Giriş
Osmanlı coğrafyası, jeo-stratejik nitelikleri, geniş toprakları ve doğal zenginlikleri ile özellikle 18. Yüzyıl’dan itibaren, sanayileşen Batılı devletlerin ve bu devletlerle rekabete girebilen Çarlık Rusya’sının hedef noktalarından biri olmuştur.
Bu sürecin başında, Kuzeyden merkeze, yani Güneydeki sıcak denizlere doğru inmeye çalışan Rusya, Osmanlı Devleti için birinci tehdit olarak belirginleşmiş, bunu, Batı emperyalizminin Osmanlı coğrafyasında odaklanan yayılmacı politikası takip etmiştir.
Osmanlı devlet adamları, bu ikili kumpas karşısında, bir tarafın garantörlüğüne dayanarak diğerinin tehdidinden kurtulma esasına dayanan bir denge politikası takip etmek zorunda kalmışlardır; bazı egemenlik haklarından taviz vermeyi göze alarak, birçok kez İngiltere ve Fransa’ya, kimi zaman da Rusya’ya dayanmak suretiyle, devleti ayakta tutmaya çalışmışlardır. Osmanlı coğrafyası üzerinde, sıcak çatışmayı göze alacak kadar şiddetli bir rekabet içine giren iki kutbun, bölgesel çıkarlarını elde etmeye çalışırken, istisnai olarak, uzlaşı aradıkları dönemler de olmuştur. Osmanlı Devleti, bu dönemlerde, konjonktüre boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Sürecin son evresinde yaşanan Mısır Sorunu, çizdiğimiz bu çizginin belirginleştiği bir dönemdir. Nitekim, bu dönemde, Osmanlı devlet adamları Mısır Hıdivi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanı karşısında, destek bulamadıkları Batı’nın yerine Rusya’ya yaklaşma yoluna gitmişler; 1833’de imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşması ile resmîleşen bu birliktelik Rusya’ya, Boğazlar üzerinde inisiyatif sahibi olma imkanını vermiştir.[1]
Ancak, üç taraflı hassas dengenin, bu şekilde, Moskova’nın lehine dönmesine tahammül edemeyen İngiltere, Fransa, Prusya ve Avusturya, uluslararası dengelerin doğurduğu doğal sınırlamaların dışına çıkamayan Rusya’nın da imzasını alarak, 1841 yılında Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni hayat getirmişler, kendilerini de tekrar denkleme dahil etmişlerdir.
Bu şekilde oluşan yeni konjonktürden rahatsız olan Rusya ise 1853 yılında başlayan ve 3 yıl süren Kırım Savaşı ile Kafkasya ve Balkanlar üzerinden Anadolu’ya kadar ilerlemeyi başarmış, ülkenin bekasını düşünen Osmanlı devlet adamları da, çareyi, devletin toprak bütünlüğünü Batılı devletlerin garantisi altına alan 30 Mart 1856 tarihli Paris Antlaşması’na imza koymada bulmuşlardır.
23 Aralık 1876’da ilan edilen I. Meşrutiyet ile birlikte tablo bir kez daha değişmiş, İstanbul’u etkisi altına alan istikrarsızlığı fırsat bilen, aynı kanallardan Anadolu’ya ilerleyen ve 2 yıl sonra imzalanan Ayastefanos Antlaşması’yla tekrar inisiyatif sahibi olan Rusya, avantajlı konuma gelmiştir.[2] Bu dönemde bir blok lideri olarak hareket eden İngiltere ise sözü edilen gelişme üzerine tekrar başrolü üstlenerek aynı oyunu tekrar sahneye koymuş ve Rusya’nın da kerhen destek verdiği Berlin Antlaşması ile üçlü denklemi aynı yıl içinde bir kez daha eski yörüngesine oturtmayı başarmıştır.[3]
Biz, bu çalışmamızda, Ankara Hükümeti’nin Sovyet politikasını analiz etmek suretiyle, bu üçlü satrancın, Milli Mücadele döneminde de devam ettiğini, vurgulamaya çalışacağız. İlgili süreç içinde birçok olgunun değişken olduğu, birçok olgunun ise sabit kaldığı malumdur. Bizim bu çalışmayı hazırlarken ulaşmak istediğimiz temel amaç da, sabit kalan ve değişkenlik arz eden olguların ışığında, Osmanlı Devleti’nden Ankara Hükümeti’ne miras kalan bu dış politik çizginin hassasiyetle izlenmiş olduğu gerçeğini, sahih referanslar üzerinden, ayrıntılı biçimde ortaya koyabilmektir.
A. Türk-Sovyet İtilafı ve Üçlü Dengenin Tekrar Etkin Olması
1. İtilafın Kuruluş Nedenleri ve Oluşum Süreci
Anadolu, yüzlerce yıldır, sahip olduğu jeo-stratejik özellikleri nedeniyle, sıcak denizlere inmeye çalışan Rusya’nın önünü kesen doğal bir engel olarak görülmüştür. Bu olgu, Rusya’nın siyasi bir güç haline gelmesiyle varlığını hissettirmeye başlamıştır. Rusya, İngiltere ve Almanya arasındaki küresel rekabetten kaynaklanan I. Dünya Savaşı’nda, İngiltere ve Fransa’nın başını çektikleri “İtilaf Devletleri” bloğu içinde yer almış, yalnız kalmak istemeyen Osmanlı Devleti ise, II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte İngiltere ve Fransa’dan beklediği ilgiyi göremediği için,[4] karşı kampta, İttifak Devletleri’nin bir üyesi olarak, savaşa iştirak etmek zorunda kalmıştır.[5]
1915 yılında, Çanakkale cephesinde, dramatik bir mağlubiyete uğrayan İtilaf Devletleri’nden beklediği yardımı alamayan Çarlık Rusyası, Lenin önderliğindeki Bolşevik İhtilali ile, hem, yeni bir döneme girmiş,[6] hem de, 3 Mart 1918’de İttifak Devletleri’yle Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalayarak savaştan çekilmiştir.[7]
Bu ciddi gelişmeden sonra, Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 tarihinde Limni adasının Mondros Limanı’nda imzaladığı Mondros Mütarekesi ile fiilen iflasını ilan etmiş,[8] devletin kalbi durumundaki Anadolu’da, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öncülüğünde, çok yönlü çıkarları nedeniyle sıcak ve güncel tehdit niteliğini kazanan İtilaf Devletleri’ne ve onların desteklediği işgalci Yunan güçlerine karşı çok yönlü bir kurtuluş mücadelesi başlatılmıştır. İngiltere’nin, sömürgelerine sıçramasından endişe ettiği Türk tipi bir direniş hareketini, kaynağından çıkmadan bastırma arzusu içinde olduğu da bu bağlamda vurgulanması gereken bir gerçektir.
I. Dünya Savaşı’nda rakip olan ve ülkelerinde yeni filizlenecek olan rejimlerin taşıyıcılıklarını üstlenen Mustafa Kemal Paşa ve Lenin, bu benzerliklerinin yanı sıra, 1920 yılının ilk aylarında ortak düşmanla, yani İngiltere, Fransa ve İtalya’nın oluşturduğu müşterek kuvvetin tasallutuyla karşı karşıya gelmiş bulunuyorlardı.[9] 21 Kasım 1918’den beri, Karadeniz sahilleri, İngiltere’nin kontrolü altındaydı.[10] Ayrıca her iki taraf da, halka dayalı olduğunu iddia eden ve ülkelerinde yeni filizlenen bir iktidar görüntüsü vermekteydiler. Ancak, 1917 Devrimi ile birlikte etkinlik kazanan sosyalizm olgusundan çok Moskova’nın yüzyıllardır devam eden sıcak denizlere inme politikası ve Ankara Hükümeti’nin sürdürdüğü Batı ile Rusya arasında hassas denge siyaseti, iki taraf arasında bir güvensizlik ortamı oluşturmaktaydı. Devrimden sonra kurulan Rusya Geçici Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Milyukov, 1 Mayıs 1917’de, bütün Rus elçiliklerine gönderdiği bir genelge ile, hükümetinin, Doğu Anadolu, İstanbul ve Boğazlar2dan vazgeçmeyeceğini, ifade etmişti.[11]
Ankara’nın Moskova’ya soğuk bakmasında, Bolşevikler’in, İttihad ve Terakki Cemiyeti (İTC) liderlerinden Enver Paşa’yı kullanarak, Kemalistleri tasfiye edebilecek bir politika uygulamalarının da[12] büyük payı vardı.[13] Kendisini Anadolu direnişini lideri gibi gösteren[14] ve uzun yıllardır Mustafa Kemal Paşa ile rekabet içinde olan Enver’in de,[15] bu noktada, oldukça istekli olduğu söylenmekteydi.[16] Diğer taraftan, kurduğu Halas-ı İslam Cemiyeti ile yeni bir imaj kazanmak isteyen Sovyet tarafı,[17] Enver Paşa ve arkadaşlarına yaklaşırken, onların, Türk-İslam coğrafyasında edindikleri itibarı dikkate alıyor ve bu coğrafyanın “dostu olduğu” mesajını vermeye çalışıyordu. Moskova, bölgedeki İngiliz etkisini de hedef alan bu stratejisi bağlamında, 1919 yılı Eylülünde, ünlü Rus yazar Karl Radek vasıtasıyla Berlin’de bulunan Talat Paşa ile temas kurmuş ve işbirliği teklifinin Enver ve Cemal Paşalara da iletilmesini istemişti.[18] Eski ittihatçılar, söz konusu itibarlarına dayanarak, özelikle Anadolu üzerinde etkin olmak istiyorlardı.[19] Bize göre, Enver ve Talat Paşalar ile temas halinde olan ve her iki isim üzerinde de iyi bir intiba oluşturmayı başaran Sovyet tarafını[20] böyle bir tavra sürükleyen nedenlerden biri, şüphesiz, ulusal direniş hareketinin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın, sosyalizmi, Anadolu halkı için uygulanabilir olmaktan uzak, “gayr-i milli” bir ideoloji olarak nitelendirmesiydi.[21] Moskova’nın bu tavrı, Sovyetlerle işbirliği yapmak isteyen Paşa[22] ve yandaşlarını büyük ölçüde tedirgin ediyor ve ölçülü hareket etmeye zorluyordu.[23]
Nitekim, Enver Paşa, 1920 yazında, Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı iki mektupla, Sovyetlerin de desteğiyle, askerleriyle birlikte Anadolu’ya yardıma geleceğini ifade ederek, bu hassas konjonktürü daha da derinleştirmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın 4 Ekim tarihli cevabî mektubunda muhatabını diplomatik bir dille Anadolu dışında tutmaya çalışması ve ihtiyatlı olmaya davet etmesi, bu gerçeği büsbütün belirginleştirmişti.[24]
Sovyet tarafının Ankara’yı rahatsız eden ince bir politikası daha vardı: Moskova, çeşitli propaganda usullerini de kullanarak, Türk kamuoyunu etkilemek istiyordu. Nitekim, Bolşevikler, bu bağlamda, Anadolu’daki kurtuluş hareketini kendi ihtilallerinin bir benzeri olarak göstermeye çalışıyorlar,[25] Sovyet Hariciye Komiseri Çiçerin’in, barışçı söylemlerin ardına gizlenen ve hatta daha da ileri giden yaklaşımları göze çarpıyordu;[26] Sovyet diplomat, Sivas Kongresi’nin sona ermesinden iki gün sonra, 13 Eylül 1919’da, Türkiyeli işçi ve köylülere hitaben bir açıklamada bulunmuş, Anadolu’nun İtilaf Devletleri tarafından paylaşılması ile ilgili gizli antlaşmaları tanımadıklarını açıklarken, Türk kamuoyunu İngiltere ve Fransa’ya karşı manipüle etmeye çalışmıştı.[27]
Probleme daha realist bir bakış açısıyla yaklaşıldığında daha değişik bir görüntü ile karşılaşılıyordu. Anadolu hareketine yaklaşırken, Güney sınırlarının güvenliğini, bölgenin, İtilaf Devletleri’ne karşı bir tampon bölge kimliğini kazanmasını ve Sovyet saygınlığının İslam Dünyası’nda yayılmasını amaçlayan Bolşevikler,[28] menfaat çatışması içine girdikleri eski müttefiklerine karşı Türk milliyetçileriyle anlaşmak zorunda olduklarının bilincindeydiler. Lenin’in, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren kişi ve kuruluşların sosyalizm adına desteklenmelerini öngören prensibi de bu bağlamda oldukça etkindi.[29]
Nitekim saydığımız bu ve benzeri sebeplere binaen işbirliği teklifi öncelikle Moskova tarafından geldi ve üst düzeyde görev yapan bir Sovyet yetkili 1919 yılı ortalarında Havza’da bulunduğu sırada Mustafa Kemal Paşa’ya birlikte hareket etme teklifinde bulundu.[30] Bunu, Sovyet Kafkas Orduları Başkomutanı Eliava’nın, Sivas Kongresi’nden sonra, İstanbul’daki gizli direniş teşkilatlarından Karakol Cemiyeti’ne benzeri bir teklif götürmesi izledi.[31] 1919 yılı Ekim ayında, Balıkesir’e gelen üst düzeydeki bir Sovyet yetkilinin, 61. Fırka Kumandanı Miralay Kazım (Özalp) Bey’e komünizme sahip çıkılması karşılığında külliyetli miktarda yardım önerisinde bulunması[32] ile de Moskova’nın son konumu belirginleşmiş oldu.
Söz konusu girişimleri olumlu bulan Mustafa Kemal Paşa, Amasya’da bulunduğu sırada, en yakın silah arkadaşlarından Rauf (Orbay) Bey ve Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile istişare etti; Doğu Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa[33] ile İstanbul direnişinin önde gelen isimlerinden İttihatçı Karakol Cemiyeti’nin lideri Kara Vasıf Bey’i bilgilendirdi[34] Böylece, Türk milli direniş hareketinin lider kadroları arasında sağlam bir görüş alış-verişinde bulunulmuş oldu.
Sonuçta, uluslararası konjonktürün bu noktada düğümlenen doğal zorunluluklarını ve Sovyet Rusya’nın Ankara’nın karşı tezi olan Misak-ı Milli’yi[35] onaylayan yaklaşımlarını tartan Türk milliyetçileri Bolşeviklerle anlaşmayı gerekli gördüler; Sovyet tarafının yayılmacı emelleri yüzünden başlangıçta soğuk baktıkları bu olguyu, içinde bulundukları durumun güçlüğü nedeniyle ister istemez kabul etmek zorunda kaldılar ve ilk temasları kurmak üzere Kazım Karabekir Paşa ile Doktor Fuat Sabit (Ağacık) ve Doktor Ömer Lütfi Beyleri görevlendirdiler.[36] Kaldı ki, Mustafa Kemal Paşa ve arkdaşları, 1919 yılı Eylülünde, Sovyetler’in ittihatçılara ilk kez işbirliği teklif ettiği ve meclis içindeki ittihatçıların tehdit olarak algılandığı dönemde, eski ittihatçı ve Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa’yı böyle bir işbirliği için görevlendirerek,[37] bulundukları konumu daha önce de belli etmişlerdi. Merkez olarak Bakü’yü seçen ve bu amaçla Doktor Fuat Bey ile de birleşen Halil Paşa’nın,[38]çok geçmeden, hatırı sayılır ölçüde Sovyet yardımını deniz yoluyla Trabzon’a ulaştırması,[39] taraflar için ilk ciddi tecrübe olmuştu.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, bu beraberliğe onay verirken, şiddetle ihtiyaç duydukları Sovyet yardımına bir an evvel kavuşmak ve Doğu sınırlarında istikrarlı bir ortam oluşturmak istiyorlardı. Böylece, önce askeri alanda güçlü bir irade ortaya koyabilecekler, sonra da, Türk-Sovyet yakınlaşmasından endişe etmelerini bekledikleri Batılı başkentleri, bu korkuyu koz olarak kullanmak suretiyle, bağımsızlığa dayalı Türk tezini kabul etmeye zorlayabileceklerdi.[40] Ankara için, Sovyet tarafı ile uzun vadeli bir ittifak söz konusu değildi; Moskova’yı Ankara’ya iten sebeplere dayanılarak yardım talep edilecek ve bu beraberlikten endişe eden Batılı güçlerin saf değiştirmesi sağlanacaktı.[41] Bu nedenle, ne, görev verilen Halil Paşa’nın, ne de, arkadaşlarının, Asya’daki İngiliz sömürgelerinde isyan çıkarma yönündeki taleplerine olumlu cevap verilecekti.[42]
Kısaca ifade etmek gerekirse, çıkar ilişkilerine dayanan stratejik ortaklık, var olma mücadelesi veren Türk ve Sovyet tarafları için, bir gereklik haline gelmiş, ancak, iki taraf da Batı ile bir denge kurmak istedikleri için, içtenlikle kurulmayan bu ortaklık, henüz başlangıç evresini yaşarken, büsbütün “siyasi” bir nitelik kazanmıştı.
Nitekim, Mustafa Kemal Paşa, bağımsızlık prensibinden taviz vermeksizin beklediği yardımı alabilmek ve Moskova’yı, İtilaf Devletleri’ne karşı bir koz olarak kullanmak için Sovyet tarafına yakın bir görüntü vermek istiyor, bu maksatla, Ankara Hükümeti’nin güdümünde çalışacak sol oluşumlara manevra alanı açıyordu. Paşa, muhafazakar kamuoyunun bu bağlamda oluşabilecek tepkisini ortadan kaldırabilmek için, “İslam ile ters düşmeyen bir Bolşevizm” olgusu üzerine bina edilen ve “Yeşil Ordu” ismini taşıyan Ankara güdümlü bir teşkilatın kurulmasına onay vermişti. “Yeşil Ordu” imajı, bu olgu ile aynı paraleldeydi.[43]
Mustafa Kemal Paşa, böyle bir yol takip ederken, komünizmin Anadolu’da yeri olamayacağının bilincindeydi.[44] Ancak, söz konusu tavrı takınırken haklı gerekçelere de sahipti. Bu bağlamda, Rusya ile bağlantısı kesilen Anadolu Yarımadası’nın sömürgeleşmesinden duyduğu endişe özellikle dikkat çekiciydi.[45] Paşa, bu nedenle, muhtemel bir dahili muhalefeti ve Sovyet tarafının doğabilecek şüphelerini ortadan kaldırmak için, algı operasyonuna dayalı “politik” bir yörüngeye girmeye dahi hazırdı. Yine aynı nedenlerle, bir tehdit olarak algıladığı Çerkes Ethem’in, Yeşil Ordu’nun silahlı gücü haline gelmesine dahi tanık olmuştu.[46] Ancak, Paşa’nın temel çizgisinde asla bir sapma söz konusu değildi ve Milli Mücadele’nin başında belirlediği hedeflerine ulaşmak için istikrarlı yürüyüşünü devam ettirme azmi ve kararlılığı içindeydi.
Kafkasya’nın jeo-politik önemini arttıran bu gerçek, İtilaf Devletleri tarafından daha önce de değerlendirilmişti. Kaldı ki, İngiliz ve Fransız devlet adamları, Bakü petrollerini ellerinde tutmak, İran ve Irak yolunu kapatmak ve muhtemel bir Ankara-Moskova yakınlaşmasına karşı bir ön tedbir olmak üzere, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’la bir set kurmuşlardı. İngiltere’nin Kafkasya temsilcisi Oliver Wardrop, Lord Curzon’a gönderdiği 3 Ocak 1920 tarihli telgrafta, bu set sayesinde Türkiye’nin Rusya’dan yardım almasını engelleyeceklerini belirtmişti.[47] Kaldı ki, Bolşevik Devrimi ile birlikte başlayan ve Moskova’yı ciddi şekilde zorlayan Batı destekli Beyaz Rus ordularının neden olduğu sorunlar, daha yeni yeni ortadan kalmaktaydı.[48]
Mustafa Kemal Paşa, Sovyet Rusya ve Anadolu hükümetini tehdit eden Kafkas Seddi›nin yıkılmasını bağımsızlık yolunda bir gereklilik olarak gördüğü için [49] sürecin 1920 yılının ilk aylarına rastlayan bu ilk evresinde, söz konusu projeyi akim bırakmak için harekete geçti. Milli Mücadele’nin lideri, bu amaçla, Azerbaycan ve Dağıstan yönetimleriyle temas kurmayı uygun buldu.[50] Ancak, Müttefikler tarafından bağımsızlıkları tanınan Kafkas hükümetleri, doğal olarak, uzlaşmaz bir tavır sergilediler. Bu bağlamda, Azerbaycan’da, iktidarı elinde bulunduran Müsavat Partisi ağırlıklı koalisyon idaresinin, Müttefiklerin yanında saf tuttuğu görüldü.[51] Önceden planlanmış olmamasına rağmen Menşeviklerin egemen olduğu Gürcistan ile de uzlaşılmaya çalışıldı fakat sonuç değişmedi.[52] Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, Kafkas uluslarına karşı Bolşeviklerle birlikte politika geliştirmeye karar verdi.[53]
Milli Mücadelenin önderleri, bu sırada, İstanbul Hükümeti’nin aleyhteki propagandalarıyla da mücadele etmekteydiler. Bu bağlamda, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, kaleme aldığı bir fetva ile Milli Mücadele hareketini “en ağır cezayı hak eden bir isyan hareketi” olarak nitelendirmiş, Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Doktor Adnan (Adıvar) Bey, Kara Vasıf Bey, Bekir Sami (Kunduh) Bey, Halide Edip (Adıvar) Hanım ve Ahmed (Alfred) Rüstem Bey’in idamlarına hükmetmişti;[54] Damat Ferit Paşa’nın çıkardığı, “Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşaların Bolşevik oldukları” yolundaki söylentiler de gündemdeydi. İstanbul Hükümeti kuvvetleriyle direnişçilerin vuruşmasını öngören ve nihaî hedefi İstanbul Hükümeti’nin tamamen İngiliz egemenliği altına girmesi olan bu çabaların[55] akim kalması için Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle, Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Bey tarafından bir karşı fetva çıkarılmıştı.[56]
Diğer taraftan Karakol Cemiyeti adına Moskova’ya gönderilen ve kendisi gibi kişisel inisiyatifiyle hareket ederek Sovyet Albayı İlyaçef ile bir ittifak antlaşması imzalayacak kadar haddini aşan Baha Said Bey, Ankara Hükümeti için ciddi bir problem oluşturmaktaydı.[57] Ankara, çok geçmeden kendisi ile özel olarak ilgilenecek ve Doğu Cephesi’nde hapis yatmasını sağlayacaktı.[58]
Sürecin bu evresi mercek altına alındığında sonuç olarak ortaya şöyle bir tablo çıkmaktaydı: Her şeyden önce, Anadolu’yu temsil eden Ankara ile Moskova merkezli yeni Sovyet hükümeti arasında ortak düşmanlar karşısında müşterek çıkar ilişkisine dayanan bir itilafın temelleri atılmaktaydı. Ankara, bu işbirliği sayesinde, ihtiyaç duyduğu yardımı elde etmeyi ve Sovyet kozunu kullanarak Batılı başkentleri kendi tezine yaklaştırmayı amaçlıyordu. Moskova ise Anadolu’yu, Batılı rakipleri karşısında bir tampon bölge olarak kullanmak ve kendi etki alanı içinde tutmak istiyordu. Ancak, her iki taraf da, muhatabının, Batılı ülkelerle işbirliğine girerek taraf değiştirmesinden ve kendisini yalnız bırakmasından korkmaktaydı. Karşılıklı güvensizlik ortamını besleyen en ciddi etken buydu. Kilit nokta ise Batılı müttefiklerin yanında yer alan Kafkasya bölgesiydi. Çünkü, tarafların işbirliği içine girebilmeleri için, öncelikle, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan eksenli Kafkas Seddinin yıkılması gerekiyordu. Ankara Hükümeti’nin lideri konumundaki Mustafa Kemal Paşa bu maksatla, Kafkasya’daki Sovyet nüfuzunu kabullenmek durumunda kalmış, Anadolu’nun kurtuluşu için buna razı olmuştu. Çünkü, bu seddi ortadan kaldırabilecek askeri güç, Moskova’nın elindeydi.
2. Diplomatik Temasların Başlaması ve Bu Süreçteki Gelişmeler
İşte böylesi bir sürecin ve böylesine zor şartların tabii neticesi olmak üzere taraflar arasındaki işbirliğine yönelik ilk ciddi talep, doğal olarak, çok daha sıkışık durumdaki Türk tarafından geldi. Bu bağlamda, Milli Mücadele Hareketi’nin lideri Mustafa Kemal Paşa, 26 Nisan 1920’de Sovyet lideri Lenin’e bir mektup göndererek, Türk tarafının, Sovyetlerin Kafkas politikasına onay vermesi karşılığında Moskova’nın Ankara’ya aynî ve nakdî yardım yapmasını öngören bir teklif sundu. Mektupta en dikkat çekici nokta, Mustafa Kemal Paşa’nın, emperyalizm aleyhine girişilecek ortak mücadele için Moskova’dan başlangıç olarak 5 milyon altın, asker, silah, cephane ve malzemenin gönderilmesini talep etmesiydi.[59] Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin’in, 2 Haziran’da bu mektuba müspet cevap vermesiyle, taraflar arasındaki işbirliğinin temeli atılmış oldu. Mektup, “Ermenistan” ve “Kürdistan’da” birer plebisit talep etse de mevcut şartlar dahilinde, bir işbirliğine zemin oluşturabilecek nitelikteydi.[60]
Ancak, bu noktaya kolay gelinmemiş, her bakımdan ihtiyaç içinde olan Ankara Hükümeti, Moskova’nın cevabını beklerken, ciddi bir taviz vermiş,[61] Bolşevik Ordusu bu gelişme üzerine, 28 Nisan 1920’de Azerbaycan’ı işgal etmişti. İşgal, Ankara’ya değil İtilaf Devletleri’ne yaklaşan Azerbaycan’daki Müsavat iktidarının, bazı Türk subaylarının da desteğiyle devrilmesini ve yerine Moskova güdümlü Gajinski ekibinin gelmesini sağlamıştı. İşgal karşısında ayaklanan Müslüman Tatarlar, Kızıl Ordu birliklerince şiddetle sindirilmişler ve 1500 kayıp vermelerine rağmen güvendikleri Ankara’dan hiç bir destek bulamamışlardı.[62]
Çiçerin, mektubunda, bu tavize rağmen, Ankara Hükümeti’nin asıl maksadı olan “Sovyet yardımı” konusuna, Moskova’nın komünist olmayan ülkelere mesafeli yaklaşması, muhtemel bir Sovyet-Türk itilafının, Lenin’in, İngiltere ile yapmayı düşündüğü ekonomik işbirliği antlaşmasına engel olması ihtimali ve Ankara’nın geleceğinin belirsizliklerle dolu olması gibi sebeplerden dolayı temas etmemişti.[63]
1920 yazına bu konjonktür içinde girildi. Her ne kadar da Türk tarafının verdiği teminat üzerine gerçekleşmiş olsa da, Kafkasya’da varlığını hissettiren Sovyet gücü, Haziran ayında, Ankara’nın, kendisini, büyük bir yalnızlık içinde hissetmesine neden oldu; Moskova’ya güvenilemeyeceği fikri yaygınlık kazandı. Bu noktadan hareket eden Türk milliyetçileri, Misak-ı Milli’nin realize edilmesi ve Doğu Anadolu’nun güvenliğinin sağlanması için Taşnak idaresindeki Ermenistan’a harekât düzenlemeye karar verdiler. Bu girişimin temel hedefi, stratejik öneme sahip Kars Ardahan ve Artvin’in kurtarılmasıydı.[64] Söz konusu gelişmeden de anlaşılacağı üzere, karşılıklı güvensizlik olgusu, ikili ilişkileri şekillendiren en ciddi dinamik idi.
Ankara’nın mesajını alan Moskova, tarafları birbirlerine yaklaştıran konjonktürün etkisi ve Türk tarafının gösterdiği başarılı direniş sayesinde, 3 Haziran 1920 tarihinde, Ankara’ya, “Çiçerin” imzalı bir mektup gönderdi. Zor durumda bulunan Ankara, taraflar arasındaki işbirliğinin önemine vurgu yapan ve kararı verilen taarruz hareketinin tehirini talep eden bu mektuba,[65] yalnız olmadığını anlamanın sevinci içinde, 20 Haziran’da olumlu yanıt verdi.[66] Bu “yapıcı” yaklaşımların bir sonucu olarak Ankara Hükümeti’nin 5 Mayıs 1920 tarihli kararı ve Sovyet tarafının onayı ile,[67] başkanlığını Dışişleri Vekili Bekir Sami Bey’in yaptığı bir Türk heyeti, 11 Mayıs 1920’de Moskova’ya gönderildi. 69 gün sürecek olan bu yolculuğun amacı, Sovyet Rusya ile bir işbirliği antlaşması yapmaktı. Heyet içinde Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve İbrahim Tali (Öngören) Bey gibi etkin ve güçlü isimler de vardı [68] Heyet yola çıkarken, Rus Halk Komiserliği Sovyeti’nin 13 Mayıs 1920 tarihli tamimi ile Rusya dahil bütün Doğu Müslümanlarına “özgürlük” talep etmesi ve “Türkiye’nin taksimine” karşı olduklarını beyan etmesi, bu bağlamda büyük önem taşımaktaydı.[69] İstanbul basınının liberal görüşleriyle öne çıkan gazetesi İkdam da, Ankara’nın Sovyet politikasına destek vermekteydi.[70]
Ancak, meclis içinde yapılan tartışmalar, Ali Şükrü ve Tunalı Hilmi Beyler başta olmak üzere bazı milletvekillerinin Moskova’ya derin bir güvensizlik içinde olduklarını gösteriyordu.[71] Bu bağlamda arkadaşlarını ikna etmeğe çalışan[72] ve siyasi demeçlerin yanında fiili müdahaleye de ihtiyaç duyulduğunu değerlendiren Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle, Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk birlikleri, “müşterek menfaatler” görüntüsü altında tekrar harekete geçti; 1 Ağustos’ta Kızıl Ordu ile ilk teması sağladı;[73] 14 Ağustos’ta ise Kızıl Ordu’nun ilerlediği Nahcıvan’a kadar uzanan bölgede denetim sağladı. Bu, Kafkas Seddi’nin ikili işbirliği ile yıkılması anlamına geliyordu.[74]
Bu şartlar dahilinde, 7 maddelik kapsamlı bir yol haritası ile yola çıkan Bekir Sami Bey’in başkanlığındaki heyet,[75] 19 Temmuz 1920’de Moskova’ya ulaştı[76] ve pek de makul rakamlar içermeyen bir acil askeri yardım listesi[77] ile 24 Temmuzda, Çiçerin ve Ermeni asıllı yardımcısı Karahan ile görüştü. Fakat, olumsuz ve uzlaşmaz bir tavır takınan bu ikilinin görüşmeleri çıkmaza sokması üzerine[78] Lenin ile temas kuruldu. Sovyet Devrimi liderinin “yapıcı” teşvikleri[79] ile 24 Ağustos 1920’de bir antlaşma taslağı hazırlandı ve taraflarca parafe edildi.[80] Ankara Hükümeti, İngiliz-Fransız itilafını yıkmak için Fransa’ya yaklaşmaya çalışırken, Moskova, Kilikya bölgesi ile ilgili olarak 20 Mayıs 1920 tarihinde, Fransızlarla 20 günlük bir bırakışmaya imza attığında dahi endişelenmiş,[81] Türk tarafının İslamcı-Turancı eğilimler içinde olduğunu savunmuş,[82] fakat sonuçta ortaya böyle bir irade koymuştu. Ancak, 27 Ağustos gecesi Bekir Sami Bey’i çağırtan Stalin, söz konusu metnin uygulamaya geçirilmesinin ve yapılacak yardımın, Bitlis ve Van şehirlerinin Ermenistan’a verilmesine bağlı olduğunu bildirdi.[83] Açıkça ifade etmiyor olsa da Stalin’in bu yaklaşımının ardında Moskova’nın umutla imzalanmasını beklediği Sovyet-İngiliz ticaret antlaşması da vardı.[84] Ankara heyetinden önce Moskova’ya giden ve kendi inisiyatifleriyle hareket ederek yararlı olmaya çalışan Enver Paşa, Doktor Fuat Sabit, Cemal Paşa ve Halil Paşalar da Sovyet yöneticilerinin bu yaklaşımlarıyla karşılaşmışlardı.[85]
Dış politik endişeler sebebiyle takınılan bu tavrı,[86] Bekir Sami Bey’in Meclis Başkanlığı’na gönderdiği 30 Ağustos tarihli raporu ile öğrenen Türk tarafı,[87] Moskova’nın yaklaşımını tepkiyle karşıladı.[88] İlk Sovyet elçilik heyetinin Ankara’ya geldiği Ekim ayının ilk haftasına[89] kadar sorun etkisini yitirmeyince, Mustafa Kemal Paşa, 16 Ekim 1920 tarihinde Bekir Sami Bey’e gönderdiği talimatta, Sovyet tarafının olumsuz yaklaşımını şiddetle eleştirdi, Misak-ı Milli’den taviz verilemeyeceğini ve kesin tavır takınmanın gereğini vurguladı.[90] Bu hareket tarzı, Batılılaşmayı savunan ve Moskova ile işbirliğini benimseyen milletvekillerinin üzerinde uzlaşı halinde oldukları bir politika idi.[91] Milli Mücadele’nin yayın organı niteliğindeki Hakimiyet-i Milliye de, “onurlu işbirliği” olarak nitelendirebileceğimiz bu politikaya paralel bir çizgi takip etmekteydi.[92]
Bekir Sami Bey’in diplomatik heyetinde yer alan Yusuf Kemal Bey, meclisin 17 Ekim 1920 tarihli gizli oturumunda, hem, bu son gelişmeleri kısaca özetledi, hem de, takınacakları tutum hakkında meclisi bilgilendirdi.[93] Anlaşılan O ki, Moskova’nın gelenekselleşmiş, Ermeni yanlısı politikası ne denli aktif ise Türk tarafının Milli Mücadele’ye şekil veren bağımsızlık ideali de o kadar güçlüydü…
3. Yayılmacı Sovyet Emelleri ve Ankara’nın Yaklaşımı
Sürecin tam bu noktasında kesilen diplomatik temaslar, Sovyet tarafının Türkiye üzerinde odaklanan siyasi emellerini yeniden ateşledi. Ankara Hükümeti’nin çaresizliği, İstanbul Hükümeti’nin yalnızca isimden ibaret olan tüzel kişiliği, Moskova’yı bu yaklaşıma teşvik etmişti.
Bu bağlamda, 10 Eylül 1920 tarihinde, Enver Paşa’ya yakınlıklarıyla bilinen, Halil Paşa, Salih Zeki ve Fuat Sabit’in önderliğinde Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası kuruldu.[94] Her zaman olduğu gibi o günlerde de, Ankara’nın, Bolşevik yönetiminin yayılmacı emelleri hakkında ciddi tereddüt ve endişeleri vardı. komünizm propagandasının ülke içinde hızla yayılması, bilhassa, Bolşeviklerin, ordu içindeki propagandaları, TBMM Hükümeti’nin kuşkularını artırmıştı. Kaldı ki, 1-10 Eylül tarihleri arasında Bakü’de düzenlenen, Enver Paşa’nın da katıldığı Moskova güdümlü I. Doğu Halkları Kurultayı’nda, “Komünist Anadolu” idealine açıkça vurgu yapılmıştı.[95] Kurultay Başkanı Zinovyev, Ankara’ya, yalnızca İngiliz tehdidi nedeniyle destek olacaklarını, “...bunun başka türlü olacağı bir zamanın da geleceğini...”, Moskova’ya teslim olmadan destek sağlamaya çalışan Ankara temsilcisi Mahmut Şevket (Esendal) Bey’in yanında pervasızca ifade etmişti.[96] Bu günlerde, III. Enternasyonal’in, Anadolu dışındaki komünist yapılanmaları, Anadolu dahilindeki benzerleriyle işbirliğine çağırdığı, herkes tarafından hesaba katılan bir husustu.[97]
Mustafa Suphi’nin Türkiye İştirakiyyun Teşkilatı, yukarıda bahsedilen Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası gibi, kongrenin sona erdiği tarihte, 10 Eylül de kurulmuştu.[98] Bu, her iki gücün de, Moskova tarafından koordine edildiklerini gösteriyordu.
Ancak, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, her şeye rağmen, Sovyet Rusya ile ittifak yapmak istiyor, Kuzeyden gelecek yardıma duydukları derin ihtiyaç nedeniyle, Anadolu’daki Komünist propaganda ve örgütlenmelere müsamaha gösteriyor ve fakat bu faaliyetleri izlemeyi de ihmal etmiyorlardı.[99] Böylece, Sovyet Rusya adına Anadolu’da etkin olan “gerçek” komünistlerin Ankara Hükümeti’nin denetimi altına faaliyet göstermeleri söz konusu oluyordu.[100]
Bu tablo, TBMM çatısı altında yararlı olmaya çalışan milletvekilleri için sindirilmesi güç bir realiteydi. Misak-ı Milli’yi benimsemiş ve Milli Mücadele uğruna her türlü fedakarlığı göz almış böyle bir topluluğun oldukça reaksiyoner tavırlar içine girmesi de kaçınılmazdı. Ancak, Mustafa Kemal Paşa’nın sağduyulu yaklaşımları neticesinde, çoğunluğun hislerine tercüman olan bir meclis kararı alınmış ve bir nebze de olsa tepkilerin sınırlı kalması sağlanmıştı.[101]
Taraflar böylesine hassas bir zeminde iken, 1920 Eylülünde, Ankara’ya gönderilen iki yüz kişilik ilk Sovyet diplomatik kurulunun, beraberinde beş yüz kilo altın ve bütün Anadolu’nun telsiz şebekesiyle donatılmasına yetecek kadar ekipman getirdiği görüldü. Bu durumun Türk tarafı üzerinde yarattığı etki çok büyük oldu.[102] Bolşeviklerin, muhtaç durumdaki Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları karşısında gizleme gereği bile duymadıkları “Komünist Anadolu” propagandaları ile eş zamanlı olarak gönderdikleri bu yardımın Türk tarafınca reddedilme gibi bir lüksü mevcut değildi.
Ancak, ortada, propagandalarından vazgeçmeden kendisine yaklaşmak isteyen Moskova karşısında, Anadolu’nun bağımsızlığını hedefleyen bir Ankara vardı. Mustafa Kemal Paşa, Moskova ile işbirliğini onaylarken, hükümet otoritesinin dışında sol teşekküller tarafından temsil edilen ikinci bir otoriteye müsaade edemeyeceklerini, Mustafa Suphi’ye yazdığı 13 Eylül 1920 tarihli cevabî mektupta bizzat ifade etmiş ve bu konuda Ali Fuat Paşa’yı da bilgilendirmişti.[103] Kaldı ki, Suphi’nin Türk esirlerden oluşan 1.500 kişilik askeri birliği ile Ankara’da bir hükümet darbesine hazırlandığına ilişkin raporlar da gündemdeydi.[104]
Ankara Hükümeti’nin, komünist propaganda yapan yayın bütün teşekkülleri kapatma yetkisi, beklendiği üzere, bu günlerde alındı ve uygulandı.[105] Ayrıca, henüz sürecin ilk evresinin yaşandığı bu dönemde Dağıstan’daki mücadelesi ile Ankara Hükümeti’nin elini güçlendiren, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri (Killigil) Paşa ile Ankara-Moskova ilişkilerinin sağlıklı bir yörüngeye oturmasında önemli yararlıklar gösteren Halil Paşa’nın, ittihatçı eğilimler içine girerek keyfi hareket etmeye başlamaları üzerine Ankara ile ilişkileri kesildi;[106] Ankara’nın bu tavrından sonra duran Sovyet yardımına ihtiyaç duyan Kazım Karabekir Paşa’nın[107] muhalefetine rağmen, Türk tarafı adına hareket etmelerinin önlenmesi amacıyla, Talat, Enver ve Cemal Paşalara karşı da benzeri bir tavır takınıldı.[108]
Ankara, bu şekilde, başarılı bir siyaset izliyor, küçük tavizler vererek Sovyet tarafını yönlendiriyor, temel prensiplerine ise bütün benliği ile sahip çıkıyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu politikayı “Ruslar, dahili hidemat ile memleketimizi ellerine geçirmek istiyorlar. Kayıtsız şartsız Rus tabiyeti demek olan dahildeki Komünizm gaye-i işarıyla tamamen aleyhimizdedir.” diyerek açıkça gerekçelendirmişti.[109]
Mustafa Kemal Paşa’nın başını çektiği milliyetçi önderlerin Sovyet yayılmacılığına karşı takip ettikleri politika şu esasa dayanmaktaydı: Sovyet Rusya’yı kuşkulandırmadan onların yayılmacı emellerine engel olmak ve beklenen yardımı elde etmek…
Nitekim, bir süre sonra, bu maksatla, ülkedeki komünist eğilimleri kontrol altına almak için kapatılan Yeşil Ordu’nun[110] yerine, Sovyet temsilcisi Upmal’in ilgili talebi[111] ile de eşzamanlı olarak, 18 Ekim 1920’de Resmi Türkiye Komünist Partisi’ni kurduruldu.[112] Bu ilişkiler bağlamında, Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya yakın olabilmek için merkezini Bakü’ye taşıyan Moskova güdümlü Türkiye İştirakiyyun Teşkilatı’nın lideri Mustafa Suphi’nin destek teklifine muhatap oldu.[113] 22 Kasım 1920 tarihli meclis kararı ile de Ali Fuat Paşa’nın başkan, Tevfik Rüştü (Aras), Fuat (Carım) ve İsmail Suphi (Soysallıoğlu) Beylerin ise üye olarak iştirak ettikleri bir heyet “Sovyet rejimini incelemek” üzere Moskova’ya gönderildi.[114] Türk ulusal direnişinin lideri böyle bir tutum içindeyken, ihtiyaç duyulan Sovyet yardımını[115] ve “Bolşevik taraftarı bir siyasetin öldürücü mahiyetinden habersiz”[116] olduğunu düşündüğü Moskova yanlısı Halk Zümresi’nin temayüllerini hesaba katmaktaydı. Meclis içinde, ayrıca, yaklaşık 40 kişiden oluşan, Enver taraftarı, güçlü bir grup da mevcuttu.[117] Mustafa Kemal Paşa, bu süreç içinde Kazım Karabekir Paşa’nın da üzerine düşeni yaparak yayılmacı bir niyet beslemedikleri konusunda Sovyetlere güvence vermesini istiyordu.[118]
Ankara Hükümeti, bu noktada, attığı tüm adımlara rağmen, iki taraf arasındaki güven sorununun etkisiyle, yakın geçmişte örneğini verdiği bir tavrı tekrar ortaya koydu ve ertelenmiş olan Kafkas Taarruzunu gerçekleştirmeye karar verdi; bu esnada, ikili ilişkiler, son derece kırılgan bir zeminde seyretmekte, her an, yeni bir gelişme, olağan kabul edilmekteydi.
Kafkasya’da konuşlanan Sovyet ordusunun Misak-ı Milli’ye yönelik muhtemel bir taarruzunu önlemek amacını güden bu harekat başlamadan, Mustafa Kemal Paşa, öncelikle bölgedeki Müslüman milislerden faydalanmak istemişti;[119] Ayrıca, Ermeni meselesi konusunda görevlendirilen Sovyet diplomatik kurulunun Ankara’ya gelişine kadar harekatı tehir etmeyi gerekli görmüş, TBMM içindeki muhalefete[120] ve Enver Paşa’nın aksi yöndeki telkinlerine[121] rağmen kararını değiştirmemişti.[122]
Gösterilen bu esnekliğe Ermeni sorunu bir müddet sonra daha da derinlik kazandı. Bolşeviklerin, Ermeni bölgelerinde görevlendirilmek üzere Ermenilerden oluşan silahlı müfrezeler kurduklarına ilişkin haberler Ankara’ya gelmeye başladı.[123] Ermeni mezalimi karşısında iştiyakla beklemesine rağmen, Batılı devletler ile kurulacak bir yakınlaşma ihtimali karşısında Doğu Harekatı’nı erteleyen Ankara Hükümeti,[124] bu sırada kendi kaderi ile baş başa kaldı. 10 Ağustos 1920’de imzalan Sevr Antlaşması ile “Batı”, tavrını belli etmiş,[125] 20 Mayıs bırakışması sonrası umutla beklenen Türk-Fransız yakınlaşması[126] yerine, 8 Haziran’da tekrar silaha başvuran[127] ve Kilikya Ermenilerini isyana teşvik eden bir “Fransa” figürü ortaya çıkmıştı.[128]
Mustafa Kemal Paşa’nın, ulusal basının tepkiyle karşıladığı bu gelişmeler[129] karşısında, Türk milletine hitaben yayınladığı 2 Temmuz 1920 tarihli bildirisi ile İtilaf Devletleri’nin Türk Milletini yok etmeye karar verdiklerini vurgulaması[130] mevcut durumun tek kelimelik özetiydi. TBMM’nin, Sevr Antlaşmasına imza atanları, “Vatan Haini” ilan etmesi[131] ise Anadolu’daki bağımsızlık idealini gösteren önemli bir gelişmeydi.
Nitekim, Sovyetlerin General Vrangel ile savaş halinde olmasını fırsat bilen Ankara Hükümeti’nin 20 Eylül 1920 tarihli emri ile izin verilen Doğu Harekatı, sekiz gün sonra başladı.[132] Moskova’da bulunan Bekir Sami Bey’in Sovyet makamlarını bilgilendirdiği ve hatta desteklerini de talep ettiği harekat kapsamında[133] Ermenistan’a giren Kazım Karabekir Paşa komutasındaki Türk kuvvetleri, kısa sürede Sarıkamış ve Kars’ı da kapsayan geniş bir alanı ele geçirdi.[134] Aynı şekilde, 22 Aralıkta, Çiçerin’e, işbirliğine vurgu yapan bir nota verilmiş[135] iken, Ermeni tarafı ile 27 Aralık 1920’de, Gümrü (Alexandropol) Antlaşması imzalandı ve Bolşevik etkisine giren Erivan hükümetinin Sevr Antlaşması’ndaki imzası geri çektirildi; bu, Türk tarafının, Kafkas Taarruzu ile hedeflediği amaca ulaşması demekti. Ankara’nın gücünü gösteren söz konusu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin ’93 Harbi’nde kaybettiği topraklar geri alınırken, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Trabzon, Elazığ ve Sivas illerinin Türk toprağı olduğu gerçeği onaylanıyordu.[136]
Böylece, ikili işbirliğini düşünerek harekat karşısında sessiz kalmayı tercih eden Sovyet tarafının TBMM içindeki itibarı artmakta,[137] muhatabını dikkate alarak hareket ettiğini sürekli olarak ortaya koyan Ankara, süreç içinde ortaya koyduğu hassasiyet ile Moskova ile aynı paralelde yer almak istediğini açıkça göstermekteydi. Harekatın başladığı günde dahi aynı olgu söz konusu olmuş, 28 Eylül’de, Moskova’da bir araya gelen Türk ve Sovyet temsilcileri, bu atmosferin etkisini yansıtan müzakerelerde bulunmuşlardı.[138] Mustafa Kemal Paşa’nın bildirisini yayınladığı 2 Temmuz 1920’de ise Çiçerin’in işbirliğini vurgulayan mektubu Ankara’ya ulaşmış,[139] Paşa 22 Ekim tarihli cevabî mektubunda yine işbirliğini öne çıkaran ifadelere yer vermişti.[140] Bu arada Enver Paşa da Anadolu hareketinin lideri olabilmek için fırsat kollamaktaydı.[141]
Kısaca ifade etmek gerekirse, Moskova Dostluk Antlaşması’nın hemen öncesine karşılık gelen bu süreçte, Ankara Hükümeti, Anadolu üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan Moskova ile muhatap olmak zorunda kalmıştı. Bu bağlamda, Enver Paşa ve bazı eski ittihaçı figürler, kimi komünist unsurlarla birlikte, Moskova ile aynı düzlemde yer almışlardı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, içinde bulundukları şartların güçlüğüne ve bu şartları istismar eden Moskova yönetimine rağmen, birkaç göstermelik uygulama istisna tutulursa, Moskova’nın yayılmacı politikalarına karşı koymuşlar, Sovyet yardımına şiddetle ihtiyaç duymalarına rağmen, daima bağımsızlık yanlısı bir politikayı esas almışlardı. Ankara Hükümeti’nin bu evrede imza attığı başarılı Kafkas Taarruzu, söz konusu realitenin en çarpıcı göstergesi olmuştu.
4. Dostluk Antlaşmasına Giden Yolda İkili İlişkiler
Önemli sonuçlar doğuran Gümrü Antlaşması’ndan sonra, Sovyet tarafı, ikili işbirliğine duyduğu ihtiyacı yansıtan yaklaşımlar içine girerek[142] Moskova’da bulunan Yusuf Kemal Bey’e bir milyon altın ruble verdi [143]ve güçlenen Anadolu’nun, bağımsız Kafkasya ideali uğruna Müttefiklere yaklaşmasının söz konusu olduğu bir zeminde,[144] duyduğu tedirginliğe[145] rağmen, Mustafa Suphi ve 15 arkadaşının 28 Ocak 1921’de boğularak öldürülmelerine ilişkin haberi iki ay gizledi.[146] Moskova Hükümeti’nin, 5 Ocak 1921’de Dağıstan’a bağımsızlık vermesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın, Lenin’e, aynı tarihte bir teşekkür mektubu göndermesi, bu bağlamda vurgulanması gereken bir diğer gelişmeydi.[147]
Bu esnada, Bolşeviklerin, diplomatik alanda da benzeri bir tavır içine girdikleri gözlemlenmekteydi. Nitekim, Sovyet Rusya’nın Ankara Temsilcisi olarak, ılımlı kişiliğiyle göze çarpan Mdivani atanmış,[148] Mustafa Kemal Paşa da, Moskova Büyükelçiliği görevine, uzlaşmacı bir isim olan Ali Fuat Paşa’yı getirmişti.[149] Ancak, Anadolu’nun sabrını zorlayacak kadar yoğunlaşan komünizm propagandaları[150] ile Ankara’nın tepkilerini çekecek olan yeni temsilcinin görevi çabuk sona erecek ve makamını ve “görevini” halefi Natsarenus’a[151] devredecekti.[152]
Yukarıda vurgulanan olumlu gelişmeler, bir süre sonra, taraflar arasındaki gerginliğin büyük ölçüde azalmasına neden oldu. Sonunda Yusuf Kemal Bey’in başkan olduğu ve her türlü diplomatik temas hususunda kendisine Heyet-i Vekile tarafından tam yetki verilen bir Türk diplomatik heyeti,[153] 1920 Aralığında Moskova’da çalışmalarına başladı.[154] Aynı günlerde Meclis kürsüsüne çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın sosyalizmi onaylamamakla birlikte kapitalizme şiddetle karşı çıkan halkçı bir duruş sergilediği görüldü.[155] Çünkü, tüm olumlu gelişmelere rağmen Türk tarafı hala Sovyetlerle anlaşmak zorundaydı;[156] TBMM çatısı altındaki milletvekilleri de bunun bilinci içerisindeydiler.[157]
İşte, taraflar, böyle birbirlerine yaklaşmış iken ve ufukta bir anlaşma zemini görünmekte iken, gittikçe güçlenen Sovyet askeri kuvveti Kafkasya yönünde hızla harekete geçerek Gürcistan’ı ilhak etti.[158] Bize göre, bu gelişme ile, Mustafa Kemal Paşa’nın, Sovyet yardımı mukabilinde Moskova’nın Kafkas politikasına onay vereceğine ilişkin teminatı Moskova tarafından bir kez daha kullanılıyordu.
Sovyet Rusya, Türk tarafından, beklediği, “güvenilir komşu” tavrını göremediği için yumuşama sürecine rağmen böyle radikal bir teşebbüse imza atmıştı. Gümrü Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İngiliz hükümetinin, Ankara ile Moskova’yı birinden ayıracak faaliyetler içine girmesi,[159] Bolşeviklerin, Ankara’nın, Müttefiklerle anlaşması olasılığından duydukları endişe[160] ve 14 Ocak 1921’de Lenin’le görüşen Pontus yanlısı bir Rum heyetinin temas ve faaliyetleri,[161] Sovyetleri böyle davranmaya itmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın başarıyla oynadığı Sovyet kozundan ve I. İnönü Savaşı (9-11 Ocak) ile başlayan Türk ilerleyişinden[162] etkilenen Paris Barış Konferansı Yüksek Konseyi’nin,[163] 25 Ocak tarihli açıklaması ile Ankara Hükümeti’nin temsilcisini delege olarak kabul edeceğini bildirmesi ve hatta daha da ileri giderek bağımsız bir ülkenin lideri gibi hareket etmeye başlayan Mustafa Kemal Paşa’nın[164] tepkiyle karşıladığı Sevr Antlaşması’nda[165] revizyona gitme kararı alması da Sovyet tarafını etkilemişti.[166] Savaştan sonra Türk birliklerince saf dışı edilen “Çerkes Ethem” olgusu[167] ve Bekir Sami Bey önderliğindeki bir Türk heyetinin katılımı ile başlayacak olan Londra Konferansı[168] gibi olgular da bu tabloya eklenince Moskova’da ki güvensizlik sendromu büsbütün derinleşmekteydi.
Özgüveni artan Mustafa Kemal Paşa artık Sovyet Rusya ile işbirliğini iki bağımsız gücün yakınlaşması olarak nitelendirebilmekte ve komünizmi benimsemek zorunda olmadıklarını söyleyebilmekteydi. Nitekim, son gelişmeler, hem karşılıklı güvensizlik ortamından, hem de, daha önce verilen teminatlardan beslenerek şekillenmişti.
Sürecin bu evresi hakkında kısa bir yorumda bulunmak gerektiğinde, ilk olarak, kendilerini ikili işbirliğine götüren şartların ciddiyetini dikkate alan tarafların, lüzumlu buldukları bazı tavizleri uygulamaya koydukları görülmektedir Bu bağlamda, Türk tarafı, konumu gereği daha radikal adımlar atarak Moskova’nın Kafkasya üzerindeki yayılmacı politikasına onay vermek zorunda kalmış ve muhatabı üzerinde “güvenilir komşu” imajı oluşturmaya çalışmıştır. Ankara’nın Anadolu eksenli direniş gücüne ihtiyaç duyan Moskova ise Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının anti-komünist yaklaşımlarından rahatsız olan kamuoyunu rahatlatmak için bu yöndeki haberleri perdeleme yoluna gitmiştir. Sovyet tarafı, ayrıca, direniş gücünü ispatlayabilen bir Ankara ile işbirliği yapabileceğini de uyguladığı politikalarıyla ortaya koymuştur.
B. Stratejik İşbirliği Ve Türk Tarafının Geçmişi Anımsatan Politika Değişikliği
1. Moskova Dostluk Antlaşması’nın İmzalanması ve Sovyet Yardımları
Böyle kritik bir süreç devam ederken, şiddetle ihtiyaç duyduğu Sovyet desteğini kaybetmemek ve Sovyet Rusya ile uzlaşı içinde hareket etmek isteyen Mustafa Kemal Paşa, bu amacına ulaşabilmek için, Batum’un boşaltılmasına ve Gürcistan’ın tamamen Bolşevikleşmesine onay veren bir yaklaşım içine girdi.[169] Bu sırada, Ankara Hükümeti’nin yayın organı olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde, Türk ordusunu, Sovyet Kızıl Ordusu ile özdeşleştiren makaleler yayınlanmaktaydı.[170]
1 Mart 1921 tarihinde imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması,[171] Türk tarafının bu politikası üzerinde güçlendirici bir etki yaptı. Mustafa Kemal Paşa, kendileri gibi Batı’nın hedefinde yer aldıklarını ifade eden tam yetkili Afgan Elçisi Sultan Ahmed Han’ı, itina ile ağırlayarak Moskova’ya mesaj verdi; Afgan Büyükelçiliği’nin bayrağını da bizzat kendi göndere çekti.[172] Bundan sonra gözler, doğal olarak, hedefteki bir başka ülkeye, Sovyet Rusya’ya çevrilecek ve Doğu eksenli bu beraberlikten en fazla endişelenen ise Asya’daki sömürgeleri dolayısıyla İngiltere olacaktı. I. Dünya Savaşı’ndaki destansı Medine Müdafaası ile dikkat çeken Fahreddin (Türkkan) Paşa’nın, aynı günlerde, Ankara Hükümeti tarafından Kabil Büyükelçisi olarak tayini ise Londra’yı derinden etkileyecekti. [173]
Bütün bu olguları ve işbirliğine duyulan ihtiyacı dikkate alan Sovyet lideri Lenin, Türk taleplerini seslendiren bir antlaşmaya onay vermek zorunda olduğuna kanaat getirerek, 19 Şubat’ta Moskova’ya ulaşan Türk heyetini[174] çeşitli bahanelerle oyalayan ve Ermeni meselesi ve Batum konusunda Türk tezine aykırı bir tutum sergileyen Çiçerin ve yardımcısı Karahan’ın tavır değiştirmelerini sağladı. [175] Bu bağlamda, Enver Paşa’nın da ısrarlarına[176] paralel olarak, Türk heyeti, özellikle Batum ve Nahcivan konusunda tavizkar bir tutum takınmaya başladı, Yusuf Kemal Bey de Londra’da bulunan Ankara Hükümeti heyetinin, Moskova’yı hesaba katarak teenni ile hareket etmesini istedi.[177] Sürecin olumlu yönde evrilmesine, Sovyet yardımı için bir dostluk antlaşmasını çözüm olarak sunan Stalin’in de önemli, yapıcı katkıları oldu.[178]
Gelinen bu noktada, toplanması gündemde olan Londra Konferansı’nın etkisiyle, temel programları olan Misak-ı Milli[179] yolunda “İtilaf Devletleri’yle anlaşarak[180] Kafkasya’da ihtilal çıkarabilen bir Türkiye” ihtimalinden endişelenen Bolşevikler,[181] Ankara’dan önce davranarak Gürcistan’a girdiler.[182] 8 Martta da, Çiçerin aracılığı ile, böyle bir yakınlaşmadan duydukları rahatsızlığı diplomatik bir dille vurgulayan bir notayı Mustafa Kemal Paşa’ya verdiler.[183] Bunun ardından, gelişmeyi tepkiyle karşılayan ve savunmaya geçen Gürcü yönetimi ile Ankara arasında Moskova karşıtı bir uzlaşı ortaya çıktı.[184] Bunun sonucunda, Türk tarafı, hem Ardahan ve Artvin’i işgalden kurtardı, hem de bizzat Gürcistan’ın talebi üzerine, 11 Mart 1921’de Batum’u kontrol altına aldı.[185] Askeri harekatını, “geçici bir işgal” olarak tanımlayan Ankara’nın,[186] bu girişimiyle, Moskova’yı, istediği şatları taşıyan bir işbirliği antlaşmasına çekmek istediği açıktı. Sovyet tarafının en büyük endişesi ise kendisi için hayati önemi olan Grozni petrollerinden mahrum kalmaktı.[187]
Sonuçta, iki tarafın temsilcileri, 26 Şubat 1921’de, Haritonenka Sarayı’nda tekrar bir araya geldiler.[188] Türk ve Sovyet delegelerinin gerçekleştirdikleri bu ilk resmi temas[189] neticesinde, 16 Mart 1921 tarihinde, Moskova’da parafe edilen 24 Ağustos 1920 tarihli metin esas alınmak suretiyle, Moskova Dostluk Antlaşması (Muhadenet Ahidnamesi) imzalandı.[190] Sürecin bu şekilde sonuçlanmasında yapıcı tavrıyla Sovyet diplomatları yönlendiren Lenin’in ciddi etkisi tartışma götürmez bir gerçekti.[191] Sovyet devriminin lideri, bu tavrıyla, Ankara’yı kaybetmek istemediğini göstermekteydi. Durumun farkında olan Türk heyetinin, gündemdeki Londra Konferansı’nı kullanarak, Ankara-Batı yakınlaşmasından endişe eden Sovyet tarafını etkilemiş olduğu da bilinmekteydi.[192] Heyetin, Misak-ı Milli vurgusu ise bu bağlamda ifade edilmesi gereken diğer bir realiteydi.[193]
Bolşevikler, bu antlaşma ile her şeyden önce, Kafkasya’daki fiili durumu resmileştirmişler, Gürcistan da Ermenistan gibi Sovyetleşmiş, Kars ve Ardahan’ı alan Ankara’nın bölgenin kilidi konumundaki Batum’u boşaltması sağlanmıştır. Genel olarak, “Misak-ı Milli” üzerinde bir mutabakatın sağlandığı da söylenebilir.[194]
Antlaşmayla birlikte ortaya çıkan bu olumlu atmosfere rağmen Sovyetler, Türk tarafının öne sürdüğü “İttifak Antlaşması” teklifini, İngilizlerle imzalamayı düşündükleri ticaret antlaşması’nı düşünerek geri çevirdikleri gibi, Ankara gibi, Batı ile büsbütün köprüleri atmak istemedikleri için, çözümü, yapılacak gizli bir antlaşmada bulmuşlardır.
Buna karşılık, Türk tarafı, Gümrü’yü ancak 23 Nisan’da boşaltmış, şehirdeki silahların gelecekte kendisi için bir tehdit unsuru olabileceğini düşünerek, cephanelikleri havaya uçurmuştur.[195] Bu da, doğal olarak, Moskova’nın tepki göstermesine neden olmuştur.[196]
Karşılıklı güvensizlik olgusunun, imzaların atıldığı günlerde bile geçerli olduğunu gösteren bu örneklere rağmen, taraflar, yine çizilerini korumuşlar, Çiçerin ile Moskova Sefiri Ali Fuat Paşa tarafından imzalanan gizli antlaşma ile Türk tarafına iki tümene yetecek kadar silah ve on milyon altın ruble verilmesi öngörülmüştür.[197]
Antlaşmanın imzalandığı günlerde toplanan Londra Konferansı’nda (21 Şubat-12 Mart)[198] Ankara Hükümeti’ni temsil eden heyetin başkanı Bekir Sami Bey’in kişisel inisiyatifini kullanmak suretiyle, Kafkasya’da Sovyet karşıtı bir blok oluşturabilmek için,[199] İngiliz Fransız ve İtalyan temsilcileriyle yaptığı ikili antlaşmalar, sürecin bu evresinde Ankara’da tepkiyle karşılandı.[200] Yapılan antlaşmaların Ankara-Moskova ilişkilerini sekteye uğratacak kadar problemli olduğunu ifade eden milletvekilleri,[201] tek dayanaklarının Sovyet Rusya olduğunu düşünerek,[202] Bekir Sami Bey’in İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmesi yolunda oldukça ısrarcı oldular.[203] Çiçerin’in muhatabı Ali Fuat Paşa’ya sert bir nota vermesine dahi neden olan tartışmaları,[204] bastırmak isteyen Mustafa Kemal Paşa, görevde kalmasını uygun bulmadığı Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’in[205] yerine, eksen değiştirmesinden çekindiği Sovyet tarafına[206] yakınlığı ile bilinen Yusuf Kemal Bey’i getirdi;- [207]Paşa Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ndeki bir mülakatı ile de Moskova’ya güvence verdi.[208] Türk tarafının bu tavrı, Bekir Sami Bey’in Misak-ı Milli müdafaası[209] karşısında, Anadolu’nun parçalanması konusundaki tezlerin tartışıldığı Londra Konferansı’nı[210] değil, Sovyet işbirliğini önemsediğini göstermekteydi ve Londra tarafından da dikkatle izlenmekteydi.[211]
Bununla birlikte, iki odak arasındaki ilişkiler, dikkat çektiğimiz nedenlerle, devam eden evrede de istenilen düzeye çıkamayacak, antlaşmanın akdi sonrası ortaya çıkan Yunan taarruzu sebebiyle Türk tarafının gücü hakkında şüpheye düşen Moskova yönetiminin, II. İnönü Savaşı’nın (26 Mart-31 Mart) neticesinin alındığı 1921 Nisanına[212] değin Anadolu’ya hiçbir ciddi yardımda bulunmayacağı görülecektir. Türk tarafı beklediği yardıma, mütekamil anlamda, ancak, Türk tarafının zaferiyle sonuçlanan Sakarya Savaşı’ndan (23 Ağustos-13 Eylül) sonra kavuşacaktır.[213]
Bu bağlamda, Sovyet tarafı, Ankara Hükümeti’ne otuz bin altın,[214] bin altın ruble,[215] yüz bin altın lira,[216] dört milyon altın ruble[217] gibi hatırı sayılır ölçüde nakdi yardımda bulunacak[218] ve önemli miktarda askeri malzeme gönderecektir.[219] Aynı şekilde, 27 Nisan’da, Novorosisk’den Ankara’ya, çok miktarda cephane arzı gerçekleştirilecektir.[220] 1920- 1922 yılları arasında partiler halinde gelen Rus yardımlarının Türk lirasına göre dökümü aşağıdaki gibidir:
18 Eylül 1921 tarihi ile 14 Haziran 1922 tarihleri arasında Rusya’dan, 43.374 adet piyade tüfeği, 56.042 sandık çeşitli piyade mermisi, 18 sandık Rus piyade mermi fabrikası aletleri, 318 adet ağır ve hafif makineli tüfek, 81 adet top,13 adet Rus bomba topu,159.043 atım çeşitli top mermisi, 40 sandık Fransız el bombası, 83 sandık İngiliz el bombası, 200 adet Rus el bombası, 60 adet süvari kılıcı, 10 sandık dumansız barut, 48 sandık Rus piyade mermi kovanı, 8 sandık Rus piyade mermi kapsülü ve 104 sandık Rus piyade mermi çekirdeği alınacaktır.[222]
Bu rakamlar, bize göre, Ankara’nın hiç de azımsanmayacak ölçüde Sovyet yardımı aldığını göstermektedir. Hiç şüphesiz gelinen bu noktada en büyük pay sahipleri, Lenin ve Mustafa Kemal Paşa’dır. Paşa’nın, Moskova Dostluk Antlaşması’nın imzalanmasından hemen önce, Anadolu’nun güvenliği noktasında stratejik önemi olan Gürcistan’ın Bolşevikleşmesine onay vermesi, bu bağlamda, oldukça anlamlıdır. Çünkü, Kafkasya’daki Sovyet nüfuzu, söz konusu gelişmelerle birlikte resmiyet kazanmış, Ankara, verdiği tavizlere yenilerini eklemiştir. Ancak, söz konusu tavizlere rağmen, taraflar, karşılıklı güven tesis edememişler, Batı ile köprüleri atma yoluna gitmemişler, Sovyet yardımı da yine bu sebeple, ancak, Sakarya Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya ulaşmaya başlamıştır.
2. II. İnönü-Sakarya Savaşları Sürecindeki İkili İlişkiler ve İttifakın Dağılışı
Moskova Dostluk Antlaşması taraflarca imzalanırken, Sovyet Rusya ile Türk milliyetçileri arasındaki ilişkilerin en üst düzeyde olduğu görülmekteydi. Hatta bu durum İngiliz kabinesinin telaşına sebep olmakta, bazı bakanlar, Sovyet nüfuzunun Anadolu’ya yayılmasını önlemek için Mustafa Kemal Paşa’nın tekliflerinin kabul edilmesi gerektiğini vurgulamaktaydılar.[223] Başka bir değişle, Londra Konferansı’na karşılık gelen bu süreçte, Mustafa Kemal Paşa’nın stratejisi başarıyla işlemiş, Kuzeyden bolca cephane ve para akarken, “Rus kozu” korkusu Batı başkentlerini çepeçevre kuşatmıştı.
Ancak, söz konusu gerçeğe rağmen, konferansta, her hangi bir mutabakat söz konusu olmadı;[224] Ankara ve Moskova arasındaki zahiri birliktelik de, kırılgan ve konjonktürel olduğu için çok geçmeden bir darbe daha aldı: II. İnönü zaferi sonrası güç kazanarak önce Çerkes Ethem’i saf dışı eden Ankara Hükümeti’nin,[225] 1920 Eylülünde, iki yüz kilogram altınla Ankara’ya geldiği halde soğuk karşılanan Sovyet Elçi Vekili ve Ticaret Heyeti Reisi Upmal’i,[226] beraberindeki 15 kişi ile komünizm propagandası yaptığı için[227] sınır dışı etmesi, etki alanındaki tüm komünist örgütleri kapatması,[228] bu bağlamda oldukça etkili oldu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının, Fransa ile yakın ilişkiler içine girmeleri[229] Enver Paşa tarafından Anadolu’da kurulan ve Moskova’nın da desteğini alan Ankara karşıtı, silahlı, Halk Şuralar Fırkası’na[230] cephe almaları[231] ve fırkaya destek veren Enver ve Halil Paşaların Anadolu’ya girişlerini yasaklamaları[232] bu gerginliği daha da arttırdı. Fransız basınının Türk tezine nispeten daha yakın durduğu bu dönemde,[233] İngiliz basın organlarında, İngiltere’nin, Yunanistan’a verdiği askeri desteği keseceği yönünde haber ve yorumlar görüldü.[234]
Türk tarafı, inisiyatif kazandığını gösteren bu gelişmelere rağmen, dikkatle hareket etmekteydi. Nitekim, Enver Paşa önderliğindeki İslam İhtilal Cemiyeti’nin,[235] Doğu Cephesi’ndeki Türk askeri gücünü, kısmen de olsa ele geçirme girişimi, sonuçsuz kalsa da hala sıcaklığını korumaktaydı. Milli Müdafaa Vekili Fevzi (Çakmak) Paşa ve Batı Cephesi Kumandanı İsmet (İnönü) Paşa, muhtemel bir Bolşevik-Enver kumpasına karşı Kazım Karabekir Paşa’yı önemle uyarıyorlar ve gerektiğinde yaptırım uygulamaya çağırıyorlardı. Karabekir Paşa’nın bu bağlamdaki tedbirleri de son derece kuvvetliydi.[236] Enver’in, Şubat ayı başından beri Ankara’ya silahlı müdahalede bulunmak için sabırsızlandığı,[237] ancak Moskova’yı ikna edemediği[238] bu kritik süreçte, Mustafa Kemal Paşa’nın yaşadığı endişe ise oldukça derindi.[239]
Bütün bu gelişmeleri dikkate alan Sovyet yönetimi, Gümrü’nün Türk birliklerince tahliye edilmesi gerektiğini, aksi takdirde çatışmanın kaçınılmaz olduğunu Ankara’ya bildirdi.[240] Bu gelişmeler, Moskova’nın, peyki gözüyle gördüğü Ermenistan’ı desteklemekten vazgeçmediğinin ve tarafların, ilk fırsatta, yekdiğerini denklem dışına itmeye hazır olduğunun çarpıcı bir deliliydi.
1921 yazıyla birlikte, Türk milliyetçileri, zor bir döneme girdiler. Temmuz ayındaki Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10-24 Temmuz 1921) nedeniyle Sakarya Irmağı’nın Doğusuna çekilmek zorunda kalan Türk birliklerinin durumu mevcut tabloyu daha da belirgin hale getirdi. [241] Yunan tehdidi altına giren Ankara Hükümeti,[242] meclisi Kayseri’ye taşıma kararı aldı.[243] Nitekim artık, kaleme aldığı satırlarla Mustafa Kemal Paşa’ya, otoritesini tanımadığını ifade eden, [244] Anadolu’ya döndüğünde kendisine destek olmalarını beklediği taraftarlarına silahlanarak hazır olmaları talimatını veren bir “Enver Paşa” figürü mevcuttu.[245] TBMM’nin, 21 Temmuz 1921’de, 5’e karşı 201 oyla Moskova Dostluk Antlaşması’na onay vermesi Mustafa Kemal Paşa’nın “her ihtimale karşı Sovyet sistemini merakla incelediği” bu hassas dönemde[246] gerçekleşti.[247]
İlerleyen günlerde, Ankara’ya, Enver Paşa’nın yönettiği bir ihtilal ordusunun Türk-Sovyet sınırında konuşlandırıldığı yönünde haberler başladı.[248] Sovyetlerin, 7 Nisanda çıkardıkları afla birlikte sayıları 35.000’e ulaşan eski Vrangel Ordusu mensuplarını İtilaf Devletleri’ne karşı kullanmak için Enver’in emrine verdikleri de söyleniyordu.[249] Enver Paşa, Moskova’da, Çiçerin ile gizli bir görüşme gerçekleştirmiş ve daha sonra Kafkasya’ya geçmişti. Moskova’nın, benzeri faaliyetlerine ilişkin duyumlar ise pek de yeni değildi.[250] Kazım Karabekir Paşa[251] ve Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa sürekli olarak istihbarat iletiyorlar ve Ankara’yı bilgilendiriyorlardı.[252] Komintern kararlarına uygun olarak Anadolu halkını kazanmaya çalışan Türkiye İştirakiyyun Teşkilatına bağlı ajanların[253] son derece etkin oldukları, Trabzon ve Erzurum’da ise Enver Paşa ile aynı kulvarda yer aldıkları gelen haberler arasındaydı.[254] Ankara Hükümeti, söz konusu konjonktürü dikkate alarak, 1920 Ekiminde, Trabzon Valisi Hamid Bey’i görevden almıştı.[255]
Bu esnada Sovyet, yönetiminin, Londra ile dirsek teması halinde olduğu,[256] Ali Fuat Paşa’nın da, İngilizleri, Misak-ı Milli öncelikli bir Ankara-Londra eksenine çekmek istediği gözlerden kaçmamaktaydı.[257] Bu tablo, iki tarafın da yek diğerine karşı Londra ile yakınlık kurmak istediğini ve birbirlerine karşı pek da samimi olmayan bir yaklaşım içinde olduklarını göstermekteydi.
Meclisin, Misak-ı Milli üzerinde özellikle ısrarcı olduğu aynı yılın Ağustos ayında,[258] Bolşevikler, takındıkları tavrı daha da sertleştirdiler ve Türk tarafının ihtiyaç duyduğu yardımı alabilmesi için Enver Paşa komutasındaki ihtilal ordusunun Anadolu’ya kabul edilmesini şart koştular.[259] Hatta, bu arada, Osmanlı askeri gücü Gümrü’yü boşaltarak ciddi bir taviz vermek mecburiyetinde kaldı.[260] Böylece, bu ara dönemde, Moskova’nın, “yardım” kozunu kullanarak, Ankara Hükümeti’ni, kendi emperyalist amaçları doğrultusunda yönlendirmeye çalıştığı gerçeği bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Mustafa Kemal Paşa da dahil olmak üzere, Türk tarafının, Anadolu’nun, Kafkasya gibi Sovyet işgaline uğrayabileceği ihtimalinden duyduğu endişe de açıkça görünüyordu.[261]
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’yu bu açmazdan kurtarabilmek için, düşündüğü iki tedbiri, çok geçmeden hayata geçirmeyi başardı. Bu bağlamda önce, TBMM’nin 5 Ağustos 1921 tarihli oturumunda, Paşa’nın, “meclisin neredeyse bütün yetkilerine sahip olması durumunda “Başkumandan” sıfatıyla ordunun başına geçebileceği” yönündeki şartlı talebi kabul edilerek kanunlaştı.[262] Bir sonraki adımda, harbe hazırlık amacıyla çıkarılan ve çok boyutlu milli yardım kampanyası niteliğini taşıyan Tekalif-i Milliye Kanunu [263] ile ordunun ihtiyaçlarının karşılanması hedeflendi. Bu bağlamda müsadere edilen ülke genelindeki mevcut tahıl miktarının %40’ı ve Karadeniz kıyılarından gelen tahılın tamamı açlık çeken Sovyet bölgelerine gönderildi.[264] Oldukça kritik günler yaşayan Türk tarafının, Sakarya Savaşı’nın son dönemlerine rastlayan bu tavrını, Sovyetlerin o esnada takındıkları pasif tutum göz önüne alındığında, maddî çıkar endişesi ile değil, erdemli bir karakterle ilişkilendirmek mümkündü.
Ankara’nın içinde bulunduğu bu olumsuz durum kalıcı olmadı. Birçok Batılı basın organının da öngördüğü[265] gibi, çok geçmeden, mevcut tablo hızla değişmeye başladı. Batı Anadolu’daki Türk gücünün 1921 yılı Eylül ayında Sakarya zaferine imza atarak,[266] Yunan ordusunun ilerleme kabiliyetini yok etmesi ile bu değişim büsbütün belirginleşti. Sonuçta, Sovyet tarafının tekrar eski “siyasi” tavrını takındığı ve Halil Paşa, Küçük Talat, Doktor Nazım gibi ittihatçı isimlerle Batum’da bir araya gelerek Anadolu’ya müdahale etme hesapları yapan Enver Paşa’yı[267] geri çektiği görüldü. Kaldı ki, Sovyetler, bu toplantı için, şehre, yaklaşık on bin askerden oluşan bir destek kuvveti göndermişlerdi.[268]
Çünkü, önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, Türk tarafı güçlüyken Ankara’ya yaklaşan ve kendi emellerinin tahakkuku için kullanmak isteyen Sovyet Rusya, Anadolu hareketi ciddi bir engelle karşı karşıya kaldığında emperyalist yüzünü göstermekteydi.
Bu yaklaşımı, sabit bir politika haline getiren Bolşevik yönetimi, Türk tarafını, Çiçerin aracılığı ile tebrik ettikten[269] sonra Kazım Karabekir Paşa’nın riyasetindeki Türk tarafı ile Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan temsilcilerini Kars’ta bir araya getirerek 13 Ekim 1921’de Moskova Dostluk Antlaşması’nı takviye eden Kars Antlaşması’nın imzalanmasını sağladı.[270] İngiltere’nin Kafkas politikasının iflasını gösteren ve Doğu Anadolu’daki Türk hâkimiyetini iyice pekiştiren bu antlaşma ile Ankara, diplomatik başarılarına bir yenisini ekledi.
Moskova yönetimi, bütün çabalarına rağmen, Sakarya Savaşı sonrasında Ankara’nın desteğini kazanmak için izlediği bu siyasetten umduğunu bulamadı. Çünkü, Türk milliyetçileri, bu yaklaşıma, Moskova’ya değil, Fransa’ya yaklaşarak cevap verdiler. Bu cümleden olarak, “Misak-ı Milli’yi tanıdıkları takdirde, İtilaf Devletleri ile de işbirliğine hazır olduklarını” söyleyen Mustafa Kemal Paşa’nın[271] direktifleriyle, 20 Ekim 1921’de, Türk Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey ve Fransız meslektaşı Franklin Boullion’un, hükümetleri adına imza atarak onay verdikleri Ankara Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Ankara ile Fransa’nın gittikçe artan yakınlıklarını resmileştirdi.[272]
Fransız hükümetinin, Bolşevik tehlikesine karşı Anadolu’nun desteklenmesine inandığı için onay verdiği Ankara Antlaşması sonrası Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları, artan özgüvenlerine dayanarak, daha bağımsız yaklaşımlar içine girdiler.[273] Bu bağlamda, İtilaf Devletleri temsilcilerinin, Türk direnişi konusunu görüşmek üzere Paris’te toplanma kararı almaları ve Yunan Başbakanı Gunaris’in katılımcı devletlerin başkentlerini ziyaret edecek olması, Ankara tarafından dikkatle değerlendirildi. Mustafa Kemal Paşa’nın, Milli Mücadele hareketinin ilk günlerinden beri üzerinde dikkatle durduğu Misak-ı Milli’nin tahakkuku[274] için duruma müdahale etmeye karar veren Ankara, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey başkanlığında dört kişiden oluşan bir diplomatik heyeti, Londra ve Paris’te diplomatik temaslarda bulunmak üzere, 1922 Şubatında İstanbul üzerinden[275] yurt dışına gönderdi;[276] Dahiliye Vekili Fethi Bey başkanlığındaki başka bir diplomatik heyeti de aynı yılın Ağustos ayında Moskova’nın tepkisini çekmemek için, çalışma takvimini gizli tutarak Roma-Paris üzerinden Londra’ya gönderdi.[277] Yusuf Kemal Bey’in Mart ayında yoğunlaşan görüşmeleri sonucunda olumlu bir netice ortaya çıkmadı.[278] Ancak, Fransa’daki temaslar sonunda, hatırı sayılır miktarda harp malzemesi temin edildi ve büyük Türk taarruzu başlamadan önce Anadolu’ya ulaştırıldı.[279]
Süreç bu şekilde evrilirken, 31 Martta İstanbul Hükümeti’yle antlaşma imzalayarak Anadolu’daki askerleri çeken İtalya dikkat çekmekteydi.[280] İtalyan basını, Türk tezine destek verirken,[281] Fransız basını, Anadolu Ajansı mahreçli haberlere öncelik tanımaktaydı.[282] Times başta olmak üzere İngiliz basın organlarının ise tarafsız konumu belirgindi.[283]
Yunan basınının sürecin bu evresindeki konumu doğal olarak çok daha farklıydı. İngiliz desteğinden vazgeçemeyen Atina basını,[284] bir yandan, mağlubiyetin bilincinde olan Yunan halkına[285] moral vermeye çalışmakta,[286] bir yandan da, bu mağlubiyetin sorumlusu olarak tarafsız kalmakla suçladığı İngiltere’yi göstermekteydi.[287]
Genel tablodaki bu önemli değişimde, Türk tarafının, askeri teçhizat bakımından toparlanmış olmasının da büyük payı vardı.[288] Artık, şartlar yavaş yavaş değişmekte, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, esas mücadele Batılı büyük devletlerle Sovyet Rusya arasında yaşandığı için, hareket serbestisi bakımında daha avantajlı olan Türk tarafı safını değiştirmekteydi.
Ankara Hükümeti’nin diplomatik alanda attığı bu adımlardan ve güçlendikçe kendisinden uzaklaşmasından endişe duyan Sovyet Rusya, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bir nota vererek Ankara Antlaşması’nı protesto etti.[289] Bundan sonra, Sovyet tarafının, Anadolu’ya yaptığı yardımı durdurduğu görüldü.[290] Bolşevikler, Anadolu üzerindeki inisiyatiflerini kaybetmemek için zikredilen teşebbüslerine ek olarak Atina Hükümeti’yle bir Dostluk ve Ticaret Antlaşması imzaladılar.[291]
Moskova Hükümeti’ni böyle bir yaklaşıma iten temel neden, kendisine yaklaştırdığı Anadolu hareketinin, karşıtı olan Müttefiklerle anlaşmasından duyduğu endişe idi; Moskova yönetimi, başından beri, İngiltere’nin başını çektiği bu gücün, Anadolu’da üslenerek kendisi tehdit eder konuma gelmesinden korkmaktaydı.
Nitekim Ankara Antlaşması’nın hemen sonrasında yaşanan bu süreçte de bir öncekinde olduğu gibi taraflar çok yönlü bir dış politikaya duydukları ihtiyaç nedeniyle radikal biçimde ilişkilerini koparamadıkları için birbirleriyle dirsek temasını kaybetmek istemediler.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Türk-Sovyet dostluğunu vurgulama gereği duyduğu bu kritik dönemde,[292] Ali Fuat Paşa, Stalin ile görüşerek, amaçlarının, Fransa ile antlaşmaya tepki gösteren İngiltere’nin[293] ittifakını bozmak olduğunu vurguladı;[294] Ankara’ya gelen ünlü Sovyet generali Frunze, adına düzenlenen resmi ziyafetin[295] ardından TBMM’de ikili ilişkilere vurgu yapan bir konuşma yaptı[296] ve 2 Ocak 1922’de, Ukrayna ile Ankara arasında, Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nın imzalanmasını sağladı.[297]
Mustafa Kemal Paşa da, Milli Mücadele sona ermeden ikili münasebetleri radikal bir kopuştan muhafaza edebilmek ve böylece çok yönlü bir dış politika izleyebilmek için bir meclis konuşmasıyla benzeri hususlara temas etti;[298] Sovyet Temsilcisi Natsarenus’un talebi üzerine kendisiyle görüşerek Moskova’nın endişelerini gidermeye çalıştı.[299] Kaldı ki, antlaşma ile ilgili müzakere metinleri Frunze’ye iletilmiş,[300] Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey de, benzeri bir yaklaşımla metinleri Natsarenus ile paylaşmıştı.[301]
Ankara’nın bu tavrı, yukarıda vurguladığımız şartlar nedeniyle bir süre daha devam edecek, ikili görüşmelerin özellikle Frunze üzerinden sağlandığı bu evrede,[302] 4 Ocak 1922 tarihi itibariyle, Mustafa Kemal Paşa, Lenin’e iletilmek üzere Sovyet tezlerini onaylayan samimi bir mektup kaleme alacaktı. [303] İngilizlerin de, dikkatle takip ettiği bu süreçte[304], Moskova’nın atadığı Büyükelçi Aralov, Ankara’da coşkuyla karşılanacaktı.[305] Sovyet tarafı da, yine aynı sebeplerle ve aynı yaklaşım tarzı ile, Çiçerin’in itirazlarını[306] dikkate almadan, Ankara Hükümeti’nin çağrılmadığı[307] Cenova Konferansı’nda (10 Nisan-19 Mayıs 1922) Türk tezlerini seslendirmek üzere Sosyalist Azerbaycan’ın ilk devlet başkanı Neriman Nerimanov’u görevlendirecekti.[308] Bu arada, Sovyet tarafının konferans devam ederken Batı bloğu yerine Almanya’ya yaklaşması ve iki ülke arasında 16 Nisan 1922 tarihinde Rapallo Antlaşması’nın imzalanması, Mustafa Kemal Paşa tarafından sevinçle karşılanacaktı.[309]
Ancak, söz konusu iyi niyet gösterilerine rağmen, Anadolu’nun İtilaf Devletleri’nin etki alanına girmesinden endişe ettiği için bir yandan Batı ile dirsek temasını korurken bir yandan da Ankara’ya külliyetli miktarda yardım gönderen Sovyet tarafı kurguladığı politikanın istemediği biçimde sonuçlandığına tanık olmuştu: En az Bolşevikler kadar realist olan ve 1922 Martında, Moskova’nın, Anadolu’da maden imtiyazı talebine muhatap olan Türk tarafı,[310] askeri alanda istediğini elde etmiş, müstakbel zafer görünür hale gelmişti. Türk-Sovyet yakınlaşmasından endişe eden İngiliz ve Fransız devlet adamları da, “bağımsızlık” olgusuna dayanan Türk tezine paralel bir yaklaşım içine girmeye başlamışlardı. Böylece, Ankara’nın sürecin başından beri beklediği konjonktür ortaya çıkmış, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Moskova’dan yaşamsal nitelikte her hangi bir beklentileri kalmamıştı.
Samimi olamayan karşılıklı iyi niyet gösterilerini dahi zayıflatmaya başlayan bu olgunun ilk emaresi, Moskova’daki Ankara Hükümeti Temsilciliği’nin, Büyükelçi Ali Fuat Paşa’nın İngilizlerle kurduğu yakın temaslar gerekçe gösterilerek, 21 Nisan 1922’de basılması ile ortaya çıktı.[311] Gelişme üzerine, Mustafa Kemal Paşa, yukarıda vurgusunu yaptığımız endişelerle, hem görevinden istifa eden Ali Fuat Paşa’ya[312] hem de iki hükümet arasındaki ilişkilere sahip çıktı;[313] Rıza Nur’un başkanlığındaki bir heyeti de, teftiş için, Moskova’ya gönderdi.[314] Ancak, ikili ilişkiler artık daha farklı bir düzlemde yol aldığından bir sonraki haber beklendiği gibi Ankara’dan geldi ve 15 Ağustos 1922 tarihinde Ankara’da bulunan Sovyet Temsilcilik binası yakıldı. Aralov, olayın sorumlusu olarak, Ankara-Moskova yakınlaşmasına karşıtlığı ile bilinen,[315] Fransız temsilci Albay Mougin’in yakın dostu Rauf Bey’i,[316] Sovyet Elçiliği Birinci Sekreteri Anatoli Glebov ise bizzat Albay Mougin’i[317] işaret etti.[318] Mustafa Kemal Paşa ise resmi olmayan bir açıklamayla üzüntülerini bildirmekle yetindi.[319] Kriz, bir süre sonra, ancak, Rıza Nur’un ve Aralov’un gayretleri sayesinde yatıştırılabildi.[320]
Ankara-Moskova ilişkilerinde yaşanan değişimi gösteren emareler bunlarla sınırlı değildi. Bu tarihten çok önce, 1922 Ocak ayında Ankara’yı ziyaret eden Muhammed Nazarî başkanlığındaki bir Buhara heyeti, şehirde olağanüstü yoğun sevgi gösterileri ile karşılanmış, Mustafa Kemal Paşa, heyet üyelerini, “Buhara’nın resmi temsilcileri” olarak kabul etmişti;[321] 26 Temmuz 1922’de, Konya’da, Mustafa Kemal Paşa ile görüşen İngiliz generali Townshend’in kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiği barışçı yaklaşımı ve bu bağlamdaki Anadolu gezisi, Türk makamlarınca coşkuyla karşılanmıştı.[322] Ankara’daki milletvekilleri, bu ve benzeri gelişmeler nedeniyle, ufukta belirmeye başlayan barış antlaşmasıyla Misak-ı Milli’nin tahakkuk edeceğine, kesin gözle bakıyorlardı.[323]
Ankara ve Moskova, bu şekilde zayıflayan işbirliği bağlarını uluslararası konjonktürün radikal bir değişikliğe uğramaması nedeniyle büsbütün koparamadıkları için Milli Mücadele sürecindeki son hamlelerini, Büyük Taarruz öncesinde gerçekleştirdiler. Bu bağlamda, Başkumandanlık yetkisi 20 Temmuz’da süresiz uzatılan Mustafa Kemal Paşa’nın da[324] onayı ile, savaşın etkin biçimde yürütülmesine gözcülük etmek için bir Sovyet askeri heyeti Türk karargahında görevlendirildi.[325]
Konjonktürü tamamen değiştiren şüphesiz Büyük Taarruz (26 Ağustos-9 Eylül 1922) ile tahakkuk eden Türk Zaferi oldu.[326] Mustafa Kemal Paşa’nın “Türk Milleti’ne” seslenen bir bildiriyle zaferi kutlaması[327] ve sömürge halindeki İslam beldelerinde yaşanan sevinç, bu bağlamda oldukça etkili oldu.[328] Savaş, 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Mütarekesi ile sona erecekti.[329]
C. Ana Hatları İle Milli Mücadele Sonrasında İkili İlişkiler
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’dan randevu talep eden fakat yalnızca müsteşarını görebilen Fethi Bey, amacına, ancak Türk Zaferi’nden sonra ulaşabildi. Curzon, Ankara Hükümeti’nin Hariciye Vekilini, ancak bu zaferden sonra muhatap kabul ederken, Yunan kayıplarının artmaması için bir an önce mütareke talebinde bulundu; Fransa’nın da aynı fikirde olduğunu özellikle vurguladı.[330] İngiliz mevkidaşının bu yönünü bilen İtalyan Dışişleri Bakanı Schanzer, Roma’da kendisiyle görüşen Fethi Bey’i, Fransızlar konusunda uyarırken, Curzon’a güvenemeyeceğini özellikle ifade etmişti.[331]
Aynı süreçte, Türk tarafını ilk tebrik eden Aralov oldu.[332] Ankara’ya gelen eski Sovyet temsilcisi Mdivani, 30 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa ile mütevazi bir görüşme gerçekleştirdi.[333] 1922 seçimleri esnasında kendisinden destek talebinde bulunan Tokat Milletvekili Nazım Bey’in (Resmor) bu talebini Lenin’in talimatı uyarınca bizzat Mustafa Kemal Paşa ile paylaşan Büyükelçi Aralov’un[334] tavrı söz konusu gerçeğin en belirgin delillerinden bir diğeri oldu.[335]
Fakat, bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, inisiyatif artık Ankara Hükümeti’ne geçmiş ve bir tarafta Batı bloğunun yer aldığı üç özneli politik yapı, stratejisini başarıyla kurgulayan Mustafa Kemal Paşa faktörü sayesinde farklı bir kimlik kazanmıştı. Ankara’nın, dış politik tercihlerini Batı eksenli olarak kurgulaması ihtimali, Sovyet makamlarını endişeye sevk etmekteydi.[336] İngilizlerin Boğazlar üzerindeki emelleri de canlılığını korumaktaydı.[337]
Böylece tarih, bir kez daha tekerrür ediyor, oldukça kısa bir zaman periyodu içinde yaşanan stratejik işbirliği yerini, Batıyı önceleyen ancak çok yönlü karaktere sahip bir politika takip edecek olan Ankara’ya bırakıyordu.[338]
Nitekim Lozan Barış Konferansı için diplomatik görüşmeler gerçekleştirilirken Sovyet Rusya gerek İngiltere ve Fransa ve gerekse Türkiye nezdinde birçok kez girişimde bulundu. Sonuçta, yalnızca Boğazlar’la ilgili görüşmelere katılma hakkı elde eden olan Sovyet tarafı, yalnızca İngiltere ve Fransa tarafından değil, kısa süre önce işbirliği içine girdiği Türk tarafından da desteklenmedi.[339] Ankara, Moskova’nın, Boğazlar’ın, Türkiye dışında kalan ülkelerin askeri geçişlerine kapalı olması yönündeki tezi karşısında dahi aynı tutumu takındı.[340] Batıya yaklaşmak için ortaya koyulan bu Türk tasarrufunu, Ankara’daki Sovyet Ticaret Temsilciliği’nin kapatılma talebi ve Batum’a gidecek Türk vatandaşlarına uygulanacak vize kısıtlaması takip etti,[341] Türk-Sovyet ilişkileri, bundan sonra, Rauf Bey-Aralov, Ahmet Muhtar Bey-Kalinin görüşmeleri gibi göstermelik diplomatik temaslardan ibaret hale geldi.[342]
Mustafa Kemal Paşa’nın, 17 Şubat 1923’de İzmir’de düzenlenen I. Türkiye İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında, Batılı ekonomik sistemi öncelemesiyle, bu gerçek, yüksek sesle dile getirildi.[343] 1 Eylül 1923’te ise Yeni Hayat, Rençber, Başkurt ve Komünist başta olmak üzere Rusya’da basılarak Anadolu’ya sokulan, bütün komünist gazete, belge ve risaleler yasaklı yayın kapsamına alındı.[344]
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Milli Mücadele’nin sona ermesiyle birlikte geliştirdikleri bu yaklaşım tarzı, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte kurulan “Yeni Türkiye”[345] döneminin ilk evresinde biraz daha “Batı” yanlısı bir çizgiye oturdu.
1930’lu yılların sonunda, ana hatları ile belirtmeye çalıştığımız Batı merkezli çok yönlü Türk dış politikası, bu karakterini muhafaza etmekle birlikte, çok daha “Batılı” bir yörüngeye oturdu. Bu bağlamda, Türkiye Sovyetlerin talebi üzerine 9 Şubat 1934 tarihinde imzalanan Balkan Antantı metnine bir teminat mektubu ekleyerek Moskova karşıtı bir eyleme katılmayacağını resmen beyan etti;[351] Mustafa Kemal Paşa’nın, “Türkiye’de hiçbir zaman Bolşeviklik olmayacaktır.”,[352] “Bolşevizm, hürriyet ve saadet getirmez.”[353] gibi beyanları gündemde iken, 20 Temmuz 1936 yılında imzalanan Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi’nin müzakereleri esnasında birbirlerine karşı seslerini yükselten Türk ve Sovyet Temsilcileri ise,[354] belki de, uzun yıllar sürecek olan yeni dönemin ilk habercisi oldular.
Sürecin bu evresine ana hatları ile yaklaşıldığında, sonuçta, dikkat çekici bir tablo ortaya çıkmaktaydı: Sakarya Savaşı’nın Türk askeri gücünün zaferi ile sonuçlanması, Milli Mücadele’nin ilk evresinde başlayan Ankara-Moskova işbirliğini, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının istediği yörüngeye oturtmaktaydı.
Sovyet tarafı, sözünü ettiğimiz evrede, politikasını iki önemli dinamiği dikkate alarak belirlemişti. Bu bağlamda, Ankara’nın Batılı başkentlerle olumlu diyalog içine girmeye başlaması Moskova’nın ciddi tepkilerine, hatta, Enver Paşa’yı kullanarak Anadolu’yu tehdit etmesine bile neden olmuştu. II. İnönü Savaşı sonrasında inisiyatif kazanan ve Fransa ile anlaşma yoluna giden Türk tarafı, genel olarak, böyle bir fotoğrafla karşılaşmıştı. Hemen akabinde yaşanan Kütahya-Eskişehir Savaşları ve bu savaşların sonunda yaşadıkları mağlubiyet, Ankara’yı Moskova karşısında, yine bu nedenle, daha güç bir konuma getirmişti.
Bununla birlikte, Sovyet tarafı, öncelikle, Türk tarafının askeri başarısını hesaba kadar kendisini konumlandırmıştı ki, Moskova’nın Sakarya Savaşı’ndan sonra Batı ile diyaloglarını daha da geliştiren Ankara karşısında daha uzlaşmacı bir politika takip etmesi bu realitenin en belirgin göstergesiydi. Sovyet tarafının, söz verdiği yardımı, ancak bu zaferinden sonra Anadolu’ya göndermeye başlaması ve Doğu Anadolu’daki Türk hakimiyetini pekiştiren Kars Antlaşması’na öncülük etmesi bu açıdan anlamlıydı. Gelinen son nokta, Milli Mücadele ile başlayan ve Mustafa Kemal Paşa ile Lenin tarafından şekillendiren dış politika satrancının, Ankara’nın istediği biçimde sonuçlandığını gösteriyordu. Milli Mücadele sonrasında kurulan ve Batı öncelikli olmakla birlikte çok yönlü bir karakter arz eden Türk dış politikası, bu gerçeğin en belirgin kanıtı olacaktı…
Sonuç
Jeo-Stratejik nitelikleri ile ön plana çıkan Anadolu coğrafyası, özellikle XIX. Yüzyıl’dan itibaren, sanayileşmiş Batılı devletlerin ve Rusya’nın hedefi olmuştur. Osmanlı devlet adamları, bu ikili kumpas karşısında, bir tarafın garantörlüğüne dayanarak diğerinin tehdidinden kurtulma esasına dayanan ve bu bağlamda, kimi zaman önemli tavizleri de içeren bir denge politikası izlemişlerdir. Hünkar İskelesi, Paris, Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları, Londra Boğazlar Sözleşmesi ile birlikte, bu zorunlu denge politikasının diplomatik sonuçları olarak ortaya çıkmışlardır. Kimi zaman Rusya’nın, kimi zaman da Batı’nın ön plana çıktığı bu süreç, İttihat ve Terakki idaresinin, her iki kutbu da karşına aldığı I. Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, savaşın sona ermesiyle birlikte İtilaf Devletleri’nin emperyalist politikalarıyla karşılaşan Anadolu direnişi, geçmişten devraldığı politikayı devam ettirerek, Rusya’ya dayanmak suretiyle, Batı emperyalizminden kurtulmaya çalışmıştır.
Bu bağlamda ilk dikkat çeken noktalardan biri, Anadolu’nun, en az Batı kadar yayılmacı emellerine muhatap olduğu Rusya’dan yardım istemek zorunda kalmasıdır. Rusya’nın, Batı ile ihtilaf halinde olması ve her iki odağın da kendi üzerlerinde emperyal planlar yapan Batı ile muhatap olmaları, aralarında bir işbirliğinin doğmasına neden olmuştur
Tarihin bu yeni döneminde, kamu otoritesini ön plana çıkaran yeni bir ideolojiyle gücünü ispatlamaya çalışan Sovyet Rusya, özellikle, Anadolu’yu da içine alan çok yönlü tehditlerine maruz kaldığı İngiltere’ye karşı Anadolu’nun safında yer almayı kendi menfaatleri açısından gerekli görmüştür. Bu bağlamda, Moskova’nın, milyonlarca Müslümanın yaşadığı İngiliz sömürgelerini, Londra’ya karşı harekete geçirmeye çalıştığı ve kendi coğrafyasında yaşayan Müslüman halklara dost gözükmeye çalıştığı da söylenebilir. Süreç devam ederken kurdukları Halas-ı İslam Cemiyeti ile Güney Doğu Asya’ya yönelmeleri ve Enver Paşa’nın Türk-İslam coğrafyasındaki itibarını dikkate almaları, Sovyetlerin sözünü ettiğimiz politikaları ile birlikte mütalaa edilmelidir
Moskova, bu dönemde, Mustafa Kemal Paşa ve ekibinin komünizmi benimsemediklerini, hatta karşı olduklarını bilmekteydi. Enver Paşa’nın üzerinde ısrarla durmalarının bir nedeni de buydu. Ankara’nın başarısız olması durumunda yedekte beklettikleri Enver Paşa ile kendileriyle organik bağ kuran Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya geçerek inisiyatifi devralabilecekleri, Sovyetler için, göz ardı edilemez bir ihtimaldi. Mustafa Kemal Paşa ile uzun yıllar rekabet etmeye çalışan Enver gibi, Mustafa Suphi de bu noktada oldukça istekliydiler.
Bu şartlar altında başlayan işbirliği sürecinde, ilk adımı, Moskova atmıştır. Türk direnişi, bu dönemde, henüz, olgun bir tüzel kişiliğe sahip değildir. Ancak, teklif, yukarıda dikkat çektiğimiz sebepler çerçevesinde, sadece Ankara’ya değil, Berlin’de bulunan Talat Paşa vasıtasıyla Enver Paşa ve arkadaşlarına da iletilmiştir. Sovyetler, eski ittihatçıları bu şekilde denkleme dahil ederlerken, direniş hareketine içerden destek veren İstanbul merkezli Karakol Cemiyeti’ni de unutmamışlar, Anadolu hareketi ile ise Havza’da ve Balıkesir-Alaşehir Kongreleri sırasında temas kurmuşlardır. En mübrem ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak kadar zor günler yaşayan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları için bu teklif adeta “yeniden hayata dönüş” anlamına gelmiştir.
Şartların zorlaması ile şekillenen ikili işbirliğinin kurulum aşamasını geçirdiği bu kritik dönemde, Sovyetlerin, güvenmedikleri Mustafa Kemal Paşa’ya değil, İttihat ve Terakki içindeki lider pozisyonu ile devlet yönetiminde etkin olan Enver Paşa’ya öncelik verdikleri tarihi bir realitedir. Mustafa Kemal Paşa ise sürecin henüz ilk evresinin yaşandığı bu dönemin başından itibaren inisiyatifi elinde tutabilmek için elinden gelen gayreti göstermeye başlamış, eski ittihatçıların Anadolu üzerinde yönlendirici olmalarını reddeden bir politika geliştirmiştir.
Bu noktada, Paşa’nın, yakın arkadaşlarıyla, özellikle Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalarla istişareye önem verdiğini, politikalarını buna göre belirlediğini ve Sovyet tarafının Misak-ı Milli üzerindeki olumlu yaklaşımlarının üç lideri derinden etkilediğini görmekteyiz.
Türk tarafının Milli Mücadele planı bu şekilde şekillenmiştir. Bu plan, nihai hedef olarak Misak-ı Milli’yi, “her bakımdan özgür ve kendi bölgesindeki tüm Türkleri çatısı altında toplayan bağımsız bir Türkiye” olgusunu idealize etmiş ve Batı eksenli, çok yönlü bir dış politikayı esas almıştır. Bu maksatla, Batılı başkentlerin Türkiye üzerindeki emperyalist emellerinin Sovyet kozu kullanılarak, Türk tezi doğrultusunda evrilmesini öngörülmüş; Batı karşıtı bir devletin verdiği destekle elde edilen askeri ve siyasi prestijle bu hedefe ulaşılınca iki kutup arasında özgürce işleyebilen bir dış politik paradigma idealize edilmiştir.
Plan, Türk tarafının, Rusya’yı, sadece geçici bir ortak olarak gördüğünü, empreyal politikalarına muhatap olduğu Batı ile Rusya arasında, tercihini, “Batı” yönünde kullandığını açıkça ortaya koymaktadır. Bunu, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yaşanan ve yıkıcı sonuçlarıyla devleti derinden sarsan Osmanlı-Rus savaşlarının zihinlerde bıraktığı dramatik izlerle izah etmek mümkündür. Yakın dönem Türk tarihinin genel çizgisi de bu istikamettedir.
Mustafa Kemal Paşa, karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan ikili ilişkiler bağlamında, ilk olarak, Ankara ile Moskova arasında sağlıklı bir iletişim tesis etmek istemiş ve dönemin şartlarına uygun olarak, bu iş için, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’yı görevlendirmiştir. Halil Paşa, aldığı vazifeyi hakkıyla ifa etmiş, hatta daha da ileri giderek, külliyetli miktarda Sovyet yardımının Anadolu’ya iletilmesini sağlamıştır.
İttihatçılara karşı olan ve onları bir tehdit olarak algılayan Mustafa Kemal Paşa, bu noktada, iyi bir stratejist olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şeyden önce, çatışmacı olmamış, amir pozisyonunu korumuş, şartlar elverdiği ölçüde olabildiğince etkin olmaya çalışmış, sonuçta kazançlı çıkan taraf da kendisi olmuştur. Daha ilginci, Paşa’nın hedefine, karşıt kabul ettiği bir argümanı kullanarak ulaşmış olmasıdır. Bu, onun temel hayat felsefesidir: Mevcut şartları dikkate alarak, hedefe olabildiğince yaklaşama, şartlar değiştikçe yeni şartlara göre yeni politikalar geliştirme ve kullanılan eski argümanları saf dışına itme…Bu politika, kimine göre tutarlı ve erdemli olmayabilir, ancak, realist ve pragmatisttir; muhatapların konumu dikkate alındığında etik açıdan da bir problem oluşturmaz, hele bir milletin bağımsızlığı söz konusu ise…
Mustafa Kemal Paşa, çıktığı yolda, “Bağımsız Türkiye” olgusu temel prensip kabul etmiştir. Şartlara göre hareket etmek zorunda olduğunun bilinci içinde olmuş, hedefine yürürken, gerektiğinde, taviz vermekten de çekinmemiştir. Ancak, Türk Milli Bağımsızlığı söz konusu olduğunda her türlü riski alırken, samimi değil, “politik” davranmış, verdiği göstermelik tavizlerle karşıtlarına aldatıcı mesajlar verirken, kendi yolunu daha da açmıştır. Aksi halde, kurduğu stratejinin bir anlam ifade edemeyeceğini herkesten çok kendisi bilmektedir.
Milli Mücadele döneminde Ankara ile Moskova arasındaki stratejik işbirliği bu şartlar altında kurulmuş, muhatabına yaklaşmak için ilk tavizi vermek, Sovyet tarafına göre çok daha zor durumda olan ve bir varoluş savaşı veren Türk tarafına düşmüştür.
Bu bağlamda, Ankara’nın bazı sol faaliyetlere göz yumduğunu görmekteyiz. Muhafazakar kesimin, Sovyet politikasına yönelik muhtemel tepkilerine karşı, komünizmi, yerel dini anlayışa aykırı bir ideoloji değilmiş gibi göstermek için kurulan Yeşil Ordu Cemiyeti, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Ancak, Mustafa Kemal Paşa, bu kritik dönemde de inisiyatifi elde tutmuş, güdümlü veya bağımsız, tüm sol örgütlenmelerin Ankara’nın kontrolü altında bulunmasına özellikle dikkat etmiştir.
Sürecin ilk evrelerinin yaşandığı bu dönemde, Ankara ile Moskova arasında, jeo-stratejik açıdan en önemli coğrafya, şüphesiz, Kafkasya’dır. Taraflar, birbirlerine karşı daha avantajlı bir pozisyon elde edebilmek için, bölgeye, büyük önem atfetmişler, ikili işbirliğinin yürümesi bile tarafların bu coğrafyadaki konumuna bağlı olarak şekillenmiştir.
Türk tarafının bölgeye yaklaşımı, sadece, Sovyet desteğini sağlamaya yönelik olurken çok daha elverişli konumdaki Sovyet tarafı, Kafkasya’nın Bolşevik olmasını, öncelikleri arasına almıştır. İtilaf Devletleri’nin Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’daki yönetimler üzerinden kurdukları Kafkas Seddi’nin Ankara-Moskova hattına zarar vereceğini düşünen taraflar, bu seddin kaldırılması noktasında, bu sebeple, mutabakata varmışlar, Sovyet yardımına odaklanan Ankara, Moskova’nın bölgedeki emperyal emellerini, yine bu nedenle, onaylamıştır.. Her ne kadar tarihi referanslarda pek de üstünde durulmasa da, etnik ve dini bağlarla Anadolu’nun bir parçası olarak kabul edilebilen Azerbaycan’ın Bolşevizm’e terki, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından, bağımsızlık yolunda verilen en ciddi taviz olacak, Menşeviklerin yönetimindeki Gürcistan ve İtilaf Devletleri ile birlikte hareket eden Azerbaycan, bu şekilde, Sovyetlerin etki alanına girecektir.
Bu şartlar altında temelleri atılan ikili iş birliğinin resmen kurulmasını öngören ilk üst düzey talep, doğal olarak, varoluş savaşı veren Mustafa Kemal Paşa’dan ve tam bu sırada gelmiştir. Paşa, TBMM’nin kurulmasından yalnızca üç gün sonra kaleme aldığı bir mektubu Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’e göndermiş, askeri ve maddi açıdan geniş ölçüde destek talep ederken, anlamlı biçimde, Kafkasya üzerindeki emperyal Sovyet politikasını onaylayan bir yaklaşım içine girmiştir.
Sovyet tarafı, yaklaşık bir yıl önce başlayan bu yakınlaşma sürecinde, Anadolu üzerindeki, yayılmacı emellerine son vermiş veya en azından dondurmuş mudur ?
Kesinlikle Hayır !
Mustafa Kemal Paşa’nın mektubuna, Hariciye Komiseri Çiçerin tarafından Lenin adına olumlu cevap verilirken, Sovyetler, 1917 yılından beri devam ettirdikleri kadim Rus politikası çerçevesinde, Anadolu direnişini, Bolşevik Devrimi’nin bir uzantısı olarak göstermeye çalışıyorlardı. Tarafların kültürel kodlarından kaynaklanan temel yaklaşım farkları, zaten, bütün berraklığı ile ortadaydı. İkili işbirliğini düşünerek birbirlerine hoş gelebilecek bir takım görüntüler sergileseler de pek de inandırıcı olamıyorlardı. Bu realite, içinde bulunduğu zor şartlar dolayısıyla muhatabına sempatik görünme ihtiyacını daha fazla hisseden Ankara söz konusu olduğunda daha da belirginleşiyordu.
Vurgulanması gereken diğer bir realite ise tarafların, İngiltere ile işbirliğine girmek için fırsat kollamaları ve bunun için her türlü tedbire başvuruyor olmalarıdır. Bu olgu sürecin tamamını etkilemiş ve yönlendirmiş, ikili ilişkilerin içtenlikten uzak olmasında en büyük pay sahibi olmuştur. Taraflar, birbirlerini her an İngiltere ile anlaşarak kendilerine darbe vurmaya hazır bir partner olarak değerlendirmişlerdir.
Kafkasya’nın stratejik önemi bu noktada da karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, Ankara, Milli Mücadele boyunca, hiçbir zaman, kendisini güven içinde hissetmemiştir. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışından hareket etmiş, ancak, düşmanlarının kendisine karşı birleşebileceği ihtimalini daima zihninde canlı tutmak zorunda kalmıştır.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları duydukları bu tedirginlik nedeniyle, sürecin bu evresinde, Türk birliklerinin Nahcivan’a kadar uzanan bölgeye hakim olmasını uygun görmüşler, Kazım Karabekir Paşa ve kurmay heyetinin cephedeki performansıyla gerçekleşen bu harekat sonunda, Kafkasya gibi kritik bir alanda ciddi bir ilerleme kaydedilmiştir. Silahla edilen bu başarı, ileride daha belirgin biçimde görüleceği üzere, kendisini ispat etmiş bir Ankara’yı muhatap kabul eden Sovyet tarafını derinden etkilemiştir
Nitekim, Ankara ile Moskova arasındaki ilk diplomatik münasebetler, Türk tarafının, başarısını, cephedeki performansı ile ispat ettiği bu harekatın hemen sonrasında gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, ilki Bekir Sami Bey’in, ikincisi ise Yusuf Kemal Bey’in başkanlığında iki Türk heyeti, Moskova’da, diplomatik temaslarda bulunmuşlar, inisiyatif, Sovyet Rusya’da olduğu için görüşmeler bu kadim Rus kentinde gerçekleşmiştir.
Birbirini takip eden müzakereler devam ederken, işbirliği ihtimali gittikçe kuvvetlendiği görülmektedir. Sovyet resmi makamlarının sürece desteği de düzenli olarak artmıştır. Rus Halk Komiserliği’nin bu bağlamda verdiği olumlu katkı, özellikle vurgulanmalıdır. Sovyet yardımına şiddetle ihtiyaç duyan Türk tarafı için, bu destek, çok anlamlı olmuş, müzakereler devam ederken sürekli olarak, arkadaşlarıyla bir araya gelen Mustafa Kemal Paşa moral değerlere önem veren bir lider olarak onları diri tutmaya çalışmıştır.
Bu bağlamda, özellikle, Bekir Sami Bey’in başkanlığındaki Türk heyetinin, Ağustos-Ekim 1920 tarihindeki temasları dikkatimizi çekmektedir. Bu temaslara Enver Paşa da katılmış, Türk heyeti, bir taraftan, Enver Paşa’nın müdahaleci tutumuna muhatap olurken diğer taraftan, Sovyetlerin, “ittifak antlaşmasına en büyük engel” olarak öne sürdükleri, İngiliz-Rus ticaret antlaşması problemiyle karşı karşıya kalmıştır. Toplantıda, Bitlis ve Van şehirlerinin Ermenistan’a verilmesini ön şart olarak ileri süren Stalin’e ve onunla birlikte hareket eden Çiçerin-Karahan ikilisinin engellemelerine rağmen, Lenin’in yapıcı yaklaşımlarıyla, bir antlaşma taslağı üzerinde mutabakata varılmış olması vurgulanmaya değer bir başarı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Moskova’nın, Ankara’nın İtilaf Devletleri’nin safına geçebileceği ihtimali karşında duyduğu endişe, müzakerelerin bu ilk evresinde de etkili olmuştur. Bu bağlamda, 20 Mayıs 1920 tarihinde imzalanan ve sadece 20 günlük bir zaman dilimini kapsayan Kilikya silah bırakışmasının bile muhtemel bir Türk-Fransız yakınlaşmasından çekinen Sovyet tarafını ciddi şekilde endişelendirdiği görülmektedir, Türk heyetinin, Ankara’nın talimatları doğrultusunda, Misak-ı Milli üzerinde ısrarcı olması ve düzenli olarak meclisi bilgilendirmesi ile Sovyet tarafını daha da germiş, Bolşevikler karşılarında hiç beklemedikleri kadar diri bir kadro olduğunu fark etmişlerdir.
Bekir Sami Bey’in başarıyla yönettiği bu ilk müzakere sürecinden sonra ikili ilişkilerde bir kesinti yaşandığı görülmektedir. Bolşevizm’in Doğu halkları arasındaki prestijini artırmak için düzenlenen Moskova güdümlü I. Bakü Doğu Halkları Kurultayı, bu sırada toplanmış, kurultayın kapandığı 10 Eylül 1920 tarihinde, benzer isimler altında iki komünist partisi kurulmuştur. Biri, eski ittihatçılar tarafından, diğeri ise Mustafa Suphi tarafından kurulan bu iki parti de Sovyetlerin gözetim ve denetimi altında, “Bolşevik Anadolu” ideali etrafında teşkilatlanmaya başlamışlardır. Mustafa Kemal Paşa, Sovyet yardımına duyduğu derin ihtiyaç nedeniyle, Anadolu’daki komünist örgütlenmeler karşısında, bu dönemde pasif bir tutum takınmak zorunda kalmış, Anadolu’ya müdahale etmek için tökezlemesini bekleyen Sovyet tarafının baskısını üzerinde hissetmiş, hareketin lideri olması hasebiyle bu pasif tutumu içlerine sindiremeyen milliyetçi milletvekillerini teskin etmek de yine Mustafa Kemal Paşa’ya düşmüştür.
Bu esnada, Ankara ile Moskova arasında resmî bir yakınlık mevcut değildir. Mustafa Kemal Paşa ve ekibinin, Batı Cephesi’ndeki akıbetleri henüz netleşmemiştir. Sovyet tarafı, bu şartlar altında, beklemeyi tercih etmekte, Türk talepleri konusunda radikal bir karar vermeden önce, daha berrak bir fotoğrafın ortaya çıkmasını beklemektedir. Süreç her ihtimale açıktır ve oldukça kaygandır; Anadolu’nun bağımsızlığı bile risk altındadır.
Oluşan bu konjonktürü değerlendiren, Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarıyla istişare ederek, Anadolu genelindeki bütün sol teşekkülleri kapatmış, Türk direniş hareketine ciddi katkı sağlamalarına rağmen, Halil ve Nuri Paşalar dahil bir çok eski ittihatçının Ankara ile ilişkileri kesilmiştir. Bunların arasında, örgütün lider kadrosunda yer alan Enver, Talat ve Cemal Paşalar da vardır.
Daha öncede ifade edildiği gibi, Mustafa Kemal Paşa, şartlara göre değişen ve şartlar elverdiği ölçüde olabildiğince etkin olmayı öngören esnek bir politika uygulamaktadır. Küçük tavizleri kabul edilebilir, hatta gerekli gören bu politika, Anadolu’nun bağımsızlığı söz konusu olduğunda başka bir alternatife yer vermemektedir.
Mustafa Kemal Paşa, sürecin bu evresinde, tekrar vurgulamayı uygun gördüğümüz bu politikasını belirgin hale getiren bir tavır içine girerek, Ali Fuat Paşa’nın başkanlığındaki 40 kişilik bir Türk heyetini, ikili ilişkilerde bulunmak üzere Moskova’ya göndermiştir. Tarafları birbirine yaklaştıran şartlar, kendi içinde evrilmeye başlamış olsa bile, genel tabloda bir değişiklik olmamıştır. Türk heyeti, mevcut konjonktürü ve işbirliği ihtiyacını dikkate alarak ortamı yumuşatmakla görevlidir.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Kazım Karabekir Paşa’nın uzun zamandır ısrarla onay beklediği Doğu Taarruzuna, beklenmedik biçimde, Sovyet tarafıyla tekrar masaya oturmaya çalıştıkları ve Sovyet yardımına en fazla ihtiyaç hissettikleri bu evrede imza atmışlardır. Bu bağlamda, Kazım Karabekir Paşa’nın başarılı sevk ve idaresi ile Ermenistan içlerine kadar ilerleyen Türk Kuvvetleri, bölgedeki Ermeni mezalimine son vermiştir. Harekat sonunda imzalanan Gümrü Antlaşması’yla, Türk tarafının, bir nebze de olsa, kendisini emniyette hissetmesi sağlanmış, Azerbaycan ve Gürcistan’daki Sovyet varlığına koşut olarak, Kafkasya’da bir Türk varlığından söz edilir olmuştur. Kafkas Taarruzunun, bu sonuçları nedeniyle, Milli Mücadele hareketinin en başarılı askeri manevralarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Tarihçilerin “taze bir fidan” metaforu ile özdeşleştirdikleri Ankara’nın, olağanüstü yokluklar içinde bulunduğu bir dönemde ve işbirliğine ihtiyaç duyduğu yegane devlete karşı böylesine iddialı bir tavır sergilemesi, bağımsızlığa verdiği önemi göstermiştir.
Ancak, her ne kadar Sovyet Rusya’ya karşı yapılmış olsa da, Ankara’nın, taarruzun başından sonuna kadar sürekli olarak Moskova’yı bilgilendirdiği gerçeği, burada karşımıza çıkmaktadır. Bu hususu yorumlarken, vurgulanması gereken ilk olgu, bu taarruzun temel amacının, ikili işbirliğini zayıflatmak değil güçlendirmek olduğu gerçeğidir. Sovyetlerin, Anadolu’yu hedef alan muhtemel bir taarruzu önlenirken, dolaylı olarak, işbirliği sürecinin devamı sağlamıştır. Bununla birlikte, Sovyetlerin, askeri alanda başarısını ispat etmiş bir Ankara karşısında aldıkları tavır da çok daha farklı olacaktır. Ankara, bu nedenle, harekat esnasında, Moskova’yı karşısına almamaya çalışmıştır; zahiren de olsa bir işbirliği görüntüsü altında harekatını gerçekleştirmiştir.
Vurgulaması gereken bir diğer nokta da, her ne kadar ayrıntı olarak görülse de, Doğu Taarruzunun, Sevr Antlaşması’nın gölgesinde gerçekleşmiş olmasıdır. Kanaatimizce, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Batıya karşı Sovyet kozunu oynamakla yetinmiyorlar, yerine göre, Moskova’ya karşı Batı kozunu oynayarak, tarafları, birbirlerine duydukları korku üzerinden kendi politikalarına kanalize ediyorlardı. Çünkü, Sevr Antlaşması ile İtilaf Devletleri’nin konumu belirginleşmişti ve bu nedenle alternatifsiz kalan Sovyet Rusya’nın, Türk bağımsızlığını hedef alan bir manevrası ciddi bir ihtimal olarak belirginleşmekteydi.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının doğru çizgide oldukları, çok geçmeden bir kez daha ortaya çıkmıştır: Sovyet tarafının onayı ile işbirliği sürecini resmileştirmekle görevli Yusuf Kemal Bey’in başkanlığındaki Türk heyeti, bu dönemde Moskova’ya gitmiş ve çalışmalarına başlamıştır. Eski durgunluğunu üzerinden atan Sovyet tarafının, antlaşmanın imzalanmasını beklemeden, Yusuf Kemal Bey’e, Anadolu’ya iletilmek üzere, bir milyon altın ruble verdiği anlaşılmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, yeri geldikçe hatırlatmayı uygun bulduğumuz politik yaklaşımının bir örneğini bu evrede de ortaya koymuş ve Anadolu’nun bağımsızlığı yolunda, Azerbaycan’dan sonra Gürcistan’ın da Bolşevikleşmesine onay vermiştir. Bu bağlamda yegane maksadı, Sovyet desteğini arkasında hissedebilmektir. Ayrıca, Moskova nezdinde “Güvenilir Komşu” olarak algılanmak istemekte, son zamanlarda iyice yoğunlaşan üzerindeki şüphe bulutlarını dağıtmaya çalışmaktadır.
Moskova müzakerelerinin ikinci dönemini derinden etkileyen bu gelişmenin ardında Ankara Hükümeti’nin stratejik kabiliyetini görmek mümkündür. Ankara Hükümeti, Gürcistan manevrası ile, I. İnönü Savaşı’nın etkisiyle yumuşayan Paris Barış Konferansı Yüksek Heyeti’nin, Türk tezi karşısındaki olumlu tavrından kaynaklanan Sovyet endişelerini de gidermiştir. Sovyetler, Moskova görüşmeleriyle eş zamanlı olarak gerçekleşen Paris Barış Barış Konferansı esnasında, heyet başkanı Bekir Sami Bey’in Batılı muhataplarıyla yaptığı resmi olmayan ikili antlaşmaları endişeyle takip etmişlerdi.
Ancak, karşılıklı sürecin doğası gereği, Türk tarafının bu tavrı da samimiyetten uzaktı; Yusuf Kemal Bey ve arkadaşları, Moskova’da, yoğun bir görüşme trafiği içerisinde, diplomasinin bütün inceliklerini ortaya koyarlarken, Ankara Hükümeti İtilaf Devletleri ile makul bir barış antlaşması üzerinde mutabakat kurmaya çalışıyordu. Erdemli olmasa bile siyasi açıdan son derece gerekli olan bu ikircikli politik anlayış, sürecin tamamını şekillendirmekteydi ve sadece Ankara için değil, Moskova için de geçerliydi. Karşılıklı güvensizliğin egemen olduğu ikili işbirliğinin, birbirleriyle yüzyıllarca savaşan ve halen rakip olduklarının bilincinde olan iki kutbun mecburen bir araya gelmesiyle oluştuğu, her ana tersine dönme potansiyaline sahip olduğu ve tarafların konumuna göre değişebilen konjonktürel bir nitelik taşıdığı, sürecin bu ilk evrelerinde dahi açıkça ortadaydı. Taraflar, özellikle İngiltere ile bir işbirliği içine giremedikleri için bir yakınlaşma içine girmişlerdi. İkili işbirliğinin kurulum sürecinde Ankara’yı daima kendi etki alanı içinde görmek isteyen Sovyet dış politikası, bu zeminden besleniyordu.
İngiliz emperyalizmine karşı kurgulanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması, tam bu noktada devreye girdi ve Ankara Hükümeti’nin Sovyet politikasına güç kazandırdı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Moskova görüşmeleri devam ederken, stratejik açıdan son derece önem taşıyan ikinci manevralarını, Kazım Karabekir Paşa’yı Batum üzerine göndererek ortaya koydular. Şehir, 11 Mart 1920’de, Ankara Hükümeti’nin kontrolüne girdi. Mustafa Kemal Paşa’nın gözetim ve denetimi altında hareket eden Yusuf Kemal Paşa ve ekibi de, sahip olduğu petrol dolayısıyla Sovyetler için hayati önem taşıyan Batum’u bir tavizmiş gibi antlaşma masasına sürerek, 18 Mart 1921’de, Türk tezi ile büyük ölçüde örtüşen Moskova Dostluk Antlaşması’nın imzalanmasını sağladılar; İngiliz-Sovyet Ticaret Antlaşması da aynı gün imzalandı. Moskova, sürecin başından beri itina ile takip ettiği politik tavrını bu aşamada ortaya koymuş, ön planda tuttuğu İngiltere üzerinde farklı bir imaj oluşturmamak için bir ittifak antlaşmasına değil, bir dostluk antlaşmasına imza atmayı uygun bulmuştu. Sovyet tarafı, aynen Ankara gibi, bir taraftan Batıyı diğer taraftan Türk tarafını kendi etki alanı dahilinde tutmaya çalışıyordu.
Sürecin genel karakteri, bu aşmada da kendisini göstermekteydi. Ankara, Azerbaycan ve Gürcistan’dan sonra Batum’u da terk etmiş, Anadolu’nun bağımsızlığı yolunda gözden çıkardığı coğrafyaları bir taviz gibi sunarak hedefine bir adım daha ilerlemişti. 18 Mart 1920’de, sadece Sovyet tarafı değil, İtilaf Devletleri karşısında ikili ilişkilerin resmiyete bürünmesini sağlayan Türk tarafı da istediğini almıştı.
Ankara ile Moskova arasındaki samimiyetten uzak, zoraki işbirliği, Dostluk Antlaşması’nın imzalanmasından sonra da devam etti. Kazım Karabekir Paşa, Batum merkezli silahlı bir tehdide karşı, şehri, cephaneliklerini havaya uçurduktan sonra Sovyet kuvvetlerine teslim etti; bu arada, iki taraf arasında, bazı silahlı çatışmalar da yaşandı. Sovyet tarafı ise Türk tarafının, Yunan askeri gücü karşısında nihai anlamda bit başarısına tanık olmadığı için, öngördüğü yardımı hemen gerçekleştirmedi; Türk tarafına büyük prestij kazandıran II. İnönü Savaşı’ndan sonra da oldukça ağır davrandı.
Sovyet tarafı, bu politikayı takip ederken pek de haksız sayılmazdı. Ankara’nın Bolşevizm’e karşı olduğu, bağımsızlığı temel hedef bildiği ve şiddetle ihtiyaç duyduğu Sovyet yardımını elde edebilmek için taviz veriyor göründüğü, Moskova tarafından biliniyordu.
II. İnönü Savaşı ile birlikte, kısmen de olsa, Mustafa Kemal Paşa’nın istediği yörüngeye giren ve Rus-Batı rekabeti nedeniyle, Ankara’yı, hem Batıya, hem de Sovyet Rusya’ya yaklaştıran Türk dış politikası ilk ciddi açılımını yaşamıştır. Bu açılım, Milli Mücadele sonrasında takip edilecek dış politikanın ilk işaretlerini vermesi açısından da büyük önem taşımaktadır.
Mustafa Kemal Paşa’nın, zamana ve zemine göre esneklik arz eden, fakat, nihai hedefinden taviz vermeyen bu politikası bağlamında, öncelikle, Moskova’ya verilen tavizlerden bir kısmı geri alınarak daha önce Ankara ile ilişkileri kesilen eski ittihatçıların Anadolu’ya girişleri yasaklanmış, Halk Şuralar Fırkası ciddi biçimde pasifize edilmiş ve hatta daha da ileri gidilerek, 200 kilogram Sovyet altınını Anadolu’ya getiren Sovyet Elçi Vekili Upmal sınır dışı edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, II. İnönü Savaşı’ndan sonra, manevra alanı ne kadar genişlediyse, o nispette ileri gitmiş, mevcut konjonktür genel olarak etkisini koruduğu için takip ettiği politikada radikal bir değişikliğe gitmemiştir.
Nitekim, 1921 yılı Temmuzunda yaşanan Kütahya-Eskişehir Savaşları, tarafların gerçek kimliğinin ortaya çıkmasında bir katalizör işlevi görmüştür. Türk tarafının askerî açıdan kendisini ispat ettiği Sakarya Savaşı’na kadar uzanan iki aylık dönemi etkileyen bu gelişmeden sonra, Enver Paşa ve Mustafa Suphi üzerindeki otoritesini kullanan Moskova, emperyalist yüzüyle Ankara’nın karşısına çıkmış, öngördüğü yardım için, Enver Paşa’ya bağlı birliklerin Anadolu’ya girmelerini şart koşmuştur. Bu talebin arkasında, Sovyetlerin “Bolşevik Anadolu” ideali vardır ve Ankara için son derece endişe vericidir.
Ankara Hükümeti’nin, yaşanılan bu zor dönemi başarıyla atlatabilmek için uygulamaya koyduğu milli yardım kampanyası niteliğindeki Tekalif-i Milliye Emirleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın “tam yetkili Başkumandan” sıfatıyla Türk askeri gücünün başına geçmesi Türk tarafına Sakarya zaferini getirince, Türk Milli Mücadele planı tam anlamıyla işlevsel hale gelmiştir. Dramatik bir mağlubiyetten ve Türk tarafının Moskova’nın gerçek kimliği ile yüz yüze gelmesinden sadece iki ay sonra oluşan bu yeni konjonktürle, taraflar için yeni bir sayfa açılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele’ye şekil veren Sovyet politikası, bu gelişmeyle birlikte Türk tarafının istediği biçimde işlemeye başlamıştır. Anadolu üzerindeki İngiliz emellerinin aracı durumundaki Yunan askerlerinin uğradığı bozgun, Türk Milli Mücadele hareketinin başarıya ulaşacağını göstermiştir.
İngiltere’nin emperyalist eğilimlerinden endişe eden Moskova da gelişmelerden memnundur. Her şeyden önce, Ankara’nın, Moskova için ifade ettiği önem daha da artmış, Anadolu üzerinde odaklanan İngiliz politikası ciddi zarar görmüştür. Ancak, Sovyetler, sadece iki ay önce yayılmacı politikalarına muhatap olan Ankara’nın, Batıyı da bir alternatif olarak değerlendirdiğini bildikleri için tedirgin ve endişeliydiler. Kurdukları ikili işbirliğinde inisiyatif, artık, manevra alanı genişleyen Ankara’ya geçmektedir. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını etki alanları dahilinde tutmak, Sovyetler için artık çok daha önemli hale gelmiştir.
Moskova, bu amaçla, Ankara Hükümeti’nin yanında olduğunu vurgulayabilmek için, ilk olarak, yaklaşık iki yıldır bir tehdit unsuru olarak belirginleşen Enver Paşa’yı denklem dışına itmiştir. Kafkas cumhuriyetlerini Moskova Dostluk Antlaşması sürecine dahil eden 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşması, Moskova’nın bu bağlamdaki ikinci icraatı olmuştur.
Moskova’nın, Ankara’yı kaybetmemek için Sakarya Savaşı’nın hemen ardından ortaya koyduğu bu irade ile ne denli haklı olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır: Kars Antlaşması’ndan sadece bir hafta sonra imzalanan Ankara Antlaşması ile Ankara ile Fransa arasında bir mutabakata varılmış ve Fransız askerleri Anadolu’yu tahliye etmişlerdir. Destek verdikleri, ancak, karşılık alamadıkları Yunan birliklerinden başka bir seçenekleri kalmayan İngiliz devlet adamları ise Türk tezi lehinde tavır değiştirmeye başlamışlardır. Artık, ortada, Ankara ile Moskova’nın işbirliği yapmak istedikleri bir “İtilaf Devletleri” fotoğrafı değil, İtilaf Devletleri ile Sovyet Rusya’nın anlaşmaya çalıştıkları bir “Ankara” gerçeği vardır. Bu tablo, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının başarılı olduklarını ve hedefe vardıklarını göstermektedir
Mustafa Kemal Paşa, gelinen bu noktadan sonra, realize etmek istediği dış politikasını uygulama imkanını elde etmiş ve ilk adımını, başından beri hedeflediği “Batı” yönünde atmıştır
Diplomatik temaslarda bulunmak üzere Yusuf Kemal ve Fethi Beylerin başkanlık ettiği iki heyetin, Ankara Hükümeti’nin kararıyla Avrupa’ya gönderilmesi, bu bağlamda atılan ilk adımdır. Son derece başarılı bir diplomat olan Yusuf Kemal Bey’in çalışmaları neticesinde, Fransa’dan, ciddi boyutta askeri yardım temin edilmiş, İtalya ise Türk tezinin en güçlü destekçilerinden biri haline gelmiştir. Milli Mücadele’nin henüz sona ermediği bir dönemde elde edilen bu başarı, Mustafa Kemal Paşa’nın, Rus kozu vasıtasıyla İtilaf Devletleri’ni barışa zorlama politikasının hedefine ulaştığını ispatlamaktadır.
Sakarya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Ankara’yı kendi etki alanı içinde tutmak için politik manevralar içine giren Moskova’nın, bu aşamadan sonra mağlubiyet psikolojisi içine girdiğini görüyoruz. Nitekim, Sakarya zaferinden sonra Anadolu’ya akan yardımlar, bu dönemde kesilmiş, Moskova, mağlup olması için Türk tarafına destek verdiği Yunanistan ile, yine bu dönemde bir Dostluk ve Ticaret Antlaşması imzalamıştır.
İki tarafı zoraki işbirliğine götüren şartlar bir mütareke ile son bulmadığı için, kimi tarihçiler tarafından ironik bulunsa da, birbirlerine hala ihtiyaç duyan Ankara ve Moskova, bundan sonra da işbirliklerini devam ettirmeye çalışmışlardır. Böylece, duygusal değil, realist davranmayı tercih etmişler, şartlar elverdiği ölçüde azami kazanç elde etmeyi düşünmüşlerdir.
Nitekim, yeni bir döneme girilmiş olmasına rağmen, Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa ve Yusuf Kemal Bey gibi önde gelen isimlerin Sovyet muhataplarını yumuşatmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu bağlamda, Ankara’ya gönderilen General Frunze aracılığı ile Ukrayna ile Ankara Hükümeti, bir Dostluk Antlaşması imzalamışlar, Mustafa Kemal Paşa’nın onayı ile hazırlık aşamasındaki büyük Türk taarruzunun etkin biçimde yönetilmesi için bir Sovyet askerî heyeti Ankara’ya gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın Lenin’e gönderdiği 4 Ocak 1922 tarihli mektubu, bu sürecin diğer bir karakteristik ögesidir.
Ankara-Moskova münasebetlerindeki ciddi kırılmalar bundan sonra yaşanmış, Ankara Hükümeti’nin Moskova Büyükelçiliği’nin, İngilizlerle yakın temas kurulduğu gerekçe gösterilerek, 1922 yılı Nisan ayında basılması, sürecin ilk basamağını teşkil etmiştir.
İkili ilişkilerdeki ikinci kırılma, ünlü İngiliz Generali Townshend’in, baskından üç ay kadar sonra gerçekleşen, coşkulu karşılamalara sahne olan ve Ankara’yı da kapsayan Anadolu seyahatidir.
9 Eylül 1922 tarihinden sonra, Ankara-Moskova ilişkileri, birkaç istisnai dönem dışında, hiçbir zaman eskisi gibi olmamış, ikili ilişkiler sonucunda kazançlı çıkan Türk tarafı, kazandığı askeri başarıdan sonra, nihai hedefi olan Batı eksenli ve fakat çok yönlü bir dış politika takip etmeye başlamıştır. Sonuçta, Ankara’yı Moskova’ya iten şartlar değişmiş, ancak, Ankara’nın, Moskova nezdindeki önemi daha da artmıştır. Türk tarafının bu başarısını, özellikle, Batı Anadolu’da gösterdiği askeri başarıya bağlamak yerinde olacaktır.
Nitekim, Sovyetler, Sakarya Savaşı’ndan sonra takındıkları tavrı bu dönemde de takınmışlar ve Türkiye’yi büsbütün kaybetmemeye çalışmışlardır. Bu bağlamda, kazandığı askeri zafer dolayısıyla Türkiye’yi ilk tebrik eden, Moskova olmuş, Sovyetlerin kısa aralıklara Ankara’ya yolladıkları Mdivani ve Aralov, itinalı tavırları ile dikkat çekmişlerdir. Yakınlık kurmak istedikleri İngiltere ve Fransa’dan destek göremedikleri için Almanya ile işbirliği yapmak zorunda kalan Sovyetlerin, 1922 Nisan ayında imzaladıkları Rapallo Antlaşması ile bu işbirliğini resmileştirmeleri, 1922 yılı Kasım ayında düzenlenen Cenova Konferansı’nda, Türkiye’nin çıkarlarını, Sosyalist Azerbaycan’ın ilk devlet başkanı Neriman Nerimanov savunmuş olması, bu realite ile birlikte değerlendirilmelidir.
Ancak, Moskova’nın bu ve benzeri bütün gayretlerine rağmen, Türkiye’nin tavrında bir değişiklik olmamış, Lozan müzakereleri sırasında Batı yanlısı bir çizgi takip eden Türkiye, cumhuriyetin ilanıyla birlikte, Batılı ekonomi sistemi benimseyen anti-komünist bir karaktere bürünmüştür.
Musul probleminin etkisiyle İngiltere ile ihtilafa düştüğü dönemde Sovyet Rusya’ya tekrar yaklaşmış ve bundan önemli kazançlar el etmişse de, Türkiye için böyle dönemler, kısa ve konjonktürel olmaktan öteye gitmemiştir. Nitekim, Milli Mücadele’nin sona ermesiyle benimsenen Batı eksenli çok yönlü dış politikanın gittikçe güç kazanması ve faşizmin bir tehdit olarak tırmandığı 30’lı yılların ikinci yarısıyla birlikte kurumsallaşması, bu dönemin karakteristik nitelikleri arasındadır.
Bütün bu olgu ve olaylardan yola çıkarak, konumuzun, şu ana çizgiler etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz:
Stratejik nitelikleri dolayısıyla Batı gibi Rusya’nın da emperyalist emellerine muhatap olan Anadolu, Milli Mücadele döneminde, bu iki odak arasındaki rekabetten yararlanarak, Batı emperyalizmini Sovyet desteği ile pasifize etmek istemiştir. Bu strateji ile, sadece, Sovyet yardımı ile askerî başarı kazanmak hedeflenmemiş, aynı zamanda, Batılı başkentler nezdinde, bir “Bolşevik Anadolu” korkusu oluşturmak suretiyle İtilaf Devletleri’nin “Bağımsız Anadolu” olgusunu onaylamaları sağlamıştır. Aynı şekilde, Sovyetler de böyle bir ihtimali bilmelerine rağmen, Bolşevik olmasa bile bağımsız kalabilen bir Anadolu’yu tercih etmişler, bölgede oluşabilecek muhtemel bir Batı nüfuzundan ciddi biçimde endişe duymuşlardır. Moskova, bu maksadına ulaşırken, ilk aşamada, Enver Paşa’yı birinci tercih olarak değerlendirmiş, ancak, Ankara’nın askeri başarıları, söz konusu ihtimali ortadan kaldırmıştır.
Bu iki dinamik sayesinde Ankara, sürece avantajlı başlamış ve şartlara bağlı olarak bu konumunu daima korumuştur. Sonuçta, ortak düşmanlara karşı işbirliğine giden iki odağın zoraki işbirliği ile hassas bir konjonktür oluşmuş, Ankara ve Moskova, birbirlerini, İtilaf Devletleri’yle anlaşarak kendilerini tuzağa düşürmeye hazır, zoraki bir ortak olarak görmüşlerdir. Tabii, bu bağlamda en fazla endişe eden taraf, böyle bir ihtimali esir olmakla özdeşleştiren “Ankara” olmuş, bu ihtimal, Moskova için de geçerli olduğu için, Ankara’yı, etik açıdan problemsiz bir zeminde tutmuştur.
Sürecin son sahnesinde belirleyici unsur olan “Türk Zaferi”, başından beri koruduğu avantajlı konumunu askeri gücüyle değerlendirerek başarıya ulaşan Ankara’nın eseridir. İtilaf Devletleri ve Moskova, birbirlerinin güdümüne gireceğine bağımsızlığı seçen Anadolu’yu, ancak, Mustafa Kemal Paşa’nın başarıyla kurguladığı stratejik planın bir sonucu olan bu tarihî başarıdan sonra kabullenmişlerdir.