“Murâdım inşâ’allâh Beç’e gitmekdir. Ne dersiz?”
Giriş
İnsanlar tarih boyunca belirledikleri siyasi, sosyal, ekonomik, dinsel vb. amaca ulaşmak için çeşitli araçlara başvurmuşlardır. Bu araçlar içerisinde savaşın ve diplomasinin öne çıktığını söylemek mümkündür. İlk zamanlardan itibaren toplumlar, hedefledikleri amaçlar doğrultusunda çıkar çatışmaları yaşamışlar; haklılıklarını ispatlamak, yaptıklarına meşru bir hüviyet kazandırmak, hedef kitleleri yanlarına çekmek ve taraftar kazanmak için gayret göstermişlerdir. Bunu gerçekleştirebilmek için ise propaganda tekniklerine başvurmuşlardır. Bu teknikle birlikte, insanlar tasarladıkları düşünce ve planları uygulamaya koymak için faaliyetlerde bulunmuş, kitleleri ikna etmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda, her dönemde ve dünyanın her yerinde, devlet adamlarında, seçkinlerde, diktatörlerde, siyasetçilerde misyonerler aracılığıyla, bir politik sistemi kabul ettirme, yönetime ve nizama bağlılığı sürdürme, yönetim şeklini değiştirme düşüncesi var olmuştur ve bu düşünceleri fiiliyata dökme çabalarının hepsi propaganda kavramıyla doğrudan ilişkilidir.[1]
Propaganda, amacı ve doğası gereği sosyal kontrolün önemli bir aracıdır.[2] Yani kitle psikolojisine hitap eden bir araçtır. Kitleler psikolojisi denildiğinde akla ilk gelen isimlerden olan Gustave Le Bon, bu konudaki incelemelerin daha faklı alanlarda da uygulanabileceğini, bu bilim olmadan birçok tarihî ve ekonomik hadiselerin anlaşılmasının çok güç olduğunu ileri sürmüştür.[3]
Propaganda, Latince kökenli bir kavramdır. Aslen “propagare” sözcüğünden türetilmiş olup “bahçıvanın taze bir bitkinin filizlerini yeni bitkiler üretmek için toprağa dikmesi” demektir.[4] Türk Dil Kurumu’nda ise propaganda, “Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca” [5] şeklinde tanımlanmaktadır. Dilbiliminde propaganda “yaymak, ekmek” sözcükleriyle tanımlanmasına karşılık en geniş anlamıyla “hakikati saklamak, tahrif etmek” şeklinde anlaşılagelmiştir. İnsan topluluklarını ötekileştirmesi, birbirinden ayırması ve düşman haline getirmesinden ötürü insanlar, propagandayı daha çok bu manasıyla kabul etmişlerdir.[6] Ancak günümüzde kavramsal açıdan propagandanın ne olduğuna dair farklı tanımlamalar ileri sürülmüştür.
Propagandanın ne olduğuna ilişkin yapılan ilk tanımlamalardan biri 1923’te R.J.R.G. Wreford tarafından hazırlanan tezde yer almaktadır. Yazar propagandanın “çirkin” bir sözcük olduğunu iddia ettikten sonra onun “ilgi çekici enformasyon ve kanaat yayma işlemi” olduğunu belirtmiştir.[7] Jean M. Domenach’a göre propaganda, bir etkileme girişimidir. Bu girişim sayesinde, kişiler toplumun düşünce ve davranışlarını etkileyerek onların belirli bir görüş ve tutumu benimsemelerini sağlamaktadır.[8] Bu tanımlamalardan sonra, propaganda üzerine derinlemesine çalışmalarda bulunan Terence H. Qualter’ın bu konudaki şu ifadeleri konunun hem kavramsal çerçevesini hem de bu hedef doğrultusunda girişilen ya da girişilebilecek davranışlarla ilgili açıklamaları özetleyecek mahiyettedir: “...propagandanın, bir bireyin veya grubun başka bireylerin veya grupların tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol altına almak veya değiştirmek için, haberleşme araçlarından yararlanarak ve bu bireylerin veya grupların belirli bir durum veya konumdaki tepkilerinin kendi amaçlarına uygun tepkiler şeklinde olacağını umarak bilinçli bir faaliyet olarak tanımlanması mümkündür”.[9]
Uygulama bakımından propaganda faaliyetlerinin geçmişi ilk çağlara kadar geriye gitmektedir. Başka bir ifadeyle, propagandanın geçmişi insanlık tarihi kadar eskidir.[10] Öyle ki propaganda, insanlık tarihinin ilk devirlerinden günümüze kadar muhataplarını istenilen düşünceye sevk etmek için önemli bir ikna aracı olmuş, iktidarların sürekli olarak yararlandıkları bir vasıta haline gelmiştir.[11]
Günümüzde ise propaganda faaliyetlerinin daha çok XX. yüzyılda sistemli bir biçimde uygulandığı öngörülmektedir. Ancak kavramsal açıdan propaganda teriminin günümüzdeki manada ilk defa XVI. yüzyılda Katolik Kilisesi tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Yani propagandanın uygulandığı ölçek yirminci yüzyılda çarpıcı bir şekilde artmış olsa da, kelimenin kökeni, Avrupa’nın manevi ve dinî birlikteliğinin paramparça edildiği ve Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesinin sarsıldığı Reform dönemine kadar uzanmaktadır.[12] Vaktiyle bu kavram, Papalık tarafından Katolik mezhebinin yayılması için kullanılan bir unsur olarak ortaya çıkmıştı.[13] Kilise’nin dışarıdaki işlerinden sorumlu olan komisyon, bir dış müdahale olmadan dinsiz kimselere Hristiyanlığın öğretilemeyeceğini öne sürerek vaazlarla onların karanlıktan aydınlığa ulaşmaları için çalışmıştı.[14] Böylelikle propaganda terimi literatüre ilk kez Roma Katolik Kilisesi’nin 1622 yılında oluşturduğu “Congragatio de Propaganda Fide”, yani “İtikadı Yayma Cemiyeti” tarafından kullanılarak girmiş oldu. Bundan kısa bir süre sonra terim, Protestanlar için olumsuz çağrışımlar uyandırdı.[15] Dolayısıyla bu kavram, uzun bir dönem günahkâr bir şeyi ima etti. Bu yüzden “propaganda” ile “yalanlar”, “aldatma” ve “beyin yıkama” gibi kavramlar iç içe girdi.[16]
Yukarıda, propagandanın esas amacının muhatap kitleyi belirli bir düşünce için ikna etme çabası olduğu belirtilmişti. Bunun yanında zamanla değişen şartlar propagandanın amacından ziyade onun yöntem ve kaynağını değiştirmiştir. Bu doğrultuda insan ve insan gruplarını ikna etmek için oluşturulan imge ve söylemler dönemin şartlarına göre yeniden şekillenmiş, böylelikle propaganda insanları etkileme ve ikna etme yolunun önemli bir parçası olmaya devam etmiştir.[17]
Propagandayı birçok farklı açıdan irdelemek mümkündür. Bir tarihçi adına propagandada farklı devirlerdeki tarihî etkiler ve günümüz hadiseleriyle mukayeseli değerlendirmeler birinci derecede önemli görülebilir.[18] Bu açıdan incelendiğinde, 1683 Viyana Kuşatması’nın bu yaklaşıma örnek teşkil ettiği düşünülebilir. XVII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan ve sonuçları itibariyle gerek Osmanlı Devleti’ni gerekse Habsburg İmparatorluğu’yla[19] birlikte diğer Batılı devletlerin geleceğini şekillendiren kuşatma, tarihin en önemli siyasi hadiselerinden birisidir. Öyle ki bu olay siyasi, sosyal ve iktisadi açıdan çok kez işlenmesine karşılık bu süreçte ortaya konan propaganda faaliyetleri pek de odak noktası olmamıştır.[20] Doğu ve Batı’nın kozlarını paylaştığı bu olayda -sistematik olmamakla beraber- propagandanın çok önemli bir role sahip olduğu dikkat çekmektedir. Zira her iki tarafın seferin karar aşamasından sonuçlanmasına kadar geçen süreçte hedeflerine ulaşmak için birçok propaganda tekniğine başvurduğu görülmektedir. Söz konusu propaganda çabaları dönemin yazılı kaynaklarında açık bir şekilde göze çarpmaktadır.
Propaganda bağlamında ele alınan bu çalışmanın sınırları 1683 Viyana Kuşatması olarak belirlendi. Kuşatma boyunca uygulanan propaganda faaliyetleri ise üç ana başlık altında değerlendirildi. Birincisi, kuşatmanın eşiğinde Kara Mustafa Paşa’nın Orta Macar sorununu ileri sürerek Osmanlı sarayı ve kamuoyu nezdinde bu seferi meşrulaştırma çabalarıdır. İkincisi, sefer kararının ardından kuşatma başlayana dek arka planda gerçekleşen ve propaganda olarak nitelendirilebilecek olan girişimlerdir. Üçüncüsü ise her iki devletin kuşatma esnasında bir yandan kendi taraftarlarını ikna etme ve askerlerin şevkini artırma diğer yandan yıpratıcı faaliyetlerle karşı tarafı moral olarak bozma çabalarıdır.
1. 1683 Viyana Kuşatması’na Doğru: Osmanlı Sarayı’nda Karşıt Fikirler
Viyana Kuşatması’na giden süreçte -sistemli bir şekilde olmasa da- propaganda kavramı ile açıklanabilecek birçok uygulamanın gerçekleştirildiği görülmektedir. Bir yandan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Osmanlı devlet adamlarını sefere ikna etmedeki başarısında diğer yandan Habsburg İmparatoru I. Leopold’un yoğun ittifak arayışlarında farklı propaganda tekniklerine başvurulduğu görülmektedir. Osmanlı cephesinden baktığımızda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa seferin meşruiyetini ispat yönünde büyük bir çaba göstermiş; bu doğrultuda Padişah IV. Mehmed’den Valide Turhan Sultan’a, yeniçerilerden kamuoyuna kadar etkili olan girişimlerde bulunmuştur. Habsburg cephesinde ise, Fransa’yla yorucu bir savaştan çıkan imparator Leopold, Avusturya’nın tek başına düşman karşısında duramayacağını düşünerek siyaset ve din merkezli bir propaganda süreci yürütmüştür. Nitekim Osmanlı-Avusturya cenahında yer alan aktörlerin propaganda faaliyetlerini ve bu uygulamaların kuşatma boyunca ne tarzda kullanıldığını anlamak bu önemli hadisenin propaganda bağlamında ele alınmasını anlaşılır kılacaktır
XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasi istikrarsızlık Köprülülerin idareyi ele almasıyla yerini Anadolu’da asayişin sağlandığı ve dışarıda yeniden başarılı seferlerin düzenlendiği bir ortama bırakmıştı.[21] 3 Kasım 1676’da Fâzıl Ahmed Paşa’nın ani vefatı üzerine sadaret mührü üvey kardeşi ve eniştesi olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya[22] teslim edilmiştir. Otoriter, kararlı ve sert bir tabiata sahip olan Kara Mustafa Paşa’nın istikrara kavuşmuş bir idareyi ele alması Avrupalı devletlerce endişeyle karşılanmış; bu gelişme Batı’da yayılan korku ikliminin artmasına neden olmuştur. Zira Kara Mustafa Paşa’nın yabancı devletlerin elçileriyle olan münasebetleri endişe uyandıran cinstendi.[23] Sadrazam’ın bu katı diplomasi politikası doğal olarak Batı dünyasında hakkında olumsuz bir imajın doğmasına, Hristiyan dünyasının amansız düşmanı kimliğine bürünmesine neden olmuştu.
Kara Mustafa Paşa, sadaretinde ilk olarak Kazak meselesini ele almış; 1677’de patlak veren bu sorunu Ruslarla yapılan Çehrin Antlaşması (1681) ile sonuçlandırmıştı.[24] 1681’de barış antlaşmasıyla sona eren Osmanlı-Rus mücadelesinden sonra Türklerin fetih siyasetini sürdüreceği beklenen bir gerçekti.[25] Öyle ki söz konusu dönemde Orta Avrupa’da yaşanan gelişmeler Kara Mustafa Paşa’nın yönünü bu bölgeye çevirmişti. Katolik Habsburglar, nüfuzunu artırmak için bölgedeki Protestan Macarlara baskı uygulamakta, kendi inanışlarına göre sapkın bir mezhebe mensup Macarlara belli aralıklarla saldırılarda bulunarak onları zor durumda bırakmaktaydı. Bundan başka, Habsburg İmparatoru bir yandan Macar ayaklanmasını sakinleştirmeye çalışırken öte yandan Edinburg’da meclisler ayarlayıp önemli Macar liderlerini müzakerelere davet etmekteydi. İmparator, Macar ileri gelenlerini ikna etmek için beyannameler yayınlamaktaydı. Fakat isyancı Macar beyleri tam tersine hareket etmekte ve “Vatanımızın saadet ve selameti için Allah’ın himayesinden sonra en kıymetli yardımcımız Osmanlılardır.” [26] diyerek Habsburglar karşısında Osmanlı Devleti’ne duydukları güveni dile getirmekteydi.
İmparator, Macar temsilcilerini ikna etme uğrundaki propaganda çalışmaları sonuçsuz kalınca, Protestan Macarların zor yollarla Katolik mezhebine dönmeleri için uğraştı.[27] Baskıya maruz kalan Macar toplulukları Tökeli İmre’nin liderliğinde Osmanlı Devleti’nden himaye talep ettiyse de Fâzıl Ahmed Paşa döneminde Vasvar Antlaşması (1664) gereğince istekleri geri çevrilmişti. Osmanlı Devleti’nde yaşanan sadaret değişikliğiyle Tökeli İmre birçok hediye yollayarak Kara Mustafa Paşa’dan Avusturya’ya karşı yardım talebinde bulundu.[28] İşte böyle bir ortamda, Sadrazam birçok devlet ricalinin muhalefetine rağmen yoğun bir propagandayla Padişah’ı ve saraylıları ikna ederek Osmanlı Devleti’ni Habsburglara karşı yeni bir savaşa sürükledi.
Avusturya üzerine sefer isteyen Sadrazam’ın bu amacına mani olabilecek önemli engeller söz konusuydu. Bir yandan IV. Mehmed ve devlet adamlarından bazıları Avusturya’ya karşı bir sefere çıkmak istemezken öte yandan 1664’te St. Gotthard Muharebesi sonucu imzalanan ve 20 yıl geçerliliği olan Vasvar Antlaşması’nın süresi henüz bitmemişti.[29] Bununla birlikte Osmanlı kamuoyunun bu sefere ikna edilmesi ve onlardan destek alınması Kara Mustafa Paşa’nın aşması gereken başka bir önemli adımdı. Kuşkusuz bu engellerin ortadan kalkması etkili bir propaganda ile gerçekleşebilirdi.
Sadrazam’ın Padişah’ı bu sefere teşvik ve ikna edebilmesinde Orta Macaristan’da yaşanan gelişmeler iyi bir bahane olarak göründü.[30] Bu doğrultuda Sadrazam, Budin Beylerbeyi Arnavud İbrahim Paşa’yı Tökeli İmre’ye yardım etmek üzere görevlendirdi.[31] Osmanlı Devleti’nin bu himayesiyle daha cesur hareket eden Tökeli, beraberindeki 12 bin kişilik kuvvetiyle birlikte “Allah ve vatan için” yazılarını içeren bayraklarıyla Habsburglara ait bölgelere akınlar düzenledi.[32] Tökeli ve ona destek olan Osmanlı birliklerinin girişimleri Viyana hükümeti tarafından endişeyle karşılanıyor; bu durum, daha ileride kendi topraklarına düzenlenebilecek bir seferin işareti olarak algılanıyordu.[33] Öyle ki bu gelişmeleri “Bu hasâretler Nemçe diyarına numunedir.” diyen ve telaşa kapılan İmparator Leopold 3 Şubat 1682’de Vasvar Antlaşması’nın hükümlerini yenilemek ve sulhun müddetini uzatmak amacıyla orta elçisi Kont Alber de Kaprara’yı İstanbul’a gönderdi.[34] Ancak Kaprara’nın girişimleri, kendisinden önce aynı amaçla görevlendirilen elçi Khunitz’inkinden farksızdı.[35] Bundan sonra Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın izlediği siyaset ve girişimleri onun bu süreçte ne derecede etkili bir propaganda süreci yürüttüğünü anlamamız bakımından kayda değerdir. Nitekim sefere karar verilmeden önce, yeni bir barış antlaşmasına karşı çıkan Sadrazam kendi görüşüne katılmayanları etkilemek ve kendi fikirlerini aşılamak için türlü propagandalara başvurmuştur.
Sadrazam, Orta Macaristan seferi için gereken ortamı ciddi bir titizlikle oluşturmaya gayret etmekteydi. Öte yandan Tökeli İmre, 9 Nisan 1682’de Habsburglarla sürdürdüğü görüşmeleri sonlandırdıktan 20 gün sonra Arnavud İbrahim Paşa ile görüşmek amacıyla Budin’e geldi.[36] Bu yeni gelişmeler İmparator tarafından endişeyle karşılanmıştı. Barışı tesis etmek için yollanan Kaprara 1682 Mayıs’ında İstanbul’a ulaşmış, yetkililer tarafından onurlu bir şekilde karşılanmışsa da müzakere girişimleri sonuçsuz kalmıştı.[37] Dîvân-ı Hümâyûn’a davet edilen Kaprara, beraberindeki hediyeleri sunup nâmesini arz ettikten sonra yaşanan son gelişmelerden dolayı Viyana hükümetiyle görüşmeler gerçekleştirilmesini talep etti.[38] 10 Haziran 1682’de elçinin bu isteğine karşılık Padişah, “Pek iyi, pek iyi, devlet erkâniyle görüşülsün.” şeklinde yanıt vererek sulha meyilli olduğunu gösterdi.[39] Ancak Padişah’ın bu tavrı[40], başından beri sefer arzulayan Sadrazam’ın hoşuna gitmemiş, bu sebeple onun gözünde düşman bir Habsburg imajı yaratmak adına onların sulha karşı harekette bulunduklarını ileri sürerek kendi fikirlerinin haklılığını ispata çalışmıştır.[41]
Sadrazam’ın yeni bir sefer için öncelikle devlet erkânını ikna etmesi ve bu seferi halkın gözünde meşru kılması gerekmekteydi. Bu savaşa Osmanlıların değil de Habsburgların neden olduğu imajı iyi bir malzeme olarak görünmekteydi. Ancak bu konuda başarı güçlü bir propagandayla gerçekleşebilirdi. Propagandanın en önemli malzemelerinden olan sözlerin gücü dikkate alındığında, bu süreçteki telkinlerin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu hususta, belli slogan ya da anahtar sözcükler propagandacının işine yarayan önemli unsurlardır. Kara Mustafa Paşa’nın da en önemli argümanlarından birisi telkinlerdir; bunların da intikam hırsını güdüleme yönünde olduğu görülmektedir. Sadrazam’ı hareketli, açgözlü, savaşa meyilli ve devletin sonunu düşünmeyen gururlu bir Türk olarak kaydeden Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, onun 1664’teki St. Gotthard Muharebesi’nde yaşanan başarısızlığı telafi etmek ister gibi görünerek Padişah’ı etkilemeye çalıştığını belirtir. Bunun için Sadrazam’ın “Üzerimize Raba cenginde bulaşan yağlı kara henüz dahi silinmeyüp kaldı.” gibi sözlerle Padişah’ı tahrik ettiğini kaydetmektedir.[42] Sadrazam tarafından intikam fikrinin ısrarla ileri sürülmesi şüphesiz IV. Mehmed’in fikrinin değişmesinde etkili olmuştur. Kaynakların bize sunduğu bu durum, yaşanmış bir gerçekliği açık bir şekilde muhataplarına hatırlatması yönüyle aynı zamanda beyaz propagandanın güzel bir örneğini teşkil etmektedir.
Kara Mustafa Paşa, gerektiğinde Padişah’ın bilmesini istemeyeceği gelişmelerin de gündeme gelmesini engellemiştir.[43] Nitekim amaca aykırı olacak veya muhataplarının dikkatini dağıtabilecek hakikatlerin gizlenmesi propaganda sürecinin önemli bir parçasıdır.[44] Dolayısıyla Padişah’ı tamamen ikna edemeyen Sadrazam’ın hileli yollara müracaat ettiği de görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, kara propaganda faaliyetleri de Merzifonlu’nun yürüttüğü siyasette mühim bir role sahiptir. Aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere, Kara Mustafa Paşa sahte delillerle hatanın düşman tarafında olduğu düşüncesini zihinlere işlemeye gayret etmiştir. Beyaz propagandanın aksine yalan haber, hile ve çarpıtma gibi yollara dayanan kara propaganda faaliyetleriyle başta Padişah olmak üzere hedef kitlelerin Habsburg hükümetine karşı izledikleri politikada bir zihin karışıklığı yaratılmak istenmiştir.
Mesela Sadrazam serhad beylerine şikâyetnameler içeren mektupların merkeze gönderilmesini emretmişti. Öte yandan eşkıya taifesinden kimseler Viyana sınırlarında yağma faaliyetlerinde bulunmakta, ele geçirdikleri esir ve eşyaları sınırı korumakla görevli askerlerin haricinde bölgenin kadı, müftü, imam, hatip ve müezzinleriyle paylaşmaktaydı. Buna karşın Viyana hükümetinden Osmanlı merkezine sınırda gerçekleştirilen bu tacizlerin ortadan kaldırılması için şikâyetler iletiliyordu. Osmanlı padişahı sınır beylerine ve komutanlara Habsburglarla olan sulhun aksine bir girişimde bulunulmamasına yönelik emirnameler göndermişse de sınır boylarından gelen arzlar kabahatin düşman tarafında olduğunu belirtiyordu. Hatta Estergon Beği bu arzları destekleyen yakınmalarda bulunmuş, buna karşılık işin sonunu düşünmeyenler gurura kapılarak Habsburg İmparatoru’nun Osmanlı’nın bir tuğlu beyine karşı yakınmasını iftihar olarak addedmişti.[45] Bununla birlikte, merkezden yardım talep eden bu feryâdnâmelerde halkla beraber tacirler ve yolcuların mağdur oldukları belirtilmişti. Sultan IV. Mehmed’in hâlâ sefere razı olmaması üzerine, başta onun hocası Vânî Mehmed Efendi olmak üzere selâtîn kürsülerinin vaizlerine görev verilerek kamuoyunu sefere ikna için vaazların verilmesi sağlandı.[46] Neticede sınır boylarından gönderilen sahte mektupları bir ikna aracı olarak kullanan Sadrazam, Padişah’a bölgede bulunan birçok kale ve beldenin Avusturyalılar tarafından rahatsız edildiğini belirterek kendilerinin izni dâhilinde kullarının sefere çıkmak istediğini ifade etmiştir.[47]
Viyana hükümetiyle sulha yanaşmayan ve yoğun propaganda faaliyetlerine devam eden Kara Mustafa Paşa, etkilemek istediği kitlelerin beklentilerinin farkında olan birisiydi. Buna göre hareket eden Sadrazam, Osmanlı Devleti’nin askerî sisteminde nüfuzlu bir role sahip yeniçeri ocağının desteğini almaya çalıştı. Zira yeniçerilerin sefere, dolayısıyla ganimete olan arzusu Sadrazam tarafından bilinen bir gerçekti. Bunun farkında olarak Sadrazam, öncelikle Yeniçeri Ağası Bekrî Mustafa Paşa’yı kendi yanına çekmiş ve onun yeniçeri askerleri üzerindeki otoritesini kullanmıştır. Bu suretle Padişah’ın karşısına çıkan Bekrî Mustafa Paşa sefere razı edilen yeniçerilerin ağzından “Pâdişâh bizi niye besler, oturmadan kötürüm olduk. Ceng isteriz. Râba’dan kalan câme-dânlarımızı varup düşmenden alalım.” sözleriyle askerlerin sefer için ısrarlı olduklarını ifade etmiştir. Kara Mustafa Paşa tarafından galeyana getirilen yeniçeriler ve bunlara omuz çıkan komutanlar savaşmak istediklerini belirtmiş; hatta daha ileri giderek Osmanlı himayesindeki Macarlara zulmeden Habsburg İmparatoru’na karşı ölmeyi göze aldıklarını açıkça bildirmişlerdi.[48]
Kara Mustafa Paşa’nın ikna etmesi gereken kişiler bunlarla sınırlı değildi. Nitekim nerdeyse bütün ulema hatta Valide Sultan dahi herhangi bir şikâyete meydan vermeyen bir imparatora yönelik sefere çıkmanın yanlış olduğunu savunmuş; tersine, o güne kadar barış antlaşmasının şartlarına kesin surette bağlı kaldıklarını vurgulamıştır. Buna karşılık Sadrazam ise, demirin tavında iken dövülmesi gerektiğini ve İslam dinini yaymak için daha uygun bir ortamın ele geçmeyeceğini ileri sürmüştür. Zira ona göre Hristiyan dünyasının önemli bir kalesi olan Macaristan, kendi arzusuyla boyun eğmek istiyordu. Habsburglar ise Fransa ve İsveç’le yapılan savaşlardan ötürü güç kaybetmiş olup gafil avlanabilirdi. Bu sebeple Sadrazam, düşüncelerine muhalif olan Valide Sultan’ı ikna etmeye çalışmış; bu doğrultuda ona yeni seferler düzenlendiği takdirde paşmaklığının otuz kese daha artacağı sözünü vermiş ve böylece onu da yanına çekmiştir. Valide Sultan’ın Sadrazam’ın görüşünü kabul etmesi üzerine bu hususta düşüncesini uzun bir süre gizli tutan Şeyhülislam da razı olmuş ve Sultan’ın düşüncesini bir fetva ile onaylamıştır.[49]
Sadrazam’ın muhataplarını iknaya yönelik bütün bu girişimleri karşısında hâlen sefere razı olmayan kitleler de mevcuttu. Mesela Merzifonlu’nun gördüğü bir rüyayı yorumlayan Hasan Efendi kendisine bu sefer fikrinden vazgeçmesi yönünde telkinlerde bulunmuş; ancak Sadrazam bu tavsiyeleri reddetmiştir.[50] Bütün bunlara karşın aksi yönde düşünenler yatışmayıp barış antlaşmasına taraftar olanlar Sadrazam’ın bu fikrinin Sultan Süleyman’ın lanetine karşı bir girişim olacağını ve Osmanlı halkının haksız bir seferi istemediğini belirten farklı isimsiz mektupları yoğun bir şekilde divanın aleyhine göndermişlerdir.[51] Kara Mustafa Paşa’ya muhalif olanlar can sıkan ve tahrik eden tenkitleriyle Sadrazam’ın bu askerî girişiminin karşısında durmuşlardır.[52] Ancak tüm bu karşı propagandalara rağmen IV. Mehmed bir hatt-ı hümayunla Orta Macar siyasetini Kara Mustafa Paşa’ya havale etti.[53]
Sadrazam yaptığı propaganda çalışmalarında başarılı olmuş ve ipleri eline almış görünmekteydi. Öyle ki daha önce 1682 Nisan’ında başlayan ve Temmuz ayında Tökeli İmre ile Budin Valisi İbrahim Paşa arasında akdedilen ahitname onaylanmak üzere Sadrazam’a sunulmuştu.[54] Bu durumu iyi değerlendiren Kara Mustafa Paşa İstanbul’da 10 Ağustos 1682’de bu ahitnamenin kabulü niteliğinde bir berat hazırlanmasına ön ayak olmuş, Eylül ayının bitiminde sancak ve tuğla beraber Tökeli’ye gönderilmesini sağlayarak onun Orta Macar Kralı ilan edilmesine fırsat tanımıştı.[55]
İmparator’un elçisi Kaprara ise Orta Macaristan üzerine bir sefer istemeyenlerin olduğu ortamdan faydalanacağını düşünmüştü. Ancak onun müzakere talebi, Sadrazam’ın savaşa olan isteği ve kabul edemeyeceği barış şartlarından dolayı sonuçsuz kalmıştı. Elçi Kaprara 28 Aralık’ta Kara Mustafa Paşa’ya bin beş yüz altın parayla dolu bir gümüş vazo takdim etmişti. Sunduğu paraların her biri 12 Macar altın sikkesi ağırlığındaydı. Kaprara Sadrazam’a sefer hazırlıklarının imparatorunu telaşlandırdığını, fakat iki devlet arasındaki barışı yenilemek hususunda kendisinin tam yetkili kılındığını belirterek seferle ilgili dedikoduları umursamadığını dile getirdi. Buna karşılık Sadrazam, Padişah’ın bu konudaki fikrini onun İstanbul’a geri dönmesinden sonra haber vereceğini, aynı zamanda imparatorun barış konusunda iyi niyet gösterisinde bulunması için Neuhasel yakınlarında bulunan yetmiş küçük şehir, köy ve kasabayı kendilerine bırakması için acele etmesi gerektiğini ifade etti.[56] Bunun yanında Kaprara’nın önüne sürülen barış şartlarında başta Leopoldstadt olmak üzere, inşa edilen yeni kalelerin yıkılması, Uyvar civarındaki köylere ilişkin haracın alınması ve kaçak durumdaki esirler için tazminat istenmesi gibi talepler de geliyordu.[57] Sadrazam’ın elçiden istekleri bunlarla sınırlı değildi. Sefer için harcanan masrafların da Avusturya tarafından karşılanmasını talep etti.[58] Şüphesiz tüm bu istekler, Avusturya üzerine sefere çıkmak isteyen Sadrazam için elçi Kaprara’yı oyalamak ve bu doğrultuda sefer hazırlıkları için zaman kazanmak anlamına gelmekteydi.
Bu gelişmeler üzerine umutsuzluğa kapılan elçi Kaprara, imparatorun kendisini mal veya toprak vermek için değil yalnızca barışı yenilemek amacıyla vazifelendirdiğini dile getirmiş, daha sonra Sadrazam’a yakınmalarda bulunmuştu. Hatta devrin şeyhülislamı Ali Efendi’nin yanına giderek “Şerî‘at-i Muhammedî üzre boğazına makrame takup, emân diyene kılıç olur mı? Üzerine sefer câ’iz midir?” diyerek seferden vazgeçilmesini istemiş; Şeyhülislam’dan bu girişimin meşru olmadığına dair fetva almaya çalışmış ancak Sadrazam bu durumu umursamayarak elçiyi göz hapsine aldırmıştı.[59]
Kara Mustafa Paşa IV. Mehmed’den aldığı yetkiyle Yeniçeri Ağası Bekrî Mustafa Paşa’ya elçi Kaprara’yı huzuruna almasını ve kendi tekliflerinin yeniden iletilmesini istemişti. Bunun üzerine Yeniçeri Ağası huzuruna gelen elçiye Raab’ın yani Yanıkkale’nin Osmanlı Devleti’ne geri verilmesi halinde barışın sağlanabileceğini ifade etmişti. Ancak elçi Kaprara yetkisini de aşarak Yeniçeri Ağasına, “Kal‘a kılıç ile dâhil-i kabza-i teshîre getürilür yohsa bundaki söz ile kal‘a virilmez” diyerek savaşmadan kalenin teslim edilmesinin söz konusu olmayacağını dile getirmiştir. Daha sonra Bekrî Mustafa Paşa’nın da “Peki öyle ise biz de memleketinize gideriz. Biz Türkler, şu ayağımızın bastığı yerlere hep kılıç kuvvetiyle geldik. Sulh kapısını ancak bizi hoşnut edenlere açabiliriz.” demesi üzerine Kaprara durumun ciddiyetini kavramış oldu. Devlet erkânı bir araya gelerek savaş konusunda istişarede bulundular ve çıkartılan hatt-ı hümayunla 21 Ocak 1683’te savaş tuğları sarayın önünde Macaristan tarafına dikilerek savaş resmen ilan edilmiş oldu.[60]
Görülen o ki, Kara Mustafa Paşa, Avusturya’ya savaş açılması hususunda propagandadan etkin bir şekilde faydalanmıştır. Nitekim Padişah IV. Mehmed’den Valide Sultan’a, ileri gelen devlet adamlarından ulemaya kadar önemli bir kesimin Habsburg üzerine düzenlenebilecek bir sefere dair düşüncelerini yeniden şekillendirmiş, Avusturya üzerine sefer kararının çıkmasında en etkin rolü oynamıştır.[61]
2. Türkler İçin Kötü İşaretler ve Avusturya’da Bunalım
Sultan IV. Mehmed’in öncülüğünde Kara Mustafa Paşa ve Osmanlı birlikleri sefere çıkmak üzere hareket etti. Seferin başlangıcından kuşatmanın gerçekleştiği tarihe kadar yaşananlar Türk tarafının propagandasının bir diğer önemli yönünü teşkil etmekteydi. Nitekim sefer harekâtının başlamasıyla birlikte yaşanan hadiseler o ana kadar yapılan propaganda girişimlerine bir karşı duruşu ortaya koymaktaydı. Her fırsatta Habsburglar üzerine bir sefer arzu eden Sadrazam bundan sonra kendi fikirlerine yönelik yürütülen karşı propagandaların önünde durmaya çalışmış, yeri geldikçe mevki ve otoritesini kullanarak zorla emirlerine itaat edilmesini sağlamıştır.
Sefer kararından birkaç gün sonra Sadrazam’la birlikte müftü, kazasker ve ileri gelen devlet adamları İstanbul’dan Edirne’ye hareket etti. Edirne’ye varıncaya kadar rahat bir yürüyüş amacıyla İstanbul’dan yaklaşık bir mil uzaklıkta bulunan Çırpıcı Çayırı denilen mevkide askerlerin sıkıntılarının hafifletilmesi için karargâh kurulması emredildi. Burada yaşanan bazı sel, kasırga ve benzeri iklim felaketleri başından beri sefere yanaşmayan şahıslar tarafından birer propaganda ürünü olarak kullanılmıştır. Bir gece burada yaşanan korkunç bir fırtınadan ve yağmurla karışık bir kasırgadan dolayı kimse yerinden hareket etmeye cesaret edememişti. Üstelik IV. Mehmed’in, Kara Mustafa Paşa’nın, diğer paşalar ile müftünün çadırları devrilerek kullanılamaz hale gelmişti. Çırpıcı Çayırı’nda yaşanan bu felaketlerden sonra karargâh Silivri yakınlarına taşınmış, ancak burada da kopan yeni bir fırtına bu defa sadece çadırları değil, atları, yük arabalarını, hayvanları hatta askerleri bile sürükleyerek denize götürmüştü. Yaşanan bu felaketler askerler arasında bir memnuniyetsizliğe neden olmuştu. Başından beri bu seferin karşısında duranlar, bu hadiselerin ilahi bir öç olduğunu yüksek sesle dillendirmeye başlamışlardı. İleri gelen askerlerden bazıları Sadrazam’a, “Suyun gelişi yamandır. Hoyrat bahâdırlığı fâ’ide virmez. Belki hırka-i mübâreke ve sancak-ı şerîfe bir hatâ ola. Bari Dâvudpaşa Sarâyı’na yollayup kendünüz çiftliğinize teşrîf buyurun.” demişlerse de buna, “Bunları girü döndürmek uğur değildir.” şeklinde karşılık veren Sadrazam’ı fikrinden döndürememişlerdir. Neticede bu seferi istemeyenlerin tüm şikâyetlerine karşın Sultan da Sadrazam ile birlikte bu olanlara kulak asmamış ve her ikisi de boş inanç olarak gördükleri bu söylentileri görmezden gelmişlerdi.[62]
Edirne’ye varan ve kış mevsimi boyunca gerekli sefer hazırlıklarını tamamlayan Osmanlı ordusu, 1683 Nisan’ının başında Sultan’la birlikte Edirne’den Belgrad’a doğru yola çıktı.[63] Sultan IV. Mehmed’in orduya eşlik ederek Belgrad’a kadar gelmesi manevi bakımdan askerlere güç katıyordu; hatta düşman ordusu karşısında çekinmeyen askerler Viyana hükümetinin ittifak arayışlarını işittiklerinde “İsterse bütün Hristiyanlık aleyhimizde ittifak etsin. Biz kimseden korkmayız.” diyorlardı.[64] Osmanlı ordusu 13 Mayıs 1683’te Belgrad’a ulaştı. Buraya kadar orduya eşlik eden Sultan IV. Mehmed Sadrazam’a hitaben, “Sancak-ı Şerîfi sana ve seni Bârî ta‘âlâ’ya emânet eyledim. Hâfız ve nâsırın olsun.” diyerek mutlak komuta yetkisini ona devretmiş ve avlanmak üzere Belgrad’da kalmayı tercih etmişti.[65]
Belgrad’da serdarlık devredildikten sonra cesaretle ölüme koşan askerlerden faydalanılabileceği düşüncesi hâsıl olmuşsa da Kara Mustafa Paşa’nın tutumu bu konuda bir memnuniyetsizliğe neden olmuştu. Nitekim ona, askerlerine Hristiyanlara karşı şiddetle savaşmaları için hediyeler veren Kanuni döneminde olduğu gibi, cömert bir şekilde hareket edilmesi tavsiye edilmekteydi. Ancak iddiaya göre, para tutkusu ağır basan Sadrazam askerlerin sefer sırasında ölebileceği ihtimalini de gözönünde bulundurarak buna yanaşmamış, dolayısıyla düzenlediği bu askerî harekâtta ilk hatasını gerçekleştirmişti.[66] Sadrazam Sultan’ı Habsburglara karşı sefere ikna ettiği sıralarda hedef Yanıkkale ve Komoron kaleleriydi. Ordunun yürüyüşü esnasında Reisülküttâp Mustafa Efendi, Kara Mustafa Paşa’ya telkinlerde bulunarak bu kadar büyük bir orduyla Beç yani Viyana üzerine gidilmesini öneriyordu. Bu doğrultuda Sadrazam’a kimsenin sözünü dinlememesini, tek yetkilinin kendisi olduğunu ve dolayısıyla büyük Türk ordusu karşısında düşmanın kesin bir şekilde yenilgi alacaklarını şu sözlerle ifade ediyordu: “...mübârek ayağınızın tozuyla varalım bir baş dizginimizi tahtgâh-ı çasar olan Beç kal‘asında çekelim. İnşâ’allâhü ta‘âlâ feth ü teshîri su içmek kadar gelmez. Bari memleket almış oluruz.” Reisülküttâb’ın bu sözleri Kara Mustafa Paşa’nın sefer düşüncesine uygun düşüyordu. Ancak Merzifonlu’nun sefer yönündeki fikir değişikliği İstolni-Belgrad’da düzenlenen savaş meclisine kadar sır olarak kalmıştı.[67]
Bu arada, Kara Mustafa Paşa, kendisine daha önce Harp Divanı Başkanı Herman von Baden tarafından gönderilen 11 Mayıs 1683 tarihli mektuba henüz yanıt vermemişti. Mektup İmparator Leopold’un barışı korumak amacıyla büyük çaba gösterdiğini, iki taraf arasındaki savaş durumunun kendisini büyük üzüntüye soktuğunu ifade ediyordu. Bununla beraber mektupta uluslararası hukuka göre elçi Kaprara’nın serbest bırakılması talep ediliyordu. Nihayet Sadrazam 7 Haziran’da elçiyle görüştü ve Hermann von Baden’e hitaben yazılmış mektubu ona teslim etti. Bu görüşmeden beş gün sonra Kaprara 12 Haziran’da Budin’e gitmek üzere hareket etti. Ona verilen mektup kırmızı atlastan bir kese içindeydi ve verilen cevap gurur ve haşmeti yansıtıyordu. Mektupta Kaprara’nın sağ salim serbest bırakılacağı, bununla birlikte aralarındaki sulha aykırı davranıldığı, barış talebine karşılık Osmanlı Devleti tarafınca öne sürülen isteklerin kabul edilmediği ve dost olmaya yaraşır bir tutum sergilenmediği vurgulanmıştı. Ezilenlere sahip çıkmanın ve kendisine sığınanları korumanın Osmanlı padişahının geleneğinden olduğunu belirten Sadrazam, mektubu “Bundan sonra Hâliki arzu semanın iradeti aliyesinde olan suveri hayrü şer her ne ise zuhur eder.” ifadeleriyle sonlandırarak işin serencamının yüce yaratıcının elinde olduğuna işaret etmişti.[68]
Serdar-ı ekrem ve sadrazam olan Kara Mustafa Paşa öncülüğünde Türk ordusu mükemmel bir disiplin altında 1683 Haziran başlarında Yanıkkale’ye doğru geldi. Macar kralı ilan edilen Tökeli İmre büyük bir maiyetle beraber Macar marşları çalan borazanlar eşliğinde Sadrazam’ı görmek üzere Türk karargâhına ulaştı. Macar Kralı bir kaç defa Sadrazam’ın eteğini öpmek zorunda kaldı ve oturması için bir iskemle verildi. Aralarında meşveret gerçekleşti. Bununla birlikte Kara Mustafa Paşa tüm Macar halkının kral tayin edilen Tökeli’ye tabi olması gerektiğini belirten beyannameler gönderdi.[69] Uygulama açısından etkili olan bu yolla, belli zümrelerin ikna olduğu ve Osmanlı Devleti’ne tabi oldukları görülmektedir.[70]
Haziran ayında sefer hazırlıklarının devam ettiği sıralarda 27 Haziran’da İstolni-Belgrad’da bir harp meclisi toplandı. Söze önce Kara Mustafa Paşa başladı ve “...gerçi kasdımız feth-i Yanık kal‘asıyla Komaran kal‘asıdır. Fazl-ı Hakk ile teshîri mümkin, lâkin kal‘a almış oluruz memleket değil. Murâdım inşâ’allâh Beç’e gitmekdir. Ne dersiz?” diyerek asıl niyetini ortaya koydu. Viyana üzerine gidilmesini teklif etti. Ancak kimseden ses çıkmadı. Sefer hedefi olarak Viyana’ya yönelmek isteyen Kara Mustafa Paşa, bu düşüncesinin meclisteki diğer devlet adamları tarafından da kabul edilmesini istemişti. Oysa Sadrazam bunu yapmak mecburiyetinde değildi; zira yanında Sultan’ın kendisine tam yetki verdiği hatt-ı hümayunu bulundurmaktaydı. Buna rağmen istişare yoluyla paşaların sempatisini kazanarak onları ikna etmek ve emirlerini kolay bir şekilde yürütmek istiyordu. Bu doğrultuda Sarı Hüseyin Paşa’ya, “...ağzın bağlı mı, niye söylemezsin?” diye sorduğunda “...fermân sizden hizmet bizden...” yanıtını aldı. Meşveret Sadrazam’ın arzu ettiği gibi devam ederken Kırım Hanı söz aldı ve Sadrazam’ın bu fikrine karşı çıktı. Öncelikle Yanıkkale ve Komoron kalelerinin ele geçirilmesini, etrafa akınlar yapılmasını ve ardından Viyana üzerine gidilmesinin bir sonraki yıla bırakılmasını teklif etti. Aksi takdirde imparatorun müttefik aramakta zorlanmayacağını ifade ettiyse de Han’ın bu tavrı Sadrazam’ın pek hoşuna gitmedi ve onun düşmanlığını kazandı.[71]
Sadrazam, daha sonra bu meclise davet etmediği Budin Valisi Arnavud İbrahim Paşa ile görüştü. Paşa’ya “Paşa baba Beç’e gidicek olduk, ne dersin?” şeklinde sorması üzerine aldığı yanıt Sadrazam’ı memnun etmedi. Nitekim İbrahim Paşa da Kırım Hanı gibi muhalif bir duruş sergiledi.[72] Sadrazam’ın Viyana kuşatması fikrine katılmayanlardan birisi de Orta Macar Kralı olan Tökeli İmre’ydi. Sadrazam’a “Viyana’nın Hristiyan âleminin kalesi sayıldığını” hatırlatan Tökeli de diğer muhalif paşalar gibi uzun uzadıya Viyana kuşatmasının ertelenmesi gerektiğini savunmuştu.[73] Oysa Kara Mustafa Paşa açısından amacına mani olabilecek bu görüşler istenilen bir durum değildi.[74] Tüm bu muhalif çabalar Sadrazam’ı fikrinden döndüremedi ve hedef Viyana kalesi olarak belirlendi. Aslında bu seferin kararı çoktan alınmıştı ve harp meclisindeki konuşmalar Kara Mustafa Paşa’nın öfkesinin karşı fikir beyan edenlerin üzerine çekilmesinden başka bir netice getirmedi.[75]
Osmanlı cenahında bunlar yaşanırken Avusturya tarafında ise yıllar sonra yeniden üzerlerine gelen Türk korkusu alevlenmeye başladı. İmparatorluk sarayını sarsan bu gelişmeler başta İmparator Leopold olmak üzere tüm halkı büyük endişe içerisinde bırakmıştı. Halkı saran bu korku, yani bu topraklarda yeniden yeşeren Türk imgesi daha XVI. yüzyıldan itibaren yerleşmişti.[76] Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa, o sıralar Kutsal Roma İmparatoru Leopold’un gözleri yaşlı bir şekilde hüzne boğulduğunu kaydediyordu.[77] Görüldüğü üzere İmparator, dindaş olmalarına rağmen Macar ileri gelenlerinin itaatsizliklerinden yakınıyor, bu durumdan ne denli etkilendiğini ortaya koyuyordu.
Osmanlılar ile Avusturyalılar arasındaki gerilimi takip etmemize yardımcı olan diplomatik kayıtlar ve çağdaş eserler dışında bir propaganda aracı olarak dönemin basını da etkin rol oynamıştır. Nitekim Viyana, 1683’te Gazette yayınında en üretken şehirdi; tüm Avrupa gazeteleri, iki taraf arasında tırmanan gerilimi haftada bir bu basın yoluyla izledi. 15 Mart 1683 tarihli Viyana haber bülteninde, Mart ayındaki Türk savaş ilanına yer veriliyordu. Verilen haberde Kaprara’nın barış girişimlerine de değinilmişti. Onun tüm barış çabalarına karşın Türklerin kabul edilemez istekleri olduğu, dolayısıyla savaşa Türklerin sebebiyet verdikleri haber ediliyordu. Gerçekten de sefere karar veren Türkler bu doğrultuda Belgrad’a doğru yürümekteydi. Gazette’de Sultanın istediği her şeyi silah gücüyle elde edebilecek kadar güçlü olduğuna ve Sadrazam’ın sefere olan isteğine dikkat çekiliyordu. Kaprara barış umutlarının ortadan kalktığını bildiriyordu. Böylelikle bültende yer alan haberlerin amacı, halkın dikkatini Avrupa’nın doğu cephesine çekmekti.[78]
O zamanlar Avrupa’daki Türk imajı bölgedeki diğer unsurları da etkilemişti. Macarların imajı Tökeli İmre’nin Osmanlı ittifakı nedeniyle gittikçe kötü bir hale gelmişti.[79] Onun ittifak çabaları sonucunda Protestan Macarlar, daha önce Polonya-Litvanya’da sahip oldukları olumsuz imajı düzeltememiş; aksine bu durum daha da pekişmişti. Başka bir ifade ile ondan önce Rákóczi’nin Polonya’ya karşı yürüttüğü savaş sırasında Macarlara ve Transilvanyalılara karşı ortaya çıkan olumsuz tutum daha da güçlenmişti. Macarlar, 1680’lerden kalma elyazması gazetelerde klişeleşmiş bir figür olarak “Hain”, “İsyancı” damgası yemiş ve bu durum uzun zaman Polonya folklorunda hayatta kalmıştı.[80] Bundan sonra Tökeli’nin itibarını bertaraf etme arzusu onun imparatorluk propagandasında ayrıntılı bir şekilde tanımlanmasını gerektirdi. Bununla ilgili olarak 1681-1682’de kariyerinin zirvesinde iken siyasi ve askerî faaliyetleriyle ilgili önemli miktarda basılı bilgi ortaya çıkmıştı. Tökeli’nin atlı portreleriyle resimlenen broşürler, onun yetiştirilmesi, aile geçmişi, ekonomik ve askerî güçleri ile kontrolündeki kaleler vurgulanmıştı. Gerçekten de, Regensburg’daki imparatorluk diyetine getirilen el yazması gazeteler, onun artan siyasi ve askerî öneminin altını çiziyordu.[81] Böylece Katolik Hristiyan dünyasına muhalif olarak nitelendirelen İmre Tökeli, Habsburgların propaganda faaliyetlerinin önemli bir unsuru haline gelmişti.
1683 yılı Haziran ayı boyunca, Estergon veya Uyvar’da Habsburg ordusunun başarılı olduklarına ilişkin bir haber alınamamış; bunun aksine, Türklerin Macaristan’da ilerlemeye devam ettiklerine dair umutsuz raporlar gelmişti. Bu sebeple gün geçtikçe Viyana’da hüküm süren Türk korkusu artmaya devam etmişti. Sürekli ayinler gerçekleştiriliyor, Viyana halkının moralinin iyileştirilmesine çalışılıyordu. Hatta çıkarılan resmî emirden sonra bütün esnaf ve meslek sahiplerinin haftada bir saat St. Stephen Katedrali’nde gerçekleştirilen ayinlerde yer almaları istendi. Bizzat Leopold pazar günleri sabah yapılan ayinlere iştirak etti. Yine resmî emirle birlikte eski çanlar tamir edilerek işler hale getirildi ki bunlara “Türk Çanları” yani “Türkenglocken” deniyordu. Başta Viyana’da olmak üzere memleketin her tarafında her sabah çanlar çalınmaya başlıyor ve halk devamlı olarak Türklerden kurtulmak için dua etmeye çağrılıyordu.[82]
İmparatorluğun barış elçisi Kaprara’nın Türklerin seferden vazgeçmeyecekleri yönünde ilettiği karamsar haberler, Viyana’daki korku iklimini üst düzeye çıkarmıştı. Osmanlılara karşı tek başına direnemeyeceğini anlayan İmparator Leopold kendisine müttefik aramak zorunda kaldı.[83] İmparatorluk için Papalık’tan gelecek maddi-manevi destek, Kuzey İtalya ve Frankoniyen Almanya’da bulunan genç asilzadelerin gönüllü yardımları, Bavyera ve Saksonya prensliklerinde asker toplanması ciddi önem taşımaktaydı.[84] Bu doğrultuda İmparator Leopold, Brandenburg, Saksonya ve Bavyera prenslerine, Frankoniyen ve Suap meclislerine, Venedik Cumhuriyeti’ne, Polonya Krallığına, İspanya’ya, Papa’ya ve Hollanda’ya ittifak maksadıyla elçiler gönderdi.[85]
İttifak girişimleri devam ederken Brandenburg Elektörü Frederick William, Fransız Kral XIV. Lui’nin isteklerinin Almanya tarafından kabul edilmediği sürece Osmanlılara karşı bir ittifakın içerisine dâhil olmayacağını bildirdi. Zira doğrudan bir Türk tehlikesi Brandenburg Prensi tarafından dikkate değer bir boyutta değildi. Bununla birlikte, imparatorluk yetkilileri bu ittifak için büyük öneme sahip başka antlaşmalar gerçekleştirdiler. Mesela İmparator’a damat olmak isteyen ve Tuna ile Inn’de Habsburg lordluk payesi elde etmeyi arzulayan Bavyera Prensi Max Emmanuel 11.000’den fazla asker gönderme sözü verdi. Bavyera Prensi’nin bu yardım vaadine karşılık, Saksonya Prensi’nin ikna edilmesi kolay olmadı. Saksonya Elektörü III. Johann George vereceği herhangi bir desteğe karşılık Saksonya ve Bohemya sınırları üzerinde anlaşmazlığa sebep olan bazı toprakların kendisine terk edilmesini şart koştu. Müttefik bulmakta zorlanan İmparator Leopold bu istekleri değerlendirmek zorunda kaldı; hatta prensi ikna etmesi için Saksonya Ekonomi Bakanı Gerstorff’a rüşvet bile verdi. Sonuçta yapılan antlaşmaya göre Saksonya 11.400 kişilik bir askerî birlik göndermeyi taahhüt etti. Keza Frankoniyen ve Suap meclisleri de Türklere karşı imparatorluğa destek vaadinde bulundular. Venedik kendi topraklarından asker toplanmasına izin verirken Papalığın çağrısına kulak veren İspanya ve İtalya da savaşı finanse edebilecek önemli maddi destekte bulundular. Hollanda ile yapılan ittifak görüşmelerinden ise tatmin edici bir sonuç çıkmadı.[86]
Bunlardan başka ittifak kurulabilecek devletlerin başında Lehistan gelmekteydi. Ne var ki, bir müddet önce 1681’de imzalanan Osmanlı-Rus antlaşması Lehistan açısından da olası bir Türk tehlikesini ortaya çıkarmıştı. Bu nedenle Lehistan Kralı Jan Sobieski Avrupa’nın her yerine mektuplar yollayarak Türk karşıtı söylemlerle Kutsal İttifak oluşturmaya çalışmıştı. Sobieski, elçileri aracılığıyla yolladığı propaganda içerikli mektuplarında Hristiyan yöneticilere, “Barbarların fetihlerine fetihle, zaferlerine zaferle karşılık vermeyi, onları Avrupa’ya geldikleri steplere geri göndermeyi öneriyorum, tabii ki, yalnızca zafer kazanmayı ve canavarı ehlileştirmeyi amaçlamıyorum, aynı zamanda Bizans kalıntılarından çıkarak bu canavarı çöle kovmayı da öneriyorum.” sözleriyle sesleniyordu. Ancak o dönemde Batılı devletler Türklerle savaş istemiyordu, üstelik Viyana hükümeti Türklerin Lehistan ile olası bir savaşa girmesini memnuniyetle karşılıyordu. Nitekim bu şekilde Türk tehlikesinin kendi topraklarından uzaklaşacağını düşünen İmparator ilk başlarda Lehistan ile müttefik olmak için yavaş bile davranmıştı.[87] Fakat artık durum ciddiydi ve Osmanlılar Viyana kapılarına dayanmak için harekete geçmişti. Zira elçi Kaprara, Leopold’a yazdığı bir mektubunda “Türklere karşı monarşiyi ve bütün hıristiyanlığı korumak için Majestelerinin kılıca sarılmaktan başka yapacakları bir şey kalmamıştır. Barış umutları ortadan kalktı.” demişti. Keza Hermann von Baden’e gönderdiği bir mektubunda da Osmanlı hükümetinin ileri sürdüğü kabul edilemez istekleri belirttikten sonra “Sonunda, bütün bu iş muhakkak harbe dayanacaktır.” diye ekliyordu.[88] Gerçekten de Sadrazam türlü yollarla Padişah’ı ve önemli gördüğü kişileri bu sefere ikna etmiş, İmparator’a barış yollarını kapatmıştı. Öyle ki Sadrazam Habsburgların batıda XIV. Lui tarafından tehdit edildiğini de biliyordu. Ayrıca Kaprara’nın bu denli barış isteklerinden Habsburgların zayıf düştüğüne kanaat getiriyor, dolayısıyla bu savaşın başarı şansına olan inancı gitgide güçleniyordu.[89]
İyi bilindiği üzere, Osmanlılar ile Habsburglar arasındaki savaşlar hem dünyevi iktidar savaşları hem de din savaşları olarak görülüyordu. Bununla birlikte, kiliselerin kutsiyetinin ayaklar altına alınmasına dair hikâyeler daima iyi ürün veriyordu.[90] Habsburglar ile Lehistan yakınlaşmasında asıl baş âmil Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olmuştu. Onun savaşa dair ısrarı ve Viyana üzerine yürüme fikrini hemen açıklamaması her iki tarafı aynı ölçüde telaşa sürükledi.[91] Bu nedenle, durumu değerlendirmek isteyen Papa XI. Innocentius kendi öncülüğünde Hristiyan devletlere birlik olma çağrısında bulundu.[92] Papa’nın bu çağrısına en sıcak bakan Leh kral Jan Sobieski’ydi.[93] Ancak Sobieski’nin bu ittifakı gerçekleştirmesi kolay olmamıştı.
Zira Fransa, Lehistan’ın Habsburglarla olası bir ittifak düşüncesine karşı çıkmaktaydı.[94] Leh Kralı’nın planlarını alt üst etmek için Fransa yanlısı nüfuzlu kimseler ile Varşova’daki Fransız elçi Markiz de Vitry, Sobieski’nin ittifak girişimlerine karşı yeni entrikalar çevirmeye başladılar. Mecliste başlayan tartışmalar ittifakı zedeleyecek nitelikte görünüyordu. O sıralar meclisteki işinin zorluğunu kavrayan Kral Sobieski, karşısında duranlara “Bildiğimiz gibi Türkler hazırlanıyor. Eğer Viyana giderse, Varşova’yı kim koruyacak?” diyerek izlediği siyaseti ortaya koymaya çalışıyordu.[95] Buna karşılık Fransız elçinin en büyük dostu olan Lehistan Hazine Bakanı Andreas Morsztyn, ittifaka muhalif birisi olarak hükümetin bütün görüşmelerini ve kararlarını şifreli mektuplarla Fransa’ya yollayarak kurulan entrikalara destek veriyordu. Muhaliflere karşı Sobieski’nin yegâne yardımcıları ise Papalık elçisi Pallavicini ile beraber Waldstein ve Habsburg daimi elçisi Zierowski’ydi.[96]
Morsztyn’le birlikte bulunan muhalifler neredeyse her meclis toplantısını engelliyor; ittifak antlaşmasının imzalanmasını onaylamadıkları gibi Habsburglara yönelik katı bir siyaset takip ediyordu. Bu doğrultuda yapılan propaganda çalışmaları sonuç veren bir görüntüdeydi. Nitekim dağıtılan bir broşürde “Kendi krallarımız olarak hiçbir zaman Avusturya kanı taşıyan bir prens istemedik. Bu gün için Hırvatistan, Moravya ve Macaristan’da olduğu gibi, bizim de bir gün onların (Avusturya’nın) boyunduruğu altına girme ihtimalinden korunmamız için silahlarımızı kuşanmamız gerekiyor. Gerçekte Türkler fetihlerini Tuna’ya doğru ilerletiyorlar. Bize göre önemli olan; iki yıl önce, biz zor durumda iken, Sezar savaşın bizi vurmasını bekliyordu, bize yardıma geldi mi?” denilerek hükümetin politikası sert bir dille eleştiriliyordu.[97] Fakat sıradan bir kral olmadığını gösteren Sobieski izlediği başarılı siyasetle Diyet Meclisi’ndeki muhalif görüşü ikna etti ve Polonya-Avusturya ittifağına karşı direniş kırılmış oldu.[98]
Habsburg-Lehistan ittifakının başarılı bir şekilde oluşturulması büyük ölçüde Sobieski’nin dikkatli planlamasından kaynaklanmış gibi görünse de, Papa’nın elçisi Pallavicini’nin gayretlerinden hareketle Kilise’nin de önemli katkıları olmuştu. Zira Papalık elçisi Pallavicini, bir ittifak yanlısı olarak, müzakerelerin başarılı geçmesi için önemli adımlar attı. Papa XI. Innocentius ona ittifakı sağlamak üzere Kilise gelirlerini tahsis etmişti.[99] Üç ay süren görüşmelerden sonra, Lehistan Kralı Sobieski ile Papalık’ın himayesinde nihayet Osmanlı Devleti’ne karşı 31 Mart’ta imzalanan ve İmparator tarafından 2 Mayıs’ta tasdik edilen resmî bir işgal ve savunma ittifakı oluşturuldu.[100] İki devlet arasında akdedilen bu ittifak anlaşması bilhassa Viyana için son derece mühimdi. Zira daha önce 1682 sonlarında başlatılan birtakım girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[101] Bu sebeple antlaşmanın onaylandığı haberi Viyana’da büyük bir sevinç uyandırdı. Alman kronikçi Brülig bu sevinci şöyle not etmişti: “İşte çok ağır bir fırtınadan sonra güneşin ilk ışıkları parladı ve beklenilmedik şekilde üzüntü mutluluğa dönüştü, çünkü uzun zamandan beri beklenen ittifak antlaşmasının imzalandığı haberi Varşova’dan geldi”.[102]
Vatikan’ın izlediği yoğun diplomasi neticesinde mevcut Türk tehlikesine karşı yürütülen propaganda kampanyaları geçmişteki uygulamalara nazaran daha etkili oldu.[103] Öyle ki XVII. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlılara karşı ittifak fikrinin en hararetli savunucularından biri Katolik dünyasının en büyük temsilcisi Papa XI. Innocentius olmuştu. Papa, Hristiyan hükümdarlara gönderdiği mektuplarda durmadan Türk karşıtı bir propagandayı yaygınlaştırmak için uğraş vermekteydi. Belki de onun Osmanlılara karşı bir savaşa çağrıda bulunması izlediği propaganda sürecinin en önemlisiydi. Osmanlı tebaasından olup 1683 Viyana Kuşatması’nda esir düşen ve daha sonra kurtulan Hasan Esirî ismindeki birisi Papa’nın papazları aracılığıyla gönderdiği mektubu eserinde kaydetmektedir. Buna göre din düşmanı olan Türkler çok sayıda kana susamış askeriyle Viyana kalesini kuşatıp, etrafını yakıp yıkarak yağmada bulunmaktaydı. Çok sayıda kimseyi katletmeye devam ediyordu. Kadınların ve kucaklarında bulunan masum yavruların canlarını alıp, genç kadın, kız ve oğlanları esir ederek hizmetlerinde kullanmak istiyorlardı. Bu nedenle, bu ateşi söndürmek, saldırı selini engellemek, Viyana kalesini ve esirleri kurtarmak bütün Hristiyanlara farz olmuştu. Bu doğrultuda tüm dindaşların bu uğurda can ve mal ile gereken tüm desteği vermeleri isteniyordu. Eğer ihmal edilip müsamaha gösterilecek olursa bu ateşin herkesi saracağı muhakkaktı. Herkesin yemesinden içmesinden ödün vermesi, eşlerin kadınlarının yanına varmaması, gerekirse kadınların çocuklarına meme vermemesi, koyunları kuzusundan ve sığırları buzağılarından ayırarak her gün gece-gündüz ağlayarak dua etmesi talep ediliyordu. Yüce Tanrı Hristiyan askerlerine kuvvet ve yardım verip Türk belasını bu kullarının üzerinden ancak bu şekilde kovabilirdi. Papa’nın deyimiyle, Türkler Tanrı’nın gazabından meydana gelmiş bir kavimdi ve bunların kalplerinde merhamet ve incelik yoktu. Âdetleri, vardıkları memleketi yakıp yıkarak kiliseleri harap etmekti. Ateş gibi yakan ve sel gibi yıkan bu kan içiciler evlatları anne babalarından ayıran kalpsiz bir kavimdi. Türklerin vardığı yerde bir daha ateş yanmaz, tütün tütmez, ot bitmez ve horoz ötmezdi. Eğer bu konuda ihmalkâr davranılırsa aynı sonla herkes karşılaşabilirdi. Şimdi bu hususta her kim yardım eder ve İsa ile Meryem’in dini uğrunda gayret gösterirse öldüklerinde doğrudan cennete gitmesi için kendisi kefil olacaktı, bunun sözünü veriyordu. Kiliselerde okunan bu mektuplardan sonra tüm rical ve halk etkilenerek coşkuyla işe koyulmaya başlamışlardı. Birçok kimse Türk belasının kendilerinden uzaklaşması halinde belli miktarlarda mallarını kiliseye hibe edeceklerini dahi belirtmişlerdi.[104] Bununla birlikte siyasi irade ve propaganda bakımından üst sınıflardan verilen destekler de önemli bir kaynak sağlamaktaydı. Türklere yönelik bir kara propaganda olmadan toplum içerisinde bir birlik oluşmayacağı ve silahlı kuvvetlere malî gelir sağlanamayacağı düşüncesi de hâkimdi.[105]
Tarih boyunca olduğu gibi, bu hadisede de vaizler sıkı bir propaganda faaliyetinin içerisinde olmuşlardır. Viyana’da halkın desteğini almak için insanların sempatisini kazanmış bazı vaizler, Tanrı’nın kendilerine ders verme ihtiyacı duyduğunu, bu sebeple de halka müslümanları ve onların zalimliklerini yolladıklarını yüksek sesle söylüyorlardı. Bununla birlikte, “Sancta Clara” yani “Kardeşler Cemiyeti Üyesi” vaiz Abraham matbaaya basılmak üzere verdiği eserinin ismini “Ey Hristiyanlar, uyanın, uyanın!” koymuştu. O bu eseriyle, insanları gaddar ama korkak diye tanımladığı düşmana karşı cesurca mücadele etmeye çağırıyordu. Hatta Abraham, kuşatmanın arifesinde insanların yanıt aradığı “Türk nedir?” sorusuna karşılık verenlerin başında gelmekteydi. Ona kalırsa Türklerin kim olduğu sorusuna en iyi yanıtı ancak Hristiyanlar verebilirdi. Buna göre Türk, kısaca Hristiyan karşıtı, kibirli, açgözlü kaplan ve iflah olmaz şeytandı. Aynı zamanda dünyayı tahakküm altına almak isteyen bu kavim çok gaddar, doymak bilmeyen ve merhametsiz bir topluluktu.[106] Türklerden kurtulmak ümidiyle, Kilise yönetimi tarafından 27 Haziran’dan 3 Temmuz’a dek tüm hafta Tanrı’nın Hristiyanlara destek olması için geniş çaplı dinî ayinler düzenlendi.[107]
Türklerin Avrupa’nın kalbine doğru ilerlediği haberleri geldikçe başta İmparator olmak üzere Hristiyanlar büyük bir paniğe kapılmıştı. Türklerin Yanıkkale’yi bırakıp Viyana üzerine yürüdüğü haberleri dehşet vericiydi. Yanıkkale komutanı gönderdiği haberde “Eğer Türk askeri ahvâlinden suâl olunur ise gökde olan yıldızlar gibi hadd ü hisâbı yokdur.” diyerek önlerinde hiçbir engelle karşılaşmadan Viyana’ya yürüyüşün sürdüğünü bildirmekteydi.[108] Özellikle İmparator, Petronel önlerindeki yenilgi haberi üzerine, uzun bir müddet yaşadığı kararsızlığına son verdi. Leopold, 7 Temmuz’da saray ileri gelenleriyle birlikte şehirden firar etmek için hazırlanıyor, kalenin kumandanlığını ise basiretiyle tanınan ve çok deneyimli bir komutan olan Kont von Starhemberg’e devrediyordu. Orduların kumandasını ise eniştesi olan ve daha önce Lehistan tahtına aday gösterdiği Charles de Lorraine’e bırakmıştı. Viyana’dan 60 saat uzaklıktaki Lintz’e çekilen İmparator, buradan desteklerini almak üzere tüm komşu prenslere mektuplar yolluyordu. Fakat onun Viyana’dan ayrılması kentteki hoşnutsuzluğu artırdı. Her zümreden binlerce insan kaçış yolları ararken ağıtlar yakmaya devam ediyordu. Söylentilere göre yarım günde 60 bin insan şehri terk etmişti.[109] İmparator’un beraberinde bulunan Fransız elçi Marquis de Sébeville Fransa kralı XIV. Lui’ye yazdığı 14 Temmuz 1683 tarihli yazısında Viyana hükümdarının ayrılışını ve bunun Viyanalılara nasıl yansıdığını şöyle kaydetmiştir: “Biz Viyana’dan çıkarken burjuvalar bağırıyorlardı. İmparator kendilerini yalnız bırakıp gittiğine göre onların da Tököly’nin himayesine girmekten başka bir yapacakları kalmadığını yüksek sesle söylemekten çekinmiyorlardı. Şehre giren Garnizon ahaliyi vatana karşı ödevlerini başarmağa mecbur etmeseydi, eminim ki dediklerini yapacaklardı”.[110]
Viyana’daki dehşet verici korku, kentte büyük bir kargaşa ve paniğe sebep olduğundan “Türkler kapılarda!” diye bağrışılıyordu. Çatışmalara dair gelen havadislerin tamamı doğru olmamasına rağmen halkın önemli bir bölümü, çok sayıda ve farklı dedikoduların tesiriyle daha da korkuya düşmüşlerdi. İnsanlar en kısa sürede şehirden ayrılmak niyetindeydi.[111] Zira güçlü ve hırslı Türklere duyulan korkunun hiçbir sınırı yoktu.[112] Kara propaganda bağlamında bir araya getirilen çok sayıda klişe ve önyargı, Türkler hakkındaki ortak düşünme biçimini etkiledi. Kutsal Roma İmparatorluğu tarafından ortaya atılan bu isnatlar yani Türklerin yakıp yıkan, her şeye gücü yeten bir tiranın görüntüsü olarak “Tanrı’nın kırbacı” gibi olumsuz çağrışım uyandıracak birçok kavram broşürlerde, şiirlerde, şarkılarda veya askerî istihbaratlarda yer aldı.[113]
Bu arada kale komutanı Starhemberg, Türklerle mücadele için halkın desteğini almak istiyordu. Dolayısıyla onları ikna etmek zorundaydı. Komutan halkı razı etmek için bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmasında Viyanalıları sakin olmaya davet etti ve memleketlerine destek vermelerini öğütleyen sözler sarf etti. İnsanları tahkimatlar üzerinde çalışmaya sevk eden Starhemberg, onları savunma için organize etmeye çalışarak Viyanalılarla birlikte yaşayıp, onlarla öleceğine dair söz verdi.[114] Yine aynı gün Viyana Belediye Başkanı Von Liebenberg şehir meclisini toplantıya çağırdı. Onlardan gerek tahkimat sürecinde gerekse mühimmat tedarikinde yardımcı olabilecek insanlar talep etti. Fakat Leopold’un şehirden ayrılmış olması halk üzerinde ciddi bir isteksizliğe neden olmuş; bu nedenle insanlar savunma için yardım etmeye yanaşmamıştı. Hatta Von Liebenberg’in burjuva kesimini teşvik etmek için el arabasıyla kaleye toprak taşıması bile pek tesir etmemişti. Şehirdeki Türk korkusu halkın maneviyatını oldukça sarsmıştı. Starhemberg, Viyana halkının bu isteksizliği üzerine şiddete başvurmak durumunda kaldı. Şehirde kötü haber yayan kimseleri cezalandırarak halkın önemli bir kısmını bu yolla ikna etmeyi başardı.[115] Bundan sonra kuşatma başlamadan İmparator’un emrettiği hazırlıklar büyük ölçüde bitmiş, güneyde bir araya gelen kalabalık Türklere dair endişeler kısmen de olsa azalmıştı.[116] Zira Türk ordusunun ağır yürüyüşüne karşılık zaman kazanan Viyanalılar haddinden fazla çalışarak 7 Temmuz’da kalede 10 top yerleştirebilecek yer yokken 13 Temmuz’da yaklaşık 300 topa yetecek kadar yatak meydana getirmişti.[117]
Yanıkkale’nin fethinden vazgeçen Kara Mustafa Paşa ordusuyla birlikte Viyana üzerine yürüyüşe devam etmekteydi.[118] Bu sırada Osmanlı ordusuna eşlik eden mehter takımı da gök gürlemesini hatırlatan ve insanlara korku veren marşlar çalıyordı. Öyle ki Sadrazam’ın tabyasında her koldan çalınan mehterden dolayı yeryüzü ve göğün titrediği belirtilmekteydi.[119] Mehter marşları sayesinde Osmanlı askerlerinin manevi açıdan kendilerini savaşa hazır hissetmesi sağlanıyordu. Diğer bir yönüyle, mehter, düşmana korku ve çaresizlik aşılayarak bir bakıma propaganda vazifesi görmekteydi. Nitekim mehterle manevi bakımdan beslenen Osmanlı askerleri “Allah Allah” gibi savaş haykırışlarıyla birbirilerini kışkırtarak etrafa korku saçıyordu. Mehterin dövüş sesi müziğiyle birleşen bu haykırışlar, bir söylentiye göre Viyana’da develeri bile daha hızlı hareket ettirmekteydi.[120] Bu bağlamda, askerlerin moralini üst düzeye çıkarmak ve düşmanın ruh halini etkileyerek dirençlerini kırmak için mehter de önemli bir propaganda aracı olarak kullanılmaktaydı.
İlk başlarda Orta Macaristan’a düzenlenecek seferin hedefi artık kesin bir şekilde Viyana’ydı. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Viyana üzerine sefer düşüncesi o ana kadar önemli bir engelle karşılaşmadı.[121] Bununla birlikte Sadrazam’ın bu kararından Padişah’ın haberi yoktu. Ordusuyla Viyana’ya yönelen Sadrazam, o ana kadarki gelişmeleri içeren ve seferin Viyana’ya yönelik gerçekleşeceğini belirten bir raporu Telhîsî İsmail Ağa’yla birlikte IV. Mehmed’e yolladı. Padişah, raporu Belgrad’da Abaza Köşkü’nde teslim aldı. Sadrazam’ın bu kararı beklenmedik bir hareketti. Dolayısıyla Padişah, “Kasdımız Yanık ve Komaran kal‘aları idi. Beç kal‘ası dilde yokidi. Ne aceb paşa saygısızlık idüp, bu sevdâya düşmüş. Hoş imdi, Hakk ta‘âlâ âsân getüre. Lâkin mukaddem bildireydi rızâ virmezdim.” diyerek Sadrazam’ın bu hareketi karşısındaki şaşkınlığını ortaya koydu.[122]
3. Viyana Kuşatması
Bizzat seferde bulunan Teşrifatçıbaşı, 11 Temmuz’da Hainburg Palankası’nın ele geçtiğini belirterek o güne kadar zaptedilen kale ve palankaların 110’u bulduğunu kaydeder. Viyana’da oluşan manzarayı “Allah’ın lütfuyla düşmanların kalpleri dehşet ve korkuyla doldu.” şeklinde ifade eder.[123]
Belgrad’dan yola çıkan Osmanlı ordusu 14 Temmuz’da Viyana önlerinde göründü.[124] Kaleden taburuna giderken esir düşen bir Viyanalı, taburda dokuz bin ve kalede 15 bin asker olduğunu belirtmiş; İmparator’un ise kuşatmadan önce Lintz şehrine kaçtığını haber vermişti.[125] Bundan sonra Sadrazam, bu tarz kuşatmalarda âdet haline gelen teslim çağrısında bulundu. Bu doğrultuda, kale komutanı Starhemberg’e hitaben bir mektup gönderildi. Mektupta, “Müslümanlığı kabul edin ve Padişahımızın himayesinde huzur içinde yaşayın! Yahut kaleyi teslim edin ve Hristiyan kalarak yine Padişahımızın himayesinde huzur içinde hayat sürün; kaleyi terk etmek isteyenler olursa eşyalarını yanlarına alarak gitmelerine müsaade edin! Fakat karşı koymaya kalkarsanız, o zaman ölüm, yağma ve esir olma hepinizin kaderi olacaktır!” sözleri yer alıyordu. Sadrazam’ın bu teklifine, “İçerüde baş olanlarımız bu bâbda cevap verecek söz bulamadıklarından, bizim bir iki günden berü hayli âdemimiz kırılmağın elemimiz var iken, şimdi bu kâğıdın cevâbı yokdur.” denilerek yanıtsız bırakıldı. Bunun üzerine Kara Mustafa Paşa, “Vebâli boyunlarına. İmdi hemân toplar kurulsun ve piyâde metrise girüp, kal‘a dövülsün.” diyerek çevresi her yönden sarılan şehrin kuşatmasını resmen başlatmış oldu. Bu arada komutan Starhemberg, bir gün önce kıymetli eşyaları taşınarak boşaltılan kenar mahallelerin ateşe verilmesini emretti.[126]
Kara Mustafa Paşa’nın emriyle siper kazma çalışmaları gerçekleştirildi ve kale surları da dövülmeye başlandı. Bu arada, İmparator’un Viyana’dan kaçtığı haberini getiren bazı casuslar Viyana’da herşeyin karıştığına, şehir surlarının harap halde bulunduğuna, idare merkezinin ise güçsüz ve korkak olduğuna dikkat çektiler. Bununla birlikte silah ve erzak depolarının boşaldığını ve ahalinin önemli bir kısmının Türklerin korkusundan öldüğü bilgisini verdiler. Bu havadisler Sadrazam’a niyetini icra etmesi için daha çok cesaret vermişti.[127] Bundan sonra, Viyana’nın durumu hakkında haberdar olan Sadrazam askerlerine lağımlar açılmasını emretti. Ayrıca Kara Mustafa Paşa, askerlerine iltifatlarda bulunuyor, onların gönlünü yapacak davranışlar sergiliyor ve yeri geldikçe akçeler dağıtıyordu.[128] Böylelikle Sadrazam askerlerinin de kendisi gibi şevkle Viyana için çalışmasını arzu ediyordu.
Kuşatma tüm hızıyla devam ederken, Viyana sınırları içerisinde büyük bir kitlesel çalışma başlatıldı. Düzenli birliklere destek olmak için bazı birlikler kuruldu. Bunlar arasında öğrenciler, tüccar yanında ve depolarda çalışan kişiler ile saray birliklerinden ayrılmış rütbeli askerler bulunmaktaydı. Dindar kimseler, yankı uyandıran sesleriyle ibadete çağrıda bulunurken, askerler görev yerlerinde, kent soyluları sarayda, üniversite öğrencileri, tüccarlar ve işçiler ise vazifelerinin başında bulunmak zorundaydılar.[129] Türklerin şehre ateş ettiği bir sırada bir şarapnel parçası Aziz Michael Kilisesi’nin yanına düştü ve iddiaya göre patlama zamanı gelmeden üç yaşında küçük bir çocuk korkusuzca koşarak onu söndürdü. Bundan sonra atılan fişeklerden biri kalabalığın içerisine düşerek bir kadının yaralanmasına sebep oldu, düşen parçaları toplamaya çalışan vatandaşlar bir rahibin ikna etmesiyle onları düşman üzerine geri yolladı.[130] Kentte yaşanan bu tür hadiseler Viyana halkının Türklere karşı kendilerini savunmak adına ikna olduklarını ya da cesaretlendirilmeye çalışıldıklarını gösteren önemli örneklerdi.
Gün geçtikçe kuşatma bütün ağırlığını hissettiriyordu. Bu durum, ilerleyen günlerde de devam etti. Sobieski’nin 19 Temmuz’da Brandenburg elektörü F. William’a gönderdiği mektupta ortaya çıkan manzaradan şöyle bahsediliyordu: “Şimdi Osmanlı öfkesi her yeri kasıp kavuruyor, saldırılar, heyhat! Hristiyan prensleri vuruluyor, kılıçtan geçiriliyor...”.[131] Viyana Kumandanı Starhemberg tarafından Lorraine’e gönderilen bir şifreli mektup ise Osmanlıların eline geçti. Kara Mustafa Paşa bu mektubu 26 Temmuz’da ek bir yazıyla birlikte bir okun ucunda Burg yarımay tabyasına fırlattı. Sadrazam gönderdiği mektupta kentin durumunu iyi bildiğini, teslim olmaları durumunda affedileceklerini belirtti. Bununla birlikte bir an tereddüt göstermeleri halinde herşeyin yakıp yakılarak insanların öldürüleceğine işaret etti. Ancak Starhemberg bu mektuba bir karşılık vermedi.[132]
Kentteki son durum, Avrupa’daki telaşı her geçen gün daha da artırmıştı. Viyana şehrinin dolayısıyla Hristiyanlığın düşmemesi için savaş masraflarına yapılan katkılar artmaya başladı.[133] Türklere karşı Viyana’yı savunmak ve destek sağlamak üzere şehir halkını galeyana getiren Hristiyan din adamları oldukça etkili faaliyetlerde bulundular. İmparator’a ruhanî danışmanlık yapan Marco Avianno[134] bu isimlerin başında gelmekteydi. İtalyan asıllı bu papaz vaiz olarak çalışıyor ve tövbe ettirme işini yürütüyordu. Şöhreti Alplerin kuzeyine dek ulaşmıştı. Halk nazarında kazandığı kutsiyet ve şöhretiyle tüm zor zamanlarda ordunun yanında oluyor, askerlere hangi nedenle savaştıklarını hatırlatarak onlara cesaret veriyordu. Kilisenin değerli bir üyesi olan Avianno, Viyanalıların kendisine şükretmek için şüphesiz bir nedeni olduğu önemli hizmetlerde bulunmuştu.[135]
Kuşatma sırasındaki faaliyetlerinden dolayı kilit role sahip isimlerden birisi de rahip Leopold Graf Kollonitsch’ti. Kentin kurtulması için oldukça fazla destek veriyor, yardım için evini hastane olarak kullanıyordu. Nitekim hastaneler yaralılarla olduğu kadar hastalarla da doluydu. Dolayısıyla evinde kadınlar, çocuklar, yaşlılarla sürekli ilgilenmek zorunda kalmıştı. Sürekli olarak insanlara cesaret veriyor, şehrin savunmasına büyük katkıda bulunuyordu. Yoğun çabaları sonucu adı kentte baş koruyucu olarak anılıyordu. Daha önce Kandiye kuşatmasında da Hristiyanlığı cesurca savunan Kollonitsch, Viyana kuşatmasındaki yoğun çabalarından dolayı insanlığın iyilik ruhu olarak kabul edilen Aziz Vincent de Paule olarak görülmekteydi. Hatta bir söylentiye göre, onun bu şöhreti Osmanlı karargâhına yayılmıştı ve bu faaliyetlerinden dolayı Kara Mustafa Paşa intikam almak için başını almaya yemin etmişti.[136]
Viyanalıların bu girişimlerine karşılık Osmanlı tarafında da askerlere moral kazandırmak için girişimler sürüyordu. 16 Temmuz’da ordunun önemli isimlerinden Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın, çadırına isabet eden bir top nedeniyle onun cennet bahçelerindeki çiçeklere karıştığı yani şehit olduğu yazıyordu. Bu moral bozucu haber üzerine Sadrazam eldeki tutukluların öldürülmesini emrederek intikam almak istedi. Bu doğrultuda, 150 tutuklu Leylek Çadırı önünde öldürüldü.[137]
Ne var ki, bir savaşın kazanılmasında askerlerin morali önemli bir meseleydi. Birkaç gün sonra, 23 Temmuz’da Sadrazam metrisleri dolaşarak askerlere kazanma arzusu aşılamaya çalıştı. Yine topladığı ileri gelen devlet adamlarına kuşatma için gayret etmeleri gerektiğini belirtti.[138] Ona katılan Teşrifatçıbaşı da “Allâh-u Te‛âlâ Hazretleri asker-i İslâm’a nusret ü kuvvet ve a‛dâ-i dîne kahr ü hezîmet müyesser eyleye, Âmîn!”[139] şeklinde seslenerek Allah’a ve din düşmanlarına karşı zafer diliyordu.
Kuşatma süresi Ağustos’a sarkmış fakat kale henüz teslim olmamıştı.[140] Bu arada yeniçeriler arasında şikâyetler başlamıştı. Zira Osmanlı askerlerine kaleye genel saldırı izni verilmemişti. Kaleye yapılan ufak saldırılar artık onları rahatsız etmişti. Yeniçeriler, bu küçük hücumların fayda etmediğini, tersine genel bir hücumla verilecek kaybın daha az olacağını haykırıyorlardı. Onlara göre bir kuşatma 40 günü geçmemeliydi. Dolayısıyla ferman verilmediği takdirde, metrislerini terk edeceklerini belirtmişlerdi. Askerler arasında yayılan şayiaların artması üzerine Sadrazam, Sultan’ın emrine karşı gelmek istemediğini belirtti. Bir iddiaya göre Kara Mustafa Paşa, kentte var olduğu düşünülen hazinenin yağma edilmesine izin vermek istemiyordu. Bu sebeple, kentin fethedilmesi halinde varsayılan bu hazineye el konulmaması için bir beyanname yayınladı. Bundan sonra kalenin vire ile teslim alınmasında karar kılındı.[141] Gün geçtikçe kuşatma uzamaya devam ediyor, Sadrazam muhasaranın devam etmesi için propaganda faaliyetlerini sürdürüyordu. Mesela 25 Ağustos’ta metrisleri dolaşan Sadrazam, Deli Bekir Paşa, Yusuf Ağa, Hüseyin Paşa, Rodoslu Mustafa Paşa ve diğer kumandanları tabyasına getirtti. Hepsini tek tek uygun bir dille uyardı. Bu etkili ikazdan sonra, can ve mallarını İslam uğruna harcamalarını, kuşatmanın zaferle sonuçlanması için tüm güçlerini kullanmalarını emretti. Ardından kendi çadırına döndü.[142]
Ne var ki, uzun süren yoğun çabalar karşısında en sağlam kuvvetler bile en sonunda bitkin düşmeye mahkûmdu. Altı hafta devam eden kuşatmadan sonra, yani Ağustos ayı bitiminde yaşanan güçlükler üst düzeye varmıştı. Viyana her an düşebilirdi. Kalede altı bin kişi ölmüş ve her gün salgın hastalıklardan ötürü ciddi güçlükler yaşanıyordu. Yiyecek, içecek ve mühimmat azalmıştı. 4 ile 6 Eylül’de iki büyük lağım patlatıldı. Artık şehrin direnmesi için olağanüstü çabalar gerekliydi. Ümitlerin tamamen tükendiği günlerde, uzun süredir hasretle beklenen yardım haberi kent halkına moral oldu. Nitekim 6 ila 9 Eylül tarihleri arasında Lorraine’in ordusu ile Lehistan Kralı Sobieski’nin yardımcı birlikleri Tulln Ovaları’nda bir araya geldi.[143]
Osmanlı tarafında ise askerlerin savaşa istekli devam etmeleri için gayret ediliyordu. Bu uğurda Şeyh Vânî Mehmed Efendi de metrislerde dolaşarak savaş hattında bulunan Müslüman askerlere teşvik ve teselli edici şeyler söylüyordu. Konuşmalarında, Osmanlı birliklerine cihat ve şehadetin önemine dair öğütler veriyordu. Öyle ki bu çabalarıyla herkesin takdir ve hayranlığını kazanmıştı.[144] Ancak kuşatmanın artık gereğinden fazla uzaması Osmanlı ordusundaki dengelerin sarsılmasına neden oldu.[145] Kuşatmada yerlerini terk eden bazı Osmanlı askerleri oldu. Bu durum karşısında Kara Mustafa Paşa, Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa’dan tavsiyede bulunmasını istedi. İbrahim Paşa kuşatmanın derhal kaldırılmasını ve düşman üzerine gidilmesini teklif etti. Hatta birkaç paşa dışında, diğer paşalar da Sadrazam’dan aynı talepte bulunarak Osmanlı Devleti’nin geri dönülemez bir hale düşmemesi için ricada bulundu. Ancak Sadrazam kuşatma fikrinden vazgeçmek istemedi. Paşalara, o ana kadar çekilen zahmetlerden söz etti. Ayrıca şehit düşen onca Osmanlı askerinin intikamı alınmadıktan sonra tam başarıya ulaşılabilecek bir sırada geri çekilmenin askerlerin cesaretini kıracağını ve bu nedenle istekli savaşmayacağını belirtti. Bu minvalde gerçekleşen müzakereden sonra kuşatma fikrinde ısrarcı olan Sadrazam, paşaların fikrini geri çevirdi.[146]
Kırım Hanı tarafından Kara Mustafa Paşa’ya 35 bin kişilik bir Leh ordusunun Viyana’ya yaklaştığı haber verildi. Daha önce de Sadrazam’ın kuşatma fikrine muhalefet eden Kırım Hanı Murad Giray bu konuda uyarıcı nitelikte sözler sarf etse de onun inadını kıramadı. Hatta Sadrazam Kırım Hanı’na gönderdiği haberde, “Gelecek imdâdı bilürüm, üç dört bin Lehlü ile beş on bin Nemçe, tevâtür idicek ne var.” diyor ve Tatarlara hitaben şöyle devam ediyordu: “Hayda, onlar ne bilir, varsın beygirlerini gütsün. Ben gelen kâfiri çadır oğlanlarıma tepeletirim. Onların korkuları varsa karışmasınlar.” Sadrazam kendinden oldukça emindi ve dolaşan söylentileri küçümsemeye kalkıştı. Bu gelişmelerden Kara Mustafa Paşa’nın acınacak haldeki din düşmanlarının eylemlerini göz ardı ettiği anlaşılıyordu.[147]
Müttefik kuvvetler 10 Eylül’de Kahlenberg’e doğru hareket etti ve 11 Eylül’de buraya vardı. Kalede büyük sıkıntılar baş göstermişti. Kale kumandanı Starhemberg imparatorluk ordularını komuta eden Lorraine’e hitaben, “Efendimiz, kaybedecek vakit yok; size yalvarırım, vakit kaybetmeyiniz.” diyerek yardım diliyordu. Yardım isteği için havaya birçok fişekler fırlatıldı. Buna karşılık, tepelerde dalgalanan sancaklar ve geceleyin atılan fişekler kente kurtuluşu müjdeliyordu. Bu arada Han tarafından yakalanan esirlerden biri Sadrazam’a gönderilmişti. Gelen esir, Alman ve Leh ordularının birleştiğinden söz ederek, yaklaşık 80 bin piyade ve 40 bin süvari askerinin bir araya geldiğinden bahsetti. Bunun üzerine Kara Mustafa Paşa, kendilerine 12 Eylül’de hücum etmeyi planlayan müttefik kuvvetlere karşı, kendi birliklerine savaş düzenine geçmelerini ve her an hazır bir şekilde beklemelerini emretti.[148]
Viyana, 12 Eylül Pazar günü savaşa hazırdı. Türklere karşı başarılı olmanın yolu güçlü bir propagandadan geçiyordu. Sabah askerlere ve halka savunma için teşvik edici sözler söylendi. Bu hususta gerek din adamları gerekse komutanlar oldukça ciddi hareket ettiler. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte rahip Marco Avianno Leopoldsberd’de bulunan mihrapta kutsama törenini başlattı. Kilise ayini bittikten sonra Avianno, rahip kıyafetleri içerisinde, elinde haç ile kilisenin kapısında duruyor, yüksek sesle, “Askerler, size ilan ediyorum, Kutsal Makam (Papalık) adına, Tanrı’ya güvenirseniz, zafer sizindir.” [149] diyerek askerlere büyük bir moral veriyordu.
Bundan önce, Viyana’ya yürüyüş sırasında Leh ordusunun morali üst seviyedeydi, ancak iaşe sıkıntısından kaynaklanan birtakım hoşnutsuzluklar da ortaya çıkmıştı. Fakat Sobieski, bunun da üstesinden gelerek askerlerinin güvenini kazanmasını bildi. Cesaretlenen Leh askerleri heyecan ve gözyaşları içerisinde, “Kralımız Sobieski ile yaşayacağız ve öleceğiz.” diye bağırıyorlardı.[150] Artık savaş günü gelmişti. Kral Sobieski de karşısında savaşmaya hazır ve hevesli bir güruh istiyordu. Bu nedenle, emrindeki askerlere geçmişteki zaferlerini anımsatarak şöyle seslendi:
“Savaşçılar ve yoldaşlar! Şu ovada bulunanlar düşmanlarımızdır. Hotin’de yendiğimiz düşmandan daha kalabalıklar. Onlarla yabancı bir toprakta savaşmak zorundayız, ancak kendi ülkemiz için savaşıyoruz ve Viyana duvarları altında Varşova ve Krakow’u savunuyoruz. Yalnızca bir şehri değil, aynı zamanda Hristiyanlığı kurtarmak zorundayız. Savaş kutsaldır. Üzerimizde bir lütuf ve ölenimiz için şeref tacı var. Sadece dünyevî iktidar için savaşmıyorsunuz aynı zamanda kralların kralı olan Tanrı için savaşıyorsunuz”.[151]
Bundan sonra Sobieski askerlerine dönüp, “Tanrı ve Kutsal Anası bizimle!” [152] diyerek birliklerini mücadeleye hazırladı.
12 Eylül günü Hristiyan kuvvetlerce genel bir taarruz başlatıldı. Düşmanlar dağa ulaştılar ve buraya yayıldılar. Savaşın görgü şahitlerinden Teşrifatçıbaşı, müttefik kuvvetlerin herşeyi ezip geçen ve yakan kara bir sel felaketine benzediğini kaydetmektedir. Habsburg ordusu, Osmanlı ordusu üzerine sağ ve sol kanattan saldırıya geçti. Sağ cenahı savunan İbrahim Paşa’nın kuvvetleri çabuk düştü ve geri çekildi. Şam Beylerbeyi Hüseyin Paşa komutasındaki sol cenah direniş gösterse de çok sürmedi. Bundan sonra merkezde Sobieski’nin hücumuna karşı kuvvetleri kırılmaya başlayan Kara Mustafa Paşa otağına kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Burada, durumun vehametini anlayınca canı pahasına savaşmak istediyse de yanında bulunan Sipahiler Ağası Osman Ağa ve Amca Hasan Ağa’nın Sancak-ı Şerif ’in düşman eline geçmesinin çok daha pahalıya mal olacağı yönündeki telkinleriyle karargâhı terk etmeye mecbur kaldı. Osmanlı ordusunun tüm top, tüfek ve mühimmatıyla birlikte çadırları düşman kuvvetlerin eline geçti. Sadrazam’ın tercümanı İskerletzade Mavrokordatos’un deyimiyle savaşın neticesi akşamüstü kesinlik kazandı. İlk başlarda savaşmak için geldiklerini haykıran Osmanlı askerleri bozgundan sonra yemeden ve içmeden uzun süre geri çekilmek zorunda kaldı. Öte yandan Hristiyan karargâhı sevinç çığlıklarıyla inlerken Viyana halkının yanısıra zafer haberini alan tüm Avrupa bu zaferi kutlamaya başladı.[153]
Kara Mustafa Paşa ve beraberindekiler 14 Eylül’de Yanık sahrasına geldiler. Sadrazam’ı buradaki köprüde Erdel Kralı Apafi Mihal karşıladı. Budin Valisi’nin herkesten önce kaçarak Yanıkkale’ye geldiğini bildirdi. Bunun üzerine, Sadrazam hezimetten sorumlu gördüklerine hesap sormak istedi. Bu sebeple, başta İbrahim Paşa’yı görüşme için çağırtmışsa da Budin Valisi hastalığını bahane ederek reddetti. Buna daha çok öfkelenen Sadrazam öyleyse arabayla gelmesini emredince İbrahim Paşa Sadrazam’ın huzuruna çıkmak zorunda kaldı. Öfkeli Sadrazam, İbrahim Paşa’ya ağır hakaretler ettikten sonra İbrahim Paşa’nın itirazlarına karşılık verilmedi ve idam edilmek üzere ölüm sehpasına yollandı. Kırım Hanı da İbrahim Paşa gibi bozgunun sorumlularından biri olarak görüldü. Nitekim Leh askerlerinin geçişine mani olma görevini yerine getirmemişti. Kırım Hanı başta Kara Mustafa Paşa’nın huzuruna çıkmaya niyetlenmişse de oğulları ve yanındakilerinin tesiriyle o da huzura çıkmayı reddetti. Bunun üzerine sinirlenen Sadrazam, Murad Giray’ı azlederek yerine Hacı Giray’ı Kırım Hanı olarak tayin etti.[154]
Viyana önünde yaşanan hezimetin kabahati, Sadrazam’a yükleniyordu. Hasan Esirî, Budin’e geçen Sadrazam için değersiz kimseler tarafından kötü sözler söylendiğini ifade etmektedir. Hatta ona göre halk, Viyana seferini ağızlarından düşürmeyip, “Bu seferi açdılar da ortalık şöyle oldı ve böyle oldı.” diyerek yerli yersiz söylentiler çıkarıyordu. Öyle ki seferde yer almayan kimselerin de devlete dil uzattıkları kaydedilmektedir. Ancak Hasan Esirî, bu beyhude sözlerden vazgeçilerek Padişah’ın ve devlet ricalinin suçlanmaması gerektiğini kaydetmektedir.[155]
Budin’e geçen Kara Mustafa Paşa buradan Padişah’a sefer ve akıbetiyle ilgili uzun uzadıya bir rapor yolladı. Bu raporda, kuşatmanın sonuna dek şehrin düşeceğinden ümitli olunduğu ancak bazı paşalar yüzünden harekâtın başarıya ulaşmadığını belirtmişti. Başta İbrahim Paşa ve diğer cezalandırılan paşaların tutumundan bahsetmiş ve kendisinin bu hezimette masum olduğuna dikkat çekmek istemişti.[156] Sadrazam, 16 Ekim’de Budin’den ayrıldı. Bu tarihten üç gün önce Budin’i terk eden Padişah’a söz verdiği üzere, baharda giderlerini karşılayacağı ve elden çıkan bütün yerleri yeniden kazanacağı bir sefere hazırlık için Belgrad’a hareket etti. Daha sonra Sadrazam ve Osmanlı ordusundan geriye kalan kuvvetler herhangi bir engelle karşılaşmadan 17 Kasım’da Belgrad’a vardılar. Kara Mustafa Paşa, halktan hakikati gizlemek için Belgrad’a büyük bir zafer töreni ile girdi. Padişah ise, ilk başta Sadrazam’a karşı bir önlem almadı ve aynı tarihlerde önce Filibe’ye, ardından Edirne’ye geçti.[157]
Kara Mustafa Paşa, akıbeti konusunda herhangi bir sürprize mahal vermemek için IV. Mehmed’e raporlar göndermeye devam etmişti. Bu raporlar, kendisiyle beraber seferde bulunan bazı komutanlarla ilgiliydi. Zira bu subayların kendisi hakkında sarayı etkileyecek propaganda faaliyetlerinde bulunacağını düşünüyor, bu nedenle onların da suçlu olduğunu vurgulayarak diğer paşalar gibi onların da cezalandırılmasını istiyordu. Ancak korktuğu üzere, ordudan bazı askerler de saraydaki dostlarını gelişmelerden haberdar etmekten geri durmamışlardı. Bununla birlikte, baştan beri Sadrazam’a karşı olup onun başarıya ulaşmasını arzu etmeyen bazı saray mensupları da mevcuttu. Bunların başında Mirahur Süleyman Ağa ile Kızlarağası Yusuf Ağa gelmekteydi. Sadrazam’a kin tutan bu isimler kaymakam ve aynı zamanda Kara Mustafa Paşa’nın hamiliğini yaptığı Kara İbrahim Paşa’yı da etkileyerek kendi yanlarına çektiler. Bu saraylılar, Padişah’a sürekli Sadrazam’ın başarısızlığı ve cezasının verilmesi gerektiği konusunda telkinlerde bulundular. Başta bunların fikrine yanaşmayan IV. Mehmed, Sadrazam’a kılıç ve kaftan göndermişti. Fakat Kızlarağası Yusuf Ağa’nın ısrarlı telkinlerine dayanamayan IV. Mehmed, bir süre sonra Sadrazam’ın idamına karar verdi. Sadrazam’a karşı yürütülen karşı propagandalar artık sonuç vermişti. Sadrazam, Padişah’ın emrini götüren görevlilerce 25 Aralık 1683’te Belgrad’da boğdurularak idam edildi.[158] Bu tarihe kadar büyük bir hırsla Viyana’yı hedef alan ve propagandalarında büyük ölçüde başarılı olan Sadrazam’ın bozguna uğraması kendisine yönelik karşı propagandaların ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Saraydakilerin karşı propagandaları onun sonunu hazırlamış oldu. Bu hezimetle birlikte Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından geri çekilişi de başladı.
Dönemin Venedik balyosu, Osmanlı ve Batı dünyası için dönüm noktalarından biri olan bu seferi şu sözlerle özetlemektedir: “Böylece büyük bir görkem, büyük çabalar ve zenginlik ve itibar umudu ile başlatılan bu savaş, büyük kayıplar, utançlar ve ölüm ile sonuçlandı”.[159] Gerçekten de bu hezimetten sonra yenilmez addedilen Türkler, artık korku unsuru olmaktan çıkmaya başladı. Bu durum, aynı zamanda Türklere karşı propagandanın yöntemlerini de değiştirdi. Nitekim korkulan Türk imajının değişmesiyle, Hristiyan halka Türk korkusunu aşılamada başı çeken Kilise’nin de bundan sonraki propaganda faaliyetleri sınırlandı. Bununla birlikte Kilise’nin insanların zihnine yerleştirdiği “kötü Türk” imgesi uzun bir dönem hafızalardan silinemedi.[160]
Hasan Esirî’nin kaydettiğine göre, Viyanalılar, kendileri adına zafer Türkler için bozgun sayılan bu seferle ilgili eserler kaleme almış ve kış gecelerinde okurlarmış. Hatta kendi okuduğu bir eserde, Hz. Âdem’den bu yana böyle bir hadisenin yaşanmadığı gibi abartılı bir kaydın bulunduğunu ifade etmektedir. Yine o da bu seferin Viyanalılar üzerindeki tesirini “…ammâ ol seferde vilâyetlerine olan hakāret dahi kıyâmete değin derûnlarından çıkmayup mûcib-i ibret olmağla…” sözleriyle ifade etmiştir.[161]
Sonuç
Propaganda, harp tarihi göz önüne alındığında, savaş kararlarının alınmasından bu savaşların sonuçlanmasına kadar süren süreçte karar mekanizmalarına yön veren önemli bir araç olmuştur. Zira insanların ruh hallerine tesir eden propaganda, kitleleri bir amaç uğrunda etkileyerek ve ikna ederek hedefe ulaşmada önemli bir role sahiptir. Bu çerçevede, insanların zihninde savaşı kazanma güdüsünün aşılanması hayatî öneme sahip olmuştur.
1683 Viyana Kuşatması, güçlü bir propagandayla, insanları zihinsel açıdan etkilemenin hedefe ulaşmada ne denli etkili olduğunu gösteren tipik bir örnektir. Cesur, hırslı ve disiplinli bir sadrazam olan Kara Mustafa Paşa’nın yoğun propaganda çabalarının daha çok seferin meşruiyetini sağlama ve insanları bu savaşa hazırlama odaklı olduğu görülmektedir. Kuşatmanın son bölümlerine kadar Kara Mustafa Paşa, çeşitli yollarla kitleleri rahatlıkla ikna edebilme kabiliyetine sahip biri izlenimi vermektedir. Bunu yaparken yaygın bir şekilde sözlü ve yazılı iletişim yöntemlerinden faydalanmıştır. İnsan gücü seferberliğinde oldukça başarılı bir görüntü sergilemiştir. Ancak Sadrazam’ın büyük propaganda girişimleri neticesinde verilen sefer kararı ve ardından uğranılan hezimet bu defa Osmanlı sarayında ona karşı yapılan anti-propaganda faaliyetlerinin fitilini ateşlemiş; hatta saraydakilerin bu girişimleri onun idam edilmesine sebep olmuştur.
Türklere karşı savaş istemeyen, ancak harbin eşiğine gelen Habsburg hükümeti gerekli olan maddi ve manevi destek için yurt içinde ve yurt dışında önemli propaganda girişimlerinde bulunmuştur. Bu propaganda çalışmalarının ana teması Viyana’yı, dolayısıyla Hristiyanlığı Türklere karşı korumak olmuştur. Halkın mücadelesi olarak nitelendirebileceğimiz bir kitlesel seferberlik tesis etmiştir. Bunun için de Türkler hakkında ortaya atılan rivayetlerin çoğu dinî duyguları harekete geçiren bir hüviyette olmuştur. Büyük bir görkemle başlatılan bu kuşatmada, gözle görülür maddi olanakların manevi gücün gerisinde kalması bunu yansıtmaktadır. İnsanların zihinlerine işlenen propaganda faaliyetleriyle dinî duygular ağır basmış, kentin savunması için büyük fedakârlıklar yapılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, siyaset ve din ilişkisinin iyi bir propagandayla nasıl bir boyuta ulaştığı dikkate değerdir.
Habsburg hükümetinin propaganda faaliyetlerinin sıradan olmadığını söylemek elbette mümkündür. Zira Türklere karşı mücadeleyi sürdürebilmek için hem manevi hem de finansal açıdan yaygın bir propaganda sürecine girilmiştir. Bilhassa insanların manevi dünyasına hitap edilmesinde Papalık yani Katolik Kilisesi üyelerinin destekleri su götürmez bir gerçektir. Kilisenin büyük propaganda girişimleri sonucu bu kuşatmaya olan destek sınırötesine taşınmıştır. Katolik dünyasından Viyana’ya destek kampanyası yönündeki Papalık mektupları Türklere karşı bir savaş daveti niteliğindedir. Zira bu mektuplarla, Hristiyan âlemi Türklere karşı ayağa kaldırılmak istenmiştir. Ayrıca söz konusu dönemde egemen olan Türk imgesini göstermesi bakımından bu mektuplar ayrı bir öneme sahiptir. Başta bu mektuplar olmak üzere, dönemin basılı ve sözlü kaynaklarında Türkler tamamıyla insanlık dışı faaliyetlerde bulunan zalim bir topluluk olarak gösterilmiştir. Ayrıca kuşatma boyunca Habsburgların basılı yayın organlarıyla yoğun propaganda yapması Avusturya’da yazıya dayalı kültürün geliştiğini de göstermektedir.
Kuşatmaya giden süreçte uygulanan propagandalara bakıldığında, savaşın başından itibaren Habsburg hükümeti Kilise kanalını kullanarak Hristiyan dünyasından yardım beklemiştir. Din eksenli yürütülen bu propaganda çalışmalarına en büyük desteğin Lehistan Kralı Jan Sobieski’den geldiği dikkat çekmektedir. Bunun yanında imparatorluğa bağlı bazı prensliklerden de önemli destek alınmıştır.
Osmanlı cephesinde kuşatmanın başından itibaren etkili bir propaganda süreci yürütülmüş olsa da ilerleyen süreçte komutanlar arasındaki ihtilaflar bu sürecin zedelenmesine neden olmuştur. Dolayısıyla başarıyla sonuçlanması beklenen bu kuşatma girişimi Osmanlı Devleti’nin aleyhine sonuçlanmıştır.
Avrupa tarihi için önemli bir dönüm noktası olan 1683 Viyana Kuşatması’nda sefere karar sürecinde, sahada ve cephe gerisinde genel olarak yazılı ve sözlü kaynaklar propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Söz konusu dönemde, diplomatik kayıtlar, gazete, broşür gibi basın organları ve çağdaş kaynaklarda propaganda sayılabilecek çok sayıda ürün mevcuttur. Kuşatmada yer alan ruhban sınıfı ve devlet adamlarının hutbe, vaaz ve nutukları da sözlü propaganda yönteminin önemli bir parçası olmuştur. Tüm bu kaynaklardan hareketle, savaşın yalnızca cephede gerçekleşmediği açık bir şekilde görülmektedir. Nitekim savaş açanla buna maruz kalanlar arasında -savaş evresine gelinceye dek- hedef kitleler maddi ve manevi bakımdan savaşa hazırlanmaya çalışılmıştır. Öyle ki bu kuşatmada zafer elde eden tarafın maddi güç kadar manevi ruh hali de mücadelenin gidişatını ciddi derecede etkilemiştir. Sonuç olarak büyük propaganda kampanyaları yürütülen bu mücadele sonuçları itibariyle yeni gelişmelere ortam hazırlamıştır. Nitekim gelinen noktada, Osmanlıların Viyana önlerinde yenilgiye uğraması yenilmez Türk imajını büyük ölçüde sarsmıştır.