Türk devlet teşkilâtının Islâm âleminde kuvvetli ve bariz tesirler yapması, bilhassa, Büyük Selçukî Devleti’nin kuruluşundan sonradır. Abbâsî halifelerini nüfuzları altına aldıktan sonra, Mısır ve Suriye gibi Şiî Fâtımî halifelerinin hâkimiyet sahaları müstesna olmak üzere, Islâm dünyasının hâkimi olan ilk Selçukî sultanları, devlet müesseselerini çok sağlam olarak kurdular. Bunlar arasında Sâsânî ve Islâm menşeinden gelenlerin yanı sıra, kısmen Karahanlılar’dan ve kısmen de Oğuz ananelerinden kökünü alan Türk müesseseleri de mevcuttu. Bu büyük devletin parçalanmasından sonra, yerine kâim olan muhtelif devletlerde meselâ, Harizmşahlarda, Suriye, Iran ve Anadolu Selçukîlerinde, Atabeylerde, Eyyûbîlerde, sonraları Memlûklerde- Türk menşeinden gelen müesseseleri görmek kabildir[1]. Mısır Memlûkleri’nin, devlet teşkilâtı husûsunda Selçuklular’ın tesiri altında kaldıkları çok açıktır. Onların varis oldukları Eyyûbîler, Selçuklular Devleti’nin kollarından biri idi[2]. Bu makalede, Fuat Köprülü’nün Selçuklu tesiriyle ilgili mülahazaları kaynakların ışığında bir nebze de olsa teferruatlandırılarak, konuya ışık tutulacaktır. Ayrıca Memlûklerin tevârüs eyledikleri tarihî arka planı ortaya koymak ve teşkilât tarihlerine bir katkıda bulunmak maksadıyla, elde edilebilen bilgiler dahilinde, Selçuklu-Memlûk teşkilâtları alâkaları ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu yapılırken ıstılahlardan başlanacak gidilebilecek yere kadar gitmeye çalışılacaktır. Ancak bizim maksadımız temas edilecek olan müesseselerin mufassal bir tarihini yazmak değildir. Böyle bir teşebbüs bu makalenin dar çerçevesine sığmayacağı gibi, bizi asıl mevzumuzdan da uzaklaştıracaktır. Burada Selçuklu-Memlûk irtibatını tebarüz ettirmek istediğimizden müesseselerden ancak genel hatlarıyla bahsetmekle iktifa ettik.
I- TEŞKILÂTA DÂIR BAZI UNSURLAR
A) SELÇUKLU GULÂMLARINDAN MISIR’DAKI MEMLÛK NIZÂMINA
Mısır’da kurulan Memlûkler Devleti, münhasıran “memlûk” (=gulâm) statüsündeki askerî zümreye dayalı siyasî bir teşekküldü. Bu devletin askeri teşkilâtının dayandığı tarihî kaynaklardan birisi Selçuklu askeri teşkilâtıdır. Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran Türkmenler, yavaş yavaş devlet idaresinden ve ordudan tasfiye edilerek, yerlerine gulâm sistemine göre yetiştirilmiş olan kadrolar getirilmişti. Bunun en başta gelen sebebi, “saltanatın hanedanın ortak malı” olarak telâkki edilmesi şeklinde ifade edilebilecek olan Türk hâkimiyet anlayışının devlete verdiği zararın, tarihî tecrübe ile anlaşılmış olmasıdır. Buna mâni olmak için Tuğrul Bey, başlangıçtan itibaren merkeziyetçi bir devlet kurma gayreti içine girmişti. O, bu sebeple, Ibrahim Yınal, Kutalmış ve Elbasan gibi Selçuk’un torunları olan şehzadelere özel bir hâkimiyet sahası tahsis etmemişti. Bununla beraber, Oğuz töresine göre, yaşı icabı hukuken reisleri bulunan amcaları Inanç Yabgu ile devletin kuruluşunda ve askerî zaferlerde birinci derecede rolü olan Çağrı Bey’i hükümranlık haklarından mahrum etmek doğru ve kolay bir iş değildi. Tuğrul Bey’den itibaren merkeziyetçi bir devlet mekanizması kurma gayretleri beylerin mukavemetleri ve isyanları ile karşılaşmış ve vâki mücadelede Türkmen beyleri aristokrasisinin nüfuzu tedricen kırılmış ve yerlerine kölelikten yetişen Türk emîrleri kumandan ve valiliklere yükseltilmiştir. Netice olarak Tuğrul Bey ile Çağrı Bey’e ait olan miras Alparslan’a intikal ederek Inanç Yabgu’nun hakimiyetine son verilmiş, devletin birliği kurulmuş ve kimseye hâkimiyet hakkı bahşedilmemiştir. Bununla beraber Selçuklu sultanlarının merkeziyetçi bir devlet kurma gayretleri sadece yüksek makamlara yapılan tayinlere münhasır kalmış, ve Türkmen beylerinin nüfuzunu kırma ve Oğuz ileri gelenleri yerine Türk memlûklerini yerleştirme teşebbüslerine rağmen bünyede köklü bir değişiklik yapılmamıştı. Zirâ, köle menşeli emîrler (gulâmlar) görevlendirildikleri yerlerde “resmi bir memur” durumunda olup, insanlar üzerinde başkaca bir nüfuza sahip değillerdi. Türkiye Selçukluları ve Osmanlılarda da bunların büyük ve zengin ıktâlarla kontrol edilmeyecek kadar güçlenmelerine izin verilmemiş ve bu nevi emîrler görevli bir âmir konumunda kalmışlardır. Devleti hanedan azasının müşterek malı kabul eden Türk anlayışını yıkmak, saltanat usûlünü değiştirmek, Büyük Selçuklu sultanlarının ciddi gayretlerine rağmen mümkün olmadığından, her sultanın ölümü bir taht kavgasına, mücadele veya parçalanmaya yol açıyordu. Osmanlılar müstesna olmak üzere, bütün Türk devletlerinde bu anlayışın sürmesi bu ananenin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.
Selçuklu sultanlarının arazi idaresinde yapmaya çalıştığı düzenlemeler sadece merkezî otoriteyi sağlamayı hedeflemiyordu. Selçuklular, askerlerini ülkenin her tarafına dağıtarak toprağa bağlı bir ordu vücuda getirirken, devletin temelini teşkil eden bir kısım Türkmenlerin geçimini de temin ediyor ve memleketin imar ve idaresine de yeni bir yol buluyorlardı [3]. Iktâ sistemiyle[4] devlet maaş ödemeden bir orduyu beslemekte, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmekte ve istihsalin artmasını, sağlamakta, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idârî bir kadro oluşturmakta idi[5]. Büyük Selçuklu Devletini kuran unsurun, devletin devamı için de, askerî kuvvetin esası olması zarureti vardı. Fakat, bir taraftan devletin henüz baş dayanağı olan bu göçebeleri yeni şartlara uydurmak için onları ananevi hayat tarzı ve hakimiyet telâkkisinden uzaklaştırmak, diğer taraftan da eski hayatın verdiği alışkanlık sebebiyle devam eden yağma ve çapul faaliyetlerine son vererek, devlete bağlı yerleşik bir unsur hâline getirmek gerekiyordu. Işte Selçuklu devrinde toprağa bağlı bir ordunun kurulması, yani göçebelere arazi tevzi etmek suretiyle, askerî ıktâların kuruluşu hadisesi bu ihtiyaç ve zaruretlerin askerî hedefler ile telifi, asker ve idareci unsurlar ile reaya arasındaki münasebet ve menfaatlerin ahenkleştirilmesi faaliyetinin neticesidir[6]. Zira ananevî usullerle bir devletin kaim ve daim olması mümkün gözükmemektedir. Her nevi nizamsız siyasî ve iktisadî etkinliğin talihsiziliği, uzun devirler sürdürülememesidir. Er ya da geç kaynaklar tükenecek ve hazıra dağ dayanmayacaktır. Bu bakımdan ancak tarım toplumuna ait bir nizamın tesisi ve bu yolla siyasî, iktisadî ve askerî gücün payidar olması mümkündü. Bu bakımdan yarı-göçebe kültürün yerine yerleşik ve üretime dayalı bir sisteme ihtiyaç duyulmuştur. Bu yolla hem yarı-göçebe hayata dayalı çevrelerin gücü elinden alınacak, hem de yeni nizamın askerlerine yeni gelir kaynakları sağlanacaktır. Bu bakımdan askerî ıktâ nizamıyla Türkler kendi çağlarına uymakta gösterdikleri bu başarıyla hem coğrafya hem de tarihe tutunma imkânını elde etmişlerdir.
Ortaçağlar boyunca, Türk-Islâm devletleri ordularında, köle statüsünde ki Türkler büyük ölçüde istihdam edildikleri için Selçuklu ordusundaki hür Türkmenlerin yerini zamanla gulâmların[7] alması Büyük Selçuklu Devletinin tekamül ederek klasik bir Türk-Islâm devleti[8] hâline gelmesinin tabii neticesi olarak sayılmaktadır[9]. Bilindiği kadarıyla gulâm düzeni Selçuklulara Sâmânîlerden geçmiştir[10]. Büyük Selçuklu devletinde gulâmlıktan yetişmiş, sarayda veya orduda muayyen bir rütbeye ve dereceye ulaşmış askerî erkân görev almıştır. Bunlar devletin ve hükümdarın dayandığı başlıca kuvvetlerdi. Bu itibarla hazerde ve seferde onların oynadıkları roller pek büyüktü[11]. Büyük Selçuklu ordusunun üç ana kısmından birini gulâmân-ı saray denen bu grup oluşturuyordu[12]. Selçukluların siyasî ve kültürel bakımdan devamı olan diğer tâbi devletlerde de gulâm sistemi görülmektedir. Meselâ, Kirman Selçuklu devletinde ordunun ikinci büyük kısmını gulâmlar teşkil ediyordu. Bu gulâmların Türk kölelerinden satın alınıp Horasan yoluyla Orta Asya’dan getirildiği sanılmaktadır[13]. Yine Selçuklular Anadoluya girdiklerinde bu gulâm (memlûk) sistemini beraberlerinde getirmiş ve uygulamışlardı [14].
Biraz yukarıda da ifade edildiği gibi, Büyük Selçuklular’ın devleti merkezileştirme çabaları ve böylece Türkmen beylerinin nüfûzunu kırıp Oğuz ileri gelenleri yerine, memlûkleri ikâme etme teşebbüsleri köklü bir değişiklik getirmemişti. Zira kendilerine geniş vilayetler verilen ve çoğunun menşei köle olan emîrler, ıktâları dahilinde besledikleri ve maiyyetlerinde bulundurdukları bazen sayısı bine varan askeriyle üstün kuvvetli bir hükümdar gibiydiler. Büyük ıktâ (tımar)’ya müsaade etmeyen Türkiye Selçuklularından ve Osmanlılardan farklı olarak bu ıktâ sahipleri, maiyetlerindeki askerlerin yalnız amiri değil, aynı zamanda hâkim ve efendileri bulunuyorlardı [15]. Bu sebeple Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasını müteakip aynı isimde pek çok Selçuklu Devleti ortaya çıkmıştır. Türkiye Selçukluları Devletinin yıkılmasından sonra ise ancak uçlarda devlet olmaya namzet yapılar ortaya çıkmıştır. Zira belirttiğimiz gibi, Türkiye’de (Anadolu) büyük ve feodal mahiyette ıktâlara müsaade edilmemişti. Vilayetlerde askerleri başında bulunan subaşılar (serleşkerler) o vilayetin ve askerlerin sahibi ve efendisi değil, sadece âmiri idiler[16].
Selçuklular, 11. asrın ikinci yarısından itibaren, bilhassa Sultan Alparslan zamanında, Fâtimî Devleti’nin hakimiyeti altındaki Suriye’ye girmiş ve burada Suriye ve Filistin Selçuklu Devletleri kurulmuştur. Bu yolla Selçuklu müesseseleri ve dolayısıyla ordu teşkilâtı da bölgeye getirilmiştir[17]. Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olarak kurulmuş olan fakat sonraları bağımsızlıklarını elde eden atabeyliklerin askerî teşkilâtları da aynı idi. Selçukluların yıkılmasından sonra ortaya çıkan ve onların devletlerinin mirasına konan yeni devletlerin bir çoğu onların atabeyleri veya tâbileri olup eski nizâm aynen devam ediyordu[18]. Musul Atabeyliği Nûr ed-Dîn Mahmud Zengî zamanında askerî teşkilâtını düzenledi. Bu düzenleme de tamamiyle Büyük Selçuklu Devletinin askerî teşkilâtının küçük bir modeli idi. Selâh ed-Dîn, amcası Şirkûh ve babası Necm ed-Dîn Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi olan Irak Selçukluları vasıtasıyla Musul Atabeyliğine intikal eden askerî teşkilâtın içinde birer kumandan idiler[19]. Bu yönüyle Eyyûbîler, Selçukluların koynunda gelişmiş ve onların pek çok âdetlerini almıştır[20]. El-Kalkaşandî, Selâh ed-Dîn’in Nûr ed-Dîn Mahmud Zengî adına Mısır’a hâkim olunca bu ülkede icrâ edilmekte olan Fâtimî usûl ve merasimini kamilen değiştirip yerine Türk (yani Selçuklu) nizamını ikame ettiğini yazar[21]. Dolaysıyla, Eyyûbîler Selçukluların pek çok âdet ve nizamını Mısır ve Suriye’ye getirmişlerdir. Bu sebeple Eyyûbî teşkilâtını iyi anlayabilmek için Selçuklu askerî nizamının iyi anlaşılması gereklidir[22]. Selçuklular değerli kumandanlarına askerî hizmet karşılığında ıktâlar veriyorlar ve onları atabek olarak şehzadeleri terbiye ile görevlendiriyorlardı. Bunlar, ifade edildiği gibi, bir süre sonra bağımsızlıklarını elde ettiler. Bu atabegliklerden en önemlilerinden birisi de bahsi geçen Musul Atabeyliği idi. Bu atabeyliğin başında bulunan Nûr ed-Dîn Zengî vasıtasıyla Mısır’ın yolu kendisine açılan Selâh ed-Dîn Eyyûbî (1169-1193) amcasının el-Esedîyye ve kendine bağlı es-Sâlihîyye ve en-Nâsırîyye memlûklerine dayanarak Halife ‘Adîd ölüm döşeğinde iken Mısır’da Abbasî halifesi adına hutbe okutmuştu[23]. Eyyûbîler Fâtimîler’in yerine Mısır’a hâkim olunca Fâtımîlerin pek çok teşkilâtını bırakıp, Musul Atabeki ‘Imad ed-Dîn Zengî Devleti’nin müesseselerini benimsemişlerdi[24]. Selâh ed-Dîn Eyyûbî Mısır’a hâkim olunca askerî teşkilâtı da yeniden düzenlemişti. Bu düzene bakınca sistemin Selçuklularda olduğu gibi ıktâlı süvarilere dayanan bir teşkilât olduğu görülmektedir[25]. Selâh edDîn Fâtimî ordusunda bulunan Zenciler ve Ermenileri ortadan kaldırarak onların yerine Türkleri ikame etmişti[26]. Kaynaklarda, Eyyûbî Devletinde memlûklere ilk önem veren sultanların en-Nâsır Selâh ed-Dîn Yûsuf b. Eyyûb ve kardeşi el-Melik el-Âdil Ebû Bekir olduğu ifade edilmektedir[27]. Eyyûbî Devletinde memlûk gruplarının daha muntazam olarak ortaya çıkması el-Melik el-Kâmil Muhammed (1218-1238) ve el-Melik es-Sâlih Necm ed-Dîn Eyyûb (1240-1249) zamanlarıdır. el-Melik es-Sâlih kardeşi el-Melik el-‘Âdil’e karşı olan mücadelesinde ve bilhassa Moğol Istilası karışıklıkları sırasında cesaretleri, binicilikleri, vücut yapıları, yiğitlikleri, atılganlıkları, iyi atıcı ve soylu oluşları gibi meziyetleri yüzünden pek çok Kıpçak memlûku satın aldı. Bu kıpçak memlûkler yeni geldikleri Mısır’da âdet ve ananelerini sürüdürdüler[28]. Memlûkler Eyyûbî Devleti içinde sultanları hal’ edecek ve yenisini getirebilecek bir güce de ulaşmış bulunuyorlardı [29]. Bu siyasî zeminde kendisine yeni ve farklı bir asabiyye arayan Necm ed-Dîn Eyyûb erRavza adasında kendisine bir saray yaptırıp el-Memâlik et-Türkiyye/ el-Etrâk elKıfcâkiyye[30]/ et-Türk el-Kıfcâk[31]’tan mürekkep memlûklerini de buraya yerleştirmişti. Burada el-Memâlik el-Bahrîyye[32] es-Sâlihîyye/ el-Memâlik enNecmiyye[33] adıyla adlandırıldılar[34]. es-Sâlih Necm ed-Dîn Eyyûb devrine kadar pek çok Sultan memlûk satın almıştı. Ancak onun zamanına kadar mevcut memlûkler genellikle büyük yaşta, savaşlara katılmış tecrübeli kişilerdi. es-Sâlih ise çocuk denilebilecek yaşta memlûk satın almış ve onları medenî ve askerî eğitimden geçirmişti[35]. el-Melik es-Sâlih Necm ed-Dîn Eyyûb’ün getirdiği memlûklerle kurduğu teşkilâtta 800 ila 1000 kişi arasındaki grup Eyyûbî sülâlesini yıkarak 1250 senesinde Memlûkler Devleti’ni kurmuşlardır[36]. el-Makrizî’nin ifadesiyle adı sanı duyulmamış, insanlar arasında bilinmeyen, asil bir soydan da gelmeyen bu memlûkler[37] devlet kademelerinde sultanlığa kadar yükselmişlerdi.
B) ORDU DEVLETIN ESASLARINDAN ASKERî IKTÂ NIZÂMI
Devletin merkezileştirilmesi ve buna bağlı olarak geliştirilen toprak nizamındadaki değişikliğin en önemli sonuçlarından biri olan Askerî Iktâ Sistemi, Selçuklu müesseseleri arasında en önemlisini teşkil eder. Gerçekten Selçuklu Devleti, daha kuruluş devresinde, ananaye göre hakimiyet sahalarına ayrılırken bu taksimin ıktâ ıstılahıyla ifade edilmesi Türk ve Islâm unsurlarının bu müessesenin doğuşunda nasıl imtizaç eylediğini açıkça meydana koymaktadır.
Islâm Dünyasında kendi şartları içinde gelişmiş bulunan ıktâ[38] Selçuklular devrinde Türk askerî ve idârî yapısına göre tamamıyla yeni bir mahiyet almıştı. Iktâ, ilk devirlerinde, halifeler tarafından, değişen vergilerini ödemek şartı ile hukukî bakımdan kimsenin mülkiyetinde bulunmayan toprakların veya maktu bir hazine gelirini temin ettikten sonra bir yere ait sadece vergilerin yahut da muahharen ve bilhassa Selçuklulardan itibaren, muayyen yerlere ait devlet gelirlerinin hizmet ve maaşlarına karşılık olarak, kumandan asker ve sivil ricale menşûr, tevki’ ve daha başka isimler alan vesikalar ile terk ve tahsis manasına bir ıstılahtı [39]. Bu işlerle ilgili olan divân el-cünd, Hz. Ömer (634- 644) devrinden beri Islâm devletletlerinde mevcuttu. Emevîler, Abbâsiler, Büveyhiler, Fâtimîler (divân el-ceyş ve er-revâtib) ve Eyyûbîler’de (divân el-iktâ ve er-revâtîb) hep mevcut olmuştur[40]. Emevî ve Abbâsî halifeleri Memlûklerin uygulamalarından farklı olarak, Mısır arazilerini kendi has adamlarına ıktâ olarak veriyorlardı. Mısırdaki askerlerin maaşları, diğer giderleri ve Beyt el-Mâl’in hakkı haraç gelirlerinden karşılanıyordu. Iktâ arazisinin geliri ise verilen kişinin tasarrufundaydı [41]. Devrin şartlarına uygun olarak kurulan ıktâ nizâmı, Abbâsiler zamanında askerlik hizmeti Araplardan Türklerin eline geçince, artık başka bir mahiyet kesbetmişti. Başlangıçta ücretli asker olan Türkler, zamanla devlet işlerine hâkim olmaları ve para iktisadîyatının sarsılmasıyla, ordunun ihtiyaçları, hazineye ait vergilerin tahsil edilip maaş olarak tevzii yerine, doğrudan doğruya arazi gelirine bağlandı. Bu suretle bir çok yerde vergi toplayıcısı ve kiracısı hâline gelen kumandanlar, maiyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık olarak hesap edilen vergileri tahsil ettikleri yerlerin ıktâ sahipleri oldular[42]. Bu gelişme belli bir geçiş aşamasının yaşanmasıyla oldu. Abbâsilerin merkezinde çoğunluğu Türklerden oluşan profesyonel bir ordunun bulunması ve maliye üzerinde gittikçe ağırlığını hissettirmesi ıktâ sistemini derinden etkilemiştir. Bu dönemde, bir taraftan ıktâ edilebilecek durumdaki devlet toprakları azalırken bir taraftan bu ordunun bakım masraflarının artması ve buna ilâveten baş gösteren isyanları bastırmak için hazinenin aşırı harcama yapması neticesinde devlet hazinesi fevkalâde fakirleşmiş ve bir kısım büyük memur ve kumandanlara maaş ve ücret yerine bazı arazilerin haracını toplama hak ve yetkisinin tanınması usûlü getirilmiştir. Bu yeni uygulamaya ıktâ elistiğlâl denilmiştir[43]. Askerî ıktâ rejimi Büyük Selçuklu Devletinin her tarafına yerleştikten sonra[44], onun diğer müesseseleri gibi, ondan doğan veya medeni tesirlerine maruz kalan devletlerde, yani Atabeyliklerde, Harizmşahlarda ve biraz daha tadil edilmiş ve tekamül etmiş olarak Türkiye Selçuklularında da yerleşmiş ve bu vasıta ile tımar/ dirlik adı altında Osmanlılara intikal etmiş ve Musul Atabeyleri vasıtasıyla da Mısır’a geçmiş, kuruluşundaki gibi Fâtimî ıktâının tadili şeklinde Eyyûbî ve Memlûkler Devletinde Selçuklulardaki ehemmiyetini kazanmış ve hattâ Selçuklu idaresinde kalmış toprakların ilhakı suretiyle Gurîlere ve bu kanal ile de Aybek zamanında Hindistan’a kadar yayılmıştır[45].
Eski Türk toprak rejiminin yeni şartlara uydurulması ile ortaya çıkan ıktâ, askerî olduğu kadar devletin idârî ve hukuki temellerinden birini teşkil etmektedir[46]. Bunların yanında bazı kaynaklar, askerî ıktâyı Selçuklu tarihindeki bir çok idârî ve askerî yenilik gibi ilk defa Nizâm el-Mülk’ün kurduğunu yazarlarsa da gerçekte onun yaptığı, eskiden beri bilinen ve özellikle Büveyhîler tarafından geliştirilen bu usûlü daha sistemli bir yapıya kavuşturmaktan ibarettir[47]. Selçuklular, atabek unvanı verilen emîrlerine ıktâlar vermek suretiyle bu nizamın Iran, el-Cezire ve Suriye topraklarının büyük bir kısmının askerî ıktâ haline gelmesini sağlamışlardır[48]. Bu sistem gelişerek Osmanlılarda ifade edilen tatbik şeklini bulurken, başka bir coğrafyada, Mısır’da, tamamen orijinal bir yapı olarak zuhûr etmiştir. Iktâ sistemi, Buveyhî ve Selçuklulardaki ıktâ uygulamalarının bir benzeri olarak, Fâtimîlerin son dönemlerinde ordu kumandanlarının ücretlerinin ve maaşlarının ödeme uygulaması ile başlamıştı [49]. Selçukluların Suriye’yi fethetmeleri doğunun karakteristik ıktâ sistemini bu ülkeye kadar yaygınlaştırdı. Bu sistemi, ülkenin merkeziyetçi ve otoriter geleneklerinin şekillendirdiği bölge olan Mısır’a Selâh ed-Dîn getirmiştir[50].
Islâm dünyasında gelişmiş olan askerî kölelik sistemi, Islâm dünyası haricinde bu isimle tavsif olunabilecek benzeri olmayan bir müessesedir. Aslında köleleri silâh altına almak suretiyle ordu kurmak Islâm dünyasına mahsus bir hâl değildir; ama hiçbir sistemde Islâm dünyasındaki gibi dev bir hedef uğruna o kadar büyük bir gücü teşkilâtlandırmayı başaran, hayret edilecek başarılar gerçekleştiren ve uzun müddet ayakta kalabilen inceden inceye teşkilâtlanıp, organize edilmiş kölelerden oluşan askerî bir kurum kurulamadı [51]. Bu fevkalâde önemli teşkilât, Mısır Memlûkleri ismiyle bilinen Türk devletinden başkası değildir.
C) SELÇUKLULARDAN MEMLÛKLERE IKTÂ; NÂN-HUBZ
Memlûkler Devleti kelimenin tam manasıyla ıktâ esasına dayanan bir devletti[52]. Tarihî seyrini izaha çalıştığımız askerî ıktâyı Memlûkler, Selçuklularla başlayan vetirede, bir anlamda vârisi oldukları Eyyûbîlerden tevârüs etmişlerdir. el-Iktâât elceyşîyye[53]/hubz[54]/ahbâz[55]/ahbâz el-ümerâ ve el-halka ve el-ceyş[56] tabiri ile ifade edilen ıktâlar Mısır’da emîrler ve askerlere (cünd) verilmekteydi. Memlûklerin her birisinin hubz denilen ıktâları vardı. Meselâ, memlûk asıllı tarihçi Baybars el-Mansûrî 1271’de en-nakdiyye/erbâb el-câmekîyye’den el-Iktâiyye’ye geçtiğini ve kendisine ıktâ(hubz) verildiğini kaydetmiştir[57]. Memlûklerin ıktâlarına hubz adının verilmesi bize Selçuklular devrinde ıktâ ya da bir görüşe göre zemin’in mahsulünün tahsisi olarak verildiği şeklinde yorumlanan Nân-pâre[58]/nân[59] kelimesini hatırlattı. Hubz kelimesi Arapça’da ekmek anlamına gelmektedir. Nân-pâre kelimesi de Farsça’da ekmek parçası anlamına gelir. Istılah olarak ortaya çıkan bu büyük benzerlikle hubz kelimesinin tarihi arka planda Selçuklulara kadar giden bir başlangıcı olabileceğini düşündürmektedir. Memlûkler devrinde emîrlere arazinin gelirinin tahsis edildiği düşünülünce lafzî olarak görülen benzerlik muhteva olarak da düşüncemizi destekler görünmektedir. Her halükarda biz nân-pare ile hubz kelimelerinin Selçuklu-Memlûk irtibatına delil teşkil edebilecek bir bilgi olduğu kanaatindeyiz. Osmanlılarda görülen dirlik[60] nizâmında bunun başka bir tarihî tezahürü gibidir.
D) MAAŞ NIZÂMI
Büyük Selçuklularının meşhur veziri Nizâm el-Mülk’e göre, ordu, “ıktâ ehli” ve “maaş ehli” olmak üzere başlıca iki kısımdan meydana geliyordu. Ona göre gulâmlar, daha doğrusu emîrlik rütbesine erişememiş gulâmlar, maaş ehlini teşkil ediyorlardı. Bu rütbeye erişmiş gulâmlarsa, maaş yerine ıktâ alıyorlardı. Yine ona göre, ‘Orduya ödenecek para belli edilmelidir. Iktâ ehli olanlar (ıktâları) ellerinde mustakil ve mukarrer tutmalıdır. Gulâm olanların ve ıktâ ehli olmayanların (alacakları) para (mal)nın ne kadar olduğu tayin edilmeli; zamanında kendilerine verilmeli veya yılda iki defa onları (sultan) huzuruna çağırarak kendilerine paralarını vermelidir. Onların kalbinde muhabbet ve uyum (ittihad) meydana gelmesi için, padişahın aylık (müşâhere)larını onlara kendi eliyle vermesi tercihe değer’dir[61]. “Selçuklular devrinde verilen maaşa câmekî denilmektedir[62]. Bu devirde, câmegîyât, câmikiyât -câmegî’nin muaarebi, câmekî’nin cemi-; Bir elbise (câme) için kâfi yün kumaş parçası, maaş, ücret anlamına geliyordu. Câmekiyye: “burs”, “maaş”; sivil ve askerî hizmetkârlar (haşem ve hadem)a ödenir ve müstevfî vasıtasıyla idare edilir, müşrîf ödenmesini kontrol ederdi[63]. Kanaatimizce ıstılâhtaki bu benzerlik Selçuklu-Memlûk irtibatını ortaya koyan çok önemli bir bilgidir. Zira geçen yüzyıllara ve Arapça kaleme alınan kaynaklarda kelime aslını ve mahiyetini koruyarak Memlûklere ulaşabilmiştir. Eyyûbîlerde de ordunun ana muharip gücünü ıktâ sahibi olan veya câmekîyye alan süvari birlikleri meydana getirdiği bilgisi de bu irtibatı desteklemektedir[64]. Burada bu devamlılığın çok önemli bir delili ortaya çıkmış bulunmaktadır. Memlûkler Devletinde de ordunun bir kısmı ıktâlı [65], diğer bir kısmı ise câmekiyye(cevâmik)[66]/câmekiyât[67] adını alan maaşlı kişilerden teşekkül etmekteydi[68]. Emîrler, zaman zaman câmekiyyeden ıktâa geçmekteydiler[69]. Memlûk asıllı tarihçi Baybars el-Mansûrî 1271’de en-nakdiyye/erbâb el-câmekîyye’den el-Iktâiyye’ye geçtiğini ve kendisine ıktâ(hubz) verildiğini kaydetmiştir[70]. Ödemeler, revâtib elmemâlik[71], er-rızk[72], cirâyât[73], mürettebât[74], nafakat el-memâlik[75] olarak da geçmektedir[76]. Erbâb el-ahbâz/erbâb Iktâât[77] ve erbâb el-cevâmik/ erbâb errevâtib/eshâb el-câmekiyye[78] ifadeleri bu iki gruba işaret etmektedir[79]. el-Memâlik essultâniyye, el-memâlik el-karânis, es-seyfiyye gibi memlûk gruplarına bu maaş ve ıktâlar verilmekteydi[80]. Meselâ, Berkuk’un ilk saltanatında el-memâlik el-eşrefîyye kontrol edilmiş; bunların 500 kadar oldukları ve bunlardan 400’ünün halkada ıktâlı, 100’ünün ise cevâmikli memlûklerden oluştuğu tespit edilmiştir[81]. Burada ortaya konulduğu üzere memlûklere yapılan ödemeler sistemi Selçuklu devri ödeme nizamıyla esas itibariyle benzeşmektedir. Her iki devletin maaş sistemi, hem ıstılâhlar hem de uygulamalar bakımındann biribirine çok benzemektedir. Bu durum çok tabiidir zira Memlûklerin tarihi tecrübe itibariyle kendilerinden önceki Eyyûbî ve Atabeyliklerden istifade etmiş olmaları yanında, aynı medeniyet dâiresine dâhil olmaları münasebetiyle neticenin benzer tecelli etmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Ancak bu tesadüfî değil tarihî ve tecrübî bir neticedir.
E) VEZÎR, ATABEK, KAZIASKER, TAVÂŞÎ, ÇAVUŞ, TU⁄RA, ÇÂLIŞ, GÂŞIYE
Vezirliğin, Abbasîlerden itibaren Islâm devletlerinde ve bütün Islâmî Türk devletlerinde mevcut olduğu malumdur[82]. Memlûkler devrine kadar devlet hiyerarşisinde ikinci sırada vezir[83] gelmekteydi. Memlûkler devrinde, saltanat naibliği makamı ihdas edilmiş ve vezaret arka plânda kalmıştır. Ancak bu devreye kadar vezirin mali işlerin koordinasyonuyla ilgilendiği görülmektedir. Memlûkler Devleti’nin bilinen ilk veziri Şeref ed-Din Hibetullah b. Said el-Fâyizî adlı Kıptî asıllı kalem ehlinden (küttâb) bir kişi idi[84]. Sultan Kalavun devrinde, kitâbet el-memâlik (askerî kâtiplik) kurulmuştu. Bu büro, sefere çıkılacağı zaman arz (yoklama) için askerlerin kimlik bilgilerinin (soy, neseb, isim, alâmet-i fârika v.s.) bildirilmesinden sorumluydu. Ayrıca memlûklerin câmekiyyeleri (maaş) dağıtılacağı zaman memlûklerin ad ve neseblerini bildirmek gibi işlere de bakıyordu[85]. Kitâbet el-memâlik es-sultânîyye’de kâtib el-‘alîk denilen bir görevli bulunduğu bilinmektedir[86]. Sultan Eşref Halil’in veziri Şems ed-Dîn es-Sallûs’a memlûklere ödeme yapma emri verdiği kayıtlardan anlaşılmaktadır[87]. enNâsır Muhammed devrinde, vezaret iptal olunarak, kitâbet es-sırr(sır kâtipliği)[88], elüstadârîyye[89], nazar el-hâs[90], şadd ed-devâvin[91] olarak ayrılmıştı [92]. Memlûk ordusu sefere çıkacağı zaman vezir ve nâzır el-hâs’a emir verilir, onlar da buyût es-sultân[93] denilen bölümlerde sefer hazırlığına başlarlardı [94].
Atabek[95], Türkçe bir kelime olup, Sultanın çocuklarını eğiten kişi demektir. elKalkaşandî’ye göre, atabek el-asâkir lakabındaki atabek ismi ilk defa 1072 senesinde Melikşah tarafından veziri Nizâm el-Mülk (ed-Devle)’ye verilmiştir. Atabeklik, Eyyûbîlerde ve Memlûkler Devleti’nin ilk devirlerinde Selçuklular zamanındaki[96] bu anlamı ile kullanılmıştır. Bu kelime sonraları Memlûklerde mukaddem el-asker (Memlûk ordusunun baş komutanı) makamında kullanılmıştır. Atabek el-asâkir, devlette mertebece nâibden hemen sonra gelirdi. Memlûkler Devleti’nde de bu unvânın anlamını değiştirerek de olsa kullanılması Selçuklu-Memlûk irtibatının önemli ip uçlarındandır[97]. Buna ilâve olarak Atabek el-Asâkir için Selçuklular’da[98] da görülen Beğlerbeyi[99] kelimesinin kullanılıyor olması da bu görüşümüzü destekler mahiyettedir. Kelimenin lafzen ve manen gösterdiği bu benzerlik iki devlet arasındaki mevcut alâkayı da gösterir mahiyettedir.
Anadolu Selçuklularında ve Eyyûbîlerde mevcudiyetini bildiğimiz Kâzî el- ‘Askerlik[100] görevini deruhde eden kâzî el-‘asker denilen bir görevli Memlûklerde de vardı. Bu kişi hazarda ve seferde sultanın yanında bulunurdu. Seferde ordugâhta belirli bir yeri vardı. Kazıaskerîn yardımcısı kâtipler vardı [101]. Şafiî, Hanefî, Malikî kazıaskerleri bulunduğu hâlde Hanbelî kâzıaskerî yoktu[102]. Suriye’de Malikî ve Hanbelî kâzıaskerler vardı [103]. Bu vazifeyi asker menşeli bir kişi yapardı. Bazan da hâcib elhüccâb bu görevi üstlenirdi[104]. Bu kişi kararlarını çabuk verirdi. Bu, özellikle savaş zamanlarında, zaman kaybına engel olurdu[105]. Köprülü’ye göre bu müessese Osmanlılara ya Memlûklerden ya da Türkiye Selçuklularından geçmiştir[106].
Abbâsîlerin ve Gaznelîlerin pek çok ananesine vâris olan Selçuklularda, ve Fâtimî ananelerine vâris olan Eyyûbîlerde tavâşîlerin mühim mevkilere yükseldiği ve devlet işlerinde ehemmiyet kazandıkları görülmektedir. Salah ed-Dîn Eyyûbî’nin veziri Karakuş bir tavâşî idi. Memlûkler zamanında da bu kişilere tavâşî adı verildiği bilinmektedir[107]. Tavâşîler[108] Memlûkler devrinde, tavâşî [109]/ kesük[110]/ et-tavâşî elmukaddem[111]/ mukaddem el-memâlik[112]/ mukaddem el-memâlik essultânîyye[113]/tavâşîyye et-tibâk[114]/huddâm et-tibâk et-tavâşîyye[115]/ sevvâkûn[116]/huddâm[117]/huddâm-hısyan[118]/el-huddâm es-sultâniyye[119]) gibi isimlerle anılmakta olup hadım idiler[120]. Tavâşîler devlet içinde çok yüksek bürokratik mevkilere[121]de ulaşmışlardır[122]. Bunun yanında, onların tibâkta eğitim gören memlûklerle olan ilgileri sebebiyle fevkalade ehemmiyetli bir yerleri vardı [123]. Bunlar memlûklerin buradaki tanziminden sorumlu idiler. Bunların başına, zimâm eddûr/zimâmîyye/zimâm deniliyordu[124]. Bu kişi tablhâne emîri rütbesinde idi[125]. Halil b. Şâhin bunların makamca en yüksek olanlarının mukaddem el-memâlik es-sultânîyye olduğunu kaydeder[126]. Mukaddem olacak kişiye hil’at giydirilerek tavâşîler arasından tayin ediliyordu. Mukaddem el-memâlik, Bâb el-Kulle’den girilen geniş dehlizde mastaba’da otururdu. Kaynakta bu kişilerin tablhâne emîri rütbesinde olduğu ifade edilmektedir[127]. Sultan en-Nâsır Muhammed b. Kalavun devrinde üstadâr olan Akboğa Abd el-Vâhid adlı memlûk müstesna olmak üzere[128] mukaddemler hep tavâşîlerden olurdu[129]. Tibâkların ayrı mukaddemlerinin olduğu anlaşılıyor[130]. Bu kişilerin naib mukaddem el-memâlik es-sultânîyye adını taşıyan yardımcıları vardı [131]. Bunun yanında huddâmdan oluşan eğitici personel de vardı [132]. Bunlar cevâmik denen maaş alıyorlar veya ıktâları bulunuyordu[133]. Kaynakların verdiği bilgilere göre, el-Melik es-Sâlih ‘Imâd ed-Dîn Ebû Ismail (1342-1345) zamanında et-tavâşîyye devlete hakim olmuştu[134]. Tavâşiyye tibâk’taki görevleri dışında Ebvâb, Kenâniyye, Bâb es-Sitâre gibi yerlerde görev yaparlardı. Halil b. Şâhin bunların sayısının 600 olduğunu kaydetmiştir[135].
Eyyûbîler vasıtasıyla Selçukluların pek çok müessesesini almış olan Memlûklerde Selçuklularda varlığı bilinen çavuşlara da rast gelinmektedir. Selçuklular devrinde çavuşlar hükümdar ve saray görevlileri olup, posta ulaklığıyla muhabere hizmetlerinde bulunurlardı. Bir başka görevleri de hükümdar alaylarının önünde yürüyüp hizmet etmekti. “Dûr bâş” (açılın/ uzaklaşın) diyerek hükümdara yol açtıklarından bunlara dûrbâş da denirdi. Hükümdardan başka Selçuklu büyüklerinin de divanlarında hizmet eden çavuşları vardı [136]. Memlûk sultanlarının maiyyetinde çavuşlar zümresi bulunduğu gibi, Suriye’deki naib es-saltana’nın da maiyetinde çavuşlar vardı [137]. Memlûkler Devletinde şiar el-mülk’ten sayılan çavuşluk (el-Çaviş, eş-Şaviş) görevini halka askerlerinden dört kişi yapardı. Bunların görevi geçit merasiminde sultanın ya da nâibin önünde yürüyüp tazimle bağırarak halkın dikkatini çekmekti. Bunlar aynı zamanda mektup taşımak vazifesini de üstlenmişlerdi[138]. Selçuklular devrinde varlığını bildiğimiz candârlar[139] aynı isimle Memlûklerde de var idiler. Seferde, sultanın çadırının gece ve gündüz korunmasından candârlar sorumlu idi[140]. Çadırlar sultanın seferleri ve avlarında beraberinde giderdi[141]. Yine, sultan tarafından emîrlerden birisinin öldürülme emri verildiğinde bu işle emîr candâr ilgilenirdi[142]. Mukaddem elf ve tablhâne emîri rütbesindeki iki candâr emîr, silâhların teslim alınması işine de nezaret ederlerdi[143].
Memlûk sultanları tuğra gibi sembolleri de Eyyûbîler vasıtasıyla Büyük Selçuklular[144]dan almış görünmektedirler[145]. Bunun yanında, Selçukluların bir adeti olan câliş(tuğ)[146] kullanma usûlü de Eyyûbîler vasıtasıyla Mısır’a gelmişti. Yine Selçukluların Şi’î Ismailî mezhebine karşı geliştirdiği medrese nizamı Nûr ed-Dîn Mahmûd Zengî eliyle Şam’da, Selâh ed-Dîn eliyle de Mısır’da kurulmuştur. Selçuklu âdetlerinden gâşiye taşıma Selâh ed-Dîn vasıtasıyla Mısır’a gelmiş ve Memlûkler Devletine de geçmiştir[147]. Selçuklular devrinden bahseden kaynaklarda visâk[148]/ vişâk, vıtak[149] olarak geçen otak muarreb bir kelime olup Memlûk kaynaklarında da sık sık görülmektedir. Memlûkler devrinde savaşlarda kullanılan çadırlar vıtak ve elharkâh/harkâvât olarak adlandırılıyordu. Bunun yanında devrin Türkçe eserlerinden öğrenildiğine göre, çatır, otak gibi kelimeler de kullanılmaktaydı [150]. Memlûkler devrinde, harp zamanlarında savaş sahasına belli bir mesafede ordugâh kuruluyordu. Kumandanın çadırı ortada ve emîrlerin çadırları bunu çevreleyecek şekilde bir düzenle yerleştiriliyordu[151]. Bu ordugâhlar vıtak(vıtâkât)[152] ya da dehliz[153] olarak adlandırılırdı [154]. Buna ilâve olarak tablhâne ve aşerât emîrleri ile askerlerin de çadırları vardı. Askerlerin vıtakları(çadırları) Mısır, Dimaşk, Haleb askerî olarak ayrılırdı [155]. Yine Memlûklerdeki Dehliz[156] kelimesinin Büyük Selçuklular[157] ve Anadolu Selçuklularında görülen Serâ-Perde ile aynı mânâda olduğu ifade edilmiştir[158].
Büyük Selçuklular da ve kollarında sancaklar ve tablhanelerin varlığı bilinmektedir. Ordularda askeri maksadlı mızıkanın mevcudiyeti bilinmektedir. Kösler bu cümleden kaynaklara aksetmiş bulunan unsurlardandır[159]. Memlûk sultanının seferlerinde ve savaşlarında yanında sanâcık ve tablhâne bulunurdu[160]. Memlûkler Devletinde, tablhânede muhtelif davullar ve borular bulunurdu. Burayı ümerâ aşerât rütbesinde emîr alem denen bir emîr idare ederdi. Seferlerde de bu işle o ilgilenirdi. Mihtâr ettablhâne denilen personeli vardı. Burada davul çalan debendâr, boru üfleyen müneffir, kös vuran küsiyy/el-kösî benzeri musikî aletleri çalan kimseler bulunurdu. Her akşam namazdan sonra Kale’de iki defa kös vurulurdu. Tablhâne savaşlar ve seferlerde tulbların yanında ve sultanın çadırının etrafında olurdu. Çalınan bu aletler et-tablhânât ve el-kusât es-sultânîyye adını da alırdı [161].
II- BAZI KÜLTÜREL UNSURLAR
Sultan el-Melik es-Sâlih’in er-Ravza adasındaki kabrinden Beyn el-Kasreyn’deki medresesindeki türbesine nakli sırasında memlûkler beyaz izâ (matem) elbiseleri giyip saçlarını kesmişlerdi[162]. 1277 senesinde, Memlûk Sultanlarından Melik Said Berke hal’inden bir süre sonra vefat ettiği zaman Memlûk sultanı olan Kalavun matem alâmeti olarak beyazlar giymişti[163]. Bu bilgi, Türklerde ve Selçuklularda eski dönemlerden beri câri olan matem gelenekleriyle mütenasip bir durumdur. Saç kesme ve beyaz yas elbisesi giyme gibi adetler Türklerin eski ananelerindendi. Büyük Selçuklu veziri Kündürî, Sultan Alp Arslan’ın emriyle öldürüldüğünde, hanımları, kızları ve cariyeleri yüksek sesle ağlamışlar, saçlarını yolmuşlar ve başlarını açıp toprak serpmişlerdi. Türkiye Selçuklularında ölüm haberini alan kimseler elbiselerini yırtıyor, saçlarını yoluyor ve cenaze töreninde tamamıyla başlarını açıyorlardı. Bunun yanında yas süresince matem elbisesi giyiyorlardı. Alâ ed-Dîn Keykubâd, kardeşinin ölümü dolayısıyla yas alâmeti olarak beyaz atlas giymişti; kumandanlar da, başlıklarını (külah) ters çevirmişler, elbiselerinin üzerine beyaz örtüler çekmişlerdi. Beyaz rengin tercihi eski Türk büyüklerinin beyaz elbise giyme geleneği ile, şehâdete hazırlanma ve beyaz yas elbisesi giyme geleneklerinin varlığı, beyaz rengin kefenle bağlantıyı (ölümü çağrıştırması) gibi hususlarla ilişkili olmalıdır[164].
Musul Atabeyliğinde kabak oyunu okçular tarafından icrâ edilirdi. Okçular yere dikilmiş bir direğin tepesinde bulunan tahta çembere nişan alırlardı. Türkler arasında bu oyuna kabak adı verilmişti. “Kabak bir atıcılık oyunu idi. Ata binmiş bir okçunun, direğin tepesindeki altın veya gümüş kabak şeklindeki bir hedefe atış yapması sebebiyle bu adı almıştı. Kabak’ın asıldığı direk on zira’ oluyordu. Kabak oyunu Meydan elKabak denen özel bir yerde oynanıyordu. Burası Kahire’nin dışında idi. Meydan elEsved, Meydan el-‘Iyd, Meydan el-Ahdar, Meydan es-Sibâk gibi adlarla da anılırdı. Kaynaktan anlaşıldığı kadarıyla harp kıyafetleri giyilerek de oynanıyordu[165]. Bu oyunu sultanlar ve beyler de oynarlardı. Nûr ed-Dîn Mahmud Zengî’nin bu oyunu oynadığı bilinmektedir[166]. Bu oyunun Memlûklerde de aynı adla oynanıyor olması Selçukluların atabeylikleri ile Memlûkler arasındaki kültürel irtibatı gösteren delillerdendir.
11. asırda Türkler arasında çevgân oyununun çok önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Hattâ o kadar ki çevgân vurmakta yarışmak ödüllü müsabakalara ve kumara kadar varıyordu[167]. Çevgân oyunu Selçuklularda da varlığı bilinen bir oyundur[168]. Sultan Nûr ed-Dîn Mahmud Zengî’de iyi çevgân oynayan bir kişi idi. O, elCezire bölgesindeki dindar bir kişiye ‘Ben sizin oyun oynayarak atlara eziyet edeceğinizi, atları yoracağınızı ve eğlence için boş vakit geçireceğinizi zannetmezdim’ sözleri üzerine, ‘Eğlence için değil, askerîmiz ve atlarımızın her an düşmana karşı hazır olması için uğraşıyoruz. Bu uçlarda düşmanla karşı karşıyayız. Saldırılara hazırlıklı olmalıyız. Bunları yapmazsak gece gündüz cihad yapamayız. Her kim ki bu oyunu oynamaya gelirse bu niyetle gelir ve bu da en büyük ibadetlerdendir’ diyerek bu oyunun maksad ve hikmetini çok veciz bir şekilde açıklamıştı [169]. Memlûk sultanları Aybek, Baybars, Kalavun v.b. çevgân oynayan sultanlardandı. Kalavun oyun esnasında emîrlere çeşitli eşya, at, eğer ve hil’atler verirdi. Sultan el-Melik Said meydanda top oynarken attan düşmüş ve birkaç gün yattıktan sonra vefat etmişti[170]. Memlûkler Devletinde sultanların her hafta bu oyunu oynaması adettendi. Bütün bunlar Memlûklerin tevarüs ettikleri kültürü canlı tuttuklarının delillerindendir.
Selçuklu-Memlûk çizgisi kültürün muhtelif sahalarındaki tezahürleri yanında sanat eserlerinde de kendisini göstermiştir. Topkapı sarayında 640 numara ile kayıtlı bulunan Memlûk aleminde bulunan düğümlü geçmelerin Selçuklular devrine ait bir hususiyet olduğu ifade edilmektedir. Selçuklu-Zengî-Eyyûbî-Memlûk çizgisindeki devamın en zarif bir örneği olan bu alem, Suriye’de devam eden özellikle cami ve medrese mihraplarında kullanılan geometrik örgülü düğümlü geçmelerin Memlûkler devrine aksinden başka bir şey değildir[171].
Fuat Köprülü’nün tespitleriyle başladığımız bu makaleyi yine onun şu mülahazalarıyla bitirmek istiyoruz: “Ortaçağ’da, bütün Yakın şark Islâm-Türk Dünyası büyük bir kültür çevresi teşkil eder; bu çevre içindeki muhtelif sâhalar, bâzı mahallî ayrılıklara rağmen, içtimaî ve siyasî müesseselerde büyük benzeyişler gösterir.”[172]