ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

F. A. TANSEL

HÂLİDE EDİB-ADIVAR, Hâtıralar : Mor Salkımlı Ev, İstanbul, Atlas Kitabevi, 1963, 248 sayfa, 7,5 TL.

Mor Salkımlı Ev, Hâlide Edib-Adıvar (1884 - 9 Ocak, 1963)’ın basılmış bulunan eserlerinin sonuncusudur. 1908’den sonraki Türk Edebiyatı’nın bilhassa roman ve küçük hikâye sahasında en çok ve haklı bir şöhret kazanan ve İsveçli bir münekkidin, “Bir insan, Avrupa’nın şöhretli kadınları arasında Halide Edib ile kıyâs edilebilecek bir tânesini bulabilmek için çok dolaşıp araması lâzım gelir” dediği muharririmizin bu eserinin basımının tamamlanması vefat ettiği günlere rastladığından satışa çıkarılmamıştır. Gerek ismi, gerek mor salkımlı bir evi canlandıran kapak kompozisyonu ile, ilk bakışta bir roman zanını veren ve müellifinin göçüp gittiği günlerde ortaya çıkan bu eser, onun, hayatının başlangıcından, yâni hatırladığı ilk hâdiselerden 1918’e kadarki yollarını canlandırmaktadır. Basılmış olmasına rağmen kolaylıkla elde edilemeyen, muharririnin bilhassa husûsî hayatına, kısmen eserlerine dâir mühim ve bizce bilinmeyen zengin malzemeyi içine alan Mor Salkımlı Ev’i tanıtmayı bu sebeple faydalı bulduk.

Mor Salkımlı Ev, başlıca iki bölümden ibaret ve birinci bölüm oniki bahse ayrılmıştır. Bu bölümü, (1) Bu Bir Küçük Kızın Hikâyesidir ; (2) Hikâye Artık Benim Oluyor; (3) Üsküdar’da Oturduğumuz Eve Dâir ; (4) Yine Mor Salkımlı Ev; (5) İkinci Def'a Kolej Hayatı; (6) Evlilik Hayatı; (7) Meşrûtiyet İ'lânî ; (7) Memleket Hâricine İlk Gidiş ; (8) 1909-1912 Yılları Arasında Geçen Hâdiseler; (9) Balkan Harbi'ne Doğru ; (10) 1913-1915 Yılları Arası ; (11) 1914-1916 Yılları Arası bahisleri teşkil ediyor. İkinci bölüm ise, Suriye ve Arap Diyarı başlıklı bir tek bahisten ibarettir. Şimdi, eserin muhteviyâtını bu sıraya bağlı kalarak aydınlatmaya çalışacağız. Makalemizin 11. kısmını, Mor Salkımlı Ev'in İngiltizce basımı, yazıldığı zaman, İngilizce neşrinden farkları ve ehemmiyeti teşkil etmektedir.

I.

ESERİN MUHTEVİYÂTİ

1. Hâtıralarına, “Her insana var olduğunu ilk def'a idrâk ettiren başka başka vak'alar vardır. Etraftaki eşyanın, veya hâdiselerin zaman zaman hâfızade çakıp sönen bir şimşek ışığı içinde göründüğü yaş gâlibâ şahsa göre değişiyor. Bu küçük kızın kafasında çakan şimşekler inanılmayacak kadar erken başlar; fakat çok fasılalıdır. Hâfızasında hayat, kendini kayde başladığı ilk devrin hiç unutamayacağı zemini Beşiktaş'ta doğduğu evde başlar. Bu ev İhlamur’a giden uzun caddeye inen, biribirine müvâzî dik yokuşlardan birinin hemen hemen tepesindedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı kârgir konak, bu yokuşun son evidir. Tepenin solu koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in beyaz saraylarını görürken, sağ tarafı Adalar-denizi'nin mâvî sularına bakar. Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev yarım asırdan ziyâde bâzan her gece bu küçük kızın rü’yâlarına girmiştir. Arka taraftaki bahçeye nâzır pençereleri baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlar” cümleleri ile başlayan müellif, bu evin bahçesini, sabahın erken saatlerinde buradaki çiçek ve ağaçları sulayan Haminne'sini hatırlıyor ve bu anneannesinin, Eyûbsultanlı Nakıye Hanım olduğunu, âilesinin oradaki mevlevî tekkesi ile alâkalı bulunduğunu kaydediyor; onun karakterine en fazla te’sir eden kimse, bu tekkenin türbedârı olan dayısıdır; babası, şekerci-başı veyahut tatlıcı-başıdır, Haminne’sinin bâzı husûsiyetlerini anlatan, giyiniş tarzını canlandıran müellif, kendisine varlığını hissettiren ve üç-dört yaşlarına âit en eski hâtırasına geçiyor ki, bu annesi ile alâkalıdır: Bir yer yatağında yatan, beyaz gecelikli, solgun yüzlü Bedr-i fem Hanım.. Annesinin dizlerine oturduğunu ve tırnaklarını nasıl kestiğini hatırlıyor. Yine bu yıllara âit hafızasında çakan bir başka şimşek: Bu, mor salkımlı evden biraz yukarıda, Teşvikiyye Câmi'i’ne giden küçük bir yokuşta bir küçük evdir; annesi bu eve çıkmıştır; babasını pek hatırlamaz; babasından, çok, babasını saraya götürmek için gelen seyisle ve atıyla alâkalıdır. Karşıki evde oturan Tablakârlar âilesinin Binnaz adlı bir büyük kızları, birde kendisinin oyun arkadaşı Şâyeste vardır. Bu evde kendisiyle, annesinden çok sütninesi Hatice Hanım meşguldür. “Nİhâyet bu evde son perde şu acı sahne ile kapanır: Bu evden, Yıldız’a yakın bir eve taşınıyorlarmış. Annesi daha hasta, daha bitkindir. Hastayı, iki kişinin taşıdığı safra renginde sarı perdeli bir sedye ile naklediyorlar. Küçük kız, seyisle beraber sedyeyi ta‘kibediyor; fakat ikide-bir duruyor, sedyenin içindeki anasını görmek istiyor. Sarı perdeleri yavaşça çekiyorlar, anasını gösteriyorlar, beyaz entarili, beyaz başörtülü annenin ince yüzü erimiş, o iki garip ışıklı siyah gözler, yanaklara gölge saçan kirpikler arasında ışıldamıyor. Küçük kız, ondan sonra hayatı boyunca bir daha safra rengi sarıya bakamaz, mi'desi bulanır, başı döner”. Bir müddet sonra annesi ölür. Kendisi ile hiç meşgûl olmayan babasını bu günlerden başlayarak hatırlamaktadır; bu günlere âit diğer hâdiseler hâfızasında bir iz bırakmamıştır. Bunu ta'kibeden günlerdeki hayatı, acı hâtıralarla doludur: Bir ara hamama götürüldüğünü, hissettiği korku dolayısıyle, ömrü boyunca bir daha hamama gitmediğini, kendisi ile Kemahlı büyükbabasının akrabası Alî Lala’nın, ev işlerine bakan Râsim Dadı’nın meşgûl olduğunu, bu ikisi arasındaki gizli münâsebeti başkalarına söyler endişesiyle Râsim Dadı’nın dehşet verici işkencelerine uğradığını, hattâ ağzına büber doldurulduğunu, bu hâdiseden sonra gerek Alî Lala’nın, gerek Râsim Dadı’nın evden koğulduğunu, bundan sonra, onları arayacak derecede kendisini yalnız hissettiğini, bir gece geçirdiği sinir buhranını, babasına götürülmesi için nasıl direndiğini, gece saraya götürülünce ancak sükûnet bulabildiğini kaydediyor. Bu hâdiselerden sonra onu bir başka evde buluyoruz: “Teşvikıyye Câmi'i’nin önünde İhlamur caddesine inen büyük ve geniş yokuşta, küçük bir mescidin karşısında, biraz karanlık, büyük” bu ahşap ev, mor salkımlı ev’e benzemez; âilenin diğer fertlerinin varlığından bu evde haberdâr olmuştur: Kemal Dayı, yirmiiki yaşında, Çok temiz giyinen bir kâtib, dâimî meşgalesi resim ve hattatlıktır. O sırada yedi yaşında bulunan Re’fet, müellifin, henüz doğmadan vefat eden Hayrî Dayı’sının çocuğudur. Kendisini pek seven ve dâima meşgûl olan Saka Abdi ve Bedr-i fern Hanım’ın ilk kocası Bedirgânî Alî Şâmil’den doğan çocuğu Mahmûre Abla’dır ki, Alî Şâmil’den ayırdıkları annesinin ikinci kocası Edib Bey, onu kendi çocuğu gibi bağrına basmıştır. Aslen Kemahlı olup, okuma bilen, fakat yazma bilmeyen büyükbabası Alî Ağa ve Haminne, seksen yaşına kadar hiç hastalık çekmeden yaşayan sıhhatli kimseler olmakla beraber, Hayrî Dayı’nın eşi olan güzel bir saraylı Hanım’ın veremden muztarip bulunması, bu mikrobu âileye aşılamıştır. Aile çocuklarını, onlarla geçen hayatını tasvir eden muharririmiz, her hâlde mor salkımlı ev'i kiraya verdikleri için bu yeni eve taşınmış olduklarını yazıyor, önce kahveci-başı, sonra hamallar-kâhyâsı olan Büyükbaba’sı Alî Ağa zengin değildir; mor salkımlı ev, Haminne’si Nakıyye Hanım’ındır. Küçük Hâlide, bir müddet sonra kendini yine mor salkımlı ev'de bulur; bu def'a evde bir de saraylı hanım hâsıl olmuştur, ki bu, Edib Bey’in yeni zevcesidir; “zamanına göre okumuş yazmış çok kültürlü bir insandı. Uzun müddet sarayda hocalıktan sonra, büyük babanın evine çırak edilmişti ve onun zengin kürüphânesi, küçük kızın kültürünün birkısmını hazırlamış, okuyabilecek bir yaşa geldikten sonra bu kütüphâneye dört elle sarılmıştı. “Haminne ile Büyükbaba da kitap okumağa meraklı idiler; Haminne, ekseriyâ Fransızca’dan terceme eserler okur, şiir de yazardı; Büyükbaba, dinî eserler okuyordu. Günün birinde Edib Bey, eve bakan ihtiyar hanım’ın torunu ile evlenince, Hâlide’yi Yıldız’da bir eve taşınan babasının yanına götürürler. Evi, bu sarışın güzel hanımın hısım akrabâsı doldurduğunu, kendisini nasıl tecessüsle seyrettiklerini, burnunu patlıcana benzettiklerini, gözlerinin pek kocaman oluşu ile alay ettiklerini, bununla berâber bu evde pek de fenâ bir hayat geçirmediğini, giyim işiyle babasının meşgûl olduğunu, İngiliz çocukları gibi giydirildiğini, pek az yemek verildiğini anlatıyor. Onu, Ellenie Kyria’nın idâre ettiği bir nevi’ çocuk yuvasına vermişlerdir[1]. Burada yegâne Türk çocuğu kendisi idi. Bu ihmâl edildiği kimsesiz hayatında en uzun aşkı Kiria Eleni’ye karşı hissetmiştir; bu müşfik kadını uzun uzun tasvir ve tahlil eden müellifimiz, onu memnun etmek için Rumca şarkılar söylediğini, şiirler ezberlediğini, Hektor adlı köpek yavrusunu da pek sevdiğini anlatıyor; fakat, geçirdiği bir za'fiyyet ve başdönmesi dolayısıyle bu mes'ud günler sona ermiştir ; sırf Ellenie’den ayrılmaması için, onu mektebe götürüyorlardı. Nihâyet birgün, mektepte şiir okuduğu sırada düşmüş, günlerce hasta bir hâlde yataktan çıkamamış, sonunda onu yine mor salkımlı eve götürmüşlerdir (S. 3 - 26).

2. Müellifin bu bahse kadarki hâtıraları, rü’yâya ve hayâle benzer şeylerdir; bunlardan sonraki hâdiseler, kendi şuûrunun temelini teşkil eden hisleri meydana çıkardığından, bu kısma Hikâye Artık Benim Oluyor başlığını uygun bulmuştur. Bu kısımdan başlayarak, artık, kendisinden “küçük kız” diye üçüncü bir şahıs gibi bahsetmiyor; hayâtının hikâyesini kendi, yâni birinci şahıs ağzından naklediyor. Kendi içinde, İngilizler’in humour dedikleri, bâzan, ağlanacak vak‘alar karşısında dahi beliren rûhun tebessümünü; iç sızısını, maddî bir vak'aya dayanan korku hissini nasıl duyduğunu vak'alarla anlatıyor ve yıkılan bir dıvar altında kahp ezilen bir köpeğin eğlence addedilerek çocuklar tarafından taşlanması, bu zavallı hayvanın iniltileri karşısında duyduğu acıma hissinin, onda bir sinir buhranı meydana getirdiğini naklettikten sonra, “Benim, bilhassa çocukluğumda geçirdiğim hastalıkların birkısmı moral ve şok neticesi ile gelen za'fiyyete, bilhassa hayâta karşı alâkamın birdenbire kaybolmasına tesadüf eder; çünki herhangibir yeni alâka, veya rabıta, nekadar hasta olursam olayım, beni canlı bir ok hızıyle yaydan hayâta tekrar fırlatırdı” diyor. Bu kısımda bize çok sevdiği bir şahsı canlandırmaktadır: Oyun arkadaşı Şâyeste, bu çok esmer, güzleri fındık rengindeki kız, belki, üvey annesinin sarışın ailesinin onda uyandırdığı şuûr-altı aşağılık duygusunu giderdiği kanaatindedir; fazla zekî olmayan bu kızı, ona sualler sormadığı için de sever. Ellenie Kyria devrinden kalma arkadaşı Alexsi, ablası Mahmûre hakkında da tafsilât veren müellif, bebeklerini de çok seviyordu ; bu münâsebetle kaydettiği, “Bu oyunda, belki romancılığımın ilk kademelerinden biri görünüyor; çünki bebekleri ekseri, sonları acı biten kendi tehayyül ettiğim plânlara göre yaşatırdım” cümlesiyle, bize, san'at eserlerinin kahramanları hakkında da fikir vermiş oluyor. Sütnine’si ve Haminne’sinin eski çıraklısı olup Üsküdar’da oturan Nevres Bacı, onu dizine oturtup İstanbul türküleri söyleyen türbedâr kocası Ahmet Ağa, Mahmûre Abla’ya bakan Zerrin Dadı, evlerinin yemek işlerini idare eden Havva Hânım, o devir İstanbul’unun pek meşhur hocalarından, hastalara okuyan Arzîye Hanım, karşı evdeki Çerkeş kızına âşık, veremden muztarip ressam ve hattat Kemal Dayı, Büyükbaba’nın Kemaldi kardeşi Velî Ağa, Saraylı Hanım, Haminne’si hakkında bu bahiste geniş tafsilâta rastlıyoruz. San'at hayâtında en çok te’siri görülen, bilhassa bunlardan son üçüdür. Bahçelerinde, Yavru Bey’e adanmış kınalı kuzulara bakan, onların arkasından anlaşılmaz kelimeler söyleyerek koşan Arziye Hanım, onda bâzı korku hisleri de uyandırmıştı; bir incir ağacına eli değse, çarpılacağını sanarak korkuyordu. Bu arada Eyyûb’ü ziyâretlerini, Süleymânîye Câmi'i’inde dinlediği bir mukabeleyi, Ramazan hayâtını da tasvir eden muharririmizin, san'at hayatında bu şahsiyetlerden en çok tes’iri görülen Saraylı Teyze, Büyükbaba ve Haminne olduğu anlaşılıyor. Saraylı Teyze’nin kütüphanesindeki bir Afrika Seyahat-Nâmesi, onda okuma zevkini uyandırmış, bundan sonra, ayni kütüphaneden faydalanarak Serencâm-ı Mevt adlı manzum bir dînî hikâye okumuştur. Büyükbabası, Hazret-i İbrahim hikâyesi' ni anlatmıştı. Haminne’nin de te’siri, Büyükbaba kadar mühim olduğuna işâret eden Hâlide Edib, “Yazı yazmak tarafımın Haminne’den geldiğine hiç şüphe yoktur. Zamânı ve belki tahsilinin derecesi bir muharrir olmasına mâni' olmuştur; fakat en bahtiyar zamânı bir tarafa çekilip birtakım aşk hikâyeleri, veya şiirler yazdığı saatlerdir. Garip olarak, yazdıkları kendi mizâcına çok zıttır. Bunun saikı, belki kendisinin yabancı kaldığı bir âlem yaratmaktı. Handan çıktığı günlerde, bir akşam, bana, koltuğunun altında bîr kitapla geldi, hayli sıkılarak, bir hikâye yazdığını söyledi, bunu bastırmanın mümkün olup olmayacağını sordu. Kitabı okudum; o kadar ibtidâî ve mübâlegalı bir hassasiyetle dolu idi ki, husûsî konuşmalarında orijinal, hattâ zaman zaman mizâha kaçan Haminne’nin, neden bu kadar kendinden başka şeyler yazdığına şaştım. Bastırmanın mümkün olmadığını söyleyince, fenâ hâlde kırıldı. ‘Neden basmayacaklarmış? Senin kitabın çok satılıyor; benim borçlarım, faizlerim yükseldi!’ diyen Haminne, ‘Benimki biraz başka’ diyen Hâlide Edib’in Handan'ının da hep aşk hikâyesi olduğunu, kendisinin eserinde daha çok aşk bulunduğunu, esere bir piyano da soktuğunu, âşıkların pençereden konuşup seviştiklerini, Handan’daki gibi ikisini bir odaya koymadığını söylemiştir. Müellif bu münâsebetle, “Haminne Handan romanını herhangibir münekkidden daha iyi anlamıştı. Başka başka cepheleri alınırsa biribirine benziyordu. Haminne’nin ince ve za'af derecesine varan hassasiyeti, insanları, bâzan günaha sevkeden maddî za'afları kabûl etmiyordu. Handan'da ise, ihtiras za'fının dozu kaçırılmıştı” hükmüne varıyor[2]. Müellif, ilk tiyatroyu da bu Ramazan’da görmüştür; babasının yakın dostu ve iyi İngilizce bilen, Shakespeare’in bâzı eserlerini de terceme eden Sırrı Bey, ona, Beyoğlu’na gelen o Fransız trupunun oynadığı eseri de izah etmişti. Bu sırada beş yaşlarında bulunan müellifimiz, kendi isrârıyle mektebe gitmek istemiş, komşuları Makedonya muhacirlerinden bir hocadan evde Kur’ân dersleri almağa başlamıştır. O günlerde babası, genç, güzel ve sarı saçlı, mâvî gözlü karisiyle Yıldız'daki evinden çıkmış ve mor salkımlı ev'e yakın taşınmıştır ; akşamları sıksık Büyükbaba ve Haminne'nin evine geliyordu. Nilüfer adlı çocuğu, bu sırada doğmuştur. Bu günlerde birçok acı hâdiseler de biribirini ta'kibediyordu : San'atkârlığı, Mahmûre Abla’nın oğlu Gâlib’e intikâl eden Kemal Dayı, onun ardından Büyükbaba vefat etmişti. Bu arada Halide Edib de, Mahmûre Abla ile birlikte bir müddet babasının evinde kalırlar. Candan iki sevgili varlığını kaybeden Haminne için, artık Beşiktaş’taki bu mor salkımlı ev’de yaşamak manen güçleşir; bu evden taşınmağa karar verirler (S. 27-71).

3. Müellif bu bahse, Üsküdar’da Selimiye’deki evlerini tasvir ile başlıyor. Yazı geçirmek üzre babası da, âilesîye birlikte bu eve gelmiştir ki Nilüfer’den sonra, Nigâr adlı kızı bu sırada olmuştur. Bu eve taşınır taşınmaz, Halide ile Mahmûre Abla’ya ders vermek için Selimiye İmamı’nı tutmuşlardı. Lala Süleyman Ağa, Büyükbaba’nın ölümünden sonra âdeta evin erkeği tavrını takındığından, Haminne tarafından evden uzaklaştırılmıştı; hâlbuki Halide, onun anlattığı peri masallarını ve bilhassa şahsî mâcerâlarını heyecanla dinlediği bu Lala’dan memnundu; bununla berâber, onun yerine gelen Ahmed Ağa, şahsiyetinin teşekkülünde daha çok te’sirli olmuştur: Ebü Müslim, Battal Gazi, 'Ali'nin cenk hikâyeleri’ni ondan dinlemişti; bu sırada onbir yaşında bulunan ve Devlet Efendi’den piyano dersi de alan muharririmizin hayâlini, Ebû Müslim ve Battal Gazi vak‘a; Alî ise şahsiyeti bakımından harekete getirmiştir. Bu sıralarda Havvâ Hanım’la gittiği Abdü’r-Rezzak Tiyatrosu'nu ve Abdü’r-Rezzak'ı tasvir eden müellif, Haminne'si ile karşılarındaki Yaver Paşa konağında oturan doktorun Lutfîye Hanım’a gittiklerini, gebeliği çok ilerileyen bu hanım’a karşı, annesine çok benzettiğinden duyduğu yakınlığı ve karnındaki çocuğun Rûşen Eşref olduğunu kaydediyor. Üsküdar’da az zamanda birkaç ev değiştirdikten sonra, sahilde, Şemşî Paşa Karakolu’nun yanındaki Şemsî Paşa yalısına taşınmışlardır ki, eserde bu evin de tasvirini buluyoruz. Bu günlerde, Mahmûre Abla’nın sürgündeki babası Alî Şâmil Bey’den aldıkları bir mektup üzerine onun bir başka babadan doğduğunu, üvey kardeşi olduğunu anlamıştır. Bu münâsebetle, annesinin bu ilk kocası ve izdivacını hattâ onun Edib Bey’le arkadaşlığını anlatan bir vak'aya, Alî Şâmil Bey hakkında Havvâ Hanım’ın odasında dinlediği diğer şeylere dâir tafsilât veriyor. Kahramanlık hikâyelerinden sonra aşk hikâyeleri de anlatan Ahmed Ağa, o Ramazan Üsküdar’da bir kahvede oynatılan Karagöz’e de götürmüştür ; Sinekli Bakkal romanındaki Tevfik’in bu intibalarından mülhem olduğunu yazıyor. Bu günlerde âile ferdlerini çok üzen bir hâdise de olmuş, Edib Bey, bu defa, güzel sarışın karısının üzerine Saraylı Teyze ile evlenmiştir. Bu izdivaç sırasında Beşiktaş'ta bir yere misafirliğe giden Abla, bir müddet sonra eve dönmüş, üzücü bâzı hâdiseler dolayısıyle, sonunda, Edib Bey, Abla’yı çocukları Nigâr ve Nilüfer’le mor salkımlı ev'e götürmüş, Haminne, Teyze, Mahmûre, Icâdîye’de bir başka eve taşınmışlardır; İcâdiye’ye gitmelerinin sebebi, Edib Bey’in, Halide’yi koleje vermek istemesidir; fakat onbir yaşından önce koleje almadıklarından, yaşını büyülterek buraya kaydettirmişlerdir. Kolejde başka dil konuşulmadığından İngilizce’yi çabuk öğrenmiştir; fakat bu dile alâkasının artmasında, babasının şakın dostu ve o zamanın Bahrîye'sinde bulunan Woods Paşa’nın seçip gönderdiği hikâyelerin mühim te’siri vardır. Bu sırada Lala Ahmed Ağa ile Kel Hasan tiyatrosuna giden, burası ve Peruz Hanım hakkında da kısaca bilgi veren Hâlide Edib, babasının haftada birkaç gece teâdîye'ye geldiğini, kendisini Beşiktaş’a götürdüğünü, bu iki evden hangisine gitse, rakip evden geldi diye sorguya çekildiğini ve soğuk muamele gördüğünü, bu sırada babası onu kolejden almaya mecbûr olduğunu, ömrü boyunca ondan yardımını esirgemeyen Miss Dood’un eve muntazaman gelip İngilizce dersi verdiğini, bir hayli münâkaşa ve mücâdeleden sonra dâimi yerinin Beşiktaş olduğunu, Üsküdar'a misâfir olarak gidip geldiğini anlatıyor (S. 72 - 87).

4. Tekrar taşındıkları bu mor salkımlı ev, müellife, bu defa eski güzelliğini kaybetmiş gibi gelmektedir. Haminne’nin odasında, dâimâ Abla diye bahsettiği ilk üveği annesi yatmaktadır; “o sevimli, beyaz sedirin yerinde şimdi avrupâî eşyalar duruyordu.”; babası, onun için hazırlattığı odaları sevinç içinde göstermiştir: Kemal Dayı’nın odası yatak-odası, Teş'ze’nin eski odası ise çalışma-odası olarak hazırlatılmıştır, eşyaları avrupâî tarzda idi. Odasında, ilk olarak yalnız başına yatmağa başlamıştı. Babasının tuttuğu Arabça hocası Şükrü Efendi, Arap gramerini yeni bir metodla öğretme usûlünü İlk defa ona verdiği derslerde denemişti; İslâmî bilgileri ondan edinmiş, Kur’ân'ın mânasını da artık anlamağa başlamıştı. Bu sıradaki en yakın arkadaşı Abla’sının kardeşinin kızı Fevziye’dir; bu yıllardaki ruhî faaliyet ve buhranlarını, namaz kılarken birçok mes’eleleri çözmeğe nasıl çalıştığını, Mevlid’in bilhassa "Velâdet” bahsinin kendisine çok te’sir ettiğini, Haminne’nin zamanında yakın komşuları ve çok iyi piyano çalan Peyker Hanım’a sık-sık gittiğini, onun kocası ve mistik bir şahsiyete sâhip olan Hamdı Efendi’nin de, çocukluğunun yaşlı erkek dostları arasında unutulmaz bir yeri bulunduğunu, bunların evlerine münevver ve hürriyet tarafdârı kimselerin geldiğini, küçük kardeşi Nilüfer ile de artık anlaşıp geçinmeğe başladığını kaydediyor. İkinci üvey annesi Teyze, Edib Bey’in son ve tek erkek evlâdı Sa’id’e gebedir; 1895 yılında İstanbul’u alt-üst eden zelzele hakkında da tafsilât veren müellif, artık on beşine basan Mahmûre Abla’nın Yusuf Enişte ile evlendiğini, Yemen’den iki halayık getirtildiğini, kendisine tahsis edilen sekiz-on yaşındaki bir habeş kızı olan Reşe’nin hayat ve husûsiyetlerini anlatıyor. “Servilere belli bir dııâdan sonra, kuyudan kırk kova su çekilirse, kırkıncıda bir hazine çıkacağı” rivâyetine dayanarak, Fevziye ve Abla’nın Anadolu’lu hizmetçisi ile bunu nasıl tecrübe ettiklerini, o gece duyduğu dehşeti, gerek bu hâdiseden gerek Nişantaşı’ndaki bir konağa dâir dinlediği sihirli kuyu efsânesi'nden mülhem olarak Sihirli Kuyu adlı bir hikâyede yazdığını naklediyor; fakat, bunun basılıp basılmadığını hatırlamamaktadır. Edib Bey bir hayli borç ve ta'mir masrafı ederek, Sultantepesi’ndeki yansı Yusuf Enişte’nin akrabâlarının, yarısı mahlûl büyük ve ferah manzaralı evi satın almıştır. Bu günlerde Abla, şiddetli bir enfluenza geçirmiş, Teyze oğlu Sa'id’i doğurmuş ve o gece Edib Bey’in Üsküdar’daki eve, Teyze’ye gitmesi yüzünden, Abla mühim bir sinir buhranı geçirmiştir; müellif, evlilik hayatının acı taraflarını ilk def’a o gece hissettiğini kaydettikten sonra, poligami aleyhindeki fikirlerine yer veriyor. Sultantepesi’ndeki eve, bu hâdiselerden sonra taşınmışlardır. Burada onu en çok üzen şey, Peyker Hala ve kocası Hamdı Bey’den ayrılmak olmuştur; Nûrî Bey’den de uzak düşmüştür. Şimdiye kadar bahsetmediği bu zât, Namık Kemal ile Paris’e kaçan Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensuplarından meşhur Nûrî Bey’dirki bu sırada Duyûn-ı Umûmiyye’de mühim bir mevkı'i bulunuyordu. Hayatında çok derin ve devamlı bir te’siri olan Nûrî Bey’le tanıştığı zaman kendisi yedi, o altmışına şakın bir yaşta idi; salonu Türk ve Batı musikîsi üstadlarının, fikir adamlarının toplantı yeri gibidir; babasıyle berâber gittiği bu dikkate değer salonun tek çocuk müdâvimi kendisi idi ve Rızâ Tevfik’i de ilkönce bu salonda gördüğünü sanmaktadır. Nûrî Bey’in bestelenen şarkıları, Yakacık’taki evi hakkında da tafsilât veren Halide Edib, tekrar, Sultantepesi’ndeki evde poligami denilen şey yüzünden duyduğu iztirâbı anlatıyor: “Evin yarısında Teyze ile Haminne, diğer yansında Abla ile âilesi oturuşorlardı”; “Benim odalarım iki bölümün arasındaki bir koridora açılan odalardı. Her iki tarafa da gidiyordum ; fakat hiçbir taraf beni kendine mal edemiyordu’’ diyor. Bu günler, hayatının en muztarip, müşkillerle dolu günleri idi; lâkin, çocukluk çağının en buhranlı zamanına rastlayan bu günlerde, dersleriyle ve piyanosu ile kendisini avutabildiği için de şükreder: Vaktiyle İtalyan sahnesinde oynayan yaşlı bir primadonnadan, Madam Liverdali’den şarki, yine Şükrü Efendi’den Arapça, Hindistan’da bir çay tüccarının kansı olup kocasından ayrılan, Carol adlı bir kızı da bulunduğu için çalışmağa mecbur kalan bir İngiliz kadınından da Woods Paşa’nın tavsiyesiyle İngilizce dersleri alıyordu. İsmini kaydetmediği bu hocası münâsebetiyle, “Evvelki hocalarımdan onun farkı sâdece kültür sâhasında değildi; büyük bir adammışım gibi, benimle ciddî mes’eleler konuşur, hayatının her tarafını bana anlatır dururdu. Bu, bende bir gurur uyandırmıştı. Kardeşlerime birtakım çocuk hikâyeleri ve şiirler okurdu; fakat bana İngiliz edebiyatına, bilhassa Shakespear’e ve G. Eliot'a dâir parçalar okutuyordu. Romancı olarak ihtisâsımın kurulmasını bu kadın atmıştır” diyor; Mâder adlı bir kitaptan da tercemeler yaptırıyordu: Bu tercemeleri o sırada evlerine sık-sık gelen Mahmud Es‘ad Efendi tashih etmiş, o zamânın olgun Türkçe’siyle yeni baştan yazmış, Halide Edib adına basılmasını Edib Bey’e teklif etmiş, eser Yunan harbi dolayısiyle şehit aileleri menfaatine açılan sergiye gönderilmiş, Abdülkhamid tarafından bir nişanla da taltif olunmuştu[3]; fakat, eser kendisine âit olmadığı ve Abdülhamid onda menfî bir te’sir uyandırdığı için bundan pek de memnun kalmamıştır. Sultantepesi’ndeki evde son hocası, Fransız edebiyatını öğretmek için gelen, ona, güzellik ve fikir bakımından bir yeni dünya tanıtan, Dîvân ve Halk edebiyatı hakkında fikir veren Riza Tevfik’tir. Müellif, eserinin bu bahsine, o günlerde, annesinin ilk kocası Alî Şâmil Paşa’nın Üsküdar’a kumandan olduğuna, kendisinin Kadıköy’de oturduğuna ve evlerine sık-sık geldiğine, biri habeş, biri sarışın iki hanımı ve renk renk çocukları bulunduğuna, bu habeş hanımla evlenme hikâyesine, akşamları “Hey Zeyno, Zeyno!” şarkısını söyleyerek Kürt oyunları oynadıklarına, Alî Şâmil’in kardeşlerine dâir tafsilâttan sonra, Paşa’nın evine sık-sık gittiği o günlerde, babasının onu ikinci def'a olarak Kolej’e tekrar yatılı kaydettirdiğini, Nilüfer’in de küçük sınıflara gündüzlü devam ettiğini yazıyor (S. 88-106).

5. H. Edib, Kolej’in ikinci sınıfına girdiği, onbeş yaşında bulunduğu bu sırada, ayda bir def'a eve çıktığı için, aile çevresinin muhtelif ıztıraplarından kısmen olsun kurtulmuştu. Artık, namaz ve oruç gibi, dinin haricî icaplarını yerine getirmekle kalmıyor, birçok din mes’eleleri, Gazzâlî’nin ictihâd kapılarının açık bulunması tarafını tutan thèse’i, İslâmlık ve hıristiyanlık hakkında fikirler kafasını kurcalıyordu; bu münâsebetle, hâtıralarında bu husustaki düşüncelerine yer veren müellif, bu ilk senesinde, mizaç bakımından biribirinden çok ayrı olan iki hocasının, Miss Pensham ile Dr. Patrick’in, kendisi üzerinde ruh ve fikir bakımından çok te’sir yaptıklarını, o sene Fitzgerald’in Hayyâm'dan İngilizce’ye çevirdiği rubâ'îleri okuduklarını, Prof. Browne’in mektebi ziyaretini, mektepte tertib edilen münazarada, Boeder ve İngilizler arasındaki harb dolayısıyle inanmadığı İngiliz thèse’ini müdâfaa eden tarafın reisi olduğunu, Kolej’in müdürü Miss Brimn ile Boğaz’a gelen bir Amerikan vapurunda Mott ailesini ziyarete gittiğini, polis tarafından ta'kîbedilerek kaçmağa nasıl muvaffak olduğunu naklediyor. Umûmî yerlerde konuşmaması için Papalık kanalıyle hakkında Sultan Abdülhamid’den irâde sâdır olan Père Hyacinthe, Swami Vivicanada adlı bir Brehmen, Kolej’e misafir olmuştur; bilhassa bu sonuncunun hitâbet kudreti hakkında tafsilât vermektedir. Bu 1900 yılı sonunda, riyaziyesi zayıf olduğu için, Salih Zekî Bey’den ders almağa da başlamıştı. Onunla Rızâ Tevfik’ı temayülleri bakımından karşılaştıran H. Edib, her ikisinden de ne hususta faydalandığını tahlil ediyor. Mektebi bitirmeden bir ay önce de, Sâlih Zekî ile evlenmeğe karar vermiş bulunuyorlardı (S. 107 - 115).

6. Edib Bey, Sultantepesi’ndeki evinin bir dâiresini bu yeni evlilere vermiştir. Bu bahse, “Evlilik hayatımı imkân dâiresinde kısa keseceğim” cümlesiyle başlayan H. Edib, Salih Zekî’nin birinci eşinden olan oğlunun da yanlarında bulunduğunu, onun tahsil, kendisinin ev hayatını anlatıyor; bu arada, “Fikrî çalışmalarım ve yazılarım da devam ediyordu. Sâlih Zekî Bey’in Kâmûs-ı Riyâziyyât eserinin içindeki büyük riyâziyeci ve filozofların hayâtını muhtelif eserlerden toplayan ve hazırlayan bir asistan, veyahut kâtip vazifesini de görüyordum” diyor. Geceleri Sâlih Zekî Bey ile babasına Camon Doyle’nin hikâyelerini Türkçe’ye çevirerek okuyor, Fransız edebiyatıyle de meşgûl oluyor, Daude’yi beğeniyor, fakat o devirdeki fikirleri üzerinde bilhassa Zola müessir oluyordu. Zola hakkındaki fikirlerinden oldukça geniş ölçüde bahseden H. Edib’in, yirmi yaşından önce ana olmamasını doktorlar tavsiye ettiğinden başlıca üzüntüsü bir çocuk anası olamamaktı; 1903’de Âyetu’llâh, ondan onaltı ay sonra Hikmetu’llâh dünyaya gelince bu üzüntüden kurtulmuştur. Çocuklarına bu isimleri hangi sebeplerle verdiğini de yazan H. Edib, ikinci oğlunun doğumundan elli gün sonra Rasad-hâne Müdürü bulunan kocası ve çocuklarıyle, bu müessesenin Beyoğlu’ndaki müdür dâiresine taşındıklarını, burada çocukları dışında piyano çalmakla vakit geçirdiğini, Zola’dan Shakespeare’e döndüğünü, Hamlet'ı terceme ettiğini,[4] fakat Shakespcare’i bilhassa 1906'dan sonra anlamağa başladığını, onun eserlerinden ne gibi fikirler edindiğini anlatıyor. O senenin ilkbaharını Sultantepesi’ndeki evde geçirmişler, onbeş yaşına basan Nilüfer, Mehmed Bahâ Pars’la evlenmiştir[5]. Yine bu sırada, müellifin tafsilât verdiği, şahsî olarak başlayıp siyâsî mâhiyet alan bir hâdise dolayısıyle İstanbul’daki bütün Bedirhânlılar yakalanmış, Alî Şâmil Paşa eline zincir vurularak Tırablus-ı Garb’a sürülmüş, ölünceye kadar burada kalmış, dört çocuğu bulunan, beşinci çocuğuna da gebe olan Mahmûre Abla’nın evi abluka altına alınmış ve kocası nefyedilmiştir. Bütün bu sıkıntılar H. Edib’de bir uykusuzluk hastalığı meydana getirmiş, Burgaz'da bir ev tutmuşlardır. Bu 1907 yılında, geceleri uyuyabilmek için Shakespeare’nin yanında Na'imâ’yı da okumağa başlamıştı. Kendi içine o kadar kapanmıştı ki, ikinci Meş-rûtiyet’i hazırlayan hâdiselerden bile habersizdi (S. 116 - 125).

7. H. Edib, Meşrûtiyet’in Plânını Burgaz adasındaki evinde, bir gazete vâsıtasıyle öğrenmiştir. Bu münâsebetle, daha önce, 1906’da Selanik’te İttihad ve Terakki Cemiyeti mensuplarının kimler olduğunu, aralarında tek kadın a'zâ olarak Emine Semiye Hanım’ın da bulunduğu, Meşrûtiyet’ten sonra bu hareketin propagandasını yapan meşhur iki hatibin Selim Sırrı ve Rizâ Tevfik Beyler olduğu hakkında tafsilât verilerek, sonuncunun bir hitâbeti dolayısıyle bir fıkra naklediliyor. Yazı âlemine resmen girişi, Tevfik Fikret’in Sir’ini tekrar tekrar okuduğu bu günlerde Tanin’de edebî makaleler neşrine başlamıştı[6]. 1908 Ekim’inde Burgaz’dan İstanbul’a inmişler, Sâlih Zekî'nin profesörlük ettiği Üniversite karşısında, Nûr-ı Osmaniye’de bir ev tutmuşlardı. Müellifin yazı faaliyeti artmıştı; Tanin’den başka gazetelere de yazıyor, yeni rejime muhalif Tanin’deki yazıları yüzünden, siyâsetten uzak olduğu hâlde, tehdid mektupları alıyordu. Tanin Matbaası tahrip edildiği zaman, “Parçalanan kâğıtlar arasında benim yazmış olduğum Kösem Sultan adlı bir piyes de vardı; buna çok acırım, çünkü o devri uzun uzadıya tedkikten sonra o piyesi yazmıştım” diyor. Peyker Abla’nın oğlu da kendisine adının kara listede bulunduğunu, ortadan kaybolmasını tavsiye etmiştir. Bu günlerde Lübnan meb'usu Mehmed Arslan’ın Hüseyin Câhid zannıyle linç edildiğini, kendisinin Edib Bey’in Üsküdar’daki evine geçmekle berâber, babası İttihad ve Terakkî’nin a'zâsı olduğundan burada da emniyette bulunmadığını, ta'kibedildiğini, Özbekler Tekkesi’ne, Amerikan koleji’ne sığındığını, Adana’daki Ermeni katl-i 'âminin Kolej çevresinde uyandırdığı teessürü, Amerikalı dostlarının yardımıyla, yine kıyâfet değiştirerek, 1909 irtica' hareketinin tam ortasında iki çocuğu ile nasıl Mısır’a kaçtığını anlatıyor (S. 126 - 139).

7. Bu kısımda, İsmâ'ilîye vapuru ile Mısır’a kaçarken karşılaştığı heyecanlı hâdiseler, İstanbul’dan gelen haberler, 1 Mayıs’ta Salih Zekî’nin Mısır’a gelmesi, onun İsrarı ile çocukları ona bırakıp, Miss Fry’ın davetini kabûl ederek İngiltere’ye gitmesi, Miss Fry’ın evinde tanıştığı kimseler hakkındaki tafsilât yer alıyor. Kendisi üzerinde bilhassa, bu tanıdıklarından ikisinin büyük te’sirî olmuştur: Bunlar, “Dâimâ doğru bildiğinden ayrılmaz, kendi memleketimde hârici de en açık bir tarzda tenkid” eden ve “inandığına herşeye rağmen sâdık kalan Dr. Adnan ile Nvinson idi.” Müellif, sonraları tanıştığı ve Pompai adlı meşhur eserin muharriri Masfield, Gambridge profesörlerinden Browne, o günün tanınmış hatibi ve milliyetçisi Dillon, Profesör B. Russel ve daha bâzıların hakkındaki fikirlerini de kaydediyor (S. 140-149).

8. 1909 Ekim’inde Londra’dan İstanbul’a dönen H. Edib, küçük oğlunun sinir sistemi üzerinde, İhtilâl’in menfî te’sirlerini müşâhade etmiştir. Seviye Talib[7] adlı romanını, onun yatağı başında geçen uykusuz gecelerinde yazmış ve eser, Sâlih Zekî Bey’in bahsettiği Mâlik tarafından Bursa’da bastırılmıştır. İçtimâ'î aksaklıklara temas eden bu romanının o sırada pek çok münâkaşalara yol açtığını kaydeden müellif, bunları hatırlamadığını, hattâ bugün, bu romanın mevzû'unu bile unuttuğunu yazıyor. Oğlu iyileştikten sonra, Çamlıca’da oturan Mecid Efendi dâvet etmişti; onu esâsen, saraya babasına gittiği zamandan tanıyordu ve o çocukluk çağlarında, Mecid Efendi onu kucağına da oturtmuştu. Sultan Mecid hakkındaki intıba'larından bahseden H. Edib, pedagoji sâhasında, bilhassa kadınların tahsile yabancı kalmasını şiddetle tenkid eden makalelerinden dolayı Maârif Müsteşarı Sa‘id Bey’in dikkatini çekmiş. Dârü’l-Muallimât’ta ne gibi değişiklikler yapılmasına dâir makâleler yazması, bir rapor hazırlaması teklif edilmişti. Nakıye Hanım ile Aksaray’daki bu mektebi ziyâret etmişler, o yıl, Nakiye Hanım bu mektebe Müdür, kendisi de usûl-i tedris hocası ta'yin olunmuş, sonra da, beş sene İ‘dâdî’de hocalık etmişti. Bu meslekî bilgiden sonra, siyâsî mes’elelere, Hakkı Paşa’nın Sadr-a’zam oluşuna, Avusturya tarafından Bosna-Hersek’in işgaline, Tırablus’ı Garb’ın İtalyanlar’a geçmesine, Emrullâh Efendi ile Tevfik Fikret'in anlaşmazlıklarına, Sultanî müdürlüğüne Salih Zekî’nin getirilmesine, bu vazifeyi Dârü’l-fünûn’a, Maârif Müsteşarlığına gelinceye kadar muhâfaza ettiğine temâs olunuyor. H. Edib, bu arada hayatının husûsî ve acı bir cephesini de önümüze seriyor: “1910’da benim âile hayatımda büyük bir değişme olmuştu. Sâlih Zekî Bey, ikinci def’a evlenmeye karar vermişti. Teaddüd-i zevcât aleyhine hiçbir zaman değişmeyen ve teassup derecesini bulan bir kanaatim vardı. O zaman Yanya’da bulunan babamı, çocuklarımla berâber ziyârete gittim. Sâlih Zekî Bey’e karar vermeden evvel düşünebilmesi için zaman vermek istedim. Döndüğüm zaman, bu mes’elenin kapanmasının mümkin olmadığını görerek ayrıldım. Yâni dokuz senelik hayat arkadaşlığımız sona erdi. Uzunca süren bir hastalığımın ilk günlerini Nakiye Hanım'ın Fâtih’teki evinde geçirdikten sonra, babamın Fazlı Paşa yokuşunda bulduğu ve hazırladığı bir eve taşındım” diyor. Bu günlerdeki hayatını, ruh hâlini, Fazlı Paşa yokuşundaki satıcıları tahlil ve tasvir eden muharririmiz, 1910 yılı sonunda iyileşince mektebteki derslerine yine devama başlamıştır. Bu bahiste Balkan savaşının başlaması, Türk- ocağı mensuplarından kimlerle tanıştığı, bilhassa Ziya Gökalp hakkında da tafsilâta yer verilmiştir (S. 151-157).

9. Müellif, bu bahse girebilmek için, bundan iki yıl öncesine, âilevî bir mes’ele yüzününden Yanya’ya ,Reji’nin başında bulunan babasına gittiği zamana dönüyor ve bilhassa, yolculuğu, babasının dostlarının siyâsî hava ve İttihadcılar aleyhindeki düşünceleri, Balkan savaşını hazırlayan bâzı mes’eleler, 1912 Haziran’ında İngiltere’ye gitmesi, Cambrige’de iki odalı bir yer tutup, orada dâimâ yazılarıyla meşgûl olduğu, Yeni Turan'ı ilhâm eden şeyler ve bu eserin uyandırdığı akisler üzerinde duruyor. 1912 Ağustos’unda İstanbul’a döndüğü zaman, Balkan savaşı başlamış bulunuyordu. Bulgar ordusunun İstanbul’a girme ihtimâli ağızdan ağıza dolaştığı bu sırada Haminne ve çocuklarıyle Mahmûre Abla, Üsküdar’a taşınmışlardı. H. Edib, Nakiye Hanım’ın Fâtih’teki evinde kalıyor, münevver kadınlar ve hocalar tarafından kurulan ve memleketimizin ilk kadın kulubü olan Te'âlî-i Nisvân Cemiyeti’nin hasta bakıcı kolunu tanzime çalışıyordu; bu münâsebetle bâzı hastaların hikâyeleri; mâkinalı tüfenk birliği zâbitlerinden, Kazan’dan, Taşkend’den, İrak’tan aldığı mektuplar, İstanbul’daki bâzı mağazalara Yeni Turan adının verilmesi v.b. şeylere dayanarak, bu eserinin uyandırdığı akisler, müdâfaa ettiği mefkûre hakkında tafsilât buluyoruz[8]. Te'âlî-i Nisvân Cemiyeti’nin, Makedonya’daki zulmü protesto maksadıyle büyük bir salonda tertip ettiği miting[9], altı kadın şâirin konuşması, bunların en kuvvetlisi Celâl Sâhir'in annesi Fehime Nüzhet Hanım olduğu, Edirne’nin, 1913’de, 10 Mayıs’ta düşmesi ve Temmuz’da geri alınması, böylece Balkan savaşının nihâyetlenmesi ile bu bahis sona eriyor (S. 158-169).

10. 1913 - 15 yılları arasında İttihadcılar, artık, memlekette yapıcı faâliyetlerini kaybetmişlerdi. Emrullah Efendi’den sonra gelen Maârif Nâzırı Şükrü Bey’le fikir ayrılıklarından dolayı anlaşamayan H. Edib, isti'fâ etmişse de, Ziya Gökalp ile Tal'at Paşa kendisini ziyârete gelerek, vazgeçirmişlerdir. Bu münâsebetle Tal'at Paşa ve karakteri hakkındaki mülâhazalarına yer veren H. Edib, Sultan Ahmed civârındaki kız mekteplerinin merkezinde her hafta ta'lim ve terbiyeye, mektep idâreciliğine dâir verilen konferanslardan, Dr. Adnan ve Yusuf Akçura’nın da konferanslar verdiği bu müessesedeki başta gelen dostlarından biri de Ziya Gökalp olduğundan bahsediyor. Bu yıllarda onu çocukların âileleri de çok alâkadar ediyordu; onları tanımak için Kasım Paşa ve Sinekli-bakkal, bilhassa bu sonuncusu, en çok dolaştığı bir yerdi. Ev hayatında bâzı değişiklikler olmuştu: Mahmûre Abla ve kocası, Haminne, Nakıye Nanım’ın mektebinde hocalık eden kız kardeşi Nigâr’la berâber oturuyorlardı. Seksen yaşındaki Haminne, sıhhatli olmasına rağmen bir felç geçirmiş, o sırada Hilâl-i Ahmer’de çalışan ve artık âile doktorları sayılan Dr. Adnan’ın dikkatli tedâvîsiyle de iyileşemeyerek vefât etmiş, vasıyyetine uyularak, Sultantepesi’ndeki Özbekler Tekkesi’nin yanındaki mezarlığa gömülmüştür. Bu sırada apandisit hastalığı da geçiren müellifimiz, ameliyattan sonra iyileşmiştir. Bu yıllara âit hâtıraları arasında onda iz bırakan diğer hâdiseler, 1914’de kız mekteplerinin teşkili için İngiltere’den Miss Fry’ın dâvet edilmesi, Evkaf mektepleri açıldıktan sonra Şeyhü’l-İslâm Hayrî Efendi ile görüşmesi, onun kendisinde bıraktığı müsbet intiba’lar, onu son olarak Malta’dan döndükten sonra, 1922’de, Ankara’da Kalaba köyündeki evinde ziyâreti, Nakıye Hanım’ın mektebinde temsil edilmek üzre Ken'ân Çobanları[10] adlı operasını yazması, çocuklar çalışırken Yahya Kemal’in diction bakımından nasıl yardım ettiği, Türkocağı’nın çalışmaları, bunun salonunda Ermeni bestekâr ve piyanist râhib Gomitas Vertaber’le tanışması, onun topladığı halk türkülerini bâzan M. Emin Yurdakul’un da dinlemeğe geldiği ve bu râhibin akli bir müvâzenesizlik neticesindeki feci' hayatı ve Dr. Adnan’ın Tal'at Paşa’ya mürâcaatı sonunda Paris’e gönderilmesi gibi hâdiselerdir (S. 170-187).

11. Birinci Cihan-harbi sırasında, Gelibolu hücumları esnâsında birçok âile İstanbul’dan çekilmiş, H. Edib de, çocuklarını Bursa’da bulunan babasının yanına göndermiştir. 5 Mart muhârebesinden sonra, Yusuf Akçura milliyetçi muharrirleri, Türkocağı binasında toplamıştı; “muhâsım devletler şâyet İstanbul’a girerlerese bu muharrirlerin nasıl bir hareket tarzı ihtiyâr edecekleri münâkaşa mevzûu” idi. Bu hararetli toplantıda Dr. Adnan reis seçilmiş, Hüseyin-zâde Alî Bey, Ömer Seyfeddin, Fuad Köprülü milliyetçiliğin mâhiyeti hakkında uzun uzun konuşmuşlardı. Müellif, bu toplantıda ileri sürülen milliyetçilik fikirlerinin oldukça muğlak olduğunu kaydettikten sonra, bilhassa Ömer Seyfeddin’in fikirleri üzerinde duruyor (S. 188 - 190).

*

II. Mor Salkımlı Ev’in, Sûriye ve Arap Diyarı başlıklı bu ikinci kısmı, muhtelif bölümlere ayrılmış değildir; bir bahis hâlinde devam ediyor: Müellif Cemal Paşa’dan bir mektup almıştır; bunda, Paşa, "Fransız manastırlarını, mekteplerini kapamağa mecbur olduğunu, Maârif mekteplerinin yetersizliğini zikrettikten sonra, Sûriye vilâyeti vâsıtasıyle ve ordunun yardımıyle mektep açma teşebbüsüne giriştiğini yazıyor, ayni zamanda", H. Edib'in “şahsen gitmesi, yahut bâzı hocaların gitmesine vesâteti mümkün olup olmadığını” soruyordu. Suriye’ye gönüllü giden ilk hoca, Nigâr Edib’tir[11]. 1916’da aldığı bir mektup üzerine, H. Edib, Nakıye Hanım’la berâber, Beyrut ve Lübnan’da mektep açmak ve bir o plân hazırlamak için Suriye'ye gitmiştir. Eserde, bu raporun metni de neşredilmiştir[12]. Müellif, harbi kazanırsak Arap diyarına bir kerre daha gitmeye söz vermişti. Haziran’da, Türk ordularının teftişi için Suriye’ye gelen Dr. Adnan ile H. Edib, ta’tili geçirmek için İstanbul’a dönmüşlerdi. Müellif, bu münâsebetle şu notu veriyor: “Dr. Adnan ile 29 Nisan, 1917’de evlenmiştik. Ben Arap diyârında, o İstanbul’da idi. Nikâhımız Bursa’da, babam benim vekilim olarak kıyılmıştı”. H. Edib, 1917 Eylûl'ünde, va'dini yerine getirerek tekrar Sûriye’ye gitmiştir. Orada açtığı mektepler, Dr. Lûtfî Bey’in faaliyetleri, kimsesiz çocukların hayat hikâyeleri ve onlara âit ruh tahlilleri, Lübnan’ın asıl ailelerinden Selim Sâbir, Vedi' Sabrâ’nın Ken'ân Çobanları’nı bestelemesi, eserin Lübnan’da onüç def'a temsili ve bu temsillerin başarı derecesi hakkında tafsilâttan sonra, 1917 Mart’ında İstanbul’a döndüğünü yazıyor ve bu kısım, dolayısıyle bu hâtıralar, “Allah'a ısmarladık Lübnan ve gelip geçtiğim Arap diyârı!” cümlesiyle sona eriyor (S. 191 - 247).

II.

1. MOR SALKIMLI EV ÖNCE İNGİLİZCE OLARAK NEŞREDİLMIŞ MİDİR ?

Halide Edib Adıvar'ın Conflict of East and West in Turkey ( Türkiye'de Doğu ve Batı'nın Mücâdelesi )[13], Turkey Faces (Batı'ya Yüzçeviren Türkiye)[14], İnside İndia ( Hindistan'ın içyüzü )[15] adlı eserleri hâtıra malzemesini içine almakla beraber, bu nev'e dâhil edilemez. Gazete ve mecmualarda dağınık hâlde bulunan bâzı hâtıralarını bir yana bırakırsak, bu nev'e giren başlıca iki eseri vardır: Memoirs of Halidé Edib[16] ve The Turkish Ordeal ( Türk Mu'cizesi )[17]. Bu eserlerden ilki, Hâlide Edib'in Hâtıraları, müellifimizin hayatının başlangıcından 1918’de Mondros Muâhadesi’nin akdine kadarki zamânını içine almaktadır; Türk Mu'cizesi ise bunun bir devâmı sayılabilir: 30 Ekim, 1918’de Mondros Muâhadesi’nin akdinden, 1922 senesinin 29 Eylûl’ünde imzâlanan Lozan Andlaşması’ndan bir ay sonraya, yâni bu yılın Kasım’ına kadar geçen hâdiseleri içine alır. Şimdi, bu güne kadar dikkati çekmeyen bir mes’eleyi aydınlatalım: Mor Salkımlı Ev, Hâlide Edib’in Memoris of Halidé Edib adlı kitabının Türkçe’sidir.

2. MOR SALKIMLI EV’İN YAZILDIĞI ZAMAN

Memoirs of Halidé Edib’in sonunda pilogue ( Hatime ) kısmı vardır ve bu, Türkçe basımında yoktur. Müellif bu Hâtime'de, 1917 Martı’nda Suriye ve Arap diyarından dönüşünden, Mondros Muâhadesi’nin imzalandığı tarih (30 Ekim, 1918)’e kadar geçen zamana âit hâdiseler hakkında anlatılacak birşey olmadığını, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun temsilcisi olup, kansız bir ihtilâl ile, hürriyet, müsâvât, adalet, kardeşlik va'dlariyle gelen İttihadcılar’ın üzerine bir perde indiğini, halkın bu perdenin kalkmasını ve yeni günleri beklediğini kaydediyor. Eserin yine İngilizce’sinde, müellif, kendisinde derin acıma hissi uyandıran bir hâdiseden bahsediyor: Lalasıyle birlikte Ihlamur’da bir gezintiye çıktıkları sırada, “dar, dikenli yolun nihâyetinde hayli derin kuru bir dere ve karşısında yıkılmış bir dıvarın altında kalmış bir köpekle” karşılaşmışlar, Lala, vucûdünün yarısı taş yığını altında kalmış bu köpeğin hâline gülmüş, yanlarındaki erkek çocuk ise, köpek bağırdıkça ona nişan alıp taş yağdırmıştır. H. Edib, kendisini insan olmaktan utandıran bu hâdisenin üstünden en az otuz yıl geçtiği hâlde, hatırladıkça hâlâ bir acıma hissi duyduğunu kaydediyor (S. 34). Türkçe neşrinde, “otuz yıl belki daha fazla” ifâdesine karşılık, “altmış küsur sene evvel” kaydı vardır (S. 26). Bu sırada dört-beş yaşında olduğunu kabül edersek, 1884 doğumlu olduğuna göre, bu vak'a 1888-89 yıllarına âittir. Bu sonuncu tarihe altmış yıl ilâve edilince, hâtıralarının Türkçe metni üzerinde 1948-49’da çalıştığı anlaşılır. Hâtıralarının İngilizce’sinde değil, yalnız Türkçesi'nde, yakında çıkacak olan Türkiye'de Şark ve Garb ve Amerikan Te’sirleri adlı eserinde Türkiye’deki reformlardan bahsettiği için, bu hâtıralarında üzerinde durmağa lüzum görmediğini kaydediyor (S. 153, 157). Adı geçen eser 1955’de basıldığına göre, Mor Salkımlı Ev’in bu tarihten önce ve 1948-55 yılları arasında hazırlanmış olduğunu sanıyoruz.

3. MOR SALKIMLI EV’İN, İNGİLIZCE NEŞRİNDEN FARKLARI

Acabâ, Memoirs of Halidi Edib ile Mor Salkımlı Ev ayni mıdır; değilse, bu farklar hangi bakımlardandır? Bu iki eser karşılaştırıldığı zaman, gerek bölümler, gerek muhteviyât cihetinden ayrılıklar göze çarpıyor :

a. Hâtıraların İngilizce’si Eski ve Yeni Türkiye Arasında (1885- 1908) ve Yeni Türkiye Kurulurken umûmî başlıklı iki bölümdür; birinci bölüm altı; İkincisi, bahis numaraları yürütülmek sûretiyle VIII. - XVIII’inci bahisleri içine alıyor. Yine iki bölüme ayrılan Türkçesi, bölüm ve bahisler bakımından çok karışıktır. Baştan altı bahsi, İngilizce’sinde birinci bölümün ayni olmakla berâber, yedinci bahis başlığı tekrarlanmış, ikinci bölüm bahislere ayrılmamış, birinci bölümün ikinci bahsine ikinci kısım denildiği gibi, ikinci bölüme de ayni başlık, ikinci kısım başlığı konulmuştur. İngilizce’sindeki, VII. Siyâsi Reform, VIII. Genç Türkler, X. Reaksiyona Karşı: Ermeniler Mes'elesi, XIII. Türkiye'de Milliyetçilik, Pan-Turanism ve Mâhiyeti başlıklı bahisler Türkçe’sinde yoktur. Yine İngilizce’sindeki XVII. Suriye’ye Nasıl Gittim, XVIII. Sürîye'de Ta'lim ve Terbiye başlıklı iki bahis yerine, Türkçe’sinde, Suriye ve Arap Diyarı başlıklı ve tek bahisten ibâret ikinci bölüm vardır. Netice olarak, bölüm ve bahis tasniflerinin İngilizce metinde çok muntazam, Türkçe basımda oldukça karışık bulunduğunu söyleyebiliriz. Türkçe’sinde, İngilizce eserin sonundaki Hatime de mevcut değildir.

b. İngilizce’sinde, dadı ve lala, saraylı hanım (palace lady), ramazan ayı, ramazan bayramı, gecelik, ferace, tablakâr; iyi saatte olsunlar, gelinin duvağının açılması ve yüzgörümlüğü, domuz eti yememek, Mi'mar Sinan gibi mefhum, âdet ve şahıslar dolayısiyle notlar kaydedildiği hâlde, Türkçe’sinde, pek tabi'î olarak bu notlara rastlamıyoruz.

c. İngilizce basımdaki, Eyub Sultan, Üsküdar’da Karaca-Ahmed Mezarlığı ve Sultantepesi, müellifin yaşadığı İstanbul semtleriyle, hattâ Suriye’deki mâarif çalışmaları ile alâkalı fotoğraflar, ressam Alexandre Pankoff tarafından yapılmış İstanbul manzaraları Türkçe neşirde yoktur.

d. İngilizce basımda —biraz önce a. Maddesi’nde kaydettiğimiz fazla bölümler dışında— muhteviyâtça başka farklar da vardır: Tulû'ât ve Avrupâ’î Türk tiyatrosu, ayrıca Karagöz’e dâir izahlar[18], Kerem ile Aslı hikâyesi’nin mevzûu, Hz. Alî’nin cenk hikâyelerinden bahsolunurken, Atatürk’ün bu İslâm kahramânı hakkındaki bir sözü yer almıştır[19]. Tasvirlerde bâzan farklıdır. Bu hususta birçok örnekler daha verilebilirse de, zikrini lüzumsuz bulmaktayız.

e. Diğer taraftan, Türkçe basımda da, İngilizce’isine göre fazlalıklar yok değildir: Manzum parçaların hemen hepsi, meselâ, Jön-Türkler’den Nûrî Bey’in meşhur şarkısı[20], Londra’da kaldığı sırada orada tanıştığı kimselere âit hâtıraların daha tafsilâtlı oluşu, hâttâ 1927 yılına âit Londra intıba'larının da eklenmesi[21], Selim Sâbit’ten bahsedilirken, onun 1921’de gönderdiği bir mektupu üzerinde de durulması[22], Sinekli Bakkal romanının kahramanlarından tulû'atçi Tevfik’in yaratılmasında hangi vak'aların ilham kaynağı teşkil[23] ettiği yalnız Türkçe’sinde mevcuttur.

Yukarıda kaydettiğimiz farklara dayanarak, Hâlide Edib’in, hâtıralarını önce Türkçe yazdığını, bunu İngilizce olarak neşrederken, yabancı okuyucuları için eserini daha câzib ve anlaşır hâle getirmek maksadiyle notlar, resimler, yerine göre lüzumlu tafsilât ilâve ettiğini tahmin ediyoruz; yanılmıyorsak, hâtıralarını İngilizce olarak neşrettikten sonra, onun Türkçe aslını gözden geçirmiş, 1918’den sonraki şeyleri de ilâve etmiştir.

Mor Salkımlı Ev, Hayat Mecmuası’nda tefrika hâlinde kalan Kızıl Hançerler bir tarafa bırakılırsa, H. Edib’in neşredilen en son eseridir. En eski hâtıraları arasında yer alan hâdiselerden biri de, bir evden diğerine taşınırlarken, hasta annesinin, perdeleri sarı bir sedye içinde naklidir ve bu renk onun ömrü boyunca bir daha bakamadığı, başını döndüren bir renktir. Müellifin nefret ettiği böyle bir sarı renkte kapak kompozisyonu bulunan Mor Salkımlı Ev, fena bir kâğıda, cebi hümayun, Naim Ağa (cîb-i hümâyûn, Na'îmâ yerine) gibi pek fahiş tertip yanlışlarıyla basılmıştır; cümlelerin birçoğu düşük ve bozuktur. Müellifin tashihinden geçmediği anlaşılan bu eser, oluzdört yaşına kadarki ilâveler gözönüne alınırsa, altmış yıldan çok hayat hikâyesini içine aldığından dikkatle okunulmağa değer; şahsiyetinin teşekkülüne, hususiyetlerine, muhtelif kimselere ve mes’elelere, kendi eserlerine dâir fikirleri ihtiva ettiğinden mühimdir[24].

Mor Salkımlı Ev’de, H. Edib’in âile çevresini, şahsiyetinin hangi şartlar altında teşekkül ettiğini, hocalarının kimler olduğunu, husûsî ve resmî tahsil hayatını, anlaşılmaz mizâcını, inadcı, intikamcı v.s. muhtelif karakterlerini, çetin mücâdelelerle dolu muztarip hayatını aydınlatan kıymetli notlarını buluyoruz. Yalnız kendisinden değil, tanıdığı kimselerden de bahsetmiştir: Mâlîye Hukuk Müşaviri Mahmud Es'ad Efendi, Sultan Mecid, Jön-Türkler’den Nûrî Bey, Maârif Müsteşarı Sa'id Bey, Selim Sâbit, Ruşen Eşref ve annesi, Tevfik Fikret, Celâl Sâhir’in annesi Fehime Nüzhet, Hamdullah Subhî, Mehmed Emin Yurkdakul, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Hüseyin-zâde Alî Bey, Ömer Seyfeddin, Fuad Köprülü, Riza Tevfik, Hüseyin Câhid, Cemal Paşa, Ermeni piyanist ve bestekâr rahip Gomitas Vertaber, Tal'at ve Enver Paşa, Şeyhü’l-İslâm Hayrî Efendi, zevci Salih Zekî ve Adnan Adıvar v.s. hakkında bilgi verilen bu hâtıralarda, muhitin de ihmâl edilmediği görülüyor. Müellif, Ermeni mes’elesi, Tanzimat, Meşrûliyet’in Plânı, Balkanlar, Turancılık gibi siyâsî mes’eleler, Halk, Dîvân ve Tanzimat edebiyatları, dîn, Hıristiyanlık, Müslümanlık hakkında fikirlerine de yer vermiştir. Eserin en zayıf kısmını, bu hususlarda ileri sürdüğü fikirlerin, verdiği bilginin teşkil ettiğini söyleyebiliriz; Ziya Gökalp’in “bence en güzel eseri Çocuk Dünyası'dır. Orada latif bir vezinle o zamana kadar ehemmiyet verilmemiş olan halk masallarına dâir çok güzel parçalar bırakmıştır” (S. 157) gibi bilgi ve ifâdece fâhiş yanlışları içine alan cümlelere bu kısımlarda oldukça sık rastlamak mümkündür. Bu hâtıralar, H. Edib’in san'at hayatını aydınlatan malzemeyi de içine alıyor; bilhassa, Sihirli Kuyu adlı ilk hikâyesine, bunun ilham kaynağına dâir verdiği bilgi, tarihî araştırmalara dayanarak yazdığı ve basılmak üzre verdiği Tanin gazetesi matbaasının tahribi sırasında ziyân olan Kösem Sultan adlı piyesi, Mâder, Seviye Tâlib, Handan, Yeni Turan, Ken'ân Çobanları, Sinekli Bakkal hakkındaki bilgiler mühimdir, Kalabaköyü, Fazlı Paşa ve başka semtlerde geçen hayatını dikkatle gözden geçirirsek, hangi eserlerinin bu çevrelerle alâkalı olduğu husûsunda ip-uçları bulabiliriz.

Mor Salkımlı Ev, Hâlide Edib’in biyografisini yazacaklar için faydalanılacak kaynakların ilkini teşkil eder; bâzı ilâve kısımları içine alan İngilizce’sini de gözden geçirmek şarttır. Ayni zamanda, çekici ve hissî roman üslûbu ile kaleme aldığı bu kendi hayal hikâyesi, herkesin zevkle okuyabileceği bir san'at değeri de taşımaktadır.

F. A. TANSEL

Dipnotlar

  1. Hüseyin Suad, öksüzlüğün verdiği iztirâbı mevzû aldığı Üvey Ana başlıklı şiirini Hâlide Edib’e ithâf etmiştir (Lâne-i Melal. 1st., 1326, s. 266).
  2. Eserin ilk basımı münâsebetiyle bibliyografya makalesi için bk., Yakub Kadri Karaosmanoğlu, “Halide Edib Hanım’ın son kitabı Handan hakkında" (Rebâb mec., bu. 40, 11 Teşrinievvel, 1328/24 Ekim, 1912). Beşinci baskısı, Ahmed Hâlid Kitabevi, 1943.
  3. John Abbot’un The Mother'inden terceme (İst., Karabet Matbaası, 1315). Kitabın kapağında, “Cîb-i Hümâyûn-ı Cenâb-ı mülûkâne Kâtib-i sânîsi Mehmed Edib Bey’in kerimesi Halide,, ifâdesi, başında “Hazine-i celile-î mâliye Hukuk Müşâviri Mahmud Es'ad,, imzâsiyle takriz vardır.
  4. Bu eserin üç baskısı mevcuttur; sonuncu basımı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınlarındandır (1943)· Hamlet tercemesi hakkında bk., Hâlide Edib, “Tenkidi tenkid” (Terceme mec., c. m., III. 14, 19 Temmuz, 1942).
  5. Nilüfer Bahâ’nın Amerikan edebiyatı’nm meşhur çocuk kitaplarından terceme ettiği hikâyeleri içine alan Altun Söz ve Altun Anahtar Hikâyeleri adlı iki eseri vardır (İst,, 1927).
  6. Tanin’deki neşriyâtı için bk., Besa Oyununda (Nu. 25, 12 Ağustos, 1908); Feridun Hikmet’in Jurnalinden-hikâye (Nu. 141, 8 Kânunıevvel 1324/21 Aralık, 1908); Aralık, 1908); Hayat Sahnesinde - Hikâye (Nu. 1390, 13 Temmuz, 1912); Ölüler Beldesi (Nu. 1425, 28 Ağustos, 1912); Hasb-i hâl (Nu. 1601, 15 Mayıs, 1913); Bir Kadın İçin - Hikâye (Nu. 1604, 18 Mayıs, 1913-Nu. 1607, 21 Mayıs, 1913); Mihrî’nin Mektupları (Nu. 1612-1615, 26-29 Ağustos, 1913); Son Eseri (Nu. 1719- 1784, 13 Eylül - 12 Aralık, 1913);.... Pençeresi — bir önceki kelime bozuk basılmıştır— (Nu. 2001, 18 Temmuz, 1914); Harb-i hâzırda Türklük Cereyanı - Başmakâle (Nu. 2009, 27 Temmuz, 1914) ; Halâs Muharebesi - Başmakâle (Nu. 2145, 10 Aralık, 1914); Ocağım - Türkocağı’na—İstiklâl Günü (Nu. 1804, 1 Ocak, 1914); Shakespeare- Zamanı ve Zamânında Tiyatro (Nu. 1877, 16 Şubat, 1914); Shakespeare-Hayatı (Nu. 1884, 23 Mart, 1914); Shakespeare-Asârı (Nu. 1891, 30 Mart, 1914); Shakespeare Münekkidleri ve San'atkârları (Nu. 1961, 8 Haziran, 1914); Fâtih İhtifali (Nu. 1967, 14 Haziran, 1914); Işıldağın Ru’yâsı - Hikâye (Nu. 2320, 4 Haziran, 1915); Maske -Terceme (Nu. 2538, 8 Ocak, 1916); Müteveffa Düşesim-Tercemc (Nu. 2545, 15 Ocak, 1916); Vatanperverine Edebiyat Numûnelerinden : Jules César - Terceme (Nu. 2552, 22 Ocak, 1916); Salomé (Nu. 2566, 5. Şubat, 1916); Andrea del Sarto (Nu. 2580, 19 Şubat, 1916); Semâ Kızı - Terceme (Nu. 2594, 4 Mart, 1916).
  7. Bursa, Hudâvendigâr Matbaası, 1910; ikinci basım, İst., Orhânîye Matbaası, 1924. Bu eser hakkında tenkid makalesi için bk., Bekir Fikri, Seviye Tâlib, Piyano mec., nu. 6-10, 1326.
  8. Tanin'de tefrika edilmiştir (Nu. 1435- 1481, 7 Eylül -15 Ekim, 1912. Birinci basım, Tanin Matbaası, 1913; ikinci basım, Orhânîye Matbaası, 1924.
  9. Bu nutuk için bk., Halide Hanımefendi'nin Hutbesi, Kadınlar Alemi, nu. 134, 8 Mart 1330/21 Mart, 1914. Teâli-i Nisvân Cemiyeti-Hâlide Hanımefendi’nin Nutukları (Tanin, nu. 1875, 1 Mart, 1914).
  10. Birinci basım, Sabrâ Matbaası (Basım tarihi kaydedilmemiştir) ; ikinci basım, Orhânîye Matbaası, 1918. Ayrıca bk., Refik Hâlid, Ken'ân Çobanları, Yeni Mecmua, m., III. 55, 1918; aynı mecmua, Şu’ûn başlıklı sütun. Münevver Ayaşlı, Hâlide Edib başlıklı yazısında, 1917 ’de Lübnan’da Ken'ân Çobanları’nın temsili sırasında H. Edib’in mektebinde talebe ve bu eserde rol almış bulunduğunu, Edib Bey’in yahudîden dönme mühtedî olduğunu, Tevrat’tan mevzû'unu alan bu eserin bir nevi' İsrâil propagandası mâhiyyeti taşıdığını, Türkler arasında hiç de iyi karşılanmadığını, bu yüzden kendisinin o mektebten ayrıldığını yazıyor (Yeni İstanbul gazetesi, 12 Haziran, 1966).
  11. Nigâr Salih’in Resimli Ay mecmuasında yazıları neşredilmiştir; bk., Kocamla Niçin Barıştım (C. II., nu. 4, Mayıs, 1341/1925); Niçin Evelendim, Hayatım Buna Acı Bir Cevaptır (C. II., nu. 6, Temmuz, 1925); Bizim Çocuklarımız Çevik midirler (Nu. 1., Şubat, 1926); bu sayıda Nigâr Salih’in ve oğlunun güzel bir resmi de vardır.
  12. Ayrıca bk.; Kâzım Şinâsî, Sûriye Mektepleri — Halide Edib Hanımefendi ile Mülakat, Tanin, nu. 3073, 30 Haziran, 1917; Türk Yurdu mec., c. XII., nu. 13, 16 Ağustos, 1333/1917.
  13. İkinci basım, Lahore, Shaikh Muhammed Ashraf.
  14. Yale University Press. U. S. A., birinci basım, Ağustos, 1930; ikinci basım, Ekim, 1930.
  15. London, G. Allen and Unwin Ltd., 1937.
  16. The Century Co., New York, London, U.S.A.’da basılmıştır. Bendeki eserde basım tarihi yoktur. Nebahat Erdem’in hazırladığı bibliyografyada (Aydın kayıplarımız, Yeni Yayınlar-Aylık Bibliyografya Dergisi, Şubat, 1964, s. 62) ve Dr. Fethi Erdcn’in, Hâlide Edib Hanım’ın bilinmeyen, veya az bilinen tarafları ve Türkocağı ile alâkalı hâtıraları başlıklı yazısında (Türk Yurdu mec., c. III., nu. 11 - 12, Kasım, 1964, s. 29), Londra’da, John Murray tarafından, 1926’da basıldığı kaydedilmiştir.
  17. The Century Co., New York, London, U.S.A, ’da basılmıştır; Ağustos, 1928. Türkçe neşri: Türk’ün Ateşle İmtihanı, Çan Yayını, İst., 1962.
  18. Krş., İngilizce, s. 122 v.d., Türkçe, s. 81 v.d.
  19. Krş., İngilizce, s. 132 v.d., 120; Türkçe, s. 81, 75. Türkçe metne, '‘Kerem ile Aslı’yı Azerbaycanlı bir san'atkâr yerli bir opera hâline sokmuştur. İşte bundan dolayı Adnan Saygun’un Kerem ve Aslı’sını iki sene evvel Ankara’da seyrettiğim zaman, gözlerimi bu dünyaya kapamadan Şark’la müşterek bir yerli destanımızın dirildiğini görmek hazzı gözlerimden yaş getirmişti” cümleleri ilâve edilmiştir (S. 81). Kerem ile Aslı operası için bk., Reşid Yâsimî, Edebiyât-ı Mu'âsir, Tahran, şemsî 1316/1946, s. 128 v.d. Dr. Şükrü Elçin, Kerem ile Aslı Hikâyesi, Ankara, 1949, s. 15. Hâlide Edib’in bahsettiği bu hâdise, 1948 veyâ 1953 yılına âittir; çünki, Adnan Saygun, Salahaddin Batu’nun Kerem adlı eserini 1947-52 yılları arasında hazırlamış, ilk perdesinin ilk sahnesi, bestecisinin idâresinde, 1948’de Devlet Operası’nın açılışı münâsebetiyle temsil olunmuştur. Eserin tamâmının temsillerine, yine bestecisinin idâresinde, 22 Mart, 1953 Pazar gününden i’tibâren başlanılmıştır (H. Özcan, İlk Türk Operası – Kerem; Müzik Görüşleri mec., yıl 4, nu. 43, Nisan, 1953).
  20. Krş., İngilizce, s. 176, Türkçe, s. 100.
  21. Krş. İngilizce, s. 293-4, Türkçe, s. 143-9.
  22. Krş. İngilizce, s. 470 v.d., Türkçe, s. 246 v.d.
  23. Krş., İngilizce, 136 v.d., Türkçe, s. 82. İngilizce metinde, buna karşılık Karagöz hakkında verilen bilgi mufassaldır.
  24. Hayatı ve eserleri hakkındaki neşriyat için bk., Milli Kütüphane Haberleri, yıl 8, sayı 84-6, Ocak-Mart, 1984. Nebahat Erdem, Aydın Kayıplarımız-Halide Edib Adıvar, Yeni Yayınlar, Aylık Bibliyografya Dergisi, c. IX., nu. 2, Şubat, 1964. Dr. Fethî Erden, Halide Edib Hanım’ın Bilinmeyen, veyâ Az Bilinen Tarafları, Türk Turdu mec., c. III., nu. 11-12, Kasım, 1964.