Avrupa'da, Mısır tarihi ve medeniyetine ilgi Rönesans devrinde, antik grek yazarların incelenmesiyle, başlamış olup, XVII. yüzyılda hiyeroglif yazıların deşifre denemeleri yapılmış, ama genellikle ön yargılı davranışlar sonucu hayal gücüne dayalı yanlış yorumlara gidilmiş ve bu yüzden çalışmalar verimsiz kalmıştır.
Araştırmaların sağlam temellere dayandırılması Napolyon'un 1798'deki Mısır seferinden sonra başlamıştır. Bu sefer sonunda "Mısır'ın Tasviri" adlı eserin yazılmasından ve Reşit'te bulunan hiyeroglif, demotik ve eski yunan yazılarında üç dili havi, V. Ptoleme devrine ait "Rozet Taşı"nın bulunmasından sonra araştırmalar ve arkeolojik çalışmalar hız kazanmıştır. Fransız bilim adamı François Champollion 1 822'de hiyeroglifle yazılmış özel isimlerdeki harfleri çözmeyi başarmış, böylece diğer yazıların okunması da kolaylaşmıştır. Bu bilgilerden hareketle Champollion elde edebildiği papirüs ve yazıtların anlamını çözmeye devam etmiştir. Hiyeroglif yazının çözümlenmesi Eski Mısır konusunda yapılan araştırmalar için büyük bir atılım oldu ve bir nesil sonraki bilim adamlarının çalışmalarıyla bu konudaki bilgiler arttırıldı ve güçlendirildi. Hem de "Egyptologie" adı altında gerçek bir bilim dalı haline getirildi. Alman Richard Lepsius ve Fransız Emanuel de Rou0, kronolojik sıraya dikkat ederek, metodlu bir çalışmayla, ayrıntılara dayanan araştırmaları önemli ölçüde arttırdılar. Mariette yaptığı kazılarla, Chabas ve Goodwin hiyeratik yazılarla yazılmış papirüslerden çeviriler yaparak, H. Brugsh demotik yazıyı çözerek araştırmalara büyük katkılarda bulundular. Adolf Erman ise Mısır tarihinin üç esas devrinin belirleyici özelliklerini ortaya koyan eserinin yanında hiyeroglif yazının grammer kurallarını tesbit etti.
Bu bilim adamlarının çalışmaları daha sonraları G. Steindorff, K. Set-he, H. Schaeffer, L. Borchardt, W. Spielgelberg, J.H. Breasted tarafından sürdürülmüştür. Fl. Petrie ve Ed. Naville'in kazıları, Griffith'in çalışmaları, G. Maspero'nun araştırmaları "Egyptologie"nin ilerlemesini sağladı. Mas-pero, Mısır'ın siyasi ve dini yapısı, medeniyeti ve edebiyatı üzerine yaptığı incelemelerle konu hakkındaki bilgileri arttırdı. "Egyptologie"nin öncüleri olan bu bilim adamları sayesinde Mısır tarihi ve medeniyeti hakkındaki çalışmalar bugünkü durumuna erişti.
Şunu ifade etmek gerekir ki, Mısır'ın karmaşık medeniyetine nüfuz etmek gerçekten çok zordur ve genellikle ancak "Piramit Metinleri" "Sanduka Metinleri" gibi Piramitlerin yeraltı odalarının duvarlarına ve sandukalar üzerine yazılan yazıtlarla, "ölüler Kitabı" gibi pek çok öteki dünya ile ilgili yazılan papirüslerin incelenmesiyle, net olmasa bile bazı konuların anlaşılması mümkün olmaktadır. Başlangıçtan itibaren bilim adamlarının yaptıkları aslında gerçek bir polis araştırmasına benzemiş, yine de bazı konularda, kanımızca kesin bir netlik elde edilememiş, fikir yürütmekle yetinilmiştir.
Mısır ile uzun siyasi ve kültürel bağlarımıza rağmen maalesef eski Mısır tarihi ve medeniyeti ile ilgilenmemiz çok yakın tarihte başlamıştır. Bu yüzden yapılan çalışmalar oldukça kısıtlı kalmış, daha ziyade genel mahiyette yürütülmüştür. Aslında Mısır medeniyetini, tam olarak, anlamak için, hiyeroglif yazısını bilmekten öte, yukarda andığımız, Avrupa dillerinde tercümesi bulunan metinlerin incelenmesi gerekmektedir.
Biz burada, bir "Egyptologie" denemesi olarak, hiyeroglif yazısından fransızcaya çevrilen Piramit ve Sanduka Metinlerinden hareketle, bu konuda, özellikle Fransız bilim adamlarının araştırmalarından yararlanarak, Mısır Medeniyetinin önemli unsurlarından biri olmasına rağmen, Türkçe literatürde hakkında yeterli araştırma bulunmayan, "Eski imparatorluk devrinde tanrı Rg konusunu kronolojik bir çerçeve içinde incelemeye çalışmış bulunuyoruz.
Güneşin Doğulu
Eski Mısır'da Nil boyunca, göçebe halinde yaşayan kabileler Neolitik Çağ'dan itibaren (M.C1. 5000-4000) yerleşik hayata geçtiler ve yavaş yavaş bunların yerleşim yerleri belirlenmeye başladı. Zamanla gelişmesi sonucunda kabileler prenslikleri (vilayetleri) kurdular. Bu prenslikler, tarihi devirlerde, bulundukları bölgelere göre ki Deha bölgesinde bir veya zaman zaman iki, Yukarı Mısır'da bir olmak üzere krallıklara bağlandılar. Her prenslik bir vilayet teşkil ediyordu (eski mısırca Sepat, yunanca Nomo) ve merkezi bir şehirden (mısırca Niyut) idare ediliyordu [1]. Her vilayetin koruyucu tarım' vardı. Her tanrının kendi sınırları içinde, kendine özgü bölgesel işlevi vardı, bölgenin dışında etkisi azalırdı. Bu yüzden her vilayetin tanrısı yaratma ve verimlilik gibi varoluşun temel özelliklerini benliğinde taşırdı[2]. Bu tannlann herbirinin ilahiyatı ilgili din adamları tarafından geliştirilmişti.
Mısır'da Eski imparatorluk devrinde 38 vilayet bulunmaktaydı ve her vilayetin kendi tannsının mabedi (Het neter-tannnın şatosu), prens veya valinin sarayı (Heka Het), arması, yerel bayramları, dini kutsamalan farklıydı [3].
Bütün bunların dışında, ayrıca, Mısır'da dört önemli kültür merkezi bulunmaktaydı: Heliopolis, Memfis, Hermopolis ve Teb. Bunlardan herbiri kendi tannlanna özgün yaratma teorileri geliştirerek, bir yerde, kendi tannlannın imparatorluk tanrım olabilmesi için yanşa girmişlerdi [4] .
Kült merkezlerinden ve vilayetlerden biri olan, mısırca On veya Iyun "merkezi site" anlamına gelen, greklerin ise yerinde bir ifadeyle Heliopolis dediği "güneş sitesi", Mısır tarihinin başlangıcında büyük bir önem taşıdı [5]. Kraliyetin başkenti olup olmadığı bilinmemekle beraber din adamlarının tanrı Re ile ilgili olarak ortaya koydukları dünyevi ve uhrevi kuramlar sayesinde II. Hanedandan itibaren Eski imparatorluk devrinde (M.Ö. 2825-2400) tüm ülkenin dini merkezi haline gelerek en parlak devrini yaşadı.
Evrenin yaratılışı ile ilgili en eski teoriyi ortaya koyan din adamları tedrici olarak tanrı Re'ye ulaşmışlardır. Bu din adamları ilk önce yeraltı güçlerini temsil eden, aslan, yılan ve bir çeşit fare ile simgeleştirilen ve ismi "eksizsiz[6] anlamına gelen tanrı Atum'u yüceltmişler, onu yaratıcı tanrı ilan etmişler ve özellikle onun evrensel tanrı vasfını vurgulamışlardır. Bununla da kalmayıp diğer tannlan onun yarattığı konusunda hipotezler öne sürmüşlerdir [7]. Heliopolis'teki inanışa göre "dünyanın yaratılmasından önce suyla dolu, engin bir çukur başlangıç ummanını (Nun) teşkil ediyordu ve bu ummanda hücreler cansız, hareketsiz (nenu) bir şekilde bulunuyordu. Bunlar arasında henüz adlandınlmamış, sonraki tüm canlıları benliğinde toplayan bir ana hücre Atum[8] bulunmaktaydı[9]. Kendi cinsinde eksiksiz ve yetkin olan, bir yerde erkek ve dişi özellikleri benliğinde bulunduran Atum ilahi bir güçle kendi kendini yaratmıştır. Bundan sonra yaratma arzusuyla doğu tepesinin teşkil ettiği doğal merdiven vasıtasıyla başlangıç ummanı Nun'dan [10] bir tepenin üzerine çıkarak[11] Dokuzlu tanrılar (Mısırca Pesecet, Yunan Ennea)[12] grubunun ilk çifti olan tanrı Şu (Hava tanrısı) ve tanrıça Tefnut'u (Rutubet tannçası) yaratmıştı r. Böylece Atum kendi kendine döllenerek erkek ve dişi ilk farklı çifti yaratmış oluyordu[13]. Şu ve Tefnut, yer tanrısı Jeb ve gök tannçası Nut'u yarattı lar. Şu, Jeb'le Nut arası na girerek her iki tanrıyı birbirinden ayırmıştır[14]. Jeb ve Nut ise, çocuklarının sayısını arttı rarak, dört tanrı ve tanrıça kardeşler ve eşler olan Oziris, İzis, Seth ve Neftis'i dünyaya getirmişlerdir. Böylece Mum ve dört çift tanrı ve tanrıçalar ilk kutsal aileyi oluşturdular. Bundan sonra Thot, Anübis, Horüs, Mat ve Hathor gibi tanrılar ve daha sonra insanlar ve bütün varlıklar yaratı ldılar. O halde Atum ilk önce tannlan, sonra insanları kalbinde[15] tasavvur etti, ağzı ndan çıkanla (kelam logos (yunanca) yarattı [16].
Tanrı R ise Heliopolis'te Atum'la birlikte tapılan yerel bir tanrı idi. Sabah, öğle, akşam bütün haşmetiyle görünen Re, [17] aslında, hiç bir resim, heykel gibi ikonlara ihtiyacı olmayan bir tanndır. R veya Râ'nın "Râu" (vermek, yaptı rmak, yaratmak) kelimesinden türetildiği ve böylece "yaratıcı" anlamına geleceği düşünülmektedir[18]. Hatta tanrı olarak Re'nin kökeninin Deha bölgesinin güney batısında Sahebu'dan olduğu [19], daha sonraları, Heliopolis din adamları tarafından benimsendiği zannedilmektedir. Her halılkarda, II. Hanedan devrinden itibaren (M.Ö. 2800) din adamları, belki de Atum'un gözle görünen bir varlık olmaması veya insanların tahayyül edemediği bir tanrı olması dolayısıyle tüm yaratıcılık vasfını tanrı Re'ye aktarma yoluna gitmişlerdir. Bununla beraber tanrı Atum'u tamamen gözden düşürmemişler, Re'nin bir durumu, yani batan güneşle özdeşleştirmişlerdir. Böylece Atum'un benliğinde, hergün akşam girdiği, kökeni olarak kabul edilen yerle, bir gök cismi olan Re birleştirilmiş [20] ve Re-Atum olarak adlandırılmıştır. Zaten "ölüler Kitabı"nda[21] Re'nin Atum şekliyle karanlık dünyada dolaştığı ve doğan güneşin gece güneşi Re-Atum'dan çıktığı belirtilmiştir. Bundan Başka "Piramit Metinleri"nde[22] Re-Atum'dan bahsedilmekte ve Atum'un Re olarak yaratıcı tanrı anlamına geldiği befirtilmektedir[23].
Doğan güneşle ilgili olarak din adamları Re'yi Re-Hepri olarak adlandırdılar. Hepri bir gübre böceğiyle veya ender olarak baş kısmında bir gübre böceği [24 olan bir insanla ifade ediliyordu. Hepri'nin "heper" fiiliyle ilgili olduğu zannedilmektedir ve hayata gelmek (doğmak, varolmak) anla-mına gelmektedir[25]. Hepri böceğinin yuvarlak bir gübre parçasına yumurtalarını bırakması ve bu yumurtalardan yavruların döllenme olmaksızın çıkması, Hepri'nin başlangıç tanrısı olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Bazı resimlerde gübre böceği Hepri ufukta güneşi iterek doğmasına yardım ediyor gibi gösterilmiştir. Re-Hepri olarak Re'nin kendi kendinin yaratıcısı olduğu ortaya konulmuştur [26]
Re, yalın olarak, sadece güneşin öğle vakti [27] tam tepeden olduğu, bütün haşmetiyle göründüğü zamanki adıydı. Bununla beraber güneşin öğle vakti şekli, o zamana kadar imparatorluk tanrısı olan ve firavunlarm kendinden geldiği kabul edilen Horüs'le [28] özdeşleştirilmiş ve R-Horakti (ufkun Horüs'ü) olarak adlandı rılmıştır. Ayrıca Horüs, Haroeris adı altında Re'nin oğlu olarakta kabul edilmiştir[29]. Gize'deki dev piramitlerin yanı ndaki Sfenks, Re-Horakti'nin dünyadaki bir görüntüsü gibi görülen firavun Kefren'i Horüs-Kefren olarak ifade etmektedir ve yüzü "göksel kopyası" [30] olan güneşin batış yerine doğru olarak yapılmıştır. Bu da bize, firayunlann, bundan böyle, benliğinde Horüs'ü taşıyan tanrı Re'yi en büyük tanrı olarak kabul ettiklerini kanıtlamaktadır.
Böylece Re'nin, Hepri-Horakti-Atum isimleriyle bir yandan üç görüntülü olduğu, diğer taraftan ise "sabahleyin çocuk, öğleyin olgun, akşam yaşlı bir insan" [31] imajıyla üçlü bir özelliğe sahib olduğu belirtilmiştir. Bir yerde dairesel bir şekilde, her devirde, her yaşta insanın hayatını düzenleyen, hayat veren, yaratıcı vasfı vıırgulanmıştır.
Taraf ın Tanrı Ri
Aslında yaratıcı tanrı olarak Re'nin yukarıda ele aldığımız tanrı Atum'tan farkı yoktur. Re-Atum olarak Re, henüz evren bir kaos içindeyken ve "yer, gök, insanlar ve ölüm bulunmazken" varolan kopkoyu karanlıklar içinde bulunan Nun [32] üzerinde kendi kendini yarattı ktan sonra kutsal bir tepe olan Benben [33],[34] üzerine yerleşmiş Nun'un koyu karanlığına karşı ışığı (nur) yaratmıştır. "Piramit Metinleri"nde Re hakkında, "Merdivenin tepesine çı kan ey Atum, ey Hepri kutsal yer olan Heliopolis'te Anka
kuşu (mısırca Benu, yunanca Foinix)[35] gibi dikilitaştan yükseldin"[36] denilmiştir. Burada, karanlık dünyadaki seyrini tamamlayan Re-Atum'un kendi kendini yaratarak bir ışın diskine dönüştüğü, yani Re-Hepri olarak yükseldiği ifade edilmiştir. Bundan sonra mastürbasyonla veya tükürerek ilk olarak Şu ve Tefnut'u [37] yaratmış, onlar Jeb ve Nut'u, her ikisi de Oziris, İzis, Seth ve Neftis'i dünyaya getirmişlerdir. Daha sonraları Hathor, Horüs, Thot, Anübis ve Mat gibi tanrı ve tanrıçalar da bu topluluğa eklenmiştir.
Böylece birer insan görünümünde ve insanın fizyolojik yapısında görülen tannlann yaratıcısı olarak kabul edilen tanrı Re'nin "insanların vücudunu gözyaşlanyla yaptığı" "ölüler ldtabı"nda belirtilmiştir[38]. Güneşin göz yaşları ancak ışın olabilirdi ve mısırlılar güneşten yayılan ışınları "Ucat" Horüs"ün gözleri [39] olarak adlandırmışlardır. S. Mayassis," Horüs'ün gözünün kaynağını güneşten aldığını, ruhun nurunu temsil ettiğini ve Horüs'ün gözlerinin insanları ve herşeyi yarattığını, semai yüzdelci gözler açıldığında evreni gördüğünü ve böylece evrenin varolduğunu, gözyaşı dalgası gibi güneş ışınlarının evreni kapladığını, Horüs'ün gözlerinden gelen salgılarm insanlara ve tannlara gerekli herşeye hayat verdiğini"[40] ifade etmiştir. Tabii ki Horüs'ün göz salgıları -ki burada güneşin, tam tepede olduğu, Re-Horakti durumunu göz önünde bulundurmak gerekir- hem cisimsel yaratıcılığı, hem de tannsal ruhu temsil ediyordu, o halde, her bir varlıkta, maddesel ve ruhsal olarak güneşin enerjisinden bir parça bulunduğu dolayısiyle, sadece bu dünyada değil, öteki dünyada da tüm yaratıklann hayat kaynağı olduğu kabul edilmiştir. Buna göre dünyada tüm yaşamları güneşe bağlı insanların ruhu, öteki dünyada kutsal enerji olan güneşle birleşip veya özdeşleşip güneş gibi her gün yenilenerek sonsuz bir hayat sürmeye devam edecektir.
Görüldüğü üzere, Mısır'da yerel tanrıların üzerinde bir gücün olduğu düşünülmüş, bir yerde, R'nin benliğinde tanrısal bir birlik yaratılmaya çalışılmıştır. İlk safhada, tanrı Atum'la özdeşleştirilerek evrenin tanrı larının oluşturduğu kutsal ailenin reisi olmuştur[41]. Bunun için de R'nin, özellikle yaratıcı rolü vurgulanmıştır. Bremner-Rhind[42] papirüsünde zikredilen "R'nin varoluş yollarını bilmenin kitabı"nda güneş tanrısı Re, evrenin senyörü olarak şöyle demektedir:
"Yaşamda belirdiğimde, hayat başladı. İlk defa hayata gelen olarak Varolan şeklinde belirdim. Varolanın oluş şekliyle varoldum. İlk tanrı lardan önceydim, çünkü, ismim onlarınkinden önceydi, zira ilk zamanı ve ilk tanrı lar! yarattım".
"Onlar (tanrılar) doğmazdan önce, tek başıma, elimi kavuşturdum, Şu ve Tefnut'u tükürmezden önce ağzımdan yararlandım ve Tı lsımdı benim adım".
"Sonra, kalbim etkili oldu, yaratma planı önümde belirdi, yalnız olarak yapmak istediğimi gerçekleştirdim. (Kalbimde) projeler tasarladım ve başka yaşam tarzı yarattım, ve Varolandan türeyen yaşam şekilleri pek çoktu. Çocuklar, çocuk şekliyle, dünyaya geldiler".
"Kendi vücudumla birleştim, kapalı elimle tahrik ettikten ve cinsel arzuyu elimle gerçekleştirdikten sonra, onlar ağzımdan düştü"[43]. Bu metin tanrı R'nin tannlardan önce varolduğunu, kendi kendini yarattığını, zamanın kendisiyle başladığını, tannlan ve insanları yarattığını ifade etmekte ve yaratma usulünü anlatmaktadır. Zaten tanrı Re hiyeroglif yazıda, tek bir hücre şeklinde tanımlanmaktadı r.
Tanrı R, yaratma işlemini düzenleme ve gerçekleştirmede üç olağanüstü melekeden yararlanmıştır.
Bunlar:
- Sia : tanrının eserini yaratırken ki tasavvur
- Hu : yaratıcı ifade (kelam)
- Heka : yaratıcı kelam vasıtasıyla dünyayı yaratan tılsım[44],[45]
Her üç meleke bir insan gibi cisimlendiriirniş ve insan şeklinde kutsal varlı klar olarak görülmüştür, güneş gemisinde, gece gündüz, yeraltı nda ve gökyüzünde seyreden tanrı Re'nin yanı nda yer almışlardır. "Sanduka Metinleri" nde Hu ve Heka'nı n tanrını n birer hizmetlisi gibi Re'nin düşmanı olan yılanı altederek, tanrını n hiçbir engel olmaksızın, yeniden ufukta belirmesini sağladıkları belirtilmiştir. "Kapılar Kitabı"nda ise Sia, güneş gemisinin dümeninde duran Re'nin habercisi gibi görünmektedir[46].
Tanrı R?nin duzeni (Mat)
Yeri, göğü, tanrıları, insanları ve hayvanları yaratan "tanrı Re için esas prensip, yarattığı eseri sürekli olarak iyi durumda, dengeli tutmaktı[47] Bunu kızı tanrıça Mat sayesinde gerçekleştiriyordu. Mat başında bir deve kuşu tüyü bulunan bir tanrıçayla simgeleniyordu. Mat evrensel düzen, ilahi adalet ve insanlararası davranışlarda dürüstlük demektir[48]. Tanrının koyduğu düzeni yürütmek ve sağlamak başta firavunlar olmak üzere tüm insanlara aittir ve sürekli gözetilmesi gerekir. Bir yerde tanrının adaletidir ve herkesin hareketlerini tanrının koyduğu kanunlara göre ayarlaması gerekmektedir. Gözünden hiç birşey kaçmayan tanrı Re, bu dünyada, adaletin dağıtıcısı ve gözetmenidir[49]. O halde başta firavun olmak üzere herkesin Re'nin buyruklanna göre hareket etmesi gerekir. "Sanduka Metinleri" nde [50] yaratıcı, insanlardan tam bir itaat beklemektedir: "Her insanı yakınına eşit 'cildim. Kötülük yapmamalarını emrettim (ama) kalpleri sözümü ihlal ettiler[51] demektedir.
Mat gerçek/adalet ikilisini ifade etmektedir. Evrenin çarkının dönmesiyle birlikte evrensel düzen, sosyal düzen, bireysel görev ve davranış. ölüm sonrası hayata tatbik edilir [52]. Bir yerde tanrı kanunlarının ölçüsüdür. ilk başta, firavunun esas görevi, eğer sosyal dengenin devam etmesini istiyorsa, Maat'ı uygulamak ve saydırmaktır. Zaten firavun öteki dünyada bu dünyada yaptıklarının hesabını verecektir. icraatına göre yargılanacak, ya cezalandınlacak, yahut ta ebedi kutsal hayata katılarak ödüllendirilecektir [53], en önemli şey tanrı buyruklan doğrultusunda iktidarını sürdürmesidir. Eski imparatorluk devrinde bu sayede fıravunla tebası arasındaki ilişkiler ayarlanmış, güçlü bir sosyal ağ kurulmuştur. Tüm insanlara ise tembel olmama, diğerlerine göre davranışını ayarlama tavsiyesinde bulunulmuş, böylece insanın bencillik ve açgözlülüğün önüne geçeceği ve hissizlikten uzaklaşmayacağı vurgulanmıştır [54]. Her davranışa kurallar getirilmiştir.
Maat'ın bozulması halinde düzen bozulur, değerler inkar edilir şeklinde düşünülmüştür. Bu yüzden hem Eski imparatorluk devrinde, hem de sonunda ortaya çıkan uzun karışıklıklar devrinden sonra kurulan Orta imparatorluk devrinde, tecrübe edilen karışı klıklara sebebiyet vermemek için bir takım öğretiler yazılmıştır. Bu öğretilerin en meşhuru "Ptahhotep öğretisi" [55] ve "Merikar için öğreti"dir[56].
Makla yaşamak başta firavun olmak üzere tüm ölümlülerin endişesidir, bu yüzden, ilk önce insanların davranışlarıyla ilgili bir kavramdır. ilk başta insan tannya ibadet etmek, tapınaklar yaptırmakla yükümlüdür, zira başlangıçta "tanrı iradesine boyun eğeni bilir, tanrı için çalış, o da seni görecektir" [57]. şeklinde düşünceler hakim iken daha sonraları, zamanla, "tanrı aşkına hareket edeni tanrı ödüllendirir" veya "kader ve kısmet tanrı vergisidir" [58] şekline dönüşmüştür.
Bu yüzden Mat, idarecilerin ve tebanın hayatında önemli bir yer tutmuş ve asırlarboyu firavunlar kendilerini temize çıkarmak için "Mak'la yaşadıklarını" belirtmişlerdir.
Öteki dünya tannsz olarak Ri
Tanrı 1;t", sadece, yaratıcı tanrı olarak değil, aynı zamanda, dünyada insanlann hayatının düzenleyicisi ve hatta insanların, özellikle Eski imparatorluk devrinden itibaren, firavunlann öteki dünyada eriştikleri tanrı olarak da görülmüştür.
Piramitler devrine gelinceye kadar, esas olarak Tinit devrinde (M.Ö. 3188-2815) mısırlıların inanışına göre insanın ruhu, ölümü sırasında, bedeni terketse bile, iyi bir şekilde muhafaza edilmesi şartıyla, tekrar cesede dönebilir şeklindeydi. O halde geride kalanlann en kutsal görevi vefat edenin bedenini tahribattan korumaktı. Mezar "edebiyet evi" olarak adlandınlıyordu. Bu "evde ölünün geçmiş hayatıyla ilgili resimler, yazılar bulunması, bir yerde merhumun güzel bir şekilde hatıralanyla öteki dünyadaki hayatını geçirmesi sağlanıyordu. Aynı zamanda sıvı ve katı yiyeceklerin muntazam bir şekilde konması da yaşamaya devam ettiği inancını güçlendirmekteydi. Bununla beraber ruhun her zaman mezarda kalmadığı, güneşin nurundan yararlanmak için bir kuş şeklinde dışarı çıkıp, doğanın bir parçası olabildiği de kabul edilmiştir. Ama ölülerin esas yurdu "Duat" güneşi görmemektedir, zira zifiri karanlık bir dünyadır. Güneşin her akşam karanlıklar dünyasına inmesi gibi ölülerin de bu dünyaya indiklerini ve kapkaranlık Batı dünyasında[59] yaşadıklarını tahayyül etmişlerdir[60]. Bu yaşam sıkıntılı ve uyuşuk bir yaşamdır ve ölüler bu durumlarından Du-at'ın oniki bölgesi boyunca gece yolculuğunu yapan güneş gemisinin yaklaşmasıyla kurtuluyorlardı, "onları aydınlattiğı zaman diliminde[61] canlanıyorlar, zaman geçtikçe geminin uzaklaşmaslyla aydınlığın yok olmasıyla inlemeye başlıyorlardı[62].
İşte, bu karanlık dünyayı idare eden, diğer ölümlüler gibi dünyevi hayatı son bulan tanrı Oziris'ti. Başlangıçta fıravunlar kendilerinin bir zamanlar Mısır'ın hükümdan olan Deha bölgesi tanrısı Oziris'ten geldiklerine inanıyorlardı. Oziris'in, güney tannsı kötü kardeşi tanrı Seth tarafından öldürülüp, vücudunun ondört parçaya ayrılıp Mısır'ın çeşitli bölgelerine dağıtılmasından sonra karısı İzis, göz yaşları dökerek, aramaları sonunda vücudunun, bir parçasının dışında, bütün parçalarını bulmuş ve Anübis, Thot gibi tannlann yardımlarıyla birleştirmiş, mumyalayarak ebedi bir varlık haline getirmiş, ağzının açılmasıyla uhrevi olarak canlandırılıp ölümsüzlüğü sağlanmıştı [63]. Bu yüzden ölüler diyarının senyörü olmuş ve yer yüzünde oğlu Horüs yerini almıştır. Oziris, dünyada iken Mısır'ı nasıl idare ediyorsa karanlık dünyayı da aynı şekilde idare ediyordu. Huzuruna gelenlerin günahsız olması gerekiyordu. Böylece her ölen firavun kendini ebedi hayatı garantileyen Oziris'te bulur, yani onunla özdeşleşir ve isminin başına Oziris'inki ilave edilir, yani ikinci bir Oziris[64] olarak kabul edilirdi. Ayrıca "Oziris'in yaşadığı gerçek olduğu kadar, o da yaşayacaktır". "Oziris'in ölmediği gerçek olduğu kadar o da ölmeyecektir" şeklinde ifadeler kullanılırdı [65]. Bu şekilde ölen firavunun hayatının sona ermediğine, aksine öteki dünyada Batıda[66], yeni bir hayata başladığına inanılırdı. Halefi olan firavun ise Oziris'in oğlu Horüs'ün himayesine girmiş olurdu. Tabii ki bu ölümsüzlük, Eski imparatorluk devrinde sadece firavun için geçerliydi, zira, bu dünyada tanrmın görüntüsü olarak idarede bulunan fıravunun öteki dünyada da aynı kadere sahip olacağı kabul edilmişti.
Öteki dünya konusunda da teoriler geliştiren Heliopolis din adamları, fikirlerini kabul ettirebilmek için işe yine firavunla başlayarak "tann Re'nin, oğlu firavunu, ölüler tannsının diyanndan kurtarıp, onu kasvetli batıdan çı karıp, parlak doğuya götürmek istediğini" [67] belirtmişlerdir. Bununla yer altı tanrım Oziris'i ikinci plana atmış oluyorlardı ama Oziris efsanesi mısırlılann zihninde o kadar yer etmişti ki, bunu tamamen söküp atacaklanna Oziris'i tanrı hizmetine alıp, değişik bir teori ortaya sürdüler. Buna göre "Oziris, tanrı Re sayesinde tekrar canlanmıştı[68], bundan böyle Re mahkemesine o başkanlık edecekti"[69]. Böylece Oziris, yer tannsı özelliğinden çıkarılıp, Dokuzlu tanrılar grubuna sokularak bir gök tannsı yapılmış ve bir yerde tanrı Re tarafından gölderin hakimi olarak görevlendirilmiştir. O halde, bundan sonra ilk salhada, ölen firavun, Oziris ayin ve usulleriyle, ölümsüz olacak, arkasından Re'nin âleminde yine ayinlerle hem Ka'sına[70] kavuşacak, hem de canlanacaktır. Batı bölgesinde ölüler vadisinde degil, gökte kutsal nur Re'nin ışığında onunla birlikte sonsuz bir hayat sürecektir.
Mısırlılar için gökteki parlak yıldızlar ruhlardı veya dahası tanrı olmuş ölülerdi [71]. Hatta geceleri ölülerin lambalanyla oturduklanna inanıyorlardı [72]. Kendilerinin de bir gün uzayda parlak bir ışık gibi olacaklarını düşünüyorlardı. Bunun yanında Re'nin, evrensel sırra vakıf olanları veya iyi olanları (sevdiği kullarmı) yanına aldığını biliyorlardı. Zira, yeryüzünde çok az değeri olan hayatın, mezarın kapılarının kapanmasından sonra bir güneş ışınından çıkan, şeldlsiz başlangıç sıvısına dönüşeceğini yeni doğan bebeğin vücuduna güney güneşinin ışığının girdiğini ve ölümden sonra bu ışının ebedi tannya, ışığın kaynağı Re'ye döneceğini düşünüyorlardı[73]. Ama bunun için kurallar vardı, Re yanına alacağı kimselerin bir ayıldamasını yaptınyordu. Oziris'in başkanlığında, Thot ve Anübis'in gözetiminde, İzis ve Neftis'in koruyucu kanatlannın arasında, ölen kişilerin kalbi (şuuru, dünyada yaptıkları) adalet ve gerçek tannçası Maât'la veya Maât'ı ifade eden bir rilyle tanıtıyor, dünyevi hareketleri ölçülüyordu. İşte bu ölçüye göre, yani ölünün kalbinin hafifliğine göre "ölüler ya mahkeme canavan [74] tarafından yutulacak ya da yaşayan ruh olarak aydınlığa çıkacaktı, nura kavuşarak ödüllendirilecekti"[75]. Böylece, kutsal mahkeme karşısında günahsız olduğu belirlenen ölü "maâ herif (doğru, adil) ilan edilir[76], Re'nin alemine girmeye hak kazanırdı ve hemcinsleri (tanrılar) arasında "imahu" (ulu) kişiliği ve kutsallığı kabul edilirdi. "imahu" şartını yerine getirenlerin dolaştığı "Batı'nın kutsal yoluna götürülsün" kararı alınırdı [77].
Bundan sonra firavunun bütün organlarının yerini bulması ve yeniden canlanması gerekiyordu. Bu yeni hayatın esas yükümlüsü gök tanrıçası Nut [78] idi. Nut haldunda "Sana başını verir, kemiklerini getirir, organlannı birleştirir, kalbini vücudundaki yerine koyar[79] denilirdi. Bu şekilde ölünün ruhuna, gücüne, benliğine tekrar kavuşması mümkün olurdu, yeni hayatına kavuşan firavun, bir kuş gibi veya bir gübre böceği şeklinde, ya bir merdiven, veya bir güneş ışını sayesinde göğe yükselir [80] ve Re'nin alemine kabul edilirdi. Tanrıçalar izis ve Neftis ve diğer "imahu"lar tarafından karşılanırdı. Tanrı Re'nin izniyle diğer yolcuların (ölümsüzlerin) bulunduğu gece gemisine (Mesketit) biner karanlık dünyada ve gündüz gemisine (Mancit) biner, ialu (cennet) bahçelerinde gezinirdi. Gündüz gemisinin yol aldığı Okyanus [81], dünya üzerinde eğilmiş gök tannçası Nut'un vücudu üzerindedir. Bu bölgede Mancit, doğudan itibaren ialu bahçelerine girer. ialu bahçeleri herkesin göremeyeceği, aşılması zor duvarlarla çevrilidir. Orada tahıllar bir insan boyundadır. Batıya gelindiğinde gemi de- Mesketit'e binilir, ölümsüz 17 yıldız tarafından çekilen gemi, yolculanyla birlikte, yer altı nehrinde ilerlemektedir. Yolculuğun altıncı ve yedinci saatlerinde Horüs'ün dövdüğü, babası Oziris'e karşı ayaklanmış, her tipten, mısırlı, sami ırlundan, zenci, insana rastlanmaktadır. Geminin yer altındaki seyri "Re saatine" kadar sürer, bu senyörün gökte yükselmeye başladığı saattir. işte bu saatte tanrı Re insanların yaşamıyla ilgilenmeye başlar[82]. Böylece ölü, güneşin hareketini takibederek ilk önce batıya, yani karanlık dünyaya gider, sonra doğuda yeniden kendini başlangıç noktasında bulur[83]. İşte bu yüzden ölümle ilgili mabedler ve mezarlar hep Nil'in batısında inşa edilmişti. Bir yerde güneşin battığı taraf ölüler diyan olarak, yaratıcı tanrı 12k ile ilk buluştuğu yer olarak görülüyordu.
Heliopolis din adamları, ayrıca, ölü firavun kültünü güneş diski "Aton”a[84] dayandırarak, yani güneşin oğlu olarak görülen firavunun öldükten sonra, güneş diski ile kaynaşarak ölümsüzlüğe erişeceğini ortaya koymuşlardır. Tabii ki bu, ebediyet endişesi olan firavunda "sürekli hareket halinde olan kozmik hareketin sonsuzluğunu paylaşma" ümidini yaratıyordu. "Piramit Metinlerrnde ölü firavunun "güneşleştiğinen değinilmekte, hatta Orta imparatorluk devrinde firavunun diskle birleştiği ve yaratıcının vücudunda eridiği kapalı bir şekilde [85] ifade edilmiştir.
Ri'nin Siyasi ve Din Etkinliği
IV. binli yıllarda Mısır'da biri kuzeyde (Delta bölgesinde), diğeri güneyde olmak üzere iki krallık bulunmaktaydı. Kuzeydeki krallığın başlıca tarım şahinle veya şahin başlı insanla temsil edilen Horüs'tü (mısırca Heru). Güneyinkinin ise eşek, köpek, sırtlan karışımı bir hayvanla ifade edilen Seth idi. III. binli yılların başlangıcında güney kralı Menes[86] Deha bölgesini idaresi altına aldı ve Memfis şehrini başkent olarak kurdu. Menes'ten başlamak üzere firavunlar tanrı Horüs'ün cisimlenmiş şekli olarak kabul ediliyorlardı. Bununla beraber II. Hanedan devrinin sondan bir evvelki firavunu Peribsen (2850 veya 2790) idaredeyken, iç karışıklıklar dolayısiyle, saray protokolünde tanrı Seth'in ismi Horüs'ünkinin yanında yer aldı. Çok geçmeden Horüs[87] taraftarlarının üstün gelmesiyle Seth, Haned an tanrısı vasfını ebedi olarak kaybetti[88]. Böylece V. Hanedan devrine kadar fıravunlar Horüs'ün oğlu ve hizmetlileri olarak idarelerini meşru kı lıyorlardı [89] ve genellikle firavunlar Horüs, sazlık ve arı ülkesi kralı, Akbaba- Kobra, Altı n Horüs gibi ünvanlara sahiptirler[ 90].
Buna paralel olarak II. Hanedan devrinden itibaren Heliopolis din adamları tanrı Re ile ilgili teorilerini ortaya koydular. Tanrı Re'ye yaratıcılık ve öteki dünya ile ilgili görüşlerin yanı nda efsanevi bir yaşam da maledilmiştir. Yılan Apopis veya başka devlerle temsil edilen bulutlarla, fırtınalarla, karanlıkla savaşır, zaferler elde eder, her yerde hayat bahşeder, otoriteyi, düzeni, adaleti Sağlar, cömert ışı nlarını bütün varlıklara eşit bir şekilde dağıtır[91]. Re, batı ufkuna ulaştığında, ölüler diyarında ölür ama bu geçici bir ölümdür, çünkü yeraltı ve karanlık güçlerinin üstesinden gelip, ertesi gün tekrar canlanacaktır. Re dünyayı gece ve gündüz gemileriyle dolaşır, zira yeryüzünde bir Nil olduğu gibi gök yüzünde de Nil bulunmaktadır[92]. O halde evrendeki herşeyden haberdar bir tanrıdır.
Din adamları Mısı r'daki siyasi çekişmelere ve etkinliklere son vermek, zaman zaman meydana gelen karışıklıklar' önlemek amacıyla, bir yerde ne kuzeyin tanrısı Horüs, ne de güneyin tanrım Seth doğrultusunda düşünerek herkesin, sabah, öğle, akşam gökyüzünde gördüğü ve hayatlarını düzene koyan tanrı Re'nin kabulüyle, ülkede dini bir birliğin dolayısıyla siyasi bir birliğin sağlanacağı fikrini geliştirdiler. Bu yüzden ülkede etkili durumda olan Horüs'ü gözardı etmeyip, onu tanrı Re'yle Re-Horakti olarak özdeşleştirerek yine bir kuzey tanrısı Re'nin üstünlüğünü yavaş yavaş tüm ülkeye kabul ettirdiler. Bu etkinlikleri II. III. IV. Hanedan devrinde giderek arttı, ama kanımızca esas olarak, ilk önce Re'nin öteki dünya ile ilgili tarafı dikkatli çekmişti. Böylece II. Hanedan devrinde Neb-re[93] Neferkare, III. Hanedan devrinde Nebkare, IV. nünkinde Didufre, Hafure (Kefren), Baufre, Menkaure (Mikerinos) olmak üzere pek çok fıravun içinde Re olan isimler aldılar.
Yine III. Hanedanın ilk firavunu olan Cozer (Neteryerhet)[94] Horüs'ün hizmetlisi veya ondan gelen firavun olduğunu kabul ettiği gibi, aynı zamanda Re-Nubti (Re altındır) ünvanını alarak Re'ye bağlı olduğunu göstermiş ve o zamana kadar zaman zaman ünvanlarda yeralan Seth'i gözden düşürmüştür. Ondan sonraki firavun, Horüs'ün üstünlüğünü belirtmek amacıyla, ünvanını Hor-Nubti'ye çevirmiştir. Bununla beraber Mısı r dilinde Nub'un altın anlamına gelmesi dolayısıyla Hor-Nub, Hor altı ndır, Hor parlaktır şeklinde düşünülmüş ve güneş altın gibi parlak olduğu için ünvanın yine de güneş kökenli olduğu kabul edilmiştir[95].
Cozer'le birlikte, firavunların isimleri bir yuvarlak içine yazılarak, ülkede bir yenilik ortaya atılmıştı r. Daha sonraları enlemesine silindir şekline (fişek, mısırca Şenen) yani "güneş diski (Aton)'nin çevrelediği her şey" anlamı na gelen şekle dönüştürülmüştür. Bundan da firavunun iktidarının, güneşin doğduğu ve battığı yer arasında, yani tüm bölgelerde geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Yani güneşin, firavunun görünümü altında, dünyayı idare ettiği anlatılmak istenmiştir[96].
Kanımızca tanrı Re, esas olarak. Cozer'den itibaren (M.Ö. 2815) benimsenmeye başlanmıştır. Her nekadar mimarı İmhotep[97], ilk önce, mastaba şeklinde (yeraltı mezarı) mezar yapmayı planlachysa da, sonradan planını değiştirerek "Benben'i, Re-Atum'un üzerinden yükseldiği taşı andıran, yedi basamaklı ilk pramidi inşa etmesi bakımından onun Heliopolis dinini benimsediği hatta firavunu etkilediği anlaşılmaktadı r. Ayrıca Cozer'in kutup yı ldızına bakan bir heykelinin de bulunması, firavunun, yaratan tanrı Re'nin yanındaki yı ldızlardan biri olmak arzusunu, taşıdığını n en büyük kanıtıdır.
Heliopolis din adamlarını n etkisi, ağırlı kla hissedildiği, IV. Hanedan devrinde (M.Ö. 2700) görülmeye başlamıştır. IV. Hanedan'ın kurucusu Snefru devri, siyasi ve kültürel açıdan, parlak bir devir olarak görülmektedir. Snefru kendisine ikisi Daşur'da, biri Meydum'da olmak üzere, üç piramit inşa ettirmiştir[98]. Bundan da Snefru'nun da tanrı Re'yi benimsediği anlaşılmaktadır. Her nekadar eşkenar dikdörtgen piramitler Cozer'inkini andırmıyorsa da, henüz yeni dinin gereksinmelerini tam olarak tatbik etmeye ehil olmadıklarını göstermektedir, belki de Snefru'nun üç pramit yaptırmasındaki sebep, yapı tarzını beğenmediğinden, bir yenisinin yapılmasını istemesindendir. Bununla beraber bir tanesinin "Snefru oradan yükseliyor[99] ibaresini taşıması Snefru'nun tannsı Re'ye ulaşmak emelinde olduğunu göstermektedir.
Ortaçağ Avrupa'sında kilisenin günlük hayatta, sanatta ve mimaride görülen etkisi gibi Mısır'da da mimari ve sanat eserleri esas olarak dinin etkisi altında gerçekleştirilmiştir. Eserlerin yapılmaya başlanmasından önce sanatkarlar ve hatta firavunun kendisi yapılacak eserlerin dini gereksinmelere tam olarak uygun olmasını sağlamak için din adamlarından bilgi alıyorlardı. Bir yerde, sanatkarlar dinin sırlarını öğrenerek dine girmiş oluyorlardı, böylece ortaya konulan mimari eser veya sanat eseri "o günün hayatını ebediyete dönüştürmüş oluyordu" [100]. Orta Imaparotrluk devri sanatkarlanndan biri, şimdi Louvre müzesinde bulunan mezar taşında: "Kutsal kelamın sırrını, dini törenlerin usullerini biliyorum ... sanatımda yetkili bir kişi, ilmimle ayrıcalıklı bir insanım" demiştir. Bir diğeri ise Ley-de'de bulunan mezar taşında, kendisinin "Altın Mâbet"e kutsal resimler yapmak üzere kabul edildiğini, "tannlarla ilgili hiçbir şey benden gizlenmedi, kutsal sırra vakıf bir rahibim. Re'yi tüm şekilleri altında gördüm" şeklinde ifade etmiştir. Firavun Neferhotep'in ise bir tannya verilecek şekli anlamak için Heliopolis'e gittiği ve "yeryüzünde diktirilecek anıtlarda, eskiden tannlann konseyde aldıkları karara göre hangi şekilde görünmek istediklerini" bilmek için din adamlarına başvurduğu belirtilmiştir [181].
Mısır'da, genellikle, merkezi idarenin kuvvetli olduğu devirlerde sanatsal yönden muazzam eserler yapılmıştır. IV. ve V. Hanedan devirleri en güzel örnelderidir. Bu aynı zamanda Eski Imparatorluğun en güçlü olduğu devirdir. Bu devir firavunlan Keops (Hufu)'tan başlamak üzere muazzam mezarlanyla, tapınaldanyla Heliopolis din adamlarının teorilerini tatbik etmişlerdir. Bunlardan Keops, Kefren ve Mikerinos'unkileri en meşhurlandır. Bugün bile bilim adamlarının yapım sırrını çözemedikleri bu dev anıtlar, aslında, tanrı Re'nin büyüklüğünü anlamış ve ölünce onun yanında yer alacağını ümidetmiş firavunlar tarafından, her türlü maddi ve insani zorluğa rağmen, yaptınlmıştır. Bu piramitlerin herbiri "Piramit Metinleri" nde de belirtildiği üzere göğe doğru, tanrı Re'ye doğru yükselen merdivenlerdi. "Şekil olarak bir bulutun arkasından yayılan güneş ışınlarını hatırlatmakta [102]. Belki de, en büyüğü 147 en küçüğü 137 metre yükseklikteki bu anıtlardan her biri güneşin hergün üzerinden yükseldiği Benben'i simgeliyor veya doğrudan doğruya güneşi temsil ediyordu. Bunlardan Keops'un piramidi [103] "Keops'un Uficu" olarak adlandınlıyordu [104], ufukta ise ancak tanrı Re görünebilirdi, zira Keops inandığı tanrı adına bütün mabetleri kapattırmış ve mısırlılann diğer tanrılara adaklar sunmalannı yasaklatmıştı [105]. Keops, ayrıca güneşin gündüz ve gece seyrine katılabilmek için de piramidin yanına gemi koydurmuştur.
Bunun yanında Kefren, gizemli Sfenksi (mısırca Şespanh = yaşayan heykel) yaptırmıştır. Kefren'in yüzü olmakla beraber Heliopolis din adamlarının etkisiyle Atum'la[106] özdeşleştirilmiştir. Böylece batan güneşi ifade etmektedir [107]. Vücudu ise aslan şeklindedir. Yüzü güneşin battığı yöne çevrili olduğu için ölüler diyannın bekçisi olarak görülmektedir. Zira güneş batıda batmaktadır, ölüler ise Nil'in batısına gömülmekte idi. Aynı zamanda, batan güneşten sonra yeni bir güneşin Re-Hepri'nin çıkması dolayısiyle ölümden sonra yeniden canlanmayı ve hayata dönüşü de ifade etmektedir, bu yüzden Yeni imparatorluk devrinde "Ufuktalci Horüs" olarak adlandırılmıştır. Firavunun ölünce firavungüneş olacağı onunla birlikte ufukta görüneceği fikri yaygınlaşmıştır [108].
Görüldüğü gibi, Heliopolis din adamlarının etkisi esas olarak IV. Hanedan devrinde (M.Ö. 2700-2600) görülmeye başlamıştı. Kanımızca bu etki özellikle öteki dünya ile ilgili görüşler konusunda olmuştu. Gize'deki piramitlerin yapımında güneş kültünün sembolü olan ve piramidal bir şekilde biten dikilitaş bir örnek teşkil etmişti. Re-Atum'un kaos'un üzerinde yükseldiği tepeyi merdiveni hatırlatıyordu[109].
Re'nin imparatorluk tannsı olması ve RE tapınaklar:
Sahure[110] ile başlayan V. Hanedanın idareye gelmesi yine Heliopolis din adamlarının sayesinde olmuştur. Ortaya koydukları kuramlar sayesinde, V. Hanedanın ilk üç firavunu Sahure, Neferirkare ve Niuserre kardeşlerin Sahebu [111] şehri Re'si ile Re rahiplerinden biriyle evli bir kadından olduklarını ileri sürerek, hakları olmadığı halde sı rayla idareye gelmelerini sağlamışlardır [112]. Bu yüzden bu devir firavunlarının hiç biri dini görev yüklenmemekle beraber, tanrı= yer yüzündeki temsilcisi, Re'nin oğlu olarak adlandı rılmışlardır. O zamana kadar firavunlann Horüs'ten geldikleri kabul edilirken ve isimleri arasında "iki krallığın senyörü", "Horüs" bulunurken bir de Re'nin oğlu ünvanı da eklenmiştir. Tabii, aslında Re'nin Re-Horakti olarak da adlandınlmasının sonucunda Re, Horüs'ü benliğinde taşımı§ oluyordu. Böylece imparatorluk tanrısı olarak Re benimsetilmiş oldu.
Bu devir firavunlarından Sahure ve Neferirkare'nin iktidarlan kısa sürmüştür. Niuserre ise 30 yıldan fazla iktidarda kalmış ve imparatorluk en parlak devrine ulaşmıştır. En son firavun Unas'ı n idaresi 30 yıl kadardır [113].
V. ve VI. Hanedanlar devrinde yaptırılan piramitler, aslında bir öncekine nazaran sönük kalmaktadır. Yükseklikleri en fazla 30-50 m. kadardır[114]. Bu devir firavunlan arasında kudretli olanları vardı. Muazzam mezarlar yaptırabilirlerdi, ama bir taraftan IV. Hanedan devrinde her meslekten insanı n piramitlerin yapımında kullanılması dolayısıyle ülkenin ekonomik hayatı felce uğramıştı. Bu deneyimin yanında "aşı rı davranıştan bıkmışlardı" [115] veya belki de Re'nin büyüklüğü karşısında firavun, onun oğlu olarak ikinci plana düşmüştü, sadece tanrısının buyruklarını yerine getirmekle yetinmek ve Re'yi hoşnut etmek en büyük emeliydi.
Piramitler hacim bakımından küçülmekle beraber, Mısı r'ın çeşitli bölgelerinde, özellikle Heliopolis, Memfis, Abusir'de daha büyük bir önem taşıyan güneş tapınakları diktirmişlerdir. Bu tapı nakları n herbiri firavunun Re'ye sevgi, saygı ve inancının birer kanıtı olmuştur ve her biri "Re'nin tercih ettiği yer", "Re'nin neşesi", "Re'nin memnuniyeti" gibi ayrı isimler taşımaktadır[116]. Tanrı Re'nin bütün haşmetiyle görülebilmesi için üstü açık yapılmıştır. Esas tapınak, dikdörtgen şeklinde, alçak duvarlarla çevrili bir avlunun batı kısmında inşa edilmiş, taban çevresi 40 m. yüksekliği 30 m. olan bir kaidenin üzerine dikilmiş 36 m. yükseklikteki dikilitaştan ibarettir[117]. Benben adını taşıyan dikilitaşın piramidal uç kısmı, başlangıç ummanında beliren Re-Atum'un üzerinde kendi kendini yarattığı tepeyi temsil ediyordu [118]. Dikili taşın tepesi altın kaplama idi ve her sabah yükselen güneşin ışınlarıyla ilk parlayan yerdi. Dikili taşın bulunduğu platform üzerinde güneşe kurban adanırdı [119]. Ayrıca tapınağın yanında tuğladan yapılmış güneş gemisi bulunurdu. Buna ilaveten küçük bir havuz (Kebhu) bulunurdu, Kebhu başlangıç ummanı Nun'un simgesiydi ve tan vakti doğan güneşin yüzünü Nun'un suyunda yıkayacağı ve parlıyacağı düşünülürdü [120]. Zaten güneş kültü, her sabah, arınma işlemini gerektiriyordu. Bu ayinle ilgili kısım "sabahın evi" olarak adlandırı lırdı, bunun sebebi ise faydalı, yaşam için gerekli ışınlarını dağıtan güneşin sabahleyin doğması= önemini belirtmekti. Aynca, doğan güneşe, öğle güneşine, akşam güneşine ilahiler okunarak sunaklarda bulunulurdu [121].
V. Hanedanın son firavunu Unas'tan itibaren VI. Hanedanın son flravunu II. Pepi'ye kadar inşa edilen bütün piramitlerin alt bölmelerinin duvarlarına, dini törenlerin usulünü yansıtan "Piramit Metinleri" yazılmıştır. Bu metinler için çeşitli konularda duaları içeren ilk ayetler yazıtı da diyebiliriz. Bu dualar sayesinde firavunun öteki dünyada göğe yükseleceğine ve tanrı Re'ye kavuşacağına ve diğer tannlann yanında yer alacağına inanılıyordu. Böylece firavunun kaderinin diğer ölülerden farklı olduğu vurgulanmış oluyordu. Yine bu metinlerde Oziris kültünün etkileri görülmüş ve Ialu (Cennet) bahçeleri tasvir edilmiştir. Bu dualar piramitlerin yanında bulunan cenaze ile ilgili tapınaldarda, her gün telcrarlanan sunaklar sırasında okunuyordu [122]. Bu metinlerin bulunduğu bölmelerin tayanlarında koyu mavi bir fon üzerinde yıldızların bulunması mezarların bu dünya görünümüne göre yapıldığı, ayrıca sandukanın firavunun sarayının bir imajı olması ile piramidin evrenin küçük bir örneği olarak telakki edildiği gözlenmektedir [123].
Din Adam/an ve Tapınaklar
Re din adamlarının esas görevi, güneş ve yıldızları gözlemek ve incelemekti. Bu yüzden, baş rahiplerine "büyük gözlemci" deniliyordu. Göğün sırlarını bilen kişiler olarak astronomi ile ilgili araştırmalar yapıyorlardı [124].
V. Hanedan firavunlan sadece pramitler ve güneş tapınaklarının yapımıyla ilgilenmemişler, aynı zamanda tüm Mısır'da bölgesel tanrılar adına da tapınaklar yaptırmışlardır. Tapınaldann bakımını sürdürmek için din adamlarına araziler bahşetmişlerdir. Ayrıca çiftçi ve zenaatkarlan kült adına çalıştırmışlardır. Elde edilen bütün gelirler tapınaklann balumına ayrılmış, dolayısiyle, din adamlarının eline geçmiştir.
Buna paralel olarak Abidos ve Koptos'talci küçük çaptaki tapınaklardan elde edilen metinlere göre firavunlar, büyük ve küçük tapınaklara "dokunulmazlık yacası" denilen imtiyazlar tanımışlardır [125]. Böylece tapınaklara ait araziler ve din adamları emniyet altına alınmışlardır. Bu imtiyazlar Eski Imparatorluğun sonuna kadar gittikçe artmış ve yavaş yavaş rahipler sınıfı zenginleşerek bir oligarşi oluşturmuş, hatta resmen firavun adına tapınaklara ait malların yöneticisi durumundayken sahibi olmaya başlamışlardır. Bundan başka din adamları babadan oğula geçen, aristokratik bir sınıfı oluşturmuşlardır [126] ve firavundan bağımsız davranmaya başlamışlardır.
Bu bağımsızlık hareketi VI. Hanedan devrinde din adamlarından kraliyet görevlilerine yaygı nlaşmış, bilhassa vilayetlerde firavunun idaresine karşı bir tehlike arzetmeye başlamıştır. Bu devrin valileri gerçek kral naibi gibi hareket ediyorlardı. Firavun adına arazileri idare ediyorlar, adaleti yerine getiriyorlardı, ayrıca kurdukları, imparatorluk ordusuna destek veren, milis kuvvetlerine kumandanlık ediyorlardı. Bu görevliler, hem görevlerinden dolayı firavundan bazı imtiyazlar elde etmişler, hem de mal mülk edinmişlerdir. Din adamları gibi onlar da dokunulmazlık yasasından yararlanarak yeni şehirler kurarak civar bölgelerden çiftçileri, zenaatkarlan kendi vilayetlerine .çekmişler, bu şekilde aktif bir bölgesel siyaset gütmüşlerdir.
Aslında bu devir firavunlan, pek çoğunun uzun iktidarına [127] rağmen, zayıf kalmışlar, zira, genellikle dış sorunlarla (Suriye ve Sudan) ilgilenmişlerdir. Bilhassa II. Pepi'nin 6 yaşı nda idareye gelip 'o° yaşına yakın bir zamana kadar süren idaresinin başlangıcında ve sonlarında güneydeki güçlü aileler merkezi idareyle bağlarını kopanp eyaletlerde feodal yapıyı oluşturmuşlardır, hatta küçük çapta da olsa kendi ordularını kurmuşlardır [128].
Bundan sonra valilik görevi de babadan oğula geçmeye başlamış ve hatta IV. Hanedandan beri olduğu gibi, valiler, firavunun mezarının yanı nda gömüleceklerine, kendi bölgelerinde mezarlar inşa ettirmişlerdir. Bu şekilde, idari yönden kendilerini firavuna eşit görmelerinin sonucu olarak bu defa, firavunun öldükten sonra tanrı R'ye kavuşması ve tanrının gemisinde gökte dolaşması fikrini benimsemişler, [129] kendilerine maletmişler ve hatta "Piramit Metinleri"ni taklit ederek, mezarlanna ölümle ilgili formüller yazdırmışlardı r.
Aslında VI. Hanedan firavunları güney valilerinin kuvvetlenmesi karşısında bir taraftan "dokunulmazlık yasası"nı yürürlükten kaldırmaya çalışı rken, diğer taraftan da güneyin 2 2 valisini elde tutabilmek için "güney idarecisi" adı altında valiliklerin hepsini içeren bir genel valilik tesis etmişlerdir, ama sonunda, bu görev de valilerin eline geçmiştir. Böylece, hem din adamları hem de valiler firavun idaresine karşı hareket ederek merkezi otoriteye zarar vermişler, dolayısiyle devletin gücünü sarsmışlardır[130]. II. Pepi'nin çok uzun iktidarı ve yaşlılığı dolayısiyle tam bir anarşi devri yaşanmıştı r.
VI. Hanedandan sonra siyasi durum o kadar karışmıştı r ki idareyi ele alan VII ve VIII hanedanlar devrinde idareye kaç firavunun geldiği bilinmemektedir [131] . Asillerin ve rahiplerin elde ettikleri imtiyazIarın sonucu olarak ülke parçalanma yoluna girmiştir. Başlangıçta halk, idari sını fın yaptı klarına seyirci kalmakla beraber, sonradan, durumdan yararlanarak, firsatları değerlendirerek, zenginleşmeye çalışmış tır. Bu yüzden asayiş bozulmuş, zirai çalışmalar aksamış, dolayısiyle açlık ve lutlık baş göstermiştir. Devlete ait yerler yağma edilmiş, hiç bir devlet görevlisi, zenaatkar çalışmaz olmuş, yabancı ülkelerle her türlü ticaret felce uğramıştır [132]. Deha bölgesinin savunması zayı llamış, içteki karışı klıklar yetmiyormuş gibi Mısı r'ı n doğusundan gelen asyalılar ülkeyi istila etmeye başlamışlardır.
Mısı r tam bir kaos içine düşmüş, hem kraliyet idaresi herşeyini kaybetmiş, hem de hiç bir şekilde sınıf farkı kalmamış, zenginler fakirleşmiş, eski fakirler zenginleşmişlerdi. Firavunlar, asiller, devlet görevlileri tüm saygı nlıklarmı yitirmişlerdir. Bunun sonucu olarakta halk, sadece firavuna ait olan, öteki dünya ile ilgili imtiyazı paylaşma çabasına düşmüştür. O zamana kadar, herkesin bu dünyada hizmetinde bulunduğu firavunun, öteki dünyada da hizmetinde olacağına ve onunla birlikte, onun himayesi altında, ebediyete ulaşacağına, sonsuz bir hayat yaşayacağına inanıyorlardı. Zaten bunun için değilmiydi ki dev piramitlerin yapımında tüm tebanın katkısı olmuştu. İşte bu karışık durumda, firavunla beraber ölümsüzlüğü paylaşmak yeterli olmadı, o zamana kadar bir sı r gibi gizli tutulan ayinlar açığa çıkarı ldı ve mezarlar, heykeller, dualar gibi ebedi hayatı sağlayan herşey ele geçirildi.
XI. Hanedanla birlikte, -ki artık güney tanrısı Amon imparatorluk tannsı pozisyonuna yükseltilmişti ve tanrı R sadece öteki dünyadaki üstünlüğüne devam ediyordu, tekrar düzenin sağlanmasıyla, XII. Hanedan devrinde, resmi olarak, halkın da ölümle ilgili usüllerden yararlanmasına izin verildi. Böylece Eski imparatorluk piramitleri duvarlannda bulunan metinlerden bir kısmı kopye edildi [133]. Bununla beraber, bu dini derlemeler firavun için geliştirilmişti ve tüm insanlığa tatbik edilecek gibi değildi, bu yüzden M.Ö. 2000 yılı civarında "Piramit Metinleri"nden esinlenerek herkese geçerli olabilecek cenaze ile ilgili metinler yazılmaya başladı. İlk safhada yazılan "Sanduka Metinlerinnde "Piramit Metinleri"ndeki ölümsüzlüğe kavuşma fikirleri ve yollan yansıtılarak firavunla diğer ölümlüler arasında doğal ir fark olmadığı gösterilmiş oldu. Aslında, "hangi tanrı olursa olsun ölümden kurtulmak için insanın tek bir çaresi vardı, o da tanrı olmaktı"[134], ama bunun tanrı Oziris'in eşliğinde, yüce tanrı Re'nin ebedi seferine katılmakla gerçekleşeceği inancı bulunuyordu.