlde, Dicle ırmağının kıyısına indiler. Sultan Sarayı’nın (Dârü’l- memleke) damından Dicle ırmağına doğru birbirine sıkı sıkıya bağlanmış halatlar uzanıyordu. Bu sıralarda da bir adam, ırmakta bulunan Sümeyriyye gemisine iplerle tırmanır, orada ateş yakıp tekrar aşağı inerdi. Bu eğlenceler sırasında da Sultan Melikşah için Mîlâd (Doğum günü zamanı)[18] töreni yapıldı. Dönemin şâirleri, bu gecede olup bitenleri yazdıkları şiirlerde de dile getirmişlerdir. Bu şâirlerden Ebu’l-Kasım el-Mutarrız da bu hususta şöyle bir şiir yazmıştır:
Âşıkların üstünde yanan her ateş,
Ya kalbinin ateşidir, ya da Sudak gecesinin ateşidir.
Zifiri karanlık, şafağın aydınlığına karıştı....
Güneş, orada dolunayı ziyaret etti.
Yeryüzüne, kavuşma ve ayrılık yerlerinin arasına,
Kendi cevherlerinden bir örtü yaydı...
Işıldayan kandiller gibiydi... Kovulmadan ve yanmadan
Gökyüzüne inmişti...
Ne tuhaf bir ateş! Rıdvan, onu alevlendiriyor,
Mâlik ise ondan korkuyor!...
Cennet bahçelerinin kendisine gülümsediği
Bir mecliste dişleri, ışıl ışıl parlıyor...
Mumların öyle gözleri var ki, şafağın yıldızları,
Her bakışında onlardan dert yanıyor...
Üzerinde yaprak bulunmayan dal gibi salınan
İnce bellilerden ışıklar saçılmaktadır.
Şaşıyorum doğrusu, yaşaması için boynunun vurulması
Gerektiği hâlde o, sakin bir şekilde ağlıyor[19].
Sultan Melikşah’ın Bağdat’taki İlginç Faaliyetleri
Sultan Melikşah , Bağdat’ta bulunduğu sıralarda, “Tuğrul Bey ken-tinde bulunan evine yakın bir yerde, bir şehir çarşısının yapılmasını" emretti. Sultanın bu emri üzerine tâcirler için hanlar ve içinde çeşitli malların bulunabileceği bir çarşı, yol ve sokaklar yapıldı. Sultanın eşi Terken Hatun da Dâru’d-darb (Darbhane) için güvenli bir hücre yaptırdı ve “Buralarda ticarî işlemlerin ancak altınlarla yapılmasını” halka yüksek sesle ilân ettirdi. Bu arada sultan, “Sultan Camii”nin yapılmasını ve bu camiin yapım giderlerinin tespit edilip bunların gümüş parayla ödenmesini" emretti. Bunun üzerine bu camiin yapımına derhal başlandı. Buranın gözcülerinden bir kısmının bütün ücretlerini bizzat sultan üzerine alıp ödedi, camiin inşasının denetim işlerine de Kadi’l-kudât Ebû Bekreş Şâmî’yi atadı. İnşa için gerekli olan tahta ve keresteleri de Sâmerra[20] Camii’nden getirtti. Sultan, ayrıca Ebû Hanife Medrese ve Çarşısı'nı da yaptırdı. Bu arada sultan, avladığı hayvanların boynuzlarından Kûfe’nin dışında bir Minare (Minaretü’l-kurûn) yaptırdı. Bunun aynısını Mâverâünnehr’de de yaptırdı. Rivayet edildiğine göre, bu hayvanları bizzat kendisi avlamış ve bun-ların sayısı da 10 bin imiş. Öte yandan vezir Nizamülmülkde Bustanü’l-cisr ve buna sınır olan hastahaneye ait vakıf topraklarını, 50 yıl süreyle kiraladı. O, bütün bu işleri yoluna koymak ve bitirmek amacıyla kendini bir eve âdeta hapsetti. Bu arada Ebu’l-Hasan el-Herevî, kendisine ait olan bir hanı Nizamülmülk’e armağan etti, Ebû Sa’d el-Yahudî de bu hanın bakımını bizzat üzerine aldı. Tâcülmülk Ebu’l-Ganâim, Dârü'l-hemmâm’ı ve onun devamındaki Benü‘l-Me’mun Kasrı'nı ve Hâc emîri Kutluğ’un evini satın aldı ve bütün bu binaların hepsini, Reis Ebû Tâhir Ibnü’l- Esbâgî’yi görevlendirip tamir ettirdi[21].
Sultan Melikşah’ın Veziri Nizamûlmülk’le Olan İlginç İlişkileri
Sultan Melikşah ’ın 76 yıl, 10 ay ve 19 gün yaşayan veziri Nizamülmülk’ün ömrünün bu kadar uzun olmasından hoşlanmadığı, rivayet edilmiştir. Özellikle Nizamülmülk’ün düşmanları, onun devlete ait mal ve paralardan pek çoğunu almış olduğunu, sultana bildirmişler, işte bu nedenle de Melikşah, vezirinden hoşlanmamaya başlamıştı, hattâ bu husus, halk arasında bile yayılmıştı. Bunun bir sonucu olarak sultan, Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk Osman’ın valisi bulunduğu Merv kentine, değerli memlükü (yetiştirmesi) Berdi (ya da Kodan)’yi şıhne olarak atadı. Buna son derecede kızıp öfkelenen Osman, Berdi’yi tutuklattı ise de bir süre sonra serbest bıraktı, o da yardım istemek amacıyla Merv’den ayrılıp sultanın yanına gitti. Bunun üzerine sultan, devletin ileri gelenlerini (erkân) yanına çağırtıp onlara “Hâce Hasan (Nizamülmülk)’a gidin ve benim adıma ona, ‘Sen, hükümdarlıkta benim ortağım mısın? Bu husus için bir karar gerektir. Yok eğer sen, bana tâbi bir durumda isen o takdirde haddinin gereğini yapman gerekir. Senin çocukların Selçuklu ülkesinin büyük bir bölümünün yönetimini kendi başlarına ele geçirmiş durumda bulunuyorlar, hattâ onlar, bana karşı olan hürmet ve saygıdan ayrılmama hususunda ikna olunamadılar’” dedi. Bunun üzerine devlet erkânı, sultanın bu sözlerini aynen Nizamülmülk’e ulaştırdıkları zaman Nizamülmülk, onlara dedi ki “Sultana söyleyin: O, devletin yönetiminde kendisinin ortağı olduğumu bilmiyor mu? O, benim devlet yönetiminde aldığım önlemler sayesinde sultanlık makamına geldiğini ve babası öldürüldüğü zaman herkesin kendi aleyhine birleştiğini bilmiyor mu? O, ordusuyla Amuderya ırmağını geçip birçok memleket fethettiği zaman Selçuklu ülkesi, yükselmek için revaçta olanlarla korkudan ürkek bir duruma düşenler arasında, sadece benim aldığım yerinde ve yararlı önlemler sayesinde bu iyi duruma geldi. İşte bundan sonra ona söyleyip bildiriniz ki hükümdarlık tâcının devamı, ancak vezirlik divitinin (hokka) benim elimde olmasına bağlıdır. Bu divit kapatıldığı takdirde o tâc da yok olur”. Nizamülmülk’ün bu sözleri sultana bildirilince sultan da vezir için bir takım önlemler almaya devam etti. Rivayet edildiğine göre, vezirin öldürülmesi, sultanın onayı ve Tacülmülk Ebu’l-Ganâim’in girişimleri sonucunda olmuş[22].
Yukarıda söz konusu edilenlere ilâve olarak Sultan Melikşah ’ın ilginç hâl ve davranışlarıyla ilgili kayıtları şöylece sıralayabiliriz:
1- Sultan Melikşah, fakirlere 10 bin altın tutarında sadaka verirmiş, bu nedenle de “Ben, her şeyden beri olan Tanrı’dan korkarım” demiştir. Türk ülkelerinin en uzak yerinden Yemen’in en uzak yerlerine kadar olan memleketlerde adına hükümdar olarak hutbe okutulan Sultan Melikşah’a birçok hükümdarlar, mektuplar yazıp onunla ilişkiler kurmuşlardır. Sultan öldüğü zaman Bizans, Lân[23], Hazar, Suriye, Yemen, Fars ve diğer memleket hükümdarları, taziyet için elçiler gönderdiler. Vezir Nizamülmülk’ün söylediğine göre, eğer Sultan Melikşah , yılda 20 milyon altından daha çok vergi toplatsaydı kendi döneminde bütün yollar güvence altında olurdu. Onun hayır işleri yapmaktaki niyeti daima isabetli ve iyi olmuştur. O, kadınlara ve güçsüz insanlara yardımda bulunur, onlara hep arka çıkardı[24].
2- Tacirlerden birisi, sultanla ilgili olarak şunları söylemiştir: Ben, bir gün sultanın ordugâhında idim. Sultan, bir gün ava çıkmak amacıyla atına bindi, yolda giderken ağlamakta olan bir köylüye rastladı ve ona “Ne oldu böyle sana?” deyince o da sultana “Ey haylbaşı (Süvari Komutanı)[25], benim yanımda bir yük karpuzum vardı, ben, bunları satacaktım. Fakat bana rastlayan üç asker, bunları benden aldılar" dedi. Bunun üzerine sultan, ona “Ordugâha git, orada kırmızı bir kubbe var, orada otur ve akşama kadar oradan kalkma, ben, geri dönüp seni zengin edecek kadar ihsanlarda bulunacağım” dedi. Bir süre sonra sultan, avdan dönünce Şarabi (Şarabdâr)[26]’ye “Ben, karpuz istemiştim, bu nedenle askerleri ve otağlarını kontrol et!" dedi. Sultanın bu emri üzerine Şarabî, sultanın bu emrini derhal yerine getirdi ve ona karpuz getirdi. Sultan, hemen ona “Bu karpuzu kimin yanında gördün?” diye sorunca o da “Falan Hâcib’in otağında” dedi, sultan da “O Hâcib’i hemen bana getirin" dedi ve Hâcib de derhal sultana getirildi. Sultan, ona “Bu karpuz sana nereden geldi?" diye sorunca Hâcib, “Bunu bana askerler getirdi” dedi. Bunun üzerine sultan, “O askerleri hemen derhal istiyorum” deyince yapılan kötülüğü hisseden Hâcib, bunu askerlere bildirdi. Bunun üzerine öldürüleceklerini hisseden askerler, oradan derhal kaçıp uzaklaştılar, Hâcib ise geri dönüp sultana "Onlar, sizin kendilerini istediğinizi anladıkları için kaçmışlar” dedi. Bunun üzerine sultanın “O köylüyü bana getirin” demesi üzerine köylü derhal getirildi. Sultan, ona “Senin karpuzlarını, -Hâcib’i gösterip- bu adam mı aldi? diye sorunca köylü de “Evet” deyince sultan, ona “Bu Hâcib, babamın ve benim yetiştirmem (Memlûk) ’dir, onu, benim sana bir ihsanım olarak teslim ediyorum. Fakat bu Hâcib, sana ait olan karpuzları senden alan askerleri buraya getirmedi. Tanrı’ya ant olsun ki sen, onu bıraksan o takdirde senin boynunu kesin-likle vurdururum” dedi; bu nedenle köylü, Hâcib’in elini sıkıca tutup dışarı çıkarttı, daha sonra da Hâcib, köylüden canını 300 altına satın aldı. Daha sonra o köylü, dönüp sultana gelerek ona “Ey sultan, bana armağan olarak verdiğin o Hâcib, kendini 300 altına benden satın aldı” dedi. Bunun üzerine sultan, ona “Sen buna razı mısın?” diye sorunca o da “Evet” dedi, sultan da ona “O hâlde parayı al ve bizden memnun olarak buradan git!" dedi[27].
Bu ilginç kayıtlarda da Sultan Melikşah’ın Selçuklu ülkesinde hiçbir kimsenin herhangi bir şekilde haksızlığa uğrayıp zarar görmemesi ve gördükleri takdirde de nasıl korunduğu hususunda ne kadar hassas bir tulum ve davranışlarda bulunduğu, bütün açıklığıyla görülmektedir.
3- Sultan Melikşah , beraberindekilerle birlikte oldukça dar ve sarp bir yolda giderken beraberinde, üstünde mal yüklü katırlar bulunan bir tacire rastladı. Sultanın yanında bulunan kimseler, kendilerine yol açmak amacıyla katırları, at üstünde bulunan tacirin tarafına çekmeye başlayınca sultan, onlara “Öyle yapmayın, biz atların üstünde olduğumuz için kolaylıkla yukarı tepeye çıkabiliriz, fakat bu katırların üzerlerinde çok ağır yükler vardır, bu durumda onları yukarı tepeye çıkarmaya çalışmak, çok zor ve tehlikeli olur” dedi. Böylece sultan, beraberindekilerle birlikte tacirin yükleriyle oradan geçip gidinceye kadar düz yola çıktı, daha sonra da geri döndü.
Daha sonra sultan, bu kez yürümekte olan bir kadına rastladı ve ona “Böyle yaya olarak nereye gidiyorsun?" diye sorunca kadın da “Hacca gidiyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine sultan, ona, “Nasıl olur da buna gücün, kuvvetin yeter?” diye sorunca kadın, “Ben, işte böyle yaya olarak Bağdat’a gidip oradan, sevap kazanmak için beni Hacca götürecek birisini bulacağım” dedi. Onun bu sözleri üzerine sultan, çantasında bulunan altınları çıkarıp kadının üzerindeki şala attı ve “Bunlarla kendine bir binek hayvanı satın al, geri kalanları da senin gerekli giderlerine sarfet” dedi[28].
Öteki ilgili kaynak ve araştırmalarda pek yer almayan bu kayıtlarda da Sultan Melikşah ’ın, güç durumlarda kalan kimselerle nasıl yakından ilgilenip onlara gerekli yardım ve destekleri yapmaktan geri kalmadığı, bütün açıklığıyla görülmektedir.
4- Sultan Melikşah, isyan hâlinde bulunan Tekiş’le savaşmak için harekete geçtiği sıralarda, Tus kentindeki Ali b. Musa er-Rıza’nın türbesine (Meşhed) uğradı ve beraberindeki veziri Nizamülmülk’le birlikte türbenin bulunduğu yere girdi ve duada bulundu; sonra sultan, vezirine, “Ey Hasan, sen bu türbede ne için dua ettin?" diye sorunca vezir, ‘Tanrı, seni kardeşine karşı başarılı kılsın diye duada bulundum" deyince sultan, “Ben 'Tanrı'dan bunu istemedim, ancak Tanrım, eğer kardeşim, Müslümanlar için benden daha iyi hizmette bulunuyorsa onu, bana karşı başarılı kıl, yok eğer ben, Müslümanlara ondan daha iyi hizmet ediyorsam, o takdirde beni, onun karşısında başarılı kıl!” şeklinde dua ettim" dedi[29].
Bu kısa kayıtta da ülkesinde yaşayan halka hizmet etme hususunda Sultan Melikşah’ın ne kadar güzel ve olumlu niyet sahibi olduğu, bütün açıklığıyla görülmektedir.
5- Bir Türkmen, beraberinde başka bir Türkmenle birlikte sultan Melikşah’a gelip “Bu adamın kızımla olan cinsî ilişkisini gözlerimle gördüm, onu öldürmem için bana izin vermenizi sizden istiyorum” deyince sultan ona, “Onu öldürme, biz, senin kızını onunla evlendiririz, mihrini de Devlet Hazinesînden karşılarız” dedi ise de Türkmen, “Onu öldürmekten başka hiçbir şeye razı olmam" dedi. Onun bu sözü üzerine sultan, “Bana bir kılıç getirin” dedi, kendisine hemen getirilen kılıcı kınından çıkaran sultan, şikâyetçi Türkmen'e “Gel” dedi. Buna herkes şaşırıp kaldı ve sultanın, kızın babasını öldüreceğini sandılar. Türkmen, kendisine yaklaşınca sultan, kılıcı ona verdi ve kınını kendi elinde tuttuğu kılıcı “Kınına sokmasını" emretti, fakat Türkmen, ne kadar çok uğraştıysa da sultan, ters çevirdiği kına, onun kılıcı sokmasına fırsat vermedi. İşte bu sırada da sultan, ona “Kılıcı niçin kınına koyamıyorsun?” diye sorunca Türkmen, “Ey sultan, sen, kılıcı kınına sokmama imkân vermiyorsun ki” diye cevap verdi. Bunun üzerine sultan, ona “İşte senin kızın da eğer istemeseydi o Türkmen, kızına yaptığı şeyi yapamaz, dolayısıyla da kızının ırzına geçemezdi. Eğer o Türkmeni öldürmek istiyorsan o takdirde kendi kızını da onunla birlikte öldür” dedi. Sultanın bu sözleri üzerine Türkmen, sultana cevap vermeyip yalnızca “Sultan ne emrederse o olur” demekle yetindi. Sultan da kadın ve Türkmenin nikâhını kıyacak kimseleri getirtip ikisinin nikâhını kıydırdı ve Devlet Hazinesi’nden de kadının mihrini verdi[30].
6- Bir gün sultanın huzuruna bir vaiz gelip ona şu hikâyeyi anlattı:
Kisrâlardan (Eski İran hükümdarları) birisi, askerlerinden ayrı kalıp bir bostandan geçerken oradaki insanlardan içecek su istemiş. Küçük bir kız çocuğu da ona bir kap içinde, şeker kamışı suyu ve biraz da kar getirmiş, Kisrâ da onu içmiş ve çok beğenmiş, kız çocuğuna “Bu nasıl yapılıyor?” diye sorunca kız da ona “Bu, bizim burada yetişen şeker kamışından yapılır; kamışı ellerimizle sıkmak suretiyle işte bu suyu çıkarırız” cevabını vermiş. Bunun üzerine Kisrâ, “Ondan bana biraz daha getir" demiş, onun kim olduğunu bilmeyen kız, süratle harekete geçmiş. Bu arada Kisrâ da kendi kendine, bu bostanı satın almak için buranın tutarı olan parayı sahiplerine vermeyi tasarlamış. Bir süre sonra kız, ağlayarak geri gelirken orada gördüğü, fakat tanımadığı sultan, ona “Neyin var senin?" diye sorunca kız da ona “Sultanımızın bize olan niyeti değişmiş” demiş. Bunun üzerine sultan, ona “Bunu nereden anladın?” deyince kız, “Ben, bu suyu zorlamadan sıkıp çıkarıyordum, fakat şimdi ne kadar uğraştımsa da bir türlü çıkaramadım” demiş. Sultan, onun doğru söylediğini anlamış, bu nedenle de ona, “Git ve yeniden sıkmayı dene, bu kez başarılı olup amacına ulaşacaksın” demiş ve kıza azmettiği şeyi yapabilmesine karar vermiş, böylece kız da kamışı sıkmayı başarmış ve güleç bir yüzle sultana geri gelmiş.
Vâiz, bu hikâyeyi anlatınca sultan, ona demiş ki “Bana bunları böyle an-latıyorsun da halka neden bunları şöyle anlatmıyorsun?” : Kisrâ, yalnız başına bir bostandan geçerken bostan bekçisine, “Bana, bir salkım koruk ver, çünkü beni hararet bastı, bu sebeple de çok susadım” demiş. Bekçi de ona “Bunu yapamam, çünkü sultan bile gelip bundan hissesine düşeni almamıştır, bu nedenle ben, ona asla haksızlık edemem" demiş. Aralarında vezir Nizmülmülk’ün de bulunduğu yerde hazır olanlar, Sultan Melikşah’ın vaizin söylediği o hikâyeye, söylediği bu hikâyeyle karşılık vermesi üzerine hayrete düşmüşler ve bunu, onun güçlü zekâsına yormuşlardır[31].
7- Sultan Melikşah, İsfahan’dan Antakya’ya, oradan da Bağdat’a gitmiş ve geçtiği bütün yerlerde askerlerinden hiçbirisinin halktan zorla, ya da haksız olarak herhangi bir şeyin aldığı asla rivayet edilmemiştir. Sultan, askerleriyle Bağdat’a her gelişinde halk, şehir içinde kıtlık ve dolayısıyla pahalılık olmasından endişeye kapılmışsa da ancak durum, sandıklarının tersine çıkmıştır; hattâ sıradan insanlar, gece, gündüz demeden onun askerlerinin arasına karışır, satıcılar da incir ve tavuk satmak için askerlerin arasında hiç korkup çekinmeden dolaşırlar ve istedikleri fiyatlardan satış yaparlardı. Bu arada sultan, gümrük harcını kaldırmak isteyince tahsildarlardan birisi, ona “Ey sultan, bu sayede, bu yıl Devlet Hâzinesi'nden 600 binden fazla altın eksiltmiş olacaksın" deyince sultan ona, “Para ve mal Tanrı’ya aittir, kullar, onun kullarıdır, yeryüzü de onun ülkesidir, bu sebeple bu iş, böyle olacak. Bu sebeple her kim, böyle bir iş için bir daha bana gelecek olursa onun boynunu vurdururum" demiştir[32].
8- Vâsıf’a bağlı büyük bir köy olan Haddâdiyye adlı köyden Gazzal’ın oğulları adıyla tanınan iki kişi. Sultan Melikşah'ın yanına gelip atının üzengisine yapışarak ona şunları söylediler: “Biz, Humartekin el-Halebî’ye ıkta edilmiş olan Haddâdiyye köyündeniz. Huma ekin, bizim 1600 altınımıza el koyduğu gibi birimizin ön dişlerinden iki tanesini de kırdı, bu dişler, şu anda, onun avucunun içinde durmaktadır. Ey sultan, ondan bizim hakkımızı alman için sana geldik. Senin adaletin halk arasında çok yayıldı, bu sebeple biz de sana geldik. Tanrı’nın sana yapılmasını faiz kıldığı gibi, ondan hakkımızı alırsan ne âlâ, yok eğer bunu yapmazsan Tanrı, aramızda adaletle hüküm verecektir.” Bunun üzerine sultan, atından inerek onlara “Her biriniz, kolumun bir yeninden tutarak beni Nizamülmülk’ün evine götürünüz” deyince onlar, sultanın bu sözleri kendilerini ürkütüp korkuttuğu için onun bu isteğini yerine getirmeye cesaret edemediler. Fakat sultan, dediğini yapmaları için her ikisine ant içirince her biri, sultanın yeninden tutarak onu Nizamülmülk’ün evinin kapısına kadar götürdüler. Kendisine, sultanın ve beraberindekilerin geldiğini haber alan Nizamülmülk, süratle evinden çıkıp sultanın önünde yer öptü ve “Ey yüce sultan, neden böyle yapıyorsun?” diye sorunca sultan, ona şöyle dedi: “Yarın, Tanrı’nın huzurunda benden Müslümanların hakları sorulduğu zaman hâlim nice olacak. Seni, benim adıma bu görevi yerine getirmen için atamıştım. Halka bir zarar gelirse senin yüzünden gelir, muhatab sen olursun, bu nedenle işine iyi bakıp görevini yerine getir!” Bunun üzerine vezir, yer öpüp sultanın emrini yerine getirmek için derhal harekete geçti. Çok geçmeden sultan geri dönünce vezir, “Humartekin’in azledilmesi, ıktânın elinden alınması, el koyduğu mal ve paraların sahiplerine geri verilmesi ve öne sürülen deliller ispatlandığı takdirde de Humartekin’in iki dişinin sökülmesi için” bir ferman hazırladı. Bunun üzerine Nizamülmülk’ün kendilerine 100 altın bağışladığı iki kişi, derhal oradan ayırıldılar[33].
9- Sultan Melikşah Rey kentinde, huzuruna güzel bir şarkıcı kadını getirtmiş ve onun söylediği şarkıyı çok beğenmiş, canı onu arzulayınca kadın, ona “Ey sultan, ben, senin bu güzel yüzünün cehennem ateşinde azap görmesinden çekinirim. Helâl ile haram arasında bir tek sözcük var” demiş. Bunun üzerine sultan, ona “Doğru söyledin” dedikten sonra kadıyı çağırtarak bu şarkıcı kadını kendisiyle evlendirttirmiştir[34].
10- Bir ara Bâtınî inancı, sultanın inancını bozmuşsa da sonradan o, inancını yeniden düzeltmiştir. Sultan Melikşah’ın yakınlarından olan Cürcanlı bir vâiz, sultanın inancı Bâtınîlikle bozuldu, hattâ daha da ileri giderek sultan, ‘Tanrı nedir, Tanrı diyerek ne demek istiyorsunuz?” demeye başladı. Ben de onun sorduğu bu soru üzerine şaşkına döndüm ve güzel bir cevap olarak sultana şunları yazıp bildirdim:
Şunu iyi bil ki ey hükümdar, bu avam tabakası ve câhiller, Tanrı’yı his yoluyla ararlar, o hissi yitirirlerse onu inkâr etmeye kalkarlar, bu da sağduyu sahipler için uygun bir durum olmaz. Bizim duygularımızın ulaşamadığı varlıklarımız vardır, akıl onları reddetmiyor. Akıl, onları ispat ettiği için onları inkâr etmek mümkün değildir. O insanlardan birisi, sana “Gördüklerimizin dışında hiçbir şey, mevcut değildir” derse işte o zaman Tanrı’yı inkâr etmek, emir (buyruk) ve nehiy (men, yasak)’den pek hoşlanmayan câhil insanların içine nüfuz eder. Onlara göre, bizim için gelişip büyüyen ve ölümden sonra artık geri gelmeyecek olan uzun ve derin olan maddî bedenlerimiz vardır. Bu bedenler, gıdaları kabul edip alır, ondan güzel işler ortaya çıkar, meselâ tıp ve hendese gibi... Ve sonunda bütün bunların bu bedenlerin ötesindeki manevî bir şeyden ortaya çıktığını anlamışlardır; işte bu da ruh ve akıl’dır. Onlara “Bu iki şeyi duygularınızla mı idrak ettiniz?” diye sorduğumuz zaman onlar, “Hayır, onları, kendilerinden ortaya çıkan etkilerine deliller göstererek idrak ettik” derler. Biz de onlara "Tanrı’dan rüzgârların ve yıldızların yaratılması, feleklerin yönetimi, ekin yeşertme, zamanı (devranı) çekip çevirme ortaya çıkağı hâlde, onu hissetmeyi nasıl oldu da yitirdiniz? Bu bedenin nasıl bir ruhu ve aklı varsa, bu ikisi sayesinde mevcut ise bu ikisi hisle idrak edilemeyip aklî deliller, buna tanıklık ediyorsa işte her şeyden beri olan Yüce Tanrı’nın da bu yaptıklarını hisseden akıl sayesinde varlığı sâbittir” dedik. Cürcanlı vâiz’in kendisine yazıp bildirdiği bu sözleri beğenen ve bundan dolayı duygulanan Sultan Melikşah , Bâtınîleri lânetlemiş ve onun kendisine yazdığı şeylerin gerçekleri ortaya koyduğunu anlamıştır[35].
11- Bilindiği üzere vezir Nizamülmülk’ün Nihavend yakınlarındaki Sıhne'de konaklamakta iken Ebû Tâbir adlı bir Bâtınî, elinde bir dilekçeyle onun yanına gelip dilekçeyi ona verdi, vezir de bunu okurken Bâtınî, elindeki bıçakla veziri ağır bir şekilde yaraladı. Bunu haber alan Sultan Melikşah, Bağdat’taki evine yaralı olarak getirilen Nizamülmülk’ün yanına derhal geldi. Bunun üzerine vezir, ona “Ey âlemin (dünyanın) sultanı, ben, babanın ve senin devletinde yaşlandım. Bana biraz zaman verseydin -çünkü ömrümden ancak az bir zaman kaldı- ya da beni vezirlikten uzaklaştırsaydın da bana böyle suikast yapılmasını emretmeseydin” dedi. Bunun üzerine sultan, hep boynuna asarak taşıdığı bir Kur'an’ı çıkarıp bu sûikast işinden haberi olmadığı ve bir emir vermediği hususunda ant içti ve “Ben, bu işe nasıl razı olup reva görürüm. Oysaki sen, benim devletimin bereketisin ve babam yerindesin” dedi[36].
Bilindiği üzere Sultan Melikşah , Bağdat’ta iken ava çıktığı sıralarda hastalanmış ve Bağdat'a döndükten sonra da 38 yaşında hayatını kaybetmiştir (19 Kasım 1092). Cesedi, İsfahan'a götürülüp oradaki kendi medresesinde bulunan türbesine defnedilmiştir[37].
Sınırları, Çin sınırından Marmara Denizi'ne, Kafkaslar’dan Yemen, Aden ve Mısır sınırlarına kadar uzanan Büyük Selçuklu Devleti’nin en büyük hükümdarı olan Sultan Melikşah, ülkede yaşayan Müslüman ve Müslüman olmayan halklara karşı din ve mezhep farkı gözetmeksizin -daha önce birçok kez değinildiği üzere- daima hoşgörülü bir şekilde haksızlığa ve dolayısıyla zarara uğramamaları için gerekli önlemleri aldırmış ve tabii bunun bir sonucu olarak da bütün Selçuklu ülkesinde huzur ve sükûnu sağlamış, bu sebeple Adil Sultan lâkabıyla anılmıştır[38].