İngilizlerin genelde Türklerle ilgili konulara ilgileri ancak on altıncı yüzyılın son yıllarında yani Türklerle Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkilerin başlamasından yüzyılı aşkın bir süre sonra önem kazanmaya başlamıştı. Bu tarih Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme sürecine başladığı zamana denk gelir[1]. Bu gecikmenin kendine özgü nedenleri yok değildi. Elbette ki, en önemlisi coğrafi nedenlerdi: Her iki ülke de Avrupa’nın iki uç noktasında bulunuyordu. Yolculuklar bir çok zorluğu da beraberinde getiriyor ve çok uzun sürüyordu. Sanderson’ın 1584 yılındaki Ingiltere’den İstanbul’a kadar süren ilk yolculuğu tam beş ay sürmüştü. 1591 yılında gerçekleştirdiği ikinci yolculuk ise hemen hemen altı ayını almıştı. Bu yüzden, ulaşım konusundaki zorluklar, Türkiye ve İngiltere’nin uzun süre birbrilerine yabancı kalmalarında önemli bir faktör sayılmalıdır. Aynı nedenden dolayı İngiltere Türk tehlikesi sınırının dışında kalıyordu. Ne Türklerin heybetli orduları, ne donanmaları ve hatta ne de Akdeniz korsanlan, “hendekle korunma” ayrıcalığı içinde emniyette olan bu ada ulusu için bir tehlike oluşturmuyordu. Fakat Ingiltere’nin Akdeniz ticaretinde bir payının bulunmayışı bu gecikmenin daha önemli bir nedenini oluşturuyordu. Tarihsel yönden dünyadaki denizlerin en önemlisi sayılan Akdeniz’le doğrudan doğruya bağlantısı olan Fransa ile Dubrovnik, Venedik, Ccnova gibi devletler, kendilerine birçok hukuki ve ekonomik ayrıcalıklar sağlayan Kapitülasyonlar sayesinde Osmanlı Devleti ile yakın ilişkiler kurarak dünyanın bu bölümünde İngiltere’yi geride bırakmışlardı. Bu yüzden İngiltere’nin sorunu ikiye katlanmış oluyordu: Hıristiyan aleminde adı “dinsiz”e çıkmış bir ulusla nasıl dosduk kuracaklar ve bu sahaya her yeni geleni en azından şüphe ile karşılayan diğer Hıristiyan devletlerle doğacak bir anlaşmazlıktan nasıl kaçınacaklardı. İngiliz Hükümeti’nin Osmanlı Devleti ile İstanbul’un fethinden yüz otuz sene geçinceye kadar diplomatik bir ilişkiye girmemiş , olması ve çok daha sonraki bir tarihte I. James’in Padişah tarafından gönderilen bir temsilciye, imansız birini karşılamanın “Hıristiyan bir Prens’e yakışmayacağı”[2] gerekçesiyle gösterdiği çekingenlik gibi gerçekler hâlâ daha etkiliyiciliklerini koruyordu. Yine de sürekli gelişen bir dokuma endüstrisi olan İngiltere gibi bir ülke için, zenginliği, geniş nüfusu ve büyük ham ipek, yün, pamuk kaynaklarıyla Yakın Doğu uzun süre göz ardı edilemeyecek bir çekiciliğe sahip idi. Ayrıca, İngiltere’deki yeni aristokratların evlerini süsleyebilecek belirli Yakın Doğu sanat eserleri ve ürünleri de (hah ve ipek kumaşlar gibi) kamçılayıcı bir öge oluyordu.
Bundan dolayı İngilizler, Tudorların sağlam idaresiyle ülkenin birliğinin sağlanmasından sonra, girişimciliğin genç ruhuyla, sınırlarının çok dışına taşmaya cesaret etmişlerdi. En büyük hedefleri Doğu Hint Adaları’ydı. Kuzeybatı’ya, Kanada’ya ve Hom Bumu’ndan dolaşarak Güneybatıya düzenledikleri keşif seferleri ile, Kuzey Buz Denizi ve Baltık Denizi’ni aşarak, Moskova Prenslerinin toprakları üzerinden geçerek yaptıktan çalışmalarla, bir asra yakın bir süre boyunca Doğu’ya ulaşacak yeni bir yol keşfetmek için uğraştılar. Çünkü Akdeniz ülkelerinin kazanılmış haklarına saldırmanın ve Ortadoğu veya Ümit Burnu üzerinden geçen yol için Portekizlilerle rekabete girmenin doğuracağı sakıncaların bilinciydeydiler[3]. Yine de, bu aşınmış yollar için bile umutlarını tam olarak yitirmediler. Aslında, Robert Sherley’nin kullanılmasında direndiği Ümit Bumu’ndan dolaşan yol, Lancaster ve Wood’un keşif gezilerinin de ispatladığı gibi canlılığını koruyan bir meseleydi ve Portekizlilerin 1622’de Basra Körfezi’ndeki yenilgilerinden sonra burası Doğu Hindistan Kumpanyasının ana ticaret yolu oldu. Bununla beraber on altıncı yüzyıl boyunca Doğu’yla olan ticaretin büyük bir bölümü Osmanlı toprakları üzerinden yapılıyordu. Bu yüzden İngilizler şanslarını öncelikle bu yönde aramak zorundaydılar. Hakluyt, o güne kadar Doğu zenginlikleri ile İngiltere arasındaki tek aracı olan Venedikli tüccarlar ve bu tüccarlara ait “Flander kadırgaları"na 1511 ve 1534 yıllan arasında sırt çevrilmeye başlandığını ve yine bu yıllarda “Londra, Southampton ve Bristow bandıralı büyük gemilerin’’[4] Akdeniz’e yolculuk yaparak Sicilya, Girit, Sakız ve bazen de Kıbrıs, Trablusgarp ve Beyrut’la ticaret yaptıklarını belirtmektedir.
Osmanlıların Balkanlardaki fetihlerinden çok Doğu Akdeniz’de yayılmaları, denizci devletler için İmparatorlukla dostça ilişkiler kurmayı özendirici bir konuma getiriyordu. Cenova ve Venedik’in yavaş yavaş gerilemeye başladığı sırada Fransa ortaya çıkmış ve 1536 yılında ilk.Kapitülasyonun elde etmiştir. İngiltere’nin ilk girişimi ise Jenkinson’un 1553 yılında aslında kendi adına Kanunî Sultan Süleyman’dan almış olduğu “ayrıcalık ve mürur tezkeresi” ile başlamıştır. Bu ayrıcalık ve mürur tezkeresi “Fransız ve Venediklilerin kullanmakta olduğu özgürlük ve ayrıcalıklar gibi, benzer durumlarda, her hangi bir ferdin engellemesi ve suçlamasıyla karşılaşmadan kullanılmak ve mümkün ise daha da fazlası”[5] için verilmiştir. Profesör Chew, “Antony Jenkinson’ın gezisinin büyük bir olasılıkla Türkiye’de yerel bir ticareti başlatmanın olanaklan ve Mezopotamya veya Kızıl Deniz üzerinden gelen bazı Uzak Doğu ticaretiyle ilgili bağlantılar kurmanın geçerliliği hakkında bilgi toplamak amacına yönelik”[6] olduğu düşüncesindedir. Fakat İngilizlerin kendilerini İstanbul’da Venedikli ve Fransızlarla aynı düzeye çıkartmaları için yirmi beş yıl daha geçmesi gerekiyordu[7].Bu da, William Harebome’un iki Londralı tüccar ve kendisi adına Padişah’ın huzuruna kabul edilmesinden ve 1581 yılında Kraliçe Elizabethan “Türkiye Kumpanyasının kurulmasına ruhsat vermesinden sonra gerçekleşmiştir. İki ülke arasındaki ticari ilişkiler bir kez başladıktan sonra sürekli büyüdü ve gelişti. İngilizler ince yünlü kumaş, şayak, tavşan kürkü, teneke, civa, şeker ve kehribar satıyorlardı. Karşılığında da baharat, ecza, “mazı” veya boya, çivit, ham ipek ve “pamuk ipliği” alıyorlardı. 1587 yılında Hercules adlı geminin yükü İngilizlere 70000 sterlinden fazla kazandırmıştı. On iki üye ile kurulmuş olan şirket 1586’da ruhsatı yenilendikten sonra 53 üyeye çıkmış ve Halep’te de en az İstanbul’daki kadar etkili olmuştu[8].
Bu nedenle, ilk evrelerinde Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkiler esasen ekonomikti ve tamamen ticari zihniyete sahip bulunan Londralı iş adamlarının kişisel girişimlerine dayanıyordu. Yine de elçiler, başından beri, şirket tarafından ücret almalarına karşın, kendilerini Şirket’e değil de hükümdarlarına karşı sorumlu kabul ediyorlardı. 26 Ağustos 1595 tarihli bir mektupta Barton, Şirket’in veznedarı olan Sanderson’a (ki ücretini de onun elinden alıyordu) sertçe, “kimse beni denetleyemez ve ben davranışlarım için majestelerinden başka kimseye hesap vermem[9]" diye yazmıştır. Türk tarafında ise herhangi bir bağlantı yapılmamış ve İngiltere’de temsilcilik için hiçbir adım atılmamıştı.Mustafa isimli ilk Türk elçisi 1607 yılında IJames’in sarayına yollanmıştı. Fakat o da tam bir elçilik sıfatıyla veya sürekli olarak değil sadece birkaç aylığına gönderilmişti. Gerçekten de, Doğu sorununun, her yönden ömrünü tamamlamış ticari bir şirketin eline bırakılmayacak derecede önem kazandığı on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar Türk-İngiliz ilişkilerinin ticari yönü tam anlamıyla silinmemişti. Bu zamana kadar, İstanbul, İzmir, Halep, İskenderiye, Cezayir gibi yerlere atanmış elçi, konsolos, papaz, sekreter ve hekimlerin ücretlerinin ödenmesine, İstanbul’da bir elçilik ve başka konsoloslukların kurulmasına ve imparatorluk içindeki fabrika ve mağazaların bakım masraflarının karşılanmasına kadar bütün harcamalar bu Levant Kumpanyasının kasasından yapılıyordu. İngiliz Hükümeti büyükelçiyi atama ve onun giderlerini karşılama sorumluluğunu ilk kez 1803 yılında üzerine almıştı ve zaten Kumpanya 1825 yılında dağılmıştı. İlk elçiler Kumpanya’dan aldıkları maaş yanı sıra “Padişah’tan da yıllık bin kron alıyorlardı”[10] İngilizler getirdikleri evrakların yanında Padişah’a hükümdarlarından göz alıcı hediyeler, hükümetin veya Divan in belli başlı üyelerine ise daha değişik armağanlar sunma geleneğini kurmuşlardı[11]. Politik ilişkilerin kurulmasına yol açan aynı ticari yatırım süreci değişik koşullarda olsa bile, tesadüfen Hindistan’da da gelişme göstermekte idi. Bu gelişme aslen Levant Kumpanyasının bir dalı olan Doğu Hint Kumpanyasının faaliyetleri aracılığıyla oluyordu.
Fakat yine de Türkiye’deki Ingiliz çıkarlarının tamamen ekonomik olduğunu ve gelişmesini ticaretten başka bir şeye borçlu olmadığını düşünmemek gerekir. Bu ekonomik yayılma, İngiltere’nin on altıncı yüzyılın ikinci yansındaki dinsel-politik gelişmesinin sonucudur. Ingiltere yüzyılın sonunda kendisini Avrupa’nın Protestanlık’ı savunan en kuvvetli devleti durumuna getirmişti. Böyle bir öncülük, Atlantik’te İspanya, Hint Okyanusu’nda Portekiz ve bütün bunlardan da öte Akdeniz’de Fransa ile kaçınılmaz bir sürtüşmeyi beraberinde getiriyordu. Fransa ile aralarındaki rekabet ardı arkası kesilmeyen diplomatik savaşlar şeklinde devam etti. Fakat diğer iki devletle olan anlaşmazlıkları savaş aracılığıyla bir sonuca bağ-landı. İspanya bu ülkeyi daha çok yükselmekte olan İngiliz hırsını ezmek için istila etmeği tasarladı. İspanya hem Avrupa’daki en büyük güç hem de Katolikliğin kalesi durumundaydı. Hollandalıların ustaca ayak diremeleri İspanyolların yenilmezliğini şüpheli bir duruma soktuğu halde İngiltere henüz denenmemiş kuvvetiyle heybetli düşmanının karşısına çıkmaya cesaret edememişti. Bu yüzden Kraliçe Elizabeth Osmanlı İmparatorluğu ile doğrudan ilişkilerin kurulduğunu görmekten memnunluk duyuyordu. Osmanlılar, Ispanya’nın gücünü dengeleyebilecek tek devletti. Anadolu’nun dışında memalik-i mahrusa Arap Yarımadası, Mısır, Kuzey Afrika, Kafkasya, Kırım,Transilvanya, Romanya, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan, Kıbrıs ve tüm Ege Adalarını kapsıyordu[12]. Birçok değişik dil ve dinden ulusları içine alıyordu. Yine de Türkiye, Hristiyanlık’a karşı Müslümanlık’ın savunucusu durumundaydı. Düşmanları Avrupa’daki Kutsal Roma İmparatorluğu, İsapanya ve İtalya’nın Akdeniz’deki şehir devletleri olduğu için, savaşlan da fiilen Roma Katolik Kilisesi’ne yönelikti.
Elizabeth ve çevresi olayı bu açıdan görmüş olmalılar ki William Harebome’un (veya Harebone, çünkü isim çağdaş dokümanlarda her iki şekilde de yazılmaktadır) ilk İngiliz elçisi olarak İstanbul’a gelişinde Padişah’a sunduğu mektupta Osmanlı İmparatorluğu’na ittifak teklifinde bulunuldu. “Büyük bir ihtimalle görevinin ana amacı Türkiye ve Yakın Doğu’daki İngiliz ticaretini geliştirmekti. Fakat ilk kez hem o hem de soylu hanımı dikkatlerini iyi bir politik anlayışın oluşmasına vermişlerdi. Bu anlayış ispanya ve Roma Katoliklerine karşı duyulan düşmanlıktan kaynaklanıyordu”[13]. Padişah, Elizabeth’in sadece bir kadın olduğu halde “saltanat sürmedeki irfanından ve Roma katoliklerinin putperesdiklerini hoş görmemesinden etkilenmişti[14]. Vezirleri aracılığıyla onu destekleyeceğini vaat etti[15]. Fakat bu vaat sözde kaldı ve bu konuda hiçbir şey yapılmadı. Kısa bir süre sonra İngiltere, İspanyol donanmasının bozguna uğramasıyla en büyük düşmanı ile olan ciddi mücadeleden ilk ve son olarak galip çıkınca şüphesiz ki Elizabeth rahat bir nefes almış ve teklifinin Padişah ve hükümeti tarafından ele alınmadığına şükretmiştir. Aksi takdirde hiçbir zaman kendini dost bir Hıristiyan ulusunu dinsiz bir gücün yardımı ile bozguna uğratmanın doğuracağı lekeden kurtaramayacaktı. Birkaç yıl sonra İngiliz büyük elçisi Edward Barton’un III. Mehmet’in Avusturya seferine eşlik etmesine Elizabeth, “İngiliz silahlarını O’nun çadırında üstünde taşıdığından Fransız elçisinin Barton’u İmparator’a şikayet ettiği ve Fransız Kralı’nın, Kraliçe’yi silahlarının Türk Kampı’nda Hıristiyanlara karşı taşındığı konusunda tenkit ettiği”[16] nden dolayı oldukça kızmıştı. Roma Katolikleriyle Protestanların aralarındaki duyguların düşmanca olmasına karşın tüm Hıristiyanların “günahkâr Muhammed”’in taraftarlarına duydukları nefretle karşılaştırılamazdı.
Kutsal Topraklar’a hacca giden yolcular arasında bu tutum oldukça dikkat çekicidir. Hıristiyan-Müslüman düşmanlığı o kadar içlerine işlemişti ki açlık çekmeği ve deniz kazasına uğramayı bir Türk limanına sığınıp “Hristiyan inancının en büyük düşmanları ve dinsizlerin eline” düşmeye tercih ediyorlardı. Fikirlerini hiçbir olay değiştiremezdi. (Bir seferinde görüldüğü gibi kaptanın biri şiddetli bir fırtınaya tutulunca tüm hacı yolcularının karşı koymalarına rağmen en yakın Türk limanına sığınmış ve tutsak edilmeden, esir olarak satılmadan ve de tecavüze uğramadan kendilerine kasabadan “şarap ve birçok diğer gereksinimleri[17] yollanmıştı[18]. Yine de hacıların zorlu bir maceraya giriştikleri göz önünde tutulmalıdır. Bu hac yolculuklarının en uzunu en az bir yıl sürüyordu; en pahallısı da too ila 300 düka altınına maloluyordu. Ayrıca bu yolculuklar denizde ve karada da birçok zorluklarla kuşatılmıştı. Pylgrymage of Sir Richard GuyIforde’da [Sir Richard Guylforde’un Hac Yolculuğu] da görüldüğü gibi bu hacıların tuttuklan günlüklerin hepsinde atlattıktan fırtınalara ait uzun listelere rastlanıyor. Aslında Canterbury ve Walsingham’a düzenlenen hac yolculukları, o zamanlar daha gözdeydi, hatta özellikle reformasyondan önce Roma ve Compostela bile kalabalık insan gruplarını çekiyordu. Yine de, Kutsal Topraklar’ı ziyaret etmek dindar bir Hıristiyan için en yüksek emel olmayı on yedinci yüzyıla kadar korudu. Onlara göre, bu tüm zorluklara değerdi çünkü “karaya attığı ilk adımla her hacıya günahlarının mutlak affı ihsan edilmiştir”[19].
Zamanla bu saf hacılar arasında gözlemlerini önyargısız kaydedenler çıkmaya başladı. Bu yolculardan biri de Türk dostu olarak kabul edemiyeceğimiz John Sanderson’dır. Sanderson Osmanlı İmparatorluğu içindeki dini hoşgörüden çok etkilenmiş ve kilise çanlarının çalınmaması dışında Hıristiyanların tam anlamıyla özgürlüğe sahip olduklarını söylemiştir[20].İstanbullu bi Yahudi tarafından Sanderson’a İtalyanca yazılmış ve Sanderson tarafından İngilizce’ye çevrilmiş bir risalede, Fatih Sultan Mehmet’in büyük camisinin çevresinde kurulmuş, sayılan yüzü bulan “kurşun kubbeli” hanlarda “hangi ulus ve dinden olursa olsun tüm yabancıların, yolcuların ve hizmetlârlan da dahil olmak üzere, tıpkı kiliselerde olduğu gibi hiçbir ücret alınmaksızın nasıl dinlenebildikleri ve ağırlandıkları[21]” anlatılmaktadır. Sanderson bir derkenarında Müslüman olmuş kişilerden, bu kişilerin kendi istekleri doğrultusunda hareket ettiklerini ve bunda şaşılacak hiçbir şey olmadığını ima ederek söz eder. Söylediği şudur: “Not: Benim hatırladığım kadanyla Benjamin Bishop, George Butler, John Ambrose ve diğerleri gibi birçok genç, ihtiyar Ingiliz Türkleşmiştir[22].” Diğer taraftan yazısında Roma Katolikleri’ne ve Rum Ortodokslan’na “putperest Hıristiyanlar” ve “kafasız putperestler"[23] diye hitap edilmiştir. Dediğine göre Protestan hacılar herkesten çok Katolik İrerlerden nefret ederlermiş [bêtes noires]; Rum papazlarla ve hatta Museviler ile bir anlaşmaya varmaları olasıymış ama “Roma ruhbanı” ile olanaksızmış.
Ülkelerinden tehlikeli bir işe cesaret ederek ayrılmış bu katı kurallara bağlı eski gezginlerden, tam anlamıyla gördüklerinin objektif ve tarafsız bir raporunu beklemek çok fazla şey istemek olur. Sadece nadiren, Sir Henry Blount[24] örneğinde olduğu gibi, ülkeyi ve insanlarını belli bir tarafsızlık ölçüsüyle inceleyen gezginlere de rastlıyoruz. Levant Kumpanyası memurları arasındaki yazışmalarda da, ekseriyetle mektubu yazanın iş zihniyetiyle - ticaret veya politika - veya Sir Thomas Roe’nun yaptığı gibi sanat ve arkeoloji yönüyle düşündüğü için doğru olan bilgilerle karşılaşabiliyoruz. Bu tür eski eserlere olan ilgi on yedinci yüzyılın otuzlu yıllarına denk gelen Roe’nun dönemine[25] yani ele aldığımız dönemin bitim tarihinden bir süre sonrasına kadar, İngilizlerin dikkati Osmanlıların impara-torluğuna çevrilmemişti. Osmanlı devleti nezdine yedinci büyükelçi olarak atanan Sir Thomas Roe, Başpiskopos Loud tarafından yazma eser toplamak, Buckingham Dükü tarafından da eski eserleri ortaya çıkarmak için görevlendirilmişti. Fakat Roe en büyük hizmetini gerek bir kısmını kendisi toplayarak ve gerekse Türk makamlarından Baron’un uzmanlan adına Marmora Arundelliana [Arundel Mermerleri][26] olarak bilinen ünlü koleksiyonu toplamaları için aldığı izin sayesinde, Arundel Kontu Thomas Howard için gerçekleştirmişti. Kendi verdiği bilgilere göre “her taşın altına bakmak sözünü yerine getirmek istercesine" Osmanlı İmparatorluğu’na ait Ege Adaları da dahil olmak üzere tüm Asya ve Avrupa topraklarını kazmıştı.
Fakat onaltıncı yüzyılda buralara gelen İngiliz gezginler içinde Yakın Doğu’ya olan bu klasik ilgiye pek rastlanmaz. Rönesans’ın o ileri devresinde bile klasisizm hâlâ İtalyanlara aitti ve İtalya eski dünyanın yerini tutuyordu. Henüz Yakın Doğu’nun İngiliz gezginlerinin hayallerinde bir çekiciliği yoktu. Klasik devirler ve eserlere ilgi seyrek ve birbirinden kopuk, dağınık bir karaktere sahipti. Buna en tipik örnek ilk kayıtlardan[27] alman Çuha ve diğer adıyla Kythira adasına ait şu alıntı olacaktın “...Yunanlı Kraliçe Helena’nın [Güzel Helen] doğduğu yerdir; fakat tüm dillerde anlatılan meşhur hikâyeye göre Çuha denilen komşu adadaki mabette kurban keserken Paris tarafından kaçırılmıştı ki bu esaret Truva’nın sonuna neden olmuştu; ama yine de aynı kraliçenin esaretinin anısı olarak ustaca ve kusursuzca kaliteli beyaz mermere işlenmiş heykeli Ege Adalarındaki Asdrys şehrinde ayakta duruyor". İstanbul’da üç ay boyunca serbestçe dolaşmış, gözlemciliğiyle ünlü Dallam’ın bile buranın tarihi yerleri ile ilgili söyleyecek hemen hemen hiçbir şeyi yoktu. “Sonra, gördüğümü söylemekten başka kayda değer bir şey söyliyemiyeceğim çeşitli anıtları görmek için şehre geri döndük”[28]. Bu onun geçmiş üzerine yaptığı yorumlamanın vardığı son noktadır. Bunun yanısıra on yedinci yüz yılın başlan kadar geç bir dönemde, başka bir yolcu, Atina için “Bu şehir tüm yüksek ilimlerin ve fenlerin anası ve dadısıydı. Fakat şimdi orada sadece dinsizlik ve barbarlık var çünkü cahil Yunanlıların ikamet ettiği bu yer Türkler tarafından yönetiliyor. Eski binaların bazı kalıntıları halen daha görülmeye değer”[29], diyebilecek kadar dikkatsiz olabiliyordu. Bu ilk seyahatnamelerde, yazarlarının zihninde tek ilgi uyandıran yer Truva idi. Purchas’ın da anlattığı gibi Coryat’ın bu “tüm dünyanın en şanlı yeri” üzerine yazılmış sayfalan belki de eski eserlere duyulan ilginin başlangıç devrelerinde bulunabilecek en ayrıntılı incelemedir[30]. Kısaca, bundan sonraki üç yüzyıl boyunca Avrupalıların gözünde neredeyse stratejik önemiyle rekabet edecek boyutta olan Osmanlı İmparatorluğu tarihi ve arkeolojisi on altıncı yüzyıl İngiliz gezginlerinin değil ilgilenmek, dikkatlerini bile çekmemişti.
Bu adamların bir çoğu güzelliğe ve tarihselliğe ilgi duymamıştı. On yedinci yüzyılın başlarında yaşamış en büyük gezginlerden olan Fynes Moryson kendisi gibi deneyim kazanmak için yolculuğa çıkmış gezginleri “buralara dünya görüşlerini geliştirmek gibi emelleri olmaksızın gelişigüzel yolculuk yapanlardan ve daha da önemlisi bu yolculuklarda zihinsel becerilerinden çok bedensel kuvvetlerini sınamayı tercih edenlerden ve bütün bunlardan da öte kazanç için intihar sayılabilecek basit ve anlamsız maceralarla delice hareketleri göze alarak kendilerini insanların küçük görmesine maruz bırakanlardan”[31] ayırt etmemizi sağlıyor. Büyük bir ihtimalle aşağıdaki yorumu yaparken Dr. Rice’ın aklında Moryson gibi adamlar vardı: “Doğal olarak, insanların macera peşinde yurtlarının dışında dolaşmaya başladığı çağlarda, Müslüman gücünün merkezi ve tahtı Avrupa’nın birçok yerinden gezginleri çeken bir mıknatıs durumuna geldi. Türk dinini, Türk gelenek ve göreneklerini kapsayan ilgilerini tatmin için geldiler ve yolda birçok başka şeyler gördüler[32]”. Fakat bu davranış on yedinci yüzyılın başlamasından uzun bir zaman geçinceye kadar yerleşmiyecekti. Orta çağlardan beri Kutsal Topraklar’a giden hacılar, sayılan az da olsa, değişmez yolcu akınım oluşturuyorlardı. Tüccarlar sonra ortaya çıktı. Bunlar Osmanlı İmparatoluğu’nun belirli yerlerinde kendilerini çok öncelerden kabul ettirmiş olduklan için dünyanın bu yörelerine merak için gelebilecek olan vatandaşlarına rehber ve danışman olarak yardım ediyorlardı.
Fakat bu gezginlerin ilk amaçları ne olursa olsun, yazılarında olağanüstü ve tuhafa karşı olan eğilimlerini ortaya koydular, öykülerinde teratolojik unsurlar vardır. Anlattıklan mucizeler doğa üstü düzene değil de değişik iklimlere ve az duyulmuş uluslara dayanıyordu. Bu yazılar iki ana gruba aynlır. Bir on beş tane kadarı gezginlerin günlükleri ve hikâyeleridir[33]. Bunlar genellikle ziyaret edilen ülkenin coğrafi incelemesini içerir; yerliler ve onların en göze çarpan alışkanlıkları ve gelenekleri hakkındadır. 1516 ve 1618 yıllan arasında yayınlanan kitaplardan(tarihler sırasıyla Osmanlıların Suriye ve Mısır’ı yönetimleri altına almalarına ve Thomas Goffe’un Türk trajedilerini yazdığı zamana rastlar) en ilginçleri bu gruba dahildir çünkü bunlar kişisel deneyimlerinin ürünleridir ve yazarları bir başka eseri intihal etmiş olsalar bile bunu ödünç aldıklan bilgileri kendilerine has bilgiler edasıyla yapıyorlardı. Tabiî ki bu gruptaki her eser aynı ağırlıkta değildir, örneğin İstanbul’da üç aydan fazla bulunmamış olmasına karşın Dallam’ın günlüğü, birkaç yıl kürek mahkûmu olduktan sonra Padişah’ın hizmetinde topçubaşı ve zaman zaman tüm İmparatorluk’un hemen her köşesini görmüş bir gezgin olan Webbe’inkinin değerini aşar.
İkinci grup yazılar kabaca tarih genel başlığı altında sınıflandırılan kitapları kapsar. Bu kitaplar başlıca Osmanlı İmparatorluğu nu meydana getiren halklarla, bunların gelenek ve görenekleriyle ve Türklerin din ve devlet yönetimleriyle ilgilidir. Bu kitaplarda sık sık yazann geri dönüp Osmanlıların yükseliş dönemine bir göz attığını görüyoruz. Bu ciddi bilimsel incelemelerin çok azının esasen İngiliz yazarlara ait olması oldukça karakteristiktir. Bunlar çoğunlukla Latince, Fransızca veya İtalyanca yazılmış yabancı eserlerden serbestçe uyarlanmış ve derlenmiş tercümelerdir. Bu grubun en önemlisi sayılan, Richard Knolles’un “en iyi tarih kitaplarından sadakatle derlenmiş” olan, Generali Historié of the Turkes [Türklerin Genel Tarihi] adlı kitabı bile ciddi bir surette Avrupalı yazarların eski tarih kitaplarına dayanır. Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerini İngilizlerden önce kurmuştu; bu yüzden de İngilizler bu alana adım atmadan önce Avrupa’da İmparatorluk’un coğrafyası, tarihi ve toplumsal kural-ları hakkında birçok eser yazılmıştı[34]. Bunlar serbestçe “İngilizleştirilmiş” ve on altıncı yüzyılın sonlarında büyük bir kitle tarafından okunmuştu. Fakat kitaplarda belirtilen düşünceler ve görüş açılan gerçek yazarlarına aitti, çevirmenlerinin ne düşündüklerini çok az yansıtıyordu. Yine de, bu kitapların sayılarının birinci gruba dahil olan gerçek gezi kitaplarından daha çok oluşu ve daha çok okunuşu, dolaylı bir yoldan da olsa sonuçta İngilizler adına, Türklerle ilgili bir görüş yaratmıştı.
Aynı fikirler, zamanın edebiyatında da geçerlilik kazandı ve Elizabeth dönemi sahnelerinde de birkaç kez büyük bir etkiyle dramatize edildi[35]. Birçok Elizabeth ve I. James devri piyesleri ve maskeli sahne oyunları, kendi başına geniş bir kaynak olan Doğu Tarihi ve efsanesinden çok Türk konulan ve debdebesi kullanılarak yazılıyordu. “Elizabeth sahnesinde büyük bir olasılıkla, birçok değişik faktör Türklerin tercih edilmesine neden olmuştu. Avrupa’ya doğru yönelmiş sürekli bir Türk İstilası tehdidi ve sonucu olarak Türk geleneklerine ve şahsiyetine duyulan aşın bir ilgi, doğal olarak Türk’ün bu gösterinin bir parçası olması düşüncesini akla getirmiştir. Daha da önemlisi, acaip doğulu giysisi ve boyanmış yüzüyle etkili bir sahne makyajına olanak sağlıyor, gaddarlık ve hainlikle yapmış olduğu ün sayesinde en kanlı sahneleri makul gösteriyor ve dinsizliği sayesinde de Hıristiyan bir kahramanla karşı karşıya getirilince bol bol dini yapmacıklara fırsat yaratıyordu[36]”. Bu Türk konulu ve karakterli oyunların bazıları kaybolmuştur ve biz onların varlıklarını bu yapıtlara değinen diğer eserlerden öğreniyoruz. Birkaç tanesi günümüze kadar gelmiştir. Türk ve Doğulu konulara sadece tesadüfi ve tamamen uydurma yakıştırmaların yapıldığı, yazan belli olmayan Thomas Stukeley adlı oyun veya Mason’m The Turke adlı oyunu gibi eserleri bir kenara bırakırsak, serbestçe de olsa tarihsel figürleri ve olayları[37] kullanmış sekiz on kadar piyes bulabiliriz[38]. Bunlar 1360’dan 1565’e kadar olan Türk Tarihi’nin iki yüzyıllık bir bölümünü kapsarlar. Bu dönemin başlangıç tarihini Goffe’un I. Murat zamanıyla ilgili Couragious Turke (Cesur Türk] adlı oyunu, bitiş tarihini de Fülke Grevill’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın son saltanat günlerini ve büyük oğlu Mustafa’nın öldürülüşünü anlatan Mustapha adlı oyunu oluşturur. Tamburlaine [Timurlenk] dışında oyunların hiçbiri dönemin önemli piyeslerinden sayılmaz. Yine de, Elizabeth devrinde zihinlerde var olan doğuya ve özellikle Türkiye’ye ait kaleydoskopik görüntünün delili olmaları nedeniyle önemleri yadsınamaz ve bu özellikleri de yaratıcı birer eser olarak içerdikleri eksiklikleri önemli ölçüde karşılar.
Elizabeth devrinin Türkiye hakkındaki bu fikirlerini belki de, daha tutarlı bir biçimde bir araya getirmeye bakmalıyız. İngiltere, küçük bir ada gücünden, imparatorluk gücüne dönüşürken ve Shakespeare oyunlarını yazarken, bir İngiliz’in Türkler hakkında oluşturduğu genel kavram neydi? Asya, Afrika ve hatta Doğu Avrupa halklarıyla birlikte Türklere değişik türde insanlar olarak bakılıyordu. Normal Hıristiyanlık ölçüleriyle değil de garip alışkanlık ve geleneklerine göre yaşayıp hareket ediyorlardı. Tuhaf ve alışılmışın dışında olan şeye merak duymak Rönesans adamının özelliğiydi. Bundan da öte, bilinen dünyanın büyük bir kısmını kapsayan Türk hakimiyeti, tüm Hıristiyanlan bu ulusun korkunç gücünün temelinde ne olduğunu ortaya çıkarmaya ve bunu alt etmeye itiyordu. İnsanlar, meraklarından bu tuhaf Yakın Asyalı’yı gözleyip daha da kumazcası onu ortadan kaldırmanın olanaklarını incelemek için harekete geçmişti. İngilizler’in durumunda ise amaç belki de, bu yaşını almış imparatorlukla rekabete girip onları geçmekti. Rapor ve incelemelerin tuhaf alışkanlıkları inceleyen basit gözlemlerden, Osmanlı Devleti ve siyaseti araştırmaları olarak gelişmesi bu görüşü destekliyor.
Türklere yakıştırılan özellikler arasında, gözlemcilerin hakkında yorumlama yapmaktan hemen hemen bir zevk aldıkları Türk zalimliği vardı[39]. Türklerin insancıl duygulara kayıtsız kaldıkları kabul edilirdi; şahsi bağların onlar için geçerli olmadığına inanılırdı. Bu insafsızlığın en bariz kanıtı, Padişah’a, tahta çıkınca tahtla olan bağlantılarını koparmak için şehzadeleri boğdurması yetkisi veren yasada bulunmaktaydı[40]. 1595 yılında babası III. Murat’tan sonra tahta çıkan III. Mehmet’in on dokuz şehzadeyi boğdurup babalarıyla beraber gömdürmesi müstakbel yazarlar için bu acımasız yasanın klasik bir örneği haline gelmişti[41]. Aslında, Rönesans devrinde eğlence amacıyla İtalyan novelle’nin ve Elizabeth devri kanlı trajedilerini yaratan dehşete duyulan tutku, Türk gaddarlığını rahatlıkla hatta zaman zaman çeşni olarak bile görebilmelerini sağlıyabilirdi. Tarihi yerler ve eserler karşısında sessiz kalan birçok gezgin, örneğin İstanbul’da gördüğü boğarak, kazığa oturtarak, asarak, boğazlıyarak vs. gibi çeşitli idam şekillerini uzun uzadıya anlatın Bu idamlar halk önünde gerçekleştiriliyordu ve açıkça görülüyor ki elçiler de bu gösterileri kaçırmayıp “özellikle gidiyorlardı"[42].
Gözlemcilerin Türklere yakıştırdıkları bir başka çirkin özellik de açgözlülüktü. Bu konuda askerlerle yüksek mevkideki memurlar ve halk arasında belirsiz bir ayırım yapılmış gibi görünüyor. On altıncı yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğu Hükümeti gerilemeye başlamıştı ve “hükmü altındaki ülkelerdeki isyanlar, kargaşalıklar ve askerlerin şehirlerde ülkenin can damarını kestikleri yolundaki dedikodular, eğer buradaki sorunları çözmek için seferler düzenlenmezse devletin zayıflamasının hızlanmasına neden oluyor[43]” du. Daima silah altında bulunan Sipahiler ve Yeniçeriler kural tanımaz olmuşlardı. Kazan kaldırma tehdidiyle fazladan akçe sızdırıp, ulufelerini arttırabileceklerini fark etmişlerdi. Padişah’ın ölümünden, veliahtın Anadolu’daki sancağından İstanbul’a gelmesine kadar geçen birkaç günlük zamanda, Hıristiyan-Müslüman ayırmaksızın sık sık başkentteki dükkanları yağmalıyorlardı. Memurlara gelince, rüşveti yasal armağanlar olarak kabul ediyorlardı. Bu, yabancılar açısından Osmanlı İmaparatorluğu’ndan oldukça ucuza ayrıcalık elde etmelerine yardımcı olan bir düşünceydi. Padişah dahi her İngiliz büyükelçisi değiştiğinde ve tahta çıktığında İngiliz hükümdarından bir armağan kabul ediyordu. Karşılık olarak da büyükelçi Hâzineden yıllık bin düka altını alıyordu ve eğer Barton veya Glover gibi de yeteneklilerse, Osmanlı Devleti’nde önemli siyasi nüfuza sahip olabiliyorlardı. Kraliçe büyükelçiden, Padişah’a İngiltere’nin İspanya ile olan savaşından dolayı “bu ülkeden tüm mühimmatı” almış olduğu için Lehistan ile savaşa girmemeleri yolunda İsrar etmesini rica etmiş, Barton da Kraliçe Elizabethan 21 Mart 1590 tarihli mektubunu sunduğunda Türkiye ile Lehistan arasındaki barışı sağlamayı başarmıştı[44].
O devre ait veriler mahalli yöneticilerin de soyguncu gibi davrandıklarını gösteriyor. Bu davranışların nedeni ise şu alıntıdan kolayca anlaşılmaktadır: “Zaten kendileri de mevkilerini satın aldıklarından, daha yerlerine bile ısınamadan, İstanbul’da makamları için daha iyi para veren biri çıkınca geri çağırıldıklarından... Ve bu da aç sineklerin toklarından daha çok kan emdikleri için İmparatorluk’taki en büyük zararlardan birisidir[45]”. Venediklilerin yabancıları, onlardan “hayali mücevher” veya para koparmak amacıyla Lazoretto’iara hapsetme[46] metodundan bir hükme varacak veya Kudüs’deki Kutsal yerleri koruyan İrerlerin açgözlülüğünü göz önüne alacak olursak bu arsızca alışkanlığın sadece bir ülkeye özgü değil de evrensel olduğu anlaşılır. Tabiî yine de bu alışkanlığın Osmanlı İmparatorluğu’nun ve genelde halkının zenginliğini kuruttuğuna hiç şüphe yoktur. Çünkü Osmanhiarda ulusal servetin düzenli olarak ve bolca sağlandığı bir kaynak yoktu. Gözlemciler, Türklerin ülkenin ticaretinde hiçbir etkinlikleri olmadığını kaydediyor. “Türkiye’deki tüm malların ticareti, Türklerin işlerinin ödeme vakitlerini ve normal akışını bozarak da olsa, yapılan ticaretin kazancının kaymağını yiyerek işlerini büyük bir ustalıkla yürüten Yahudi ve Hıristiyanların yani, Raguzalı, Venedikli, İngiliz, Fransız ve Felemenklerin elindedir[47]. Hükümetin sürekli olarak aldığı vergiler de ülkenin zenginliğini ve insanların çalışma isteklerini tüketmişti[48]. Başka bir neden de Türklerin sürdükleri sade yaşamdı; Perhizkâr yaradışlıydılar ve ancak temel ihtiyaçlarını karşıhyacak biçimde yaşıyorlardı. Onlara duyduğu sevgisizliğe rağmen, Moryson özellikle Türklerin yiyecek ve giyeceklerindeki “azakanarlığı” övüyor. En yüksek mevkiyi işgal eden adamların bile basit yiyecekler, taze meyve ve suyla yetindikleri dikkatini çekiyor. Bu tutumluluk, muazzam ordularını cephede beslerken önemli bir avantaj sağlıyordu, “îpek gibi en iyi cins kumaşlardan giysiler giyiyorlardı ama aralarında dantel takacak veya süsler yapacak kadar savurganı ve gülüncü yoktu”. Rütbe ve sınıflan sadece başlıklarından belirleniyordu.
Tüm yabancılar Türklerin titizlik derecesindeki temizlikleri konusunda birleşiyorlardı. Belirttiklerine göre Türkler sık sık yıkanırlardı; giysileri, özellikle de beyaz tülbentleri her zaman lekesizdi. Evlerine ve camilerine de en az bu kadar titizlik gösteriyorlardı[49]. Bunun yanı sıra sokaklan çok az ilgi görüyordu: Dar ve dolambaçlı yollan süprüntülerle dolu olurdu[50]. Ulus olarak Türkler, günlük alışkanlıklarında olduğu kadar duygularında da görülen nefslerine hakimiyetleri açısından İngiliz gezginleri etkilemiş gibi görünüyorlar. Hatta gezginlerden biri, Türklerin birbirleriyle tartışırken bile görülmediklerini iddia etmiştir.
Türklerin dini hoşgörüleri aşınhktan hoşlanmamalarının başka bir göstergesi olarak alınabilir, çünkü “Padişah’ın tüm dinlere özgürlük tanıdığı çok iyi biliniyor[51]du. Türkler herkesin günahının kendi dini tarafından bağışlanacağına inanıyorlardı, bu yüzden “kendi dininde samimi ve gayretli olan herkesin iyiliğini isteyerek, vicdani özgürlüklerini[52]” teşvik ettiler. Birbirlerine son derece düşmanca yaklaşan dokuz Hıristiyan mezhebinin ayn ayn manastırlarının bulunduğu Kudüs’te gözlenen hoşgörü son derece dikkat çekiciydi. Hıristiyan hacılar, Hz. İsa’nın yaşadığı süre boyunca ziyaret ettiği söylenen yerlerin (“ölmüş olduğuna inanmadıklarından[53]" ölümüyle ilgili anıtlar hariç), Türkler tarafından saygı görmesinden etkileniyorlardı. Birçok gezgin bu hoşgörüyü açıkça kabul etmeye hevesli olmadığı için düşünceleri satırlarından çıkarılmalıdır. Dini konularda son derece fanatik olan Lithgrow bu açıdan önemi olan bir yorum yapıyor; 1614 yılındaki Girit hakkında bilgi verirken Venediklilerin adada “sadece Türklerin saldırılarına karşı değil aynı zamanda Venedik'in hükmü altında yaşamaktansa fırsatını bulsalar Türklere teslim olmayı tercih edecek olan yerlilere veya Giritlilere duydukları korku”[54] nedeniyle 12000 askerden oluşan güçlü bir muhafız alayı bulundurduklarını belirtiyor. Başka bir yerde de Raguzalılan kastederek “büyük güçlerine ve ellerindeki zenginliklere karşı koyamadıklarından emniyetleri ve özgürlükleri için Padişah’a yılda 14000 altın ödüyorlar[55] der. Bu açıdan Sandys daha açıklayıcıdır. Müslüman olarak bu insanların “güç ve dirayette erişilmez, adil ve bağışlayıcı”[56] olan, tek bir Yaratan’a inandıklarını, her türlü putperestliği küçük gördüklerini, Hz. İsa ve Hz. Musa’ya Allah’ın peygamberleri olarak inandıklarını gözlemişti. “Hayır işlerinde kendi dinlerinden olanlara olduğu kadar Hıristiyan ve Yahudilere kadar uzanırlar, bu sebepten kurtlar kuşlar bile paylarını alırlar”[57] der.
Ülke ve tarihi, göze çarpan özellikleri dışında devrin gezginleri tarafından çok az ilgi gördü. Aslında onları ilgilendiren şeyler nadiren modem bir gezginin ilgisini çekebilecek şeylerdi. İstanbul onlan benzersiz anıtlan veya doğal güzelliği yönünden değil “dünyanın büyük ve korkutucu şehri, küçük bir dünya[58] ve bu dünyanın sahip olduğu tuhaflıkların timsali olduğu için büyütüyordu. Dallam’m, Padişah’ın sarayında erganunu kurarken duyduğu korku ve hayretinin hikayesi, Lady Mary Montagu ve Miss Pardoe’a varıncaya kadar, İngiliz gezginlerin Türkiye’ye olan ilgilerini asırlarca canlı tutan bu hayretinin doğurduğu şokun sadece bir anlık bölümüdür. İster büyülenmiş ister dehşete kapılmış olsunlar, günlük ve gezi yazılarının sayfalarını gözledikleri yeniliklerle doldurmuşlardı. Lithgrow, Padişah’ın cariyelerinin nasıl seçildiğinin ve her ay katı bir kurala göre nasıl yenilendiklerinin[59] ayrıntılarını kendinden geçercesine verecektir. Türklerin akli dengesi bozuk olanlara karşı tutumları da dikkatini çekmiştir: “Tüm bu delilere ermiş [santones] veya peygamber gibi saygı gösteriyorlar ve uzun bir yolculuğa çıkmaya niyetlendiklerinde, savaşa gitmeden önce, özel nedenlerle veya başka sebeplerle taşanlarında başanya ulaşıp ulaşamayacaklarını öğrenebilmek için bu ermişlere gidip öğütlerini rica ediyorlar. Ve bu kaçık nebilerin her dediklerine, sanki bir kâhin söylermiş gibi, çok önem veriliyor[60].” Lithgrovv ile aynı zamanda yaşamış olan Coryat “Galata’da bulunan Derviş denilen Türk Keşişleri Topluluğu"ndan etkilenmiştir. Burada, Klasik düşünceyle şartlandınimış olduğu için yaptıktan sem alan, “sarhoş Tannlarını şereflendirmek için Dionysos’un rahipleri gözü dönmüş Myrmalorelar tarafından yapılan Dgonysialar”la[61] kıyasladığı Mevlevi Dervişlerini kastediyor.
Bir İngiliz açısından genelde oryantalizm diyebileceğimiz bu ilgi, bu seyahat tutkusu Türkiye kavramının en önemli yönlerinden birini oluşturmasına karşın, bu kavramlardan sadece biridir. Bir de, Hıristiyanlıkta karşı duyulan derin bir inanç ve düşmanlarına karşı beslenen ön yargıyla renklendirilmiş dinsel yönü vardır. Kraliçe Elizabethan Padişah’a armağanı olan Dallam tarafından yapılmış olan erganunu Dallam tam saraya götürürken İngiliz elçisi, “Bu değerli armağanı götürdüğün kişinin kim olduğunu göz önünde bulundurmalısın. O bir hükümdar ama aynı zamanda bir dinsiz ve tüm Hristiyanların en büyük düşmanı[62]" demişti. Çünkü batıda Osman lı İmparatorluğu Müslümanlıkla eş anlam taşıyordu. Türklerin Avrupa’ya akınlan insanlan hem korkutuyor hem de kızdırıyordu. “Tüm Truva ülkesi miras yoluyla Türklerin kendi ülkesi olmuştur ve bu ülkeye şimdi sadece ve sadece Türkiye denir”, diyor, on altıncı yüzyıl başlarında yaşamış bir gezgin ve devam ediyor: “Bunun yanısıra Yunanistan da dahil olmak üzere birçok başka ülkeyi de istila edip hepsine Türkiye dediler[63]", öte yandan Türkler için İmparatorluk dışında bulunan ve Müslüman olmayan tüm ülkeler harbi kabul ediliyordu. Bu yüzden Hıris- tiyanlar, Türk ile Müslüman’ı eş anlamda tutmuşlardır. Dinden dönenler genellikle “Türkleşti”[64] diye anılırlardı. Marlowe “Türk Kur’anı”ndan[65] söz edecek kadar ileriye gitmişti. Dr. Rice’ın da kısaca belirttiği gibi “tabiî ki Hıristiyanların birçoğu bu korkunç dinsizlerin sadece köklü birer düşman değil aynı zamanda tamamen ahlaksız oldukları konusunda birleşiyorlar ve bu yüzden de (“turken”, “turkery”, “turkess”, “turcic”, “turkism” gibi türevlerinin yanı sıra) “Türk”, “Türk gibi" sıfatlarım da gaddarlık, vahşilik, gurur, şehvet düşkünlüğü, hilekârlık ve diğer günahkârlıkları ifade etmek için rahatça kullanıyorlardı” [66].
O zamanlar İngiliz gezginlerinin hiçbiri batıda sınırlarını her gün daha çok genişleten Türklerin istila ettikleri yerlerde, öyle Müslümanlığı yayma güdüsüyle değil de, bir genişleme tutkusu, tarihin daha yazmamış olduğu büyüklükte ve güçte bir politik düzen kurma hırsıyla hareket ettiklerinin farkında değillerdi. Gerçi yine de Türkler savaşlarının cihat olduğuna inanmaktan hoşlanıyorlardı. Batının da aynı fikirde olması Türkiye’ye hacı olarak gelenlerin tutumlarının ön yargılı olmasına neden oluyordu. Osmanlı İmparatorluğumun değişik memleket ve uluslarından geçerek yolculuk yaparken dikkatlerini çeken herhangi bir yozlaşma veya geriliği Türk idaresinin yarattığı olumsuz sonuçlara yüklüyorlardı, örneğin eğer Yunanistan tarihi ihtişamını kaybettiyse veya Yunanlılar “dünyadaki Hıristiyanların en iki yüzlü yalancıları, dönekleri ve nezaketsizleri” durumuna düşmüşlerse, bunun suçluları Türklerdi[67].
Bu sofu Hıristiyanlar, kendi gözleriyle gördükleri bu dinsizlere ait İm-paratorluğun büyüklüğü ve kuvveti karşısında bazen ümitsizliğe kapılıyorlardı. Dindar bir Hıristiyan ve yurtsever bir İskoç olan Lithgrow, “Çoğalmakta oldukları ortada, yalnız merhameti eksik olmayan Allah, adaletli yargısının tüm şiddetiyle bizi bu kanlı tehditlerden sakınıyor[68]”, diyor. Olayları bu denli kaderci açıdan kabullenmeye niyetli olmayan bazı kimseler, İmparatorluğun kuvvetlenmesine yardımcı olan nedenleri araştırıyordu. Bİr ulusun tesadüfen, Avrupa’nın Roma kapılarında atan kalbine erişmeden İncil’de bulunan tüm ülkeleri ve eski krallıkları yönetmesini kabul etmekte zorlanıyorlardı. Türkler zalim, şehvet düşkünü, rüşvete düşmüş insanlar olabilirlerdi; sanat ve yazma veya düşünceye önem vermiş insan-lar da olmayabilirlerdi; fakat salt şehvet avcıları da değillerdi. Sade ve sakin bir hayattan zevk alıyorlardı ve sadelikten hoşlanıyorlardı. Eğlence tarzlan sadeydi, kumar ve bahis gibi kötü alışkanlıkları yoktu[69]. Bu yüzyılın daha ileri bir tarihinde Blount’un da izleyip kaydedeceği gibi dinlerinin gereklerini sadakatla yerine getiriyorlardı[70]. Gerçekten de batıllık denilebilecek derecede bir uysallıkla dinlerine inanıyorlardı[71]. Fakat en azından hiçbir zaman Rum Ortodokslarla Roma Katolik kilisesi arasında sürekli tekrarlanan Hıristiyanlık’a yakışmayacak türde kavgalara düşmemişlerdi. Diğer dinlere mensup insanları küçük görüyor olabilirdi ama yine de onlara hoşgörü gösteriyorlardı. İngiltere’de dolaşıp sözde Padişah’ın elinden tutsak arkadaşlarını kurtarmak için para toplayan rahipler ve diğer Rumlar aslında tngilizlerin saflığından yararlanıp onları kandırıyorlardı. Lithgrow, “Hristiyan uyruklarına çan sesi dışında bizim Prenslerimizin egemenliği altında sahip olduğumuz özgürlüğü tanımış olan Padişah, nasıl olur da onları baskı altında tutar?”[72] diyerek hayretini dile getiriyor.
Bu özellikler bazı durumlarda Türklerin gücüne katkıda bulunabilirlerdi ama istediği zaman oldukça saldırgan olabilen bir ulusun gücü için pek önem taşımıyordu. Tüm gezginlerce kabul edilen, Türk kudretinin ana sebebi Türklerin askeri güçleri ve büyük disiplinleriydi[73]. Bu disiplinin on altıncı yüzyılın sonlarında bozulmaya başladığı doğrudur. Çağdaş tarihçiye çok açık görünen bu faktör o zamanlar yaşamış olanların çok azı tarafından hissedilmişti[74]. Osmanlı ordusu hâlâ daha her bakımdan Avrupa’daki en dövüşken ve korkulan savaşçı bir güçtü. Lithgrow, “Türkler ordularında son derece korku veren üç şeye sahiptiler: Savaş araç gereçleri, büyük disiplin ve sayısız insan gücü”, diye belirtir[75]. Avrupa orduları Türkler tarafından sık sık bozguna uğratılırlardı çünkü bir düzenleri yok-tu, bunlar genellikle gerektiğinde çağınlıp savaş biter bitmez dağıtıldıkları için askeri eğitim yönünden yetersizdiler. Halbuki Türkler daima silah altında bulunan Yeniçeriler sayesinde savaş ruhunu hep canlı tutuyorlardı. Yeniçeriler “bunca mükemmel zaferleri meydana getiren Türk piyadelerinin çiçekleriydi”[76]. Daha çocukluklarından zorluklara karşı koymak ve savaşmak için yetiştirilmişlerdi. Hiçbir akraba veya ana-baba tanımazlardı, ayrıcalıklı hiçbir sınıfa mensup değillerdi, başan ve yararlılıklan oranında güç ve otorite elde ediyorlardı. Karşılığında ise, mal varlıklarını ve hayatlarını babaları saydıkları, “üstünlüğü hiçbir kıskançlık yaratmayan, dilediğini yok etme gücüne sahip"[77] Padişah’a borçluydular. Başka bir deyişle, İmparatorluk “kulların akıllarıyla yönlendirilmiş ve elleriyle kuvvetlendirilmiş"[78] olarak yönetiliyordu. Türklerin askeri gücünün bir başka kaynağı da büyük bir Sipahi kitlesini ayakta tutan tımar sistemiydi. Tımarlar iyi hizmette bulunan sipahilere, bayatlan boyunca olmak şartıyla, dağıtılan miri topraklardı. Karşılığında Timar sahibi kendisine verilen at ve atlılan sürekli olarak savaşa hazırlamak ve savaş sırasında orduya katılmak zorundaydı[79]. Yeniçeri ve Timar denilen bu kuruluşlar (Padişah’ın İstanbul’da bulunan Kapıkulu Sipahileri hariç) kısacası bu “iki güçlü kurum Türk İmparatorluğu’nu şaşmaz bir biçimde güçlü kılıyordu”[80].
Yine de, bu ordu heybetli olmasına rağmen yenilmez değildi. Türkle- rin 1565 yılında Malta’dan geri çekilmesi ve tüm donanmalarının 1571 yılında İnebahtı’da bozguna uğraması, denizde yenilebilir olduklarını gösterdi[81]. Aralarında Bacon’ın da bulunduğu bazı kimseler, Bacon’ın “Advertisement touching a Holy War” unda [Kutsal Savaş’a Değinen Bildiri] da belirttiği gibi, bu siyasetin Türklere karşı benimsenmesini önermişlerdi. Bununla beraber, bundan sonraki üç yüzyıl boyunca olayların da göstermiş olduğu gibi karadaki bitmez tükenmez savaşlarla ve içteki bozukluklarla Türk kuvveti tükendi ve Osmanlı İmparatorluğu kaçınılmaz sonuna erdi.
Özetleyecek olursak on altıncı yüzyıl ve on yedinci yüzyıl başlarındaki İngiltere’de Türkler hakkında geçerli olan yargılar, İngiliz gezginlerce yazılmış ve Avrupa’h yazarlardan çevrilmiş kitaplara dayanıyordu. İngiliz gezginlerin belli bir düzeye varmış kitaplarına on altıncı yüzyılın seksenli yıllarına kadar rastlanmıyor. Bunların Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasındaki doğrudan ilişkilerin başlamasını takip ettikleri rahatlıkla söylenebilir. Bu yüzden İngilizleri genel bir Türk kavramıyla ilk tanıştıran Avrupa’dan gelen kitaplardı. Aslında bu iki kaynak arasında büyük bir fark da yoktur. Her iki durumda da Türklere “sadece hayatlarımıza ve ülkemize değil ruhlarımıza da düşman[82]” olan, “o korkunç termagant* ve Hıristiyanlara işkence eden insanlar”[83] olarak bakılmıştır. Fakat gezgin bir kez ayağını bu topraklara basınca kinini unutur ve bu insanlarda tuhaf ve değişik olan şeylere karşı heyecan duyardı. Gelenek, görenek ve yaşadıkları ortam, gezginlerin hayal güçlerine hitap eder ve bunları biraz uydurup biraz da naklederek kendi sözcükleriyle yazardı. Türklerin askeri güçlerini de fark etmişti.Yine de kendisinin bir Hıristiyan ve bu adamların da düşman olduğunu hiçbir zaman tam anlamıyla unutmadı. Bu adamların İmparatorluklarına bir son verilmeli ve Kutsal Topraklarla Avrupa’dan atılmalıydılar. Bu dönemde bir İngiliz tarafından yazılmış en geniş kapsamlı bilimsel bir inceleme olan Knolles’un Generali Historié of the Turkes adlı kitabı bile aslında bu üç beş temel düşüncenin geliştirilmesinden başka bir şey değildir.
EK
Aşağıda adı geçen Elizabeth ve I. James devirlerine ait oyunlar kısmen veya tamamen Türklere ilişkin konulan işlemiştir: Yazan meçhul, Solymannidae Tragoedia (1582), Latince, basılmamış yazması British Museum (Lansdowne MS 723)’dadır. Almanca bir özeti Shakespeare Jahrbuch, XXXIV ( 1898), 245-46’da çıkmıştır.
Marlowe, Tamburlaine I. ve II. bölümler.
Salteme, Tomumbeius (1590), Latince. Yazması Bodleian (Rawl. Poet, 75)’dedir. özeti Jahrbuch’un aynı sayısında 247-49’uncu sayfalarında bulunmaktadır.
Yazan meçhul, Soliman and Perseda, (1592).
Yazan meçhul, Selimus, (1594).
Greville, Mustapha, (1608)
Goffe, The Raging Turke, (1618).
Goffe, The Couragious Turke, (1618).
Yukandaki eserlere bir o kadar da yazan meçhul kaybolmuş oyunlar da eklenebilir. Bu eserlerin Türk tarihiyle ilgileri olabileceği, isimleri ve bu eserlerle ilgili diğer bilgiler değerlendirildiğinde varsayılabilir. Bunlar sırasıyla şu eserlerdir:
The Blacksmith’s Dauhgter.
A Comedy on the Capture of Stuhlweissenberg.
The True History of George Scanderbeg.
The Grecian Comedy, veya The Love of a Grecian Lady. Bu oyun W.C. Hazlitt’in iddia ettiğine göre Peele’in Turkish Mahomet and Hiren the Fair Greek adlı eseri ve Mahomet ile aynı eserdir. W.W.Greg ise eserin The Love of an English ile aynı olduğunu söyler.
A Pastoral or History of a Greek Maid.
The Hungarian Lion, Richard Gunnel.
Mahomet [84].
Mahomet’s Poo[84a].
The History of the Soldan and the Duke of....
A Turkes too Good for Him.