İki büyük hükümdar arasında yaşamış olan II. Bayezid’i, mevcut kaynaklarımız kâfi derecede bir tetkike tabi tutmuş değillerdir. Bunların verdikleri bilgilerin ışığı altında o, kendi köşesine çekilerek zühd ü takva ile ömrünü geçiren, devlet ve millet işleri ile pek alâkası olmayan bir kimse gibi görünmektedir. İhtimal bundan dolayı, bir ihtilâlin sonunda cülûs eden ve büyük bir karışıklık içinde belki de tahtından uzaklaştırılan bu padişahın tahta çıkış tarihi ile ölüm tarihi dahi doğru zaptolunmamıştır. Halbuki II. Beyazid türlü meziyetlerinden dolayı, Osmanlı padişahlarının büyükleri arasında yer alabilecek bir şahsiyettir.
BAYEZİD’İN POLİTİK HAYATI
Babasının ölümü üzerine Amasya’dan süratle İstanbul’a gelen ve 19 Mayıs 1481 Cumertesi (20 Rebiulevvel 886)[1] günü cülûs eden[2] Bayezid’in politik hayatına girmeden önce, Batıda ve Doğuda bulunan devletlerin, onun devrinde Osmanlılara karşı takındıkları tavırları ve bu hususta gösterdikleri faaliyetleri kısaca gözden geçrimek icabeder.
Gençliğinde “ayş ü nûş”e düşkün olan, hattâ padişah olduktan sonra da bir süre bu hayata devam eden Bayezid[3], Avrupa’nın en kritik bir zamanında, Batı ve Doğu devletlerinin Türklere karşı gittikçe tehditkâr bir hal aldıkları ve Osmanlı İmparatorluğu ile daha çok ilgilendikleri bir sırada, saltanat sürmüştü. Bu devre içinde, politik menfaatler, müslüman ve hıristiyan devletlerin Osmanlılar aleyhinde müştereken hakreket etme arzularını kamçılamış görünmektedir. Osmanlılar aleyhine bu sıralarda girişilen teşebbüslerin çokluğu dikkate alınırsa, Avrupa’da öteden beri sürüp gelen Türk düşmanlığının, Osmanlı istilâ siyasetini yürütecek kadar bir kabiliyete malik olmadığı kabul olunan Bayezid zamanında[4] daha da artmış olduğu görülür. Bu hal, belki de Avrupa’nın Bayezid hakkında vermiş olduğu acele ve yanlış hükmün neticesinden doğmuştur. Ancak Macar Kralı Mathias, Avrupa’nın Bayezid hakkındaki kanaatına katılmıyor ve yeni hükümdarın gittikçe kuvvet kazandığını görebiliyordu[5]. Bayezid de herşeyden önce Macarları hesaba katmak mecburiyetini duymuş ve Mathias’ın kudretli idaresi altındaki Macaristan’ın, Osmanlılar için daha tehlikeli olduğunu hissetmişti. Fakat Bayezid’e göre en önemli mesele, kardeşi Cem’in isyanı idi. Çünkü olay gittikçe şümullenmiş ve İmparatorluğu türlü yönlerden tehdit eder bir durum almıştı. Öte yandan Otranto’nun Osmanlılar tarafından işgal edilmesinden sonra Papa Sixtus IV.’ün teşvikleri ile, hıristiyan devletler birleşerek, kendilerinde İstanbul’u bile zaptedebilecekleri umudunu yaratan, büyük bir deniz kuvveti meydana getirmişlerdi[6]. Ayrıca Fatih’in ölümünü duyan İtalya prensleri, Bayezid ile Cem arasındaki mücadeleden faydalanacaklarını umdukları için, Osmanlılara karşı harekete geçmeğe hazırlanıyor, bu arada Kırım Hanından da bu harekete katılacağına dair müspet cevap alıyorlardı. Bundan başka, Karamanoğlu Kasım Bey, Cem ile yaptığı ortak hareketi kâfi görmiyerek Rodos’tan harb levazımı ve gemi istiyordu[7]. 10 Eylül 1481’de Otranto’nun Osmanlılar’dan geri almışından sonra eğer müttefikler, Napoli Kralının Osmanlılar hakkındaki plânını uygulama yoluna gidebilseydiler, ihtimal Bayezid’in durumu daha" da güçleşecekti. Bu sıralarda Cem de Mısır’a iltica etmişdi. Bu mühim bir mesele idi. Çünükü Mısır Sultanı onu çok iyi karşılamış, hattâ biraz sonra tekrar Anadolu’ya geçmesine müsaade etmişti. Fakat 1482 Temmuzunda Cem’in Rodos’a kaçması, büsbütün büyük bir hâdise oldu. Çünkü Cem’i ele geçiren Rodos şövalyeleri reisi Papa’ya, Napoli Kralına, Macar Kralına ve Venedik Hükümetine birer mektup göndererek bir haçlı seferinin teşkilini teklif etmişti[8]. Ayrıca Macar Kralı övalyelere başvurarak ve karşılığında her türlü yardımın yapılacağını vadederek Cem’in kendisine verilmesini istemişti. Cem’den büyük faydalar sağlıyacağını ve yine onun sayesinde Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunan Bayezid aleyhtarı zümrenin bile yardımını temin edeceğini uman Kral[9], Rodos şövalyeleri nezdinde yaptığı bu teşebbüsten bir sonuç alamayınca, aynı maksatla Papa’ya müraacat etti. Bundan da bir sonuç alamıyan ve fakat bir türlü bu arzusundan vazgeçmiyen Mathias, bu sefer de, Fransa’ya götürlümüş olan Cem’i Fransa Kralından israrla istemiye başladı[10]. Bu arada Osmanlı-Memlük münasebetleri bozulmuş ve iki devlet arasında savaş başlamıştı. Savaşın devam ettiği süre içinde, Osmanlılar aleyhine hıristiyanlarla işbirliği yapma yolunda büyük gayretler harcayan Memlûklar da, türlü imkânlardan faydalanarak Cem’i elde etmeye uğraştılar ve bu maksatla Fransa’ya bir elçi heyeti göndererek, Cem kendilerine verildiği takdirde Fransa Kralına bir milyon duka ödeyebileceklerini bildirdiler[11]. Ancak Papa Innocent VIII. Türklere karşı açmayı düşündüğü bir haçlı seferinde, Cem’in oynayabileceği büyük rolü düşünerek, onun başka devletlere verilmemesi hususunda gerekli teşebbüsleri yapmış ve sonunda da bu kıymetli esiri elde etmeye muvaffak olmuştu.
Ayrıca, girişeceği teşebbüslerden Bâyezid’i vaz geçirmek için Cem bir tehdit vasıtası olarak da kullanılıyordu. Nitekim 1485’den sonra İstanbul’da hazırlanan bir donanmanın Napoli’ye karşı harekete geçeceğini sanan Rodos şövalyeleri reisi, donanma Akdeniz’e çıktığı takdirde bütün hıristiyan devletlerin birleşeceğini ve başa da Cem’i geçirerek Osmanlılara hücum edeceklerini padişaha bildirdi[12].
Cem Sultan 13 Mart 1489’da Roma’ya getirildikten sonra bu şehir bir siyaset merkezi haline geldi. Macar Kralı Mathias ile Memlûk Sultanı, Cem hakkındaki isteklerini tekrarladılar. Bilhassa Mısır Sultanı, Cem kendisine verildiği takdirde 400 bin duka vereceğini, Kudüs Hıristiyan Krallığının yeniden kurulmasına müsaade edeceğini, Osmanlılarla yapmakta olduğu savaşı kazandığı takdirde, Avrupa’da Türkler tarafından işgal edilmiş olan yerleri, İstanbul da dahil olmak üzere, hıristiyanlara bırakacağını bildirdi[13]. Bu tarihlerde idi ki Dülgadır Beyi Alâüddevle, Osmanlılardan ayrılarak Memlüklerle birleşti ve bir müddet sonra, 1490’da, Memlûk orduları Kayseri’yi kuşatırken, Papa Innocent VIII, de Osmanlılara karşı bir Haçlı seferi teşkil etmek üzere Roma’da topladığı kongrede, teşkil olunacak üç ordu ile Türkler üzerine yürüme kararını aldı. Ordulardan birincisi Papa kuvvetleri ile İtalyanlardan; ikincisi Almanlar, Macarlar, Daçlar ve Polonyalılardan; üçüncüsü de Fransız, İngiliz ve İspanyollardan kurulcaktı. Kuvvetlerin bir kısmı Viyana’da, bir kısmı da Ankona, Brendizi ve Mesina’da toplanacaktı. Viyana’da toplanacak kuvvetler Eflâk, diğerleri ise İllirya üzerinden Türklere saldırırken, Haçlı donanması da Ağrıboz ve Mora’ya hücum edecekti[14]. Fakat bu Haçlı ordularının başlıca uzvunu teşkil edecek olan Macar Kralı Mathias’ın aynı yıl içinde ölmesi, bu plânın tatbikine imkân bırakmadı. Biraz sonra da Papa Innocent öldü. Ancak yeni Papa Rodrigo Borgia (Alexandre VI.) zamanında da Haçlı orduları kurmak fikri devam etti. Çünkü 1483 yılında imzalanmış olan Türk- Macar antlaşmasına Alman hudut bölgeleri hakkında bir hüküm konmamıştı. Bundan dolayı daha 1484 yılında Türk akıncıları, İmparatora ait olan Krain, Körnthen’i yağmaladılar. Akınlar bundan sonraki tarihlerde de devam etmiş, iki taraf arasında kanlı olayların meydana gelmesine sebep olmuştu. Hıristiyan memleketlerin büyük zararlara uğradığını gören ve belki de Türklerle yalnız başına savaşamıyacağını kabul eden İmparator Maximilian yeni Papa’ya, Türklere karşı umumi bir ittifakın lüzumunu belirten bir mektup gönderdi. İmparator bu mektubunda, Fransa ile Napoli’nin arasını bularak bunlarla birlikte, Almanya, Macaristan ve Lehistan'ın Türklere karşı ittifakını ve Papa’nın reisliği altında bir Haçlı seferinin yapılmasını istiyordu. Bu ittifaka Mısır Sultanı da ithal edilmeye çalışılmalı idi. Eğer Sultan, müttefiklerle birlikte Türklere karşı savaşmayı kabul ederse, bu takdirde Cem Sultan ona verilmeli, bu suretle Osmanlı topraklarında iç hâdiseler çıkarılmalı, savaşın sonunda da müttefiklerden herbiri işgal edebildikleri toprakları almalı idi.
Aynı tarihlerde Dalmaçya’daki Türk alanlarından endişeye düşen Venedikliler, bir Haçlı seferinin tertiplenmesi için Papa’ya bir miktar para göndermiş ve daha fazlasının da verilebileceğini bildirmişlerdi[15]. Ayrıca maceraperest Fransa Kralı Charles VIII. Türklere karşı daha cüretkârane bir proje hazırlamış bulunuyordu. Bizansın son imparatoru Constantine’nin yeğeni Thomas oğlu Andria’dan Bizans tahtı üzerindeki hukukunu satın alarak bu suretle kendisini imparator farzeden ve büyük fetih plânının gerçekleşeceğinden emin bulunan bu kral, daha işe girişmeden, Kudüs Kralı unvanını kullanmaya başlamış ve Osmanlı topraklarından mühim bir kısmını da Venediklilere sözde hediye etmişti[16]. Teşkil edeceği haçlı ordusuna Rodos şövalyeleri reisi Pierre d’Aubusson kumanda edecek ve ittifaka Macaristan, Lehistan, İspanya ve İskoçya da girecketi. Kral, Arnavutluk’ta ve Makedonya’da isyan çıkarabileceğini ve Papa’dan alacağı Cem Sultan vasıtasiyle de Türkler arasında karışıklık meydana getirebileceğini umuyordu. Hayallerini gerçekleştirmek üzere harekete geçen Fransa Kralı, 31 Aralık 1494’te Roma’ya girdi ve 11 Ocak 1495’te Cem’i ele geçirdi. Fakat bundan kısa bir müddet sonra, 25 Şubat 1495’te, Cem Sultan öldüğü için ondan faydalanmasına imkân kalmadı.
Macar Kralı Mathias’ın ölümünden sonra da, Osmanlı - Macar münasebetleri kötü şartlar altında sürüp gitmekte idi. İki taraftan yapılan akınlar o kadar kanlı ve zalimane oldu ki, nihayet taraflar bunlara bir son vermek lüzumunu duyarak 1495’te üç yıllık bir barış imzaladılar.
Üç yıl için yapılmış olan bu antlaşma daha sona ermeden, Osmanlı - Leh münasebetleri de kritik bir hal aldı. Osmanlı akıncı kuvvetleri tarafından Lehistan’ın yağmalandığı sıralarda Macar Kralı Viladislaus tarafından İstanbul’a gönderilen bir elçi, mütarekenin zedelendiğinden bahsetmiş ve Polonya’da yapılan tahribattan şikâyet ederek, Polonya’ya tazminat verilmesi lâzım geldiğini ve antlaşmaya Polonya Kralı ile Litvanya dükünün de ithal edilmesini istemişti[17]. Bu elçi, Polonya antlaşmaya ithal edilmediği takdirde Macar Kralı ile diğer hıristiyan kralların Polonya’ya yapılmış olan haksızlıklara tahammül edemiyeceklerini de tehdit makamında ileri sürmüştü. Bu durum karşısında Osmanlıların takındığı tavır herhalde müspet olmamalıdır ki, o yılki parlâmento toplantısında Macarlar, Osmanlı devletine yiyecek ve silâh ihracatının men’i gibi bazı hususlara karar vermişlerdi[18]. Diğer taraftan Macarlarla Polonyalılar ve Litvanyalılar arasında, 1499’da Türklere karşı bir ittifak anlaşması imzalandı. Bu tedafüi ve tecavüzî anlaşmaya göre taraflardan hiçbiri, ötekilerin malûmatı ve muvafakati alınmaksızın Türklerle barışmıyacak, birine bir tecavüz vaki olursa, diğerleri bütün güçleri ile ona yardım edecketi[19]. Buna rağmen Osmanlılar aynı tarihte Venedi’ğe karşı bir harbe girmekten çekinmediler.
Osmanlı-Venedik savaşının çıkmasını önliyemiyen ve Venedik’in müttefiki olan Fransa Kralı Louis XII., Rodos yoluyle Bayezid’e iki elçi gönderdi. 1500 Nisanında İstanbul’a gelen bu elçiler padişahla görüşmüşler ve Venedik’le sulh yapılmadığı takdirde, müttefiklerin, yani Fransa, Papalık, İspanya, Portekiz, İngiltere, İskoçya ve Rusya’nın, Türklere karşı hücuma geçeceklerini bildirmişlerdi[20]. Öte taraftan Venedikliler de Macarları para ile ikna ederek 1500 Ağustosunda onları Türklere karşı savaşa soktular[21]. Bununla beraber denizde ve karada, iyice hırpalanan ve Mora’daki limanlarının en mühimlerini kaybeden Venedik, sonunda Papa ile diğer hıristiyan hükümdarlara gönderdiği mektuplarla durumun kötülüğünü izah etmiş, Osmanlılara karşı onların yardımlarını da istemişti[22]. Bu sebepten 1500 yılının sonuna doğru, Türklere karşı Papalık, Macaristan ve Venedik arasında taarruzî ve tedafüi bir antlaşma imza olunmuş, bu ittifak 1501 yılının Pentecost yortusu günü ilân edilmişti[23]. Bu ittifakın sonunda “Venedik ve Papa donanmaları İspanyol ve Fransız kuvvei bahriyesiyle kesbi kuvvet ederek Türk gemilerini urup derdest etmek üzere denize çıkmakta teehhür etmediler”[24]. Bu deniz kuvvetine Rodos gemileri de katılmış bulunuyordu[25]. Daha sonra 1502’de Fransa Kralı Louis XII., Macarve Polonya Kralları ile Osmanlılar aleyhine bir ittifak muahedesi imzalarken, aynı yıl içinde İngiltere Kralı Henry VII. de Macar Kralına müracaat ederek bir miktar para teklif etmiş, bununla teşkil olunacak özel bir kuvvetin İngiliz arması altında Türklere karşı savaşmasını istemişti[26].
Batının sürüp gelen bu Türk düşmanlığı karşısında gerekli tedbirleri aldıkları sıralarda Osmanlılar, Doğudan da tehdit edilmeye başlandılar. Çünkü bir müddet önce, birçok meziyetlere sahip bulunan ve Safevi soyundan olan Şah İsmail, şiî Türk aşiretlerine dayanarak “İran’da Sasaniler devrinden sonra kaybolmuş olan siyasi vahdeti” kurmuş ve “şia-i isnâ aşeriye’yi devlet dini olarak kabul” etmişti[27]. Safavilerde “Hükümdar yalnız cismâni değil, aynı zamanda ruhani bir reis, devletin maddi istinatgâhi olan bütün Türk kızılbaş kabilelerini sinesinde toplayan tarikatın başında bir mürşit idi[28].” Onun etrafında toplananlar kendisine delice bağlı idiler. Bunlar Şah İsmaili bir Allah gibi sevmekte ve ona aynı ölçüde saygı göstermekte idiler. Yine bunlar döğüş esnasında onun kendilerini koruyacağını da düşünerek silâhsız bile savaşa girmekte tereddüt etmiyorlardı[29]. Halbuki Osmanlıların dayandığı kuvvet, sünnîlere istinat ediyordu. Tamamiyle ayrı anlayışlara sahip olan ve birbirlerinden öteden beri nefret eden İslâmın bu iki grubu, şimdi en kuvvetli iki teşekkül halinde yanyana gelmiş bulunuyorlardı. Bundan başka Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde Safavîlere taraftar yaygın bir zümre de vardı. Bilhassa Anadolu’nun güney bölgesindeki kabileler arasında Kızılbaşlık çok ilerlemişti. İstanbul’da bile 1502’deki Kızılbaşların sayısı 5 bin kişi olarak tahmin olunuyordu[30]. Ayrıca Safevîlerin, Bektâşi tarikatına geleneksel surette bağlı olan yeniçeriler ile hudut kabileleri arasında karışıklık ve isyan çıkaracakları düşünülüyordu. 1500’de başlıyan Karaman isyanını da yine onlar tahrik etmişti[31]. 1502’de Nahçivan savaşında Elvent Mirza’yı ve 1503’te de Murat Bey’i yenerek Azerbaycan’ı ve Irak ve Faris bölgelerini ele geçiren Şah İsmail, biraz sonra büyük babası Uzun Hasan’ın topraklarını baştan başa ele geçirmeye muvaffak olmuştu. Doğuda durum böyle iken, Batıdaki Türk düşmanlığı da devam ediyordu. Bilhassa 1503’de Papalık makamına geçen Julius II. imkânlar elverdikçe kendinden evvel gelenler gibi, Türklere karşı bir Haçlı seferini ısrarla teşvik etti[32] ve Avrupa hükümdarlarının hemen hepsine yazdığı mektuplarda birleşmelerini ileri sürerek kâfirlere (Türklere) karşı açılacak mücadelenin maddi ve mânevi mükâfatlarından bahsetti[33]. Onun her taraftaki mümessilleri bu gayeyi gerçekleştirmek üzere büyük gayretler harcadılar. Şah İsmail’in ortaya çıkmasından büyük bir sevince kapılan Papa, bir yazısında, “adına iş gördüğümüz Tanrı bile mahut Türklere karşı büyük bir hareketi icra etmemiz için bize fırsat hazırlıyor görünmektedir” diyordu[34]. Müslümanların Gırnata’dan (Granada) koğulması olayı, aynı Papa’da Türklerin Avrupa’dan atılabileceği kanaatını uynadırdığı için, Aragonya Kralı Ferdinand’a yazdığı bir mektupta “şimdi bizim ve senin en mühim isteğimiz, kuzey Krallarını, Kayzerin ve Fransa Kralının bütün kuvvetlerini şerefsiz Türklere karşı kullanmaları olmalıdır. Batıda senin ve Portekiz Kralının yaptığı iş, Doğuda Allahsız Türklere karşı da yapılmalıdır” demekte idi[35]. Filhakika 1508’de Cambrai’ de Venedik’e karşı olmak üzere ittifak eden İmparator Meximulian, Papa Julius II., Fransa Kralı Louis XII. ve Aragonya Kralı Ferdinand, Macarları, Türklerle münasebetlerini kesmeğe zorluyorlar ve Dalmaçya sahillerini onlara vermeyi vaad ediyorlardı[36]. Şah İsmail’e gelince o, bir taraftan kuvvetini artırıyor, bir taraftan da Osmanlılara karşı müttefikler arıyordu. Bu maksatla 1501’de Mısır Sultanına bir elçi göndererek, birlikte Osmanlılara hücum etmeyi teklif etti[37]. Bundan başka 1508 yılında da Venedik’e bir elçi göndererek onlara, Uzun Hasan zamanında kurulmuş olan iyi münasebetlerin gözönünde bulundurulması ve Osmanlılara karşı müştereken harekete geçilmesi teklifinde bulundu[38]. O, ilk plânda Venedik’ten top dökme tecrübesi olan birkaç ustanın gönderilmesini ve ileride Bayezid’le bir savaşa giriştiği takdirde Venedik donanmasının Yunanistan ve Anadolu sahillerine gönderilerek Osmanlıların bir deniz savaşı ile meşgul edilmesini istiyordu[39]. Venedikliler elçiyi çok iyi karşıladılar; fakat onun tekliflerini kabule cesaret edemediler. Ancak, Şah İsmail’e verdikleri cevapta sonuç olarak İranlıların dostluğuna önem verdiklerini, şartlar elverdiği takdirde, Şah İsmail'in ve kendilerinin nefret ettikleri hıristiyanlık düşmanı Türklere karşı müştereken ve fiilen mücadeleyi arzu etmekte olduklarını ve icabında bunu ispat edeceklerini bildirdiler[40]. Anlaşılıyorki, Bayezid zamanında Osmanlıların diğer devletler ile, bilhassa Batı ile olan münacebetleri hem çoğalmış, hem de daha karışık bir hal almıştı. Ancak yukarıdanberi hülâsa etmeğe çalıştığımız olaylar karşısında Bayezid, bazen yumuşak, bazan sert hareket etmiş, fakat her iki takdirde de İmparatorluğunun menfaatlarını sağlamayı başarabilmişti.
Hâdiseler karşısında Bayezid’in aldığı tedbirler:
Bayezid’i saltanatın ilk yıllarında en çok meşgul eden, kardeşi Cem olmuştu. Çünkü Cem, Osmanlı Hükümdarı olmak istiyordu. O, Bursa önlerinde Bayezid’in kuvvetlerini yenerek Bursa’da hükümdarlığını ilân etmek suretiyle biran maksadına erişir gibi oldu ve “Ol taraf ehlini fermanına râmeyledi ve birkaç günde başına cemm-i gaf îr cem etti.”[41] Ancak birden bire düşüncelerinde bir değişiklik meydana gelerek yalnız Anadolu’da hükümdar olmıya razı olmuş göründü ve isteğini sağlamak üzere Fatih Sultan Mehmed’in halası Selçuk hatunu Bayezid’e gönderdi[42] Osmalı İmparatorlu’ğunun parçalanması demek olan bu isteği reddeden Bayezid, 20 Haziran 1481’de Yenişehir savaşı ile duruma hâkim olduysa da, Cem’in Mısır’a kaçması olayı iki devlet arasında bir mesele halini aldı. Aynı yıl içinde, saltanat kavgalarından faydalanan Karamanoğlu Kasım Bey ortaya çıkarak Konya’yı kuşattı. Öte taraftan Tuna kenarında Osmanlı - Macar muhasematı ciddî bir hal almaya başladı. Yine aynı yıl içinde Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptedilmiş olan Otranto, Osmanlıların elinden geri alındı. Bu durum karşısında ihtimal Bayezid, Otranto’nun elden çıkmaması için hiçbir tedbir almadı. Çünkü 1481’de Osmanlılar aleyhine düşünülen Haçlı seferine, İtalyanların çoğunluğu ilgi göstermemişti. Otranto işlerine bir müdahale ve İtalya’ya yeniden bir saldırış bu ilgizisliği kaldırabilir ve bütün İtalyanları Türklere karşı birleştirebilirdi[43]. Şartlar çok müsait olmasına rağmen, Otranto’yu elde ettikten sonra, Napoli Kralı Osmanlılarla düşmanlığı devam ettirme siyasetinden vazgeçerek, onların dostluğunu elde etmek için önceleri çok fena muamele ettiği Türk esirlerine karşı büsbütün başka bir tavır takınmıştı. Çünkü “sebil-i sulhi fethetmeye onları vesile mülâhaza” ediyordu[44]. Napoli’nin yaklaşma tekliflerini[45] ihtimal Osmanlılar, yine yukarıda arzettiğimiz sebepler dolayısiyle, müsait karşıladılar. Fakat hâdiseler Osmanlı Devleti aleyhine süratle gelişti. Mısır’dan Anadolu’ya gelen ve Karamanoğlu Kasım Bey ile de işbirliği yapan Cem, padişahı bizzat sefere çıkmıya mecbur bırakırken, Macar Kralı Mathias da 32 bin kişilik bir kuvvetie Kinizsi’yi Osmanlı topraklarını yağmaya memur etti.[46] Bu tahripkâr akma karşı ancak Davut Paşa’yı Sofya’ya göndermek suretiyle müdafaa tertibatı alabilen[47] Bayezid, Cem’in Rodos’a kaçmasiyle büsbütün müşkül bir duruma düştü. Çünkü şimdiye kadar yalnız bir iç mesele gibi görünen Cem olayı, bundan sonra devletler arası bir iş halini aldı. Bu şartlar altında Anadolu gailesini tamamiyle ortadan kaldırmak lâzım geldiğini düşünen padişah, Karamanoğlu Kasım Bey’in af dileğini kabul ederek, ona bazı tâvziler vermeğe lüzum duymakta elbette haklı idi.
Cem’in Avrupa’ya geçirilmesi ihtimalini ve bu yüzden birçok hâdiselerin meydana çıkacağını önceden düşünen Bayezid, Venediklilere onun yakalanması hususunda ricada bulunmuş[48], yine bu yüzden Rodos şövalyeleriyle de müsavi şartlar altında anlaşmaya mecbur olmuştu. Cem’in Avrupa’ya geçirilmesinden sonra işlerin büsbütün tehlikeli hale girdiğini anlıyan padişah bu sebepten dolayı, 16 Ocak 1482 de Venediklilerle, onlara biraz daha kazanç temin edebilen, bir anlaşma imzaladı. Verdiği şeyler pek azdı. Fakat bu suretle hıristiyanlığın en kuvvetli uzuvlarından birini felce uğratmış, zahiren de olsa onların dostluğunu temin ederek, 17 yıl Osmanlılar aleyhindeki teşebbüslere Venedik’in seyirci kalmasını sağlamıştı. Şu halde Bayezid, Cem yüzünden gelebilecek tehlikeyi karşılamak üzere gerekli tedbirlerden bir kısmını bu suretle almış bulunuyordu. Bu, bir taraftan tahtının, bir taraftan da imparatorluğun güvenliğini sağlamaktı. Fakat bunlar kâfi değil idi.
Cem’in, Papa’nın ve bilhassa Macar Kralının eline düşmesini devleti bakımından çok zararlı addeden Bayezid, belki de, Rodos şövalyelerine güveni bulunmadığı için, Fransa Kralı Louis XI.,e Hüseyin Bey adındaki elçisiyle bir mektup göndererek, Cem Fransada muhafaza altında bulundurulduğu takdirde, Fransa Kralına mühim miktarda para ödeneceğini, aynı zamanda hıristiyanlarca mukaddes olan bir takım eşyaların da verileceğini bildirmişti[49]. Ancak, çok mutassıb olan Fransa Kralı, Türk Elçisini görmek bile istemedi.
Bu politik anlaşmaların ve teşebüslerin yanı sıra Bayezid, askerî harekâttan da geri kalmıyor ve Morava Seferine çıkmak suretiyle Macarlara karşı daha tehditkâr bir hal alıyordu. Fakat hakikî maksadı, Macaristan’a yürümek değildi. Bayezid için daha önce halledilmesi gereken bazı şeyler vardı. Boğdan Prensi Ştefan Cel Mare, padişahın Cem Sultan ve Kasım Beyle uğraştığı sırada, Osmanlıların himayesi altında bulunan Eflâk üzerine yürümüştü. Bu tecavüzü belki de prestiş bakımından çok zararlı gören padişah, hemen Mihal oğlu Ali Bey ile İskender Bey’i Boğdan üzerine akına memur etti.[50] Diğer taraftan da Boğdan ile daha esaslı surette ilgilenmek ve gittikçe arası açılan Memlüklere karşı daha serbest kalabilmek için Macar Kralı Mathias’a, mütarekenin yenilmesini teklif etmiş ve hattâ bir sulh anlaşmasının yapılabileceğini de ima etmişti[51]. Teşebbüs, tam zamanında yapılmıştı. Çünkü bu sırada Mathais, Kayzerle mücadele halinde idi. Bayezid, anlaşma maksadı ile Mathias’a gönderdiği bir mektupta, mütareke teklifinde bulunmasının korkudan ileri gelmediğini, ancak kendisinin Mısır Sultanının tehdidi altında bulunduğunu, buna karşılık Mathias’ın da Kayserle mücadele halinde olmasından dolayı yapılacak anlaşmanın elbette Mathias tarafından arzuya şayan görülmesi lâzım geleceğini yazıyordu.[52] Biraz garip gibi görünen bu teklif, Mathias’ın o zamanki menfaatlarına uygun düştüğü için kabul olundu ve 1483 ’te 5 yıllık bir anlaşma imza edildi. Boğdan üzerine açılacak bir Osmanlı seferine, Boğdan toprakları üzerinde birtakım emelleri olan Macarların müdahalesi, işte bu suretle önlenmiş oluyordu.
Kili ve Akkerman’ın alınmasından, Boğdan’ın Türk hâkimiyetini tanıyıp iki yıllık haracını birden göndermesinden sonra[53] Bayezid, Boğdan’la daha fazla meşgul olmak istemedi. Çünkü Memlûk orduları güneyde Osmanlı kuvvetlerini ciddî surette meşgul etmeye başlamış, bundan başka, Memlûk sultanı da Cem’i ele geçirmek üzere birtakım teşebbüslere girişmişti. Cem’in, o zaman için Fransa’dan başka herhangi bir devletin elinde bulunmasını, Osmanlı Devleti için çok zararlı kabul eden Sultan Bayezid, bundan dolayı Fransa’ya bir Osmanlı Elçisini göndermekte gecikmedi. Bu elçi Fransızlara, Padişahın hediyelerini sunmak istediğini, Kudüs, Mısırlılardan alınır alınmaz, Kamame Kilisesinin hıristiyanlara bırakılacağını, Osmanlıların elinde bulunan ve Hıristiyanlarca çok kutsal sayılan eşyalarla birlikte Hazreti İsa’nın böğrünü delen mızrağın da verilebileceğini, her yıl 50 bin duka ödendikten başka, Fransa arzu ederse, düşmanlarına karşı yardım edileceğini söylüyor; buna karşılık Cem’in muhafaza altında tutulmasını istiyordu.[54] Fakat buraya kadar tâviz veren bu elçi bundan sonra ağız değiştirerek, şayet Fransa bu teklifleri reddeder ve Cem’i diğer herhangi bir Devlete verirse, o takdirde Osmanlıların Mısırlılarla barışıp ittifak edeceklerini ve müştereken hıristiyanlar üzerine yürüyeceklerini bildiriyordu.[55] İhtimal Fransa Kralı, Cem’in Fransa’dan İtalya’ya götürlmesi işinin tehir edilmesi emrini, bu cazip tekliflere karşı duramadığı için vermişti. Fakat bu sıralarda Toulon’a getirilmiş olan Cem, âdeta kaçırılırcasına İtalya’ya götürlüdü. Şu muhakkaktır ki Bayezid, doğu ve batı devletleri tarafından Osmanlılar aleyhine hazırlanmakta olan bir teşebbüsü önleme yönünden, cidden enteresan bir yoldan yürümüştü.
Aralarında bir anlaşma bulunduğu halde, Osmanlı - Macar münasebetleri müspet bir yola girmedi; İki taraf birbirlerine asla güvenmiyorlardı. Arada elçiler gidip geldi; buna rağmen Mathias Cem’i elde etmekten vazgeçmedi. Fakat Memlüklerle savaş halinde bulunan Bayezid, Macarların düşmanca hareketlerine göz yummuş ve Kral Mathias’ın bir Osmanlı elçisini tahkir etmesine bile ses çıkarmamıştı.[56] Tersine olarak, barışın devam etmesi üzerinde ısrar etfniş, hattâ Mathias’a gönderdiği tahmin olunan bir mektupta “bâki sağ olasız, gayet sevgilû dostum” gibi[57] çok samimî tâbirler bile kullanmıştı.
1485’de Mısır için hazırlanan donanmanın Napoli üzerine sevk edileceğini zannederek Osmanlıları bir Haçlı seferiyle tehdideden Rodos şövalyeleri reisini de Bayezid, birtakım hediyeler göndermk ve donanmanın Akdeniz’e çıkmıyacağını söylemek suretiyle teskin etmişti. Bütün bunların sebebi, elbette devlet menfaatlerini korumakta aranmalıdır.
1490’da Roma’da Türkler aleyhine kurulan ittifakın hazırlandığı sıralarda Osmanlıların nasıl bir tavır takındıkları, kesin olarak belli değildir. Ancak İstanbul’da büyük bir donanmanın teçhiz edildiği ve askerî hazırlıklara hız verildiği, bu arada Napoli ile Venediğin de, Avrupa Devletlerinin neler yapmak istediği hakkında durmadan Bayezid’e haberler gönderdikleri bilinmektedir.[58] Ve yine bu sıralarda Bayezid’in, Papa ile münasebetlerini geliştirmek lüzumunu duyduğunu, bu maksatla Kapucubaşı Mustafa’yı Cem’in üç yıllık tahsisatı ile birlikte ona gönderdiğini, bu suretle bir dostluk zemini aradığını ve neticede başarılı olduğunu da bilmekteyiz. Tehlikenin büsbütün arttığı o tarihlerde, ihtimal Bayezid, Rodos’tan Cem’in geri verilmesini istedi; onları tehdit etti.[59] Diğer taraftan Papa Innocent VIII.’in hırîstiyan milletleri Türkiye’ye karşı bir Haçlı seferinde Mısırlılarla işbirliği yapmağa teşvik etmesi üzerine Bayezid, Mısır’a yapılacak taarruzu geliştirmek istememiş[60] ve belki de bundan dolayı, ulemanın ısrarına rağmen[61], Şam doğumlu olan Mevlana Zeynûddin Ali’nin (Molla Arap)[62] sözlerine uyarak 1491’de Memlüklerele anlaşmıştı.
1490’da Macar Kralı Mathias gibi korkunç bir düşmandan ve 1491’de de kudretli bir devletle (Memlûk Devleti) savaşmakdan kurtulan Bayezid, Batıdaki düşmanlarla daha serbest çarpışabilecek bir hale geldi. Bundan dolayı 1492’den itibaren büyük akınlar yaptırmak suretiyle Avrupa’yı dehşete düşürdü; bir hamlede Belgrad’ı almak istedi; bu arada Arnavutluğa da bir sefer yaptı. Halbuki bu tarihlerde Alman İmparatoru ve Fransız Kralı Türkiye’yi taksim etmek üzere bir takım projeler hazırlıyorlardı. Ancak, Türklere karşı duyduğu hisler hiç de dostça olmamakla beraber, menfaatına uygun hareket etmiyen hırîstiyan kralların tutumu karşısında Papa Alexandre VI, Bayezid’le dostane münasebetlere girişmiş, Avrupa’nın Türkler hakkındaki düşüncelerini türlü yollarla Bayezid’e bildirmeye başlamıştı. Fransa Kralı ile ihtilâf halinde bulunan Napoli Kralı da, onun gibi hareket etmekte bir mahzur görmemekte idi. Bu arada Padişah, Avrupa’da olan bitenleri daha yakından öğrenmeye, kapıcıbaşı Mustafa Bey’i memur etti. Bir taraftan Papa’ya öte taraftan Napoli Kralına mektuplar götüren Mustafa Bey, öğrendiklerini bir mektupla padişaha bildirdi. Bu mektupta şöyle deniliyordu: Fransa Kralı Papa’ya bir elçi göndererek “dedi kim, ol kişi (yani Cem) asılda benim elimde idi, sana verdim, imdi gel giru bana ver. Ben dahi alduğum kişiye vireyin. Eğer şöyle virmezsen bari sat. Yüzbin filuri ve ikiyüz ve üçyüz nihayet dörtyüzbin filuriye değin talep ettiler. Bu söz üzerine üç hafta danışık oldu, ahar virmezüz deyu cevap virilüp” elçi geri gönderildi.[63] Aynı mektuptan padişah, Venediklilerin ittifak dışında kaldığını ve savaşı tahrik edenler arasında Rodos şövalyelerinin de bulunduğunu anladı. Diğer taraftan padişaha “Suret-i mektub-i piskopos” şerhini taşıyan bir mektup daha geldi.[64] İsminin yalnız bir kısmını okuyabildiğim bu piskopos[65] padişaha yazdığı bu mektubunda, hıristiyan kralların yaptıkları savaş hazırlıkları hakkında değerli bilgiler vermekte idi. Piskopos’a göre Fransa Kralı, Napoli’yi işgal ettikten sonra Osmanlı topraklarına saldırmak niyetindedir. Onun 60 bin kişilik kuvvetine Milan Beyinin 25 bin kişilik kuvveti de katılacaktır. Donanması da, İngiltere ve Portekiz’in gönderdiği gemilerle 200 yelkenliden fazla olacaktır. Ayrıca İspanya Kralı da donanmasını hazırlamaktadır. Maksadı Fransa Kralı ile birlikte “Beri yakaya” geçmektir. Bundan başka Fransa Kralı, Cem’i muhakkak elde etmek istemektedir. Bu itibarla Papa’ya ve Napoli’ye yardım edilmesi icabeder.[66]
İhtimal o tarihlerde esasen harb hazırlıkları ile meşgul olan padişaha, Papa’nın ve Napoli kralının elçileri Giorgio Buciardo ile Camillo Pandone müracaat ettiler. [67] Papa’nın elçisi, zamanı gelmeden önce Cem için tahsis olunan parayı talebediyordu[68], ayrıca Fransa kralının Cem ve Osmanlı toprakları üzerindeki düşüncelerini bildirdikten sonra, Venediğin papalık makamına yardım etmesi hususunun sağlanmasını istiyordu.[69] Napoli elçisi de Fransa Kralının emelleri hakkında gerekli bilgiyi vermiş ve kendilerine 6 bin kişilik bir kuvvetle yardım edilmesini istemişti.[70] Bu durum karşısında Bayezid, hemen İtalya’ya üç elçi gönderdi. Bunlardan biri Venediği Papalık Makamına yardım etmeye ikna için Venediğe; İkincisi Fransızlara karşı kendisine yardım edileceğini bildirmek üzere Napoli’ye; üçüncüsü de Papa’nın isteklerini yerine getirmek üzere Roma’ya gitti[71]. Öte taraftan padişah askerî hazırlıklarını artırmış, hattâ Nara burnunu tahkim ederek Çanakkale Boğazında gerekli müdafaa tertiplerini almıştı.[72] Fakat Batı devletleri arasındaki ihtilâflar, bu arada Bayezid’in Macarlarla anlaşması, Papa ile dostluk münasebeti kurması ve nihayet 1495’te Cem Sultanın ölümü, Osmanlılar hakkında uygulanması düşünülen plânların gerçekleşmesine imkân bırakmadı.
Bayezid’in 1495’te Macarlarla gürültüsüzce anlaşmasının sebebi, Roma’da Cem meselesinin yeniden alevlenmiş oluşundan ileri gelmişti. Fakat Cem Sultanın ölümü, Bayezid’i büyük bir dertten kurtardı. Macarlarla yapılmış olan üç yıllık mütareke de Türk Ordularının serbest kalmasına imkân verdi. Bu fırsattan faydalanan Bayezid, Bosna’da bir takım kaleleri elde etti; 1497’de Venedik toprakları üzerine büyük bir akın yaptırdı ve Venediklilere ait olan Karadağı himayesi altına almağa muvaffak oldu.
Macarlarla yapılmış olan anlaşma henüz sona etmemişti ki, Türk akıncıları Lehistan’a girdiler. Bunun üzerine Leh Kralı Macarlardan ve Venediklilerden yardım istedi ise de, her ikisi de bu yardımı reddettiler. Hattâ bu sıralarda İstanbul’da bulunan bir Macar elçisi, Macaristan’ın Türklerle sulh içinde yaşamak istediğni ilân etti[73]. Bununla beraber, 1499'daki Macar-Leh-Litvanya ittifakı meydana geldi. Fakat Padişah, Lehistan’a bu tarihten sonra akın yaptırmayarak bu üçlü ittifakı lüzumsuz hale getirmeye muvaffak oldu. Ancak, Osmanlıların bu akınları durdurmalarının sebeplerinden birisi de, Venediklilerle siyasi münasebetlerin gerginleşmesi idi. Filhakika 1495 ten sonra Osmanlı-Venedik münasebetleri, gün geçtikçe bozuldu. Venediklilerle bir savaşa girmeyi kararlaştırmış olan Bayezid, ihtimal bundan dolayı Lehliler ve Macarlarla olan münasebetlerini müspet bir yola sokmak için, imparator Maksimilian’ın da teşvikini dikkate alarak, Viladislaus, Albert ve Maksimilian ile bir mütareke imzaladı.[74] Bu yaklaşma üzerine hudutlardaki Türk akanları durdurulmuş, Bayezid Macaristan’a sekiz deve yükü hediye göndermiş ve onlardan da değerli hediyeler almıştı. Diğer taraftan 1498’de Napoli ile de bir muahede imza olundu. Ayrıca padişah, Venedik ve Fransa ittifakına karşı kurulan Maksimilian, Milan, Florence, Polonya, Napoli ve Mantua birliğine de yardım edeceğini vadetmişti.[75]
Bu süre içinde Osmanlılar, harb hazırlıklarını hızlandırdılar ve Venediklileri o şekilde oyaladılar ki, onlar, bu hazırlıkların Rodos için yapıldığı zehabına kapıldılar.
Osmanlı -Venedik savaşının ilk yıllarında, Osmanlı Deniz ve kara kuvvetlerinin büyük başarıları görüldü. 1499’da İnebahtı (Lepanto) alındı. Bir taraftan da Bosna Valisi İskender Paşa, Venedik topraklarına korkunç akınlar yaptı. Eylül 1499’da Paşa’nın süvari kuvvetlerinden bir kısmı Tagliamento’yu geçti ve Türk kuvvetlerinin Milan askerleri ile birleşeceği söylentileri ortaya çıktı.[76]
Lepanto’nun kaybedilişinden sonra Venedikliler, yardım sağlamak üzere bir taraftan Papa’yı, imansız Türklere karşı bir haçlı seferinin açılması için zorladılar; diğer taraftan, Macarları da Osmanlılar aleyhine harekete geçirmiye çalıştılar. Bunu haber alan Bayezid, Macaristan’a bir elçi göndererek, aradaki anlaşmanın yenilenmesini, aksi takdirde Kırım tatarlarını ve Moldavyalıları Macaristan üzerine sevk edeceği tehdidinde bulundu[77]. Bu suretle de, hiç olmazsa 1500 senesi içinde Macarların Osmanlı- Venedik Savaşına katılmalarına mâni oldu.[78] Diğer taraftan padişah, Milan, Ferrera, Florence, Mantua ve Napoli ile dostluğu devam ettiriyor, hattâ Napoli’ye Taranto’nun verilmesi şartiyle 25 bin askerle yardım edeceğini bildiriyordu.[79] Bununla da yetinmiyen Bayezid, Fransızları ikaz ederek Napoli’ye hücum ettikleri takdirde kendisinin de Rodos’a saldıracağını açıklıyordu.[80]
Savaş, Venedikliler aleyhine devam ediyordu. Bununla beraber bu savaşta Osmanlıların da kayıpları az değildi. Bilhassa müttefikler bir gece, karanlıktan faydalanarak Meğri’yi bastılar.[81] Daha sonra İzmir civarında Çeşme’ye gelerek karaya asker çıkardılar ve büyük tahribat yaptılar.[82] Onların, bilhassa 18 Ekim 1501’de Midilli’ye (Lesbos) 40 kadırga ve 20 Barce ile gelerek asker çıkarmaları[83], Osmanlılar için pek düşündürücü oldu. Çünkü burada üslenecek yabancı bir kuvvetin Anadolu sahilleri için neler ifade edeceği, gayet iyi biliniyordu. Bu yüzden haber İstanbul’da duyulduğu vakit Bayezid, İstanbul sokaklarında deli gibi dolaşmış ve yardım kuvvetleri götürmek üzere hazırlanmakta olan galeriye binmek istemiyenleri, kendi eliyle öldürmüştü[84]. Ancak, Midilli kalesi kendisini şiddetle müdafaa etti. Manisa Valisi Şehzade Korkut’un gönderdiği kuvvetler de, ansızın adaya çıkmaya ve şiddetli bir savaştan sonra kaleye girmeye muvaffak oldu[85]. Kaleye karşı yapılan hücumların bir netice vermediğini gören ve ihtimal yardımcı kuvvetlerin İstanbul’dan yola çıktığını duyan Ravenstein adındaki Fransızın idaresindeki kuvvetler, 33 gün Midilli’yi kuşattıktan sonra, çekilmek zorunda kaldılar. Fakat bundan sonra savaş, Vendikliler çok zarara uğrayarak malî sıkıntıya düştükleri ve Osmanlılar da, doğuda beliren safevî tehlikesinin arttığım gördükleri için, şiddetini kaybetti ve yavaş yavaş padişahın hareketlerinde bir yumuşaklık görüldü. Savaşın başında İstanbul’da tevkif edilmiş bulunan Venedikliler, az miktarda bir para karşılığında serbest bırakıldı,[86] hattâ bunlardan Gritti’ye Sadrazam, Venedik eğer savaşı bitirmek istiyorsa, İstanbul’a bir elçi göndermesi lâzımdır, dedikten sonra, kendisine bu hususta bir yazı da verdi. Sonunda iki devlet arasında Osmanlılar için faydalı sonuçlar sağlıyan bir antlaşma imzalandı. Bundan sonra Venedikliler, Osmanlılar aleyhindeki hareketlere katılmadılar ve Şah İsmail’in tahrik ve teşviklerine rağmen, Osmanlılarla dost kaldılar. Bunun sonucu olarak, 1509’da Cambrai ittifakı karşısında ezilen Venediğe, Osmanlı vezirleri, niçin kendilerinden yardım istemediklerini bile sordular.[87] Ancak, Bayezid’in bu teklifi, belki de Cambrai ittifakına girmeğe zorlanan Macarları tehdit etmek için yapılmıştı.[88]
1502’den sonra Bayezid, tamamiyle gözlerini doğuya çevirdi ve zamanını, Şah İsmail’in türlü entiriklarını karşılamaya hasretti. Çünkü Anadolu’da kalabalık bir halk kütlesi, Şah İsmail tarafını tutuyordu. Amasya Valisi Şehzade Ahmet bile kızılbaşların tesiri altında kalmış, onun oğlu Murat ise kızılbaşlılığı kabul etmişti.[89] Bununla beraber bir süre Safevîlerle Osmanlılar arasında zâhiri bir dostluk hüküm sürdü ve karşılıklı elçiler gidip geldi. Fakat Bayezid, Şah İsmail’e aslâ-güvenmiyor, onun hareketlerini yakından takip ediyor ve gerekli tedbirleri alıyordu.[90] 1501 tarihinde Şah İsmail’in, Türklere karşı birlikte harekete geçilmesi yolundaki teklifini reddeden Melmük Sultanı ile Bayezid’in, bu sıralarda araları pek iyi idi. Çünkü her iki hükümdar, Şah İsmail’in kendi topraklarına hücum etmiyeceğinden emin değildiler. Memlûk Sultanı Bayezid’e gönderdiği bir mektupta, kızılbaşların şarkta kazandıkları zaferleri umumi bir felâket olarak vasıflandırıyordu[91]. Bundan dolayı Şah İsmail’e karşı bir birlik ve anlayış içinde bulunan iki devlet arasındaki münasebetler gittikçe arttı[92] ve 1502’de İran işleri ve hudut bölgeleri üzerinde müzakereler yapılmıya başlandı[93], sonunda muhtemel bir kızılbaş harekâtına karşı da iki taraf, ordularını hazır duruma getirdiler. Daha sonraki yıllarda padişah, top bakımından çok zayıf durumda olduğunu duyduğu Mısır ordusuna Kemal Reis vasıtasiyle çok miktarda harb malzemesi ve topçu ustaları gönderdi.[94] “Benüm Padişah-ı âlem-penâh hazretlerinin memâlik-i mahrûselerine kat’an dahi ü taaruz’um yoktur” [95]demesine ve bu suretle Osmanlıları uyuşturmak istemesine rağmen Şah İsmail, bu hareketlerinde muvaffak olmuş sayılamazdı. Çünkü Osmanlılar, birgün onun Osmanlı topraklarına saldıracaklarını biliyorlardı.[96] Nihayet iş düşündükleri gibi çıktı; Şah İsmail 1507’de Osmanlı sınırlarını geçti. Girdiği yerlerde asla tahribat yapmıyor ve maksadının Dülgadır Beyliği üzerine yürümek olduğunu söylüyordu. Fakat Dülgadır Beyliği üzerine Osmanlı topraklarına girmeden de gitmek mümkündü.[97] Halbuki Bayezid, casusları vasıtasiyle, onun Osmanlı sınırlarını geçeceğini önceden öğrenmiş ve gerekli tertibatı da almağı ihmal etmemişti. Tedbirlerden birincisi, Şehzade Ahmed’in Tokat ile Amasya arasındaki geçit noktalarını tutmuş olması idi.[98] Öte taraftan padişahın verdiği bir emirle “Anadolu memâlikinin Melîkülümerası Karagöz Paşa”, Ankara’da Çubuk ovasında ordugâhını kurmuştu. Bu kuvvetler hemen savaşa girecek şekilde hazırlanmış bulunuyordu.[99] Sivas’a kadar gelmiş olan Şah İsmail, belki de bu tedbirler karşısında fikir değiştirerek, “Hüdavendiğâr-ı melik-i Rûm, benim vâlid-i mâcid-i büzürkvarımdır”[100] diyerek, acele Dülgadir toprakları üzerine yürüdü. Ancak padişah, büyük bir kuvvetle Yahya Paşa’yı, belki de Şah İsmail’i vurmak üzere, Anadolu’ya şevketti. Paşa’nın yanındaki kuvvetler 70 bin kişi idi. Ayrıca Aksaray’da Şehzade Şehinşâh’ın idaresinde 10 bin. Kayseri’de Karagöz Paşa’nın idaresinde 23 bin, Amasya’da şehzade Ahmed’in idaresinde 12 bin asker daha vardı.[101] Bu haberi alan Şah İsmail, bundan sonra acele Dülgadir topraklarını terke mecbur oldu. Bunun üzerine Padişah, tarafsız kalmasını sağlamak üzere, Venedik’e bir mektup yazarak Şah İsmail'in mağlup olduğunu ve kaçtığını bildirmeği lüzumlu gördü.[102]
1508’ de de Osmanlı kuvvetleri Şah İsmail’e karşı hazır durumda idiler. Bunlar Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde bulunuyorlardı. Diğer taraftan, Anadolu’daki kızılbaşların bir kısmı Avrupa’daki Türk topraklarına sürülmüşlerdi.
BAYEZİD’İN DİĞER VASIFLARI
Barışsever, aynı zamanda hassas bir insan olan Bayezid, bilhassa teba’sı hakkında çok iyi düşüncelere sahip bir hükümdardı. Devletin bir savaş makinesi halinde durmadan işlemesinden halkın zarar göreceğini biliyor ve “Hikmet üzere hareket idüp memâlik-i İslâmî tesadüm ü izdihâm-i asâkir ve evlâd-i kirâmından sıyânet” etmek istiyordu[103]. Fakat bu vasfı zamanında dahi anlaşılmamış, hattâ tenkit edilmiştir. Meskenet telâkki edilen bu halden onu ayırmak için birtakım teşebbüslerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bilhassa dinî hislerinden faydalanılmak üzere[104] yapılmış olan bu teşebbüslerin ikisi, cidden tetkike değer. Bunlardan birisi, görülen bir rüya üzerine yapılmıştır. Kimin tarafından görüldüğü bilinmiyen bu rüya kendisine verilen bir arîzada şu suretle anlatılmaktadır :
“Padişahımız Sultan Bayezid Eazzâllahu Ensârehu Hazretleri, Seyyit Gazi’nin huzurunda oturup ben dahi yanında otururdum. İkimizün önüne bir sini hûn getürdiler. Seyyid Gazi hazretleri, işde sana Sultan Bayezidi koştuk, al ilet, gün batısına, kızıl elmaya değin felli idüp İslâm döşeğin döşesün deyü emretti. Ol etrafa ne veçhile varılmak tarîkin göstermişlerdir. Eğer buyurularsa anı dahi padişah hazretlerine malûm idavuz”[105].
Görüldüğü gibi burada, Padişah Batıda savaş yapmaya teşvik olunuyor, hattâ bu savaşın yapılması, Bayezid’in yüzde yüz saygı göstereceğini kabul ettigiğmiz Seyit Gazi tarafından emrolunuyordu.
Bu hususta ikinci teşebbüs, Kırım Hanı Mingili Giray tarafından yapıldı. Han ona yazdığı gizli bir mektupta, Kur’anda veya Peygamberin hadîsleri arasında savaş yapılmaması hakkında bir işaret mi görülmüştür ki, cihad terkedilmiş, savaş kapıları kapanmıştır; diye sualler soruyor ve böyle birşey varsa bildirilmesini ve kendisinin de bundan sonra ona uyacağını yazıyordu[106] Bu müthiş birşeydi; cevabı da pek güçtü. Durumdan çok sıkıldığı ve hattâ utandığı anlaşılan Bayezid, bu mektuptan kimseye bahis açmamış, fakat gizlice Mingili Giray’a cevap vermişti.[107] Diyordu ki : Cihâdın terkedilmesi hususu benim de daima hatırımdan çıkmamıştır. “Filvaki emr-i cihâd ü gaza âyin-i din-i islâm-ı seyyidülmürselin olup selâtin-i şeriat karine ol tarika sülük sebeb-i saadet-i dâreyn ve bâis-i necât-i menzileteyn idügi muhakkaktır”. Fakat geniş topraklarımız üzerindeki “reâyâ ve berâyâ” run hallerinden yalnız ben sorumluyum. Yarın Allah’ın huzuruna çıktığım zaman “Bayezid sana bunca iklimleri ihsan edib ve cümle ubbaddan seni ihtiyar ve birkaç günlük saltanatı ve hilâfeti erzâni gördüm. Kullarım arasında nice benüm emrimi icra eyledin ve ne tarîk ile adâlet eyledin” diye buyurdukta, “hâlim ne ola ve ne hâl ile cevap verem” diye düşünür dururum. Savaş için bir tarafa gidildiği zaman, insanlar yaratılışları itibariyle kötülüğe “mâil” oldukları için, yokluğumuzdan faydalanarak bir fitne çıkarabilirler. Bundan müslümanlarla aileleri zarar görürse Allah huzurunda “mesul ve muazzep” olmaktan çekiniyorum. Bundan dolayı herhangi bir tarafa gitmemeyi ve “nizâm-i memleket içün” yerimde oturmayı daha münasip görüyorum. Yine bundan dolayı gece gündüz bütün vaktimi halkın ahvalini tetkik ve işlerini görmiye sarfediyorum.
Eğer bu mektuplar uydurma değilse, Bayezid’in takibettiği siyaseti hulâsa etmeleri bakımından çok önemlidirler. Şayet bunlar birisi tarafından uydurulmuş ve yazılmış ise bu takdirde de, Bayezid’i savunmak istiyenlerin hangi noktalara dayandıklarını göstermeleri bakımından, yine önemlidirler. Hulâsa, bu mektuplardan anlaşıldığına göre, Bayezid, Devletin huzura ve halkın saadete kavuşmasının ancak barış içinde olabileceği inancındadır.
Çok merhametli, aynı zamanda evlâtlarına tam bir baba şefkati ile bağlı olan Bayezid, kendinden sonra hükümdar olacak kimsenin de aynı şekilde şefkat ve merhamet duygularına sahip olmasını arzu ediyordu. Şehzade Ahmed’i biraz da bundan dolayı seviyor, teb’asının onun zamanında rahat ve huzur içinde yaşayacağını umduğu için, onu veliaht yapmak istiyordu.[108] Fakat evlâtlarından hiç birisi, bu sevgi ve şefkate karşılık göstermedi. Tersine olarak, daha o hayatta iken taht için mücadeleye giriştiler ve bu suretle de onun özlediği sükûnete ve halk için düşündüğü saadete engel oldular. Hattâ zaman zaman emirlerini dinlememek suretiyle onu üzdüler. Şehzade Korkud, ona karşı dargınlığını “bana saltanat ve eyâlet gerekmez” cümlesi ile açığa vurmuş[109], ondan habersiz Mısır’a gitmiş, fakat dönüşünde babası tarafından yine affolunmuştu.[110] Şehzade Ahmet, birçok defa onun emirlerini yerine getirmemiş, hattâ sonunda isyan ederek Konya’yı işgal etmişti. Babası kendisine bu vilâyetin verilmiyeceğini bildirir mektuplar gönderdiği vakit ayni Şehzade, bu mektupları getiren elçinin burnunu ve kulaklarını kesmiş[111], Konya’yı kendisine karşı savunanlardan birisinin kesilmiş başını babasına yollamış[112] ve müstakil bir hükümdar gibi etrafa emirler göndermeğe başlamıştı[113]. Buna rağmen Bayazid, ona karşı harekete geçmek için teşebbüse girişenlere, kolay kolay bu müsaadeyi vermedi.
Yavuz Selim’e gelince, zaten haşin ve sert olan bu şehzade ile babası arasındaki mektuplaşmalar, ekseriya istenen şekilde olmamıştı. Selim, babasına yazdığı mektuplarda veya gönderdiği haberlerde daima itaatkâr bulunduğundan bahsederse de, ayni mektuplardan veya haberlerden, onun babasına karşı takındığı sert tavırı anlamak mümkündür. Oğlu Süleyman’a bir sancak verilmesi hususunda babasına yazdığı mektuba aldığı cevaptan, küçük Şehzadeye Sultanönü Sancağının verileceğini, kabul edilmediği takdirde Giresun, Kortun ve Şirya’nın tahsis edileceğini öğrenince fevkâlede müeessir olan ve aynı zamanda hiddetlenen Selim, yazdığı bir mektupta.[114] diyor ki : Padişahın oğlu yalnız ben değilim, başka oğulları ve onların da oğulları vardır. Bütün bunlara şimdiye kadar sancak verilmiştir. Fakat “padişah-ı âlem-penâhın eyyâm-i devletinde kangı şehzadeye sancak verildi ki ol sancağla babası olduğu yirün arası bir aylık” yoldur, yakın bir yerde verildiği zaman da Giresun, Kortun ve Şiryan gibi fakir bir bölgedir. “Kortun subaşılığı galiba onaltı bin akçe yazar veya cüzi ziyadesi vardır” Giresun ise sadece bir kaledir. Körtünün etrafında bir ok atımı kadar bir erâzi bile yoktur, değil Trabzon vilâyetinde hattâ Gürcistan’da bile havası bu kadar kötü bir erâzi bulunmaz. Kortun “murdarlıkta ve darlıkta hâşa haladan beterdir” Şiryan’a gelince; Körtun’dan çok uzaktır. Bundan başka orada iki evi yan yana olan bir köy bile yoktur. Şiryan’da da köye benzer yerler pek azdır. Eğer bu yerlerin bize verilmesi sadece padişahın böyle düşünmesinden ileriye gelmiş ise, “erkân-ı devletin” padişaha bu yerler hakkında bilgi vermesi ve onu fikrinden döndürmesi icabederdi. Böyle yapmadıklarına göre vazifelerini yerine getirmemişlerdir. Yok, bu tahsis padişah tarafından değil de “erkân-ı devlet” tarafından yapıldı ise, bu zulümden başka birşey olamaz. “Ve bize bu veçhile zulüm şer’a münafi olduğundan gayri efrad-i insandan her fert babında (yanında?) haric-i edeptir.” Hakikaten padişah bile bile bu araziyi oğluma tahsis ederek onu “muazzep” etmek dilediyse, bu takdirde “devletlü Hudâvendigârdan” Süleymana bu sancağın verilmemesini isterim.
Bu mektubun elbette padişaha da gösterileceğini Selim bilmekte idi. Buna rağmen o, çok ağır, hattâ hakaret taşıyan cümlelerle dolu bu mektubu göndermekten çekinmemişti. Daha sonra o, kendi sancağı olan Trabzonu da terkederek, babasının emri hilâfına, Kefe’ye geldi. Kendisine nasihat etmek ve Trabzona dönmesini sağlamak üzere gönderilmiş olan Sarı gürz Mevlâna Nurettin’e, Trabzon’a geri dönmemi istiyorsanız gökten Cebrâil inse, peygamber dahi böyle istese, yine bu mümkün değildir. Ben Şehzade Korkut gibi bir yere gittikten sonra dönenlerden değilim,. Gayem için baş vermeye razı olmuşum, demişti.[115] Kırım Hanı Mingili Gerey’e de aynı mevzu üzerinde “her taşı cevâhir dahi olsa, Trabzona razı olmazın” dedikten sonra[116], başka sancak verildiği takdirde Şehzade Ahmed’in sancağına muadil olmasını ve “bir akçe ve bir habbe” eksik olursa kabul etmiyeceğini bildiriyordu.[117] Bu durum karşısında bile Bayezid, oğlunu tedip yoluna gitmedi. Bu hali onun aczine yoranlar olabilir. Fakat Bayezid’in idaresindeki kuvvetler her zaman şehzadelerden herhangi birisini tenkil etmeye muktedirdi. Nitekim Selim, ilk defa babasına karşı yürüdüğü ve onun kendisi ile çarpışacağını anladığı vakit, savaşı göze alamamış ve kendisinin asî olmadığını, maksadının, yalnız babasının elini öpmek olduğunu ifade etmişti.[118] Bayezid, Selim’in bu itaatkâr halinden çok memnun olmuş ve “çünki âsitâne-i saadete iltica sureti gösterildi, cemi’ murad ettikleri mâna hâsıldır”[119] diyerek hem isteklerini kabul ediyor, hem de onu affediyordu. Bir müddet sonra baba oğul, tekrar karşı karşıya geldi. Bu sefer çarpıştılar. Selim’in kuvvetleri, Bayezid’in muntazam askerleri karşısında dayanamıyarak kaçmışlardı. Şu halde padişahın, Selim’e karşı harekete geçmemesi aczinden değil, babalık hislerinden ve merhametinden ileriye geliyordu. Filhakika Selim’in düşmanları Bayezid’i güçlükle Selim’e karşı harekete geçrip de onu çarpışmıya mecbur ettikleri vakit, Padişah bir taraftan vuruşma emrini vermiş, öte taraftan da Selim için “Hak süphânehu ve taâlâ onu hatardan saklaya deyu” dua etmişti[120].
Evlâtlarına bu kadar merhamet gösteren Bayezid’in, kardeşi Cem hakkındaki hareketlerini izah etmek biraz güçtür. Bununla beraber Cem için de önceleri merhametli ve âdil davrandığını gösteren deliller vardır. Fakat taraftarlarının ve belki de annesi ile Molla Gürâni'nin yaptıkları teşvikler sonunda Bayezid’in insaflı tekliflerinin hiç birisini kabul etmiyen Cem, kendi felâketini kendisi hazırlamış oldu. Fatih’in ölümünü takibeden günlerde ve belki de Cem’in Bursa’da Padişahlığını ilân ettiği sırada yazıldığını tahmin ettiğimiz bir mektupta[121], annesi Ceme bazı tavsiyelerde bulunmakta bilhassa “aç gözünü aç elini, padişahsın kimine vermekle, kimine iyi söylemekle güler suret gösterin” diyerek Cem’i halkı elde etmek için teşvik etmekte ve yanında bulunan Molla Gürâni’nin de bazı tavsiyelerde bulunduğunu ifade etmektedir.[122] Birtakım sebeplerden dolayı kendisini Osmanlı saltanatının meşru varisi telâkki eden Cem, Yenişehir savaşından (29 Haziran 1481-22 Rebiulahir 886) biraz önce, büyük halası Selçuk Sultan vasıtasiyle Bayezid’e, Anadolu’nun baştan başa kendisine bırakılmasını teklif etmek suretiyle[123], Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasında bir beis görmediğni ortaya koymuştu. Bundan sonra Cem, uzun müddet bu yersiz teklifinde israr etti. Hattâ emellerini gerçekleştirmek üzere bir tarftan Mısır Memlükleri ile, öte taraftan Karamanoğlu Kasım Beyle anlaştı. Mısır topraklarına sığındığı vakit, o âdeta bir hükümdar gibi karşılanmış[124]. Antakya kendisine timar olarak verilmiş[125], bir aralık Cem’le Mısır Sultanı arasında bir ittifak bile bahis konusu olmuştu.[126] Bununla beraber Cem Mısır’dan, sıkıntıda olduğunu bildirir bir mektup gönderince, Bayezid ona, hükümdarlık iddiasından vazgeçmek şartiyle “onkerre yüzbin akçe salyane tayin” olunacağını bildirdi[127] ise de, Cem isteklerinden vaz geçmedi. Fakat Bayezid’e karşı biraz daha başka bir dil kullanmak lüzumunu duydu. Mısır’dan yazdığını tahmin ettiğimiz bir mektubunda Cem,[128] toprağa ait olan isteklerini artık bir hak olarak ileriye sürmemekte ve fakat padişahın kendisine ihsan etmesini istemektedir. O, mektubunda Bayezid’e “birader-i ekrem ve atam yerine, “şehriyâr-i âlemim Bayezid Han” ve “mürüvvetli padişahım” gibi tâbirler kullanıyor ve Anadolu’nun kendisine ihsan olunmasını istiyordu[129]. Belki de bundan sonradır ki Bayezid ona Mekke’de oturmasını ve bu takdirde “hiç bir ahade muhtaç” etmiyeceğini vadetti[130]. Ancak, Cem’i hiçbir maddi teklif tatmin etmiyordu. Bayezid’in bu asilâne teklifini “rızk vermek hod Hudâ-i tealânındır, eğer ol kimseye rızk mukadder ise, ol kişinin kimesne rızkını elden alımaz ve eğer her kimsenin rızkın kesecek olursa, hiç kimse ana rızk veremez, imdi biz hod Allah virdiğü rızka kaniuz, her kande olursak tevekkülümüz Allah’tır” diyerek reddetti.[131] Kuvvetli bir Saltanat hırsı taşıyan Cem, bundan sonra taraftarlarının davetine uyarak, yeniden Anadolu’ya geçmiş ve Kramanoğlu Kasım Bey ile birlikte Osmanlı topraklarını işgale başlamıştı. Bu defaki teşebbüsünde de muvaffak olamıyan Cem, Taş iline çekilimye mecbur kaldığı günlerde, Bayezid galip olmasına rağmen, ona önce ulemadan Mevlâna Alaüddin’i[132], sonra Koca Sekbanbaşını[133], daha sonra da “Ümerây-i izâm” dan[134] bahşayiş oğlu İlyas Bey ile imam Alivi[135] göndererek, Kudüs’te oturabileceğini, eskiden yıllık geliri ne ise bunun aynen ödenebileceğini söyletmek suretiyle bir anlaşmaya varmak istedi ise de Cem, toprak isteğinden vazgeçmedi. Bunun üzerine yeniden harekete geçen Bayezid kuvvetleri karşısında o, Rodos şövalyelerinin kendisine yardım edeceklerini düşünerek oraya gitti. Ancak, onun Rodos’a gitmesi, oradan Fransa’ya ve daha sonra Roma’ya götürülmesi, Osmanlı Devletini türlü yönlerden tehlikeye sokmuştu. Bayezid bir taraftan bu tehlikeye karşı gerekli tedbirleri alırken, öte taraftan da Cem’in ve onunla birlikte bulunanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere maddi fedakârlıklarda bulunmak mecburiyetinde kaldı. Buununla beraber, geç de olsa, yaptığı işin yanlış olduğunu anlamış olan Cem’in hıristiyanların elinden kurtarılması hususunda Bayezîd’e müracaat ettiği anlaşılmaktadır. Bu hususta onun adamalarından olan Nasuh Bey’in yazdığı bir mektup üzerinde hassasiyetle durulmak icabeder[136]. Tarihsiz ve fakat “Nasuh al zaîf” imzasını taşıyan bu mektupta Nasuh Bey, müslüman bir esiri kâfirlerin elinden kurtarmanın Allah katında neler ifade edeceğini, hele bu esir “rükn-i selâtin-i müsliminden” olursa bunun, büsbütün mutlu birşey olacağını anlattıktan sonra diyordu ki : Cem ve onunla birlikte olanların kalblerinde ne saltanat ve ne de riyaset sevdası kalmıştır. Onların tek arzusu “kâfir diyarında” ölmemektir. Sözlerime inanılmazsa “Sultan-al haremeyn” in[137] andına itimad edilmek icabetler. Buna da inanılmazsa “bari din gayreti için” Mısır Sultanı ile ittifak ederek bizi kurtarın. Kâfirler elinden kurtulduktan sonra padişah nerede istiyorsa “eğer Arap ve eğer Acem ve eğer Hincidir” orada oturmıya razıyız. Cem’in sözlerinde ve “ahdinde sadık idüginden” şüpheniz olmasın[138]. Onun için padişah nezdinde teşebbüse geçiniz. “Ve her kim bu emrin hilâfına sîzleri telkin eder bi-şüphedir ki ya fikrinde veya itikadında tamam istikamet yoktur. Anın için ki bu emre inkâr edüp hilâfına isrardan din-i İslama haylice za’f gelürlerdendür. Zira biz küffarın fikri ve feraseti ve müşavereleri ne idügin bilüriz. Amma ümiz dir ki Allahu taalâ müyesser kılmıya”.
Bundan sonra, sözlerinin bir teki yalansa, ahirete imansız olarak gitmeyi kabul eden, bütün ailesinin mhavedilmesine razı olan, kanlarının ve mallarının padişaha helâl olduğunu söyleyen mektup sahibi “ben, bende-i fakire öyle gelür ki, gerçi lâ ya’lem-ül gaybe illalah dır, amma bu emir ki ben huzuru şerifinize tembih ettim, galiba Cemi-i islâmın hakkında hayırdır” demek suretiyle de kendilerinin hıristiyanlar elinde bırakılmalarının mahzurlarını ifade ediyordu.
Türlü yollardan aldığı haberlerle, hıristiyanların Osmanlı devleti hakkındaki fikirlerini anlamış olduğunu kabul ettiğimiz Bayezid, kardeşi Cemi kurtarmak için belki de türlü teşebbüslere geçti. Bu arada onun tekrar Rodosa getirilmesi için Rodos şövlalyelerine başvurdu ve onları sıkıştırdı. Bu hususta şövalyelerden söz bile aldı. Fakat şövalyeler samimî değillerdi. Padişahın elçilerini durmadan aldatıyorlardı. Bununla beraber bir defasında İskender adındaki elçi şövalyeler reisine “şimdi ben anı bunda bulam derdim, ne hâl oldu, gene va’de hilâf oldu. Devletlü Hüdâvendigâr hazretlerini katî incittün, gafil olmayasın bu işten” diyerek[139] onu tehdit etti. Bunun üzerine şövalyeler reisi, Avrupa’da karışıklık olduğu için ihtiyaten Cem’in getirilmesinin tehir olunduğunu, yakında getirileceğini, söyledi : Ancak “bu yıl onu getirmiye safam yoktur” deyince elçi ona “vallah şu ahduni Hontkâr hazretlerinle etmiş- siz ki aletta’cil getirüp yerine komak” lâzımdır, diyerek fikrinde israr etti;[140] ve durumu padişaha bildirirken de intibalarını “amma şöylece bilmiş olasız, hiç bu kişünün anı bunda getirmiye niyeti yoktur” demek suretiyle açıkladı.[141] Fakat Bayezid teşebbüslerinden vazgeçmedi ve Cem’in Rodos’a getirilmesi üzerinde israrla durdu. Aynı elçinin gönderdiği başka bir mektuptan[142] Fransadan gemiler geldiği halde Cem’in yine çıkmadığı, bunun üzerine elçinin Rodos şövalyeler reisine başvurarak aşağıdaki şekilde bir konuşma yaptığı anlaşılmaktadır :
Elçi “hani gene nesne yok. Beni padişah hazretlerine gönderdün, var, gene ta’cil gel, gene hayır haber ile gidesin didün. ... Padişah bundan haber umarlar. Yalan söylemekten yüzümüz kalmadı. Belli haber ver, öldi mi? yohsa senün elünde değil mi? getürmek elinden gelmez mi?
Sövalyeler reisi —Bu gemilerle getirmiye korktum, büyük gemi yapıyorum onun ile gelir. Beylerden elçiler geldi, bize vir dediler, beyler birbirine düştüler, ol sebepten getirmedim.
Elçi — Gel, kerem eyle, doğru haber ver. Eğer doğru haber virir isen senünle dostluk yeğ olur.
Şövalyeler reisi — İşte ben bildiğümi ….. (?)[143] bilir, sana disün” diyerek işi yanlarında bulunduğu anlaşılan ……. bırakarak dışarı çıktı. Bunun üzerine Elçi:
— Sen padişah hazretlerinün timarın yiyesin, niçün doğru haber virmiyesin
…. -Haberin doğrusu, bunlar alup gidelim diyecek ol Frentse Beyi (Fransa Beyi) koyuvirmemiş didi[144]
Bayezidin Cemi kurtarmak istemesinde, elbette hıristiyan devletlerin tasavvurlarına bir set çekme hususu ön plânda gelmektedir. Teşebbüslerinde muvaffak olsaydı acaba Bayezid, Cemi ne yapacaktı? Onu da oğlunu öldürdüğü gibi öldürecek mi idi?[145] Bu kadar hadiselerden sonra bile bu soruya evet veya hayır demeye imkân yoktur. Bununla beraber Bayezid’in Cem’i affedebileccğine dair bazı zayıf deliller vardır. Meselâ Cem, Dauphiné de La Pouët Şatosuna götürüldüğü sıralarda, Bayezid ona Hüseyin Bey ile bir mektup göndermiş ve şövalyelerden kurtulduğu takdirde, eski teklifi ne ise o yolda hareket edeceğini bildirmişti.[146] Rodrgio Borgia’nın Papalık makamına seçilmesi üzerine ona gönderdiği tebrik mektubunda da Bayezid, Cem’in muhafaza edilmesini isterken, ayrıca ona iyi muamele edilmesini de rica etmişti.[147]
Cem’in bir zehirlenme sonunda mı, yoksa tabiî bir ölüm ile mi öldüğü belli değildir. Ayrıca, bir zehirlenme mevcut ise, bunda Bayezi'din parmağı olduğu çok şüphelidir. Muhakkak olan şudur ki, ölüm haberi İstanbul’da duyulunca padişah mütessir olmuş, Cem için gaip namazı kıldırmış, üç gün matem tutulmasını emretmiş ve çok sadaka dağıtmıştı[148]
Bu mülâhazalardan sonra şöyle bir neticeye varmak pek de hatalı olmaz sanırım : Bayezid, kardeşi Cem’e karşı daima toleranslı hareket etmiş, onu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışmış, rahatça yaşıyabilmesini sağlamk çarelerini aramıştı. Bunları yaparken yalnız ve sadece devletin bütünlüğünü korumayı ve ondan gelecek tehlikeyi değil, belki de bu topraklar üzerinde onun da hakkının olabileceği mülâhazasıyle, daha âdilâne hareket etmeyi ve merhametli olmayı düşünmüştü. Eğer Cem; itaatkâr bir hal alabilseydi, ihtimal Bayezid, babası tarafından konulmuş olan kardeş katli maddesini onun hakkında uygulamıyacaktı[149] Bayezid, Cem hakkında birtakım menfi düşnüclere sahip idi ise, bunun sepeblerini, Cem'in şahsında düşman devletlerin Türkiye’ye karşı birleşmek istemelerinde aramak ve bu bakımdan Bayezid’i mazur görmek iktiza eder[150].
Bayezid, mâ’mûr bir memleket içinde, mesut bir halk görmek istiyordu. Bunun için sulha ve sükûnete ihtiyaç olduğunu kabul ediyor ve vakit buldukça bu işlerle meşgul oluyordu. O, yurdun muhtelif bölgelerinde birçok cami, medrese, imaret, okul, hastane ve köprüreler yaptırdı. Fakat dış ve iç olaylar nasıl onu rahat bırakmadılarsa, tabiî olaylar da onun için hiç müsait cereyan etmedi. Bayezid zamanında tahripkâr depremler, seller ve salgın hastalıklar birbirini kovaladı. Bilhassa 1490 yılının temmuz ayında İstanbul büyük bir felâkete maruz kaldı. Temmuzun 24. günü kuşluk vaktinde etrafı siyah bulutlar kapladı; gök gürledi; şimşekler çaktı; yıldırımlar düştü ve birçok yerler harap oldu. At meydanı yakınındaki “Güngörmez” kilisesine, ki barut mahzeni idi, bir yıldırım isabet etti.[151] Öyle müthiş bir patlayış husule geldi ki, kilisenin kubbesi kızıl adalar yakınına düştü. Kubbedeki taşların bazıları Galata’ya ve Üsküdar’a fırladı[152]. Bu yüzden evler harap oldu. Bilhassa kilisenin etrafında bulunan dört mahalle baştanbaşa yok oldu.[153] Aynı zamanda çok şiddetli yağmurlar yağarak her tarafta büyük zararlar meydana getirdi. 1509 ağustosunda Amasya, Çorum, Tokat ve Sivas havalisinde dehşetli bir yer sarsıntısı oldu. İstanbul ve Edirne’de aynı şiddetle vuku bulan ve Osmanlı tarihinde küçük kıyamet “kıyamet-i suğra” denilen ve 45 gün süren bu felâket sonunda, memleket harabeye döndü.[154] Yalnız İstanbul’da yıkılan mescitlerin sayısı 109, harabolan evlerin adedi 1070 idi. Bu arada 5000 kişi de telef olmuştu.[155] Birçok cami, medrese, hastane, saray ve imaretler harabolmuş, Karaman mahallesi baştan başa yıkılmıştı. Ayrıca Edirne’de de büyük zayiat olmuş ve birçok insan ölmüştü.[156] Daha önce Edirne’de çıkan bir yangın, bütün çarşı ve pazarı, İshak Paşa mahallesini kül haline getirmişti.[157] 1492’de bir veba salgını İstanbul’da birçok insanın ölümüne sebep olmuş ve büyük bir felâket halini almıştı[158] 908 senesinde (1502/- 1503) “Anadolu ve Rumili’de veba ve kalıt zuhur idûp veba üç sene ve kaht altı sene mütemadi ve bi- nihaye nüfus telef oldu” [159]
Bütün bunlar karşısında yılmayan Bayezid, büyük bir enerjiyle, harabolanları ve yıkılanları yeniden yaptırma yolunda büyük gayretler harcamış ve kısa zamanda eskisinden daha mükemmel bir hale getirmişti.
BAYEZİD’İN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
Padişah, yalnız ihtiyarlamamış, aynı zamanda hastalanmıştı. Bu yüzden her işittiği söze çocuk gibi inanır olmuş[160] ve çok gizli tutulması gereken fikirlerini açığa vurmağa başlamıştı. Birgün vezirlerine ihtiyarlığından şikâyet etmiş, şehzade Selim’in sertliğinden, Ahmed’in ise yumuşak huylu ve merhametli oluşundan bahis açarak, onu “Veliaht idüp taht-i salatanatı ona teslim” edeceğim demişti.[161] Gizlenmesi mutlaka lâzım olan bu fikir, kısa zamanda duyuldu. Bundan dolayı şehzadelerden “her biri tâç ü taht benim hakkımdır dimeye âğâz ittiler”[162]. Devlet erkânı arasında her üç şehzadeye de taraftar olanlar bulunmakla beraber, büyük bir çoğunluk, şehzade Ahmed’i tutuyordu. Padişah da bunlarla birlikte idi. Bu yüzden şehzadeler birbirlerine karşı cephe aldılar. Diğer taraftan Doğuda Safevîler, Osmanlılar aleyhiende çalışmakta idiler. Safevîlerin genç ve enerjik hükümdarı Şah İsmail, Anadolu’ya gönderdiği halifelerle birçok insanları, Osmanlıların aleyhine hazırlamaya muvaffak olmuştu.[163] İşte Bayezid bu sıralarda, ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle, işleri büsbütün vezirlere bırakmış ve kendisini ibadete vermişti. Padişah her bakımdan vezirlerine güveniyordu. Halbuki Devlet işlerini tamamiyle ellerine almış olan bu insanların zamanında “rüşvet virüp bezl-i mal etmeyince bir mansıp ehline düşmek muhâl idi[164]. Timar sahiplerinin birçoğunun tımarları haksız yere ellerinden alınarak başkalarına verilmişti. Bu yüzden birçok sipâhî, Safevî propagandasına kendisini kaptırmış bulunuyordu. Nihayet Anadolu’da Safevîlerin desteklediği tehlikeli bir isyan hareketi başgösterdi. Şah kulu veya şeytan kulu’nun idaresinde harekete geçen isyancıları, Osmanlı kuvvetleri durduramamış ve birçok şehirlerin yağma edilmesine mâni olamamıştı. “Ben, sahip zuhur olan Şah İsmail bin Haydar’ın halifesiyim” demeye[165] ve devlet ve saltanatın kendisine ait olduğunu söylemiye başlayan şah kulu, haranı, helâl arasında fark gözetmiyor, nikâhın da lüzumsuzluğunu ileri sürüyordu[166]. Ayrıca Mehdi, Peygamber ve hattâ Allah olduğunu iddia eden bu zat, Kur’an ve diğer kitapları ateşe atıyor, uğradığı her yeri yakıp yıkıyor, kendine uymıyanları öldürdükten başka ailelerine de tecavüz ediyordu[167].
Harekât gittikçe genişledi ; Antalya’dan tâ Bursa’ya kadar uzandı. Bu hadise padişahı o kadar ezmişti ki “marazları iştidâd ve zaafları izdiyâd buldu”[168] ve bu bezginlik arasında Şehzade Ahmed’i tahta geçirmek istedi[169]. Fakat bu hususta alınan tertipler ve tedbirler, zamanında Şehzade Selim tarafından haber alındığı ve yeniçeriler de şehzade Selim’e taraftar oldukları için, bu tasavvur gerçekleşemedi. Tersine olarak Selim, İstanbul’a davet olundu[170] ve gelişinden birkaç gün sonra da padişah ilân edildi. Bu suretle, yıllarca şefkatla üzerlerinde titrediği evlâtlarından birisi, onu âdeta zorla tahtından indirmişti. Şimdi oğlu ile birlikte Bayezid’in aynı şehirde yaşaması pek zor olacaktı. Bu hususta bilgi veren kaynakların hemen hepsi, Bayezid’in başka tarafa gidip gitmemesi hususu üzerinde Selimin tamamiyle babasına tabi olduğunu söylerler. Dimetoka’ya gitme arzusunun da Bayezid tarafından ileriye sürülüdüğünü ve Selimin yalnızca babasının isteğini kabul ettiğini yazarlar[171].
Saltanatı oğluna terkettikten sonra, geri kalan ömrünü, bir köşeye çekilerek, ahiret işlerine hasretmeyi düşünen Bayezid, vaktiyle tamir ettirdiği Dimetoka sarayına çekilmek istedi ve bu sebepten Selim’i huzuruna davet ederek, ikisinin bir arada bulunmasının doğru olamıyacağını, kendisinin merkezden uzaklaşması lâzım geldiğini ve Dimetoka’ya gideceğini söyledi[172]. Selim, onu memun etmek üzere bu isteği hemen kabul etmiş ve yine onun isteğine uyarak Rumeli beylerbeyisi Yunus Paşa’yı emrine vermişti. Ayrıca Kasım Paşa’yı da “edây-i merâsim-i hizmetleri içünşeref-i mülâzametleri ile serbülend” etmiş ve kapu halkının her bölüğünden seçilen bir kısım adamları da hizmetine vermişti[173].
Hazırlıklarını bitiren Bayezid, 5 Mayıs 1512'de (18 safer 918)[174] İstanbul’dan ayrılırken, Selim onu “tahtrevan” inin yanında yaya olarak yürümek suretiyle yolcu etti[175] ; bu refaket, babasının birkaç defa, artık geri dönmelisin, demesine[176] kadar devam etti. Selim, vedalaşmadan önce onun duasını istemiş, babası da Selim’in başarılı olması için dua etmişti[177].
Bayezid, bitkin bir halde idi ve çok zayıf düşmüştü[178]. Yaşı en güvenilir kaynaklara göre 67 ’ye varmıştı[179]. Birkaç yıldan beri esasen sıhhati bozuk olan Bayezid’e, oğlu Selim’in takındığı tavır ve onu âdeta zorla tahttan indirmesi keyfiyeti çok dokunmuş olmalıdır. Bu bakımdan, yolculuk sırasında hastalığı arttı[180]. İhtimal, bu esnada kendisine bir vasiyeti olup olmadığına dair bazı sorular sorulmuş, o da “hîn-i vasiyette bazı nesneleri zikr idüp ve bazısını zikr eylememiş” ve “imâret-i merfüat ül bünyânım vakfiyetinde efrad bizzikr olunmuştur, hattâ Mustafa Paşa hazretlerinin dahi malûmlarıdır” demişti.[181] Nihayet 10 Haziran 1512 perşeme günü (25 rebiulevvel 918 Perşeme) Abalar köyünde öldü.[182],
Kendisi ile birlikte bulunan Rumeli Beylerbeyi Yunus Paşa, bir taraftan dinî merasimi icra ettirmiş. Öte taraftan da hemen ogün geriye dönüldüğünü ve ertesi Cuma günü sabaha karşı Burgaz’a gelindiğini, Selim ve Sadrazama birer mektupla bildirmişti. Mektuplarda gece gündüz İstanbul’a doğru yola devam edildiği açıklanıyordu. Bu mektuplardan anlaşıldığana göre Yunus Paşa, hemen hergün durumu İstanbul’a bildiriyordu. 13 Haziranda (20 Rebiulevvel) “Arabludan” cenazeyi yola çıkaran Paşa, Hüssam Bey çiftliği yakınında duraklıyacağını ve burada padişahın emirlerini bekliyeceğini, emrin çabuk gönderilmesini istemekteydi.
Ölüm haberini duyan Yavuz, bundan büyük bir teessür duymuş, ağlamış, cenazeye karşı çıkmış ve onu Bayezid camii yanına gömdürmüştü.
Yukarıdan beri hulâsaten vermiye çalıştığımız iç ve dış olayların büyüklüğü ve giriftliği karşısında, bilhassa her taraftan tecavüze maruz kalan imparatorluğu koruyabilmek, haylice güç bir işti. İşte Bayezid, Osmanlı devletine müteveccih olan bütün düşmanca hareketleri, zamanında aldığı tedbirlerle durdurmaya veya tehlikesiz bir hale getirmeye muvaffak oldu. 14 yıl, yani Cem’in ölümüne kadar padişah, dış politikada, tebasının kendisine karşı ayaklanacağını da hesaba katarak, daima teenni ile hareket etti. Bu suretle düşmanlarının aynı zamanda yapabilecekleri müşterek bir taarruzdan kaçınmakta büyük bir diplomatik incelik gösterdi.[183] Fakat Cem sahneden çekildikten sonra, Bayezid’in dış politikasında belirli bir değişme meydana geldi. Gerçi onun hükümdarlığı zamanında imparatorluk az yer kazandı. Fakat bu yerler fevkalâde değerli idi. Kili ve Akkerman’ın elde edilmesi, Karadeniz’e büsbütün hâkim olmayı sağladı. Yunan sahil şehirlerinin ve Arnavutluğun alınması da, yalnız Balkan yarımadasında değil, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de hâkimiyet kurulmasına ve bu deniz ticaretinin bütününün elde edilmesine sebep oldu[184]. Doğu ile Batı arasındaki ticaret de, Osmanlıların kontrolü altına girdiği için, devletin geliri dikkate değer surette arttı. Ayrıca bütün devletlerle ticarî münasebetler kuran Bayezid, dünyanın en zengin monarşisine sahip oldu. Bayezid’in Venediklilere karşı kazandığı zafer, Osmanlı tarihinin en mânalı zaferlerinden birisidir. Çünkü Osmanlılar, bu savaş sonunda büyük bir denizci Devlet olarak da meydana çıktılar.[185] Bu hal, Adalar denizindeki adaların çoğunun onlara vergi vermesini sağladı. Yine bu savaş, daha sonra Yavuz Selimi’n Suriye ve Mısır’ı kazanmasındaki güçlükleri, Venedik deniz kuvvetini zayıflattığı ve Venedik ile şark sahilleri arasındaki limanları azalttığı için, hafifletti[186]. Eğer Venedik, Doğu Akdeniz’de bir deniz kuvveti olarak kalsaydı, Kanunî Sultan Süleyman’ın uzun süren Rodos kuşatması belki de bir Türk zaferi ile sonuçlanmıyabilirdi[187]. Fatih ile Selim ve Süleyman arasında, tarih sayfalarında gölgelenmiş gibi kalan bu padişah zamanında Osmanlı İmparatorluğu, türlü isyanlar, mezhep ihtilâfları ve iç karışıklıklara, deprem ve sel gibi tabiî afetlere rağmen, dünyanın en kuvvetli devletlerinden biri olarak teessüs etti[188] Bununla beraber ounun karakteri, kan dökmiye pek müsait görünmemektedir. Fakat olaylar onu hem içte, hem de dışda, belki de nefret ettiği bu işle karşı karşıya getirdi. Galiba mecbur oldukça vurdu; fakat imkân bulunca savaştan uzak kalmayı tercih etti.
Sükûneti seven, memleketini ma’mûr görmek ve halkı rahat ettirmek istiyen bu insan, hiçbir zaman ne sükûnet içinde kalabildi; ne istediği şekilde ma’mûr bir memleket görebildi; ne de tabasını huzur içinde yaşatabildi. Ancak, bu üç hususu gerçekleştirebilmek için O, elinden gelen bütün gayreti harcamaktan geri kalmadı. Filhakika onun son saltanat yılları hesaba katılmazsa zamanında “Cemi’ vüzera ve erkân, muntazam-al ahval ve kâffe-i reâya eyyâm-i saltanatında müreffeh-al hal idi. Kavânin-i şeriat ve adâlet muhkem, devletinde kamu ehl-i vilâyet muazzez ve muhterem idi[189]. Halk, onun için o kadar muhteremdi ki, bir deprem olayını, devlet adamlarının halka yaptığı zulme bağlıyor ve bundan dolayı vezirlerini azarlıyordu[190].
Fikir hürriyetine pek taraftar olmamakla beraber, babası zamanında başlamış olan ilim cereyanını devam ettiren, şair ve bilginleri koruyan, aynı zamanda kendisi de şiirler yazabilen Bayezidin devrinde, “âfitâb-i ilm ü irfan” pek parlak bir dereceye varmıştı[191]. O, fikrî hayatın gelişmesine yaptığı büyük yardımlarla kendisinden öncekilerden aşağı kalmayan, daimi ve şerefli bir hatıra bıraktı[192]. Sanat eserlerine ve âmme menfaatına yarayan eserlere beslediği canlı anlayışın, hâlâ konuşan şahitleri vardır[193]. Bunların dışında, orduyu islâh eden, yeniçerlilerin sayısını artıran, onları yeni silâhlarla teçhiz eden, topçu ve süvari teşkilâtı ile ciddi surette meşgul olan yine o idi.
Sözün kısası, Bayezid, Osmanlı hükümdarlarının büyükleri arasında yer almıya hak kazanmış olan bir padişahtır[194]. Çok karışık siyasi hâdiseler karşısında bile O, tedbir alabilecek ve düşmanlarının kendisine karşı takip etmek istedikleri politikayı bozabilecek kadar ileri siyasi düşüncelere sahipti. Bayezid, devletin menfaatlarını görebilen, bunları sağlamaya çalışan, barış ve sükûnet içinde yaşamayı, ma’mûr bir memleket ve mesut bir halk görmeyi özleyen bir şahsiyettir. O, mecbur kalmadıkça kan dökmekten ve fenalık yapmaktan sakınan, ilim ve sanatı himaye eden bir hükümdardır. Kemal Paşa-zade, onun devrini en doğru ve en veciz bir surette aşağıdaki cümlelerle özetlemektedir:
“Hâmi-i adi ü insaf olan riyâset-i kâmilesiyle mesâlik-i bahr ü ber masun ve memun” ve “siyaset-i şâmilesiyle memâlik ma’mûr oldu; kerâmet-i bâhiresiyle livây-i hilâfeti mansur; velâyet-i zahiresiyle ehibbây-i salatanatı mevfur; devlet-i kahiresiyle eiddây-i memleketi makhûr oldu,,[195].