Osmanlı sultanları genellikle yurt içi gezilere fazla rağbet etmemiş olmakla birlikte, bilhassa son dönemlerde bu durumun istisnası sayılabilecek örnekler de yok değildir. Nitekim II. Mahmud (1808-1839), Abdülmecid (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876) ve Sultan Reşad (1909-1918), yönettikleri ülkenin muhtelif yörelerine inceleme gezileri yapmış padişahlardandırlar. Şüphesiz hem bu padişahlar ve hem de diğerlerinin yurt içi gezileri arasında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye gerçekleştirdiği seyahat çok özel ve özellikli bir yere sahiptir.
Bilindiği gibi Sultan Reşad, yapılan geniş kapsamlı hazırlıklardan sonra 23 Mayıs-13 Haziran 1327/5-26 Haziran 1911’de İstanbul’dan başlayıp ÇanakkaleSelanik-Üsküp-Priştine (Kosova Sahrası)-Selanik-Manastır ziyaret edildikten sonra Selanik ve Çanakkale üzerinden İstanbul’a dönülmesiyle son bulan üç haftalık bir Rumeli ziyareti yapmıştır. Bu geziyle ilgili olarak Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı koleksiyonları içerisinde yer alan muhtelif kataloglarda çok sayıda belge bulunduğu gibi, gerek yakın dönemde gerçekleştirilmiş ve gerekse kendisiyle önemli hedeflere ulaşılması öngörülmüş olması dolayısıyla Rumeli seyahati, ülke içinde ve dışında geniş yankı yapmış, bu durumun bir göstergesi olmak üzere de dönemin basınında olduğu kadar, muhtelif eserlerde de yer tutmuştur. Nitekim bunlara örnek olarak Servet-i Fünûn, Şehbâl, Donanma Mecmuası, Resimli Kitap gibi bol fotoğrafla zenginleştirilmiş dergiler[1] yanında Cerîde-i Bahriye, Tanin, Sabah, Yeni İkdam, İttihad, Rumili, Senin, Ziya gibi bir kısım başkent ve taşra basını ile dış basını hatırlamak mümkündür. Sultan Reşad’ın Rumeli gezisi döneminde olduğu gibi,[2] günümüzde de kitap,[3] makale,[4] tebliğ[5] veya mezuniyet tezleri[6] şeklinde bir kısım çalışmalara konu oluşturmuş bulunmaktadır. Şüphesiz her biri değerli olan bu malzeme ve çalışmalar yanında, olayın bizzat içinde bulunanların bildikleri ve gördüklerinin farklı bir kıymet taşıyacağına şüphe yoktur. Söz konusu geziyi öğrenmek ve anlamak isteyenlerin bu açıdan da şanslı olduklarını düşünebiliriz. Çünkü geziye katılan Sultan Reşad’ın iki mabeyincisi Lütfi Simavi[7] ve Halit Ziya Uşaklıgil,[8] hatıraları arasında bu konuya geniş yer vermiş bulunmaktadırlar. Biz halihazır çalışmamızda işte bu iyi bilinen ve muhtelif boyutlarda araştırmalara konu oluşturmuş bulunan geziyi, bugüne kadar bilinmeyen bir şahidinin tanıklığıyla tekrar gündeme getirmek ve bazı özlü değerlendirmelerde bulunmak istiyoruz.
Bundan birkaç sene önce Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde bulunan yazmaların tasnifi sırasında tespit ettiğimiz Sultan Reşad’ın Rumeli ziyaretinin bilinmeyen bu şahidi, Padişah’ın kayın biraderi ve Saray’da üçüncü mabeyinci olarak görev yapan İbrahim Efendi’nin oğlu İsmail (Tuncu) Bey’dir. İsmail (Tuncu) Bey, daha sonra 4-12 Haziran 1912 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan ve Padişah’ın da yakından ilgileneceği Mevlevî heyetinin Konya seyahatine de katılarak hatıralarını bugün elimizde bulunan bir deftere Konya Seyahati Hâtırâları[9] başlığıyla kaydettiği gibi, Rumeli seyahatini de Hâtıra-i Seyahât[10] adı ile kaleme almış bulunmaktadır. Her birinde 23 satır bulunan 91 varak (182 sayfa)'tan ibaret rik’a yazı türünde kaleme alınmış, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde Y.I/266 numarada kayıtlı bu eserde, doğal olarak söz konusu seyahat güzergâhı ile birlikte, Priştine ve Kosova Sahrası hakkında ilk elden muhtelif bilgi ve değerlendirmeler bulunmaktadır. Kosova tarihine küçük de olsa bir katkı oluşturmasını arzuladığımız çalışmamızda biz, işte bu önemli yazmayı özlü biçimde tanıttıktan sonra Kosova ile ilgili bölüm konusunda ise bazı değerlendirmeler yapmayı öngörmekteyiz. [11]
1942’de hayatta olduğunu bildiğimiz İsmail (Tuncu) Bey hakkında bütün çabalarımıza rağmen, şu ana kadar çok az bilgiye ulaşabildik. Buna göre İsmail (Tuncu) Bey 1890’da İstanbul’da Çerkez asıllı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Babası İbrahim Bey, Sultan Reşad (1908-1918)’ın ikinci eşinin kardeşiydi ve Saray’da Üçüncü Mabeyinci olarak görev yapmaktaydı. İsmail (Tuncu) Bey, burada sözü edilen seyahatlere Sultan’ın eşi olan halası ve kuzeni Şehzade Ömer Hilmi Bey sayesinde özel bir konumda katılmış, gayet meraklı ve aynı zamanda iyi bir gözlemci olması yanında, herhangi bir görevi de bulunmaması dolayısıyla not tutmak, hattâ gerektiğinde plan çizmek, resim çekmek ve yapmak için yeterli vakit ve imkânı bulmakta zorluk çekmemişti. Elimizdeki iki defterden birincisi olan Hâtıra-i Seyahât da, işte bu notların yazarımız tarafından temize çekilmesiyle oluşmuş bulunmaktadır.[12]
Bilindiği gibi Sultan Reşad ilerlemiş yaşına rağmen ülke içerisinde İzmit, Bursa ve Edirne’ye kadar uzanan kısa mesafe ve süreli bazı geziler yaptıktan sonra, 5 ilâ 26 Haziran 1911 tarihleri arasında üç hafta süren uzunca bir Rumeli seyahatine çıkmıştı. İstanbul’dan başlayıp Çanakkale-Selanik-Üsküp-Priştine (Kosova Sahrası)- Selanik-Manastır’a uzandıktan sonra Selanik ve Çanakkale üzerinden İstanbul’a dönülmesiyle son bulan bu üç haftalık gezinin en önemli hedefi, dönemin ifadesiyle te’lîf-i kulûb ve temin-i ittihad, ittihâd-ı anâsır yani farklı din ve etnik kökenden Osmanlı vatandaşları arasındaki kırgınlıkları gidermek, iyi ilişkileri geliştirip, devlete bağlılıklarının güçlendirilmesine katkıda bulunmaktı. Çünkü Halîfe-i Müslimîn olan Sultan ve devletin esasını oluşturan Müslüman halkla Arnavutlar aynı dine mensuplardı ve Arnavutlar arasında son dönemde ortaya çıkan huzursuzluklar dolayısıyla, İslâm müşterekliğine vurgu yapılmasında yarar vardı. Bunun yanında Rumeli’de elde kalan bölgelerde muhtelif mezheplere mensup Hıristiyan ve Yahudi Osmanlı yurttaşları yaşamaktaydılar ki, bunların da devlete bağlılıklarının devamı için Padişah’ın, iyi hazırlanmış bir program çerçevesinde, bölgeyi ziyaretinin önemli faydalar sağlayacağı düşünülmekteydi. Nihayet yüzyıllar önce dedeleri evlâd-ı fâtihân olarak Rumeli’ye gelmiş olan Müslüman Türk ahaliye de moral vermek gerekliydi. Bunlar esas olarak İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin bu devrede önde tuttuğu görüşlerdi. Bu haliyle bu seyahat programının, diğerleri yanında en önemli ayağını Padişah’ın Prişitine’ye gidiş ve burada Meşhed-i Hüdâvendigâr (Murad-ı Hüdâvendigâr Türbesi)’ın[13] ziyaretiyle Kosova Sahrası’nda kılınacak Cuma namazı ve bu sırada verilecek mesajlar oluşturmaktaydı.
Sultan Reşad’ın şehzadeler Ziyaeddin Osman ve Ömer Hilmi efendileri de birlikte götürdüğü Rumeli seyahatinde, devlet ileri gelenlerinden başta Sadrâzam İbrahim Hakkı Paşa olmak üzere Bahriye Nazırı Mahmud Muhtar Paşa, Dahiliye Nazırı Halil Bey, Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Bey, Başyaver Hurşid Paşa, Başkâtip Halit Ziya (Uşaklıgil), Başmabeyinci Lütfi (Simavi) beyler ve ayrıca oldukça kalabalık bir görevli ve hizmetli topluluğu da bulunmuştur. 5 Haziran 1911 Pazartesi günü İstanbul’dan büyük ve gösterişli bir törenle Selanik’e gitmek üzere yola çıkan Padişah ve yakın çevresi, Donanma Cemiyeti’nce ordumuza kazandırılan Barbaros Hayreddin Paşa, yanındakilerin bir kısmı ise Mesudiye zırhlısında ve Gülcemal vapurunda seyahat etmişlerdir. Refakatte diğer bazı harp ve yolcu gemileri de bulunmaktadır.
İstanbul’dan ayrılışın ertesi günü uğranılan ve kısa süre kalınan ilk merkez yol üzerindeki Çanakkale’dir. Burada Padişah büyük coşkuyla karşılanmıştır. Karşılayıcılar arasında Müslüman öğrenciler kadar, Gayrimüslim öğrenciler ve çok kalabalık topluluklar halinde halk da bulunmaktadır. Zaten bu durum, yani Sultan’a Müslüman halk kadar, her din ve mezhepten Osmanlı yurttaşlarının yakından ve candan ilgi göstermeleri, bütün gezi boyunca hiç değişmeyecek bir olgudur. Çanakkale’den sonra Selanik’e devam edilmiş, yolda donanmaya bağlı güçler tarafından çeşitli askerî tatbikatlar gerçekleştirilmiştir.
Sultan Reşad ve beraberindekileri taşıyan gemiler 7 Haziran Çarşamba günü Selanik limanına vardılarsa da Padişah programı gereği o günü ve geceyi Barbaros zırhlısında geçirmiş, şehre ertesi gün çıkmış, bu sırada her din ve etnik kökenden Osmanlı vatandaşlarının katıldığı parlak törenler yapılmıştır. 11 Haziran Pazar günü Üsküb’e gidişine kadar Selanik’te ikameti için hazırlanan Hükümet Konağı’nda kalan Sultan Reşad, bu süre içerisinde halkla yakından temaslarda bulunmasını sağlayacak bir program uygulamış, bu arada Müslümanlar yanında Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan çeşitli heyetleri kabul etmiş, seyahati sırasında gerçekleştireceği üç Cuma selamlığından birincisinde namazını Ayasofya Camii’nde[14] kılmıştır. Tabiatıyla camiye gidiş ve gelişi göz kamaştırıcı bir törenle olmuştur. Şu ifadeler İsmail Bey’e aittir; “Cami-i şerîfin önü süvari ve piyade askerle dolu. Geniş bir avlu ve ortada şadırvanı olan Ayasofya Camii ihtimal bu ana kadar kubbesi altına bu kadar muhtelif din ve mezhepte insan cem’ etmemişti”.
Ayasofya Camii’ndeki Cuma namazını takiben önce Âyândan Manastırlı İsmail Hakkı Efendi[15] kürsüye çıkarak, ‘İslâm’da birlik ve çalışma konulu’ bir vaaz vermiş, daha sonra Bedîüzzaman[16] diye tanınacak olan Said Kürdî de millî kıyafetiyle kürsüde kısa bir hitabede bulunmuştur.
Sultan Reşad’ın Cumartesi günkü programı içerisinde Selanik Mevlevîhanesi’ni ziyaret bulunmaktadır. Kendisi de Mevlevî tarikatına mensup olan Padişah’ın, ikindi namazını da içine alan iki saatlik bu ziyaretinde karşılıklı iltifat ve ikramlar yanında, kısa bir âyin de gerçekleştirilmiştir.[17] Bu arada Sultan Reşad’ın inisiyatifiyle burada Alatini Köşkü’nde bulunan kardeşi eski sultan II. Abdülhamid (1876-1908), Halit Ziya (Uşaklıgil) Bey ve Hadi Paşa tarafından ziyaret edilerek gezi hakkında kendisine bilgi verilmiş, bir ihtiyacı olup olmadığı sorulmuştur. Bu konu Halit Ziya Uşaklıgil’in Saray ve Ötesi Son Hatıralar isimli kitabında teferruatlı biçimde anlatılmış bulunmaktadır. Padişah’ın Selanik ziyaretleriyle ilgili olarak eklenmesinin yerinde olacağını düşündüğümüz bir husus da, şerefine şehrin gerçekten göz alıcı tâk-ı zaferlerle süslenmiş olması,[18] ayrıca da muhtelif kişilere verdiği hediyeler yanında Bulgar, Rum ve Yahudi tebaanın sosyal amaçlı çeşitli kuruluşlarına, hiçbir ayırım yapmaksızın, önemli miktarlarda yardımlar yapmasıdır ki, bu durum da bundan sonra ziyaret dilecek merkezlerin hepsi için aynen geçerli olacaktır.
Padişah ve beraberindekiler 11 Haziran Pazar sabahı saat sekizde Üsküb’e müteveccihen biri öncü olmak üzere, iki trenle yola çıkmışlardır. Yol boyu askerî birliklerce çok sıkı emniyet tedbirleri alınmış olup, muhafazayı üstlenen güçler önde giden trende yer almışlardır. İsmail (Tuncu) Bey, Selanik-Üsküb arasındaki istasyonları ve birinin diğerine olan mesafesinin listesini, notlarına bir numara ile eklediğini ifade etmekte ise de, bu liste hatıralarını kaydettiği defter içerisinde bulunmamaktadır. Bununla birlikte yol boyu gözlemlerini eksiksiz olarak kaydetmiş olduğu görülmektedir. Nitekim onun anlatımından Gömenice istasyonunda Padişah’ın, mahallî hükümet yetkilileri, asker, Türkler yanında Rum ve Bulgar öğrenciler, beraberlerinde imam ve rahipler olduğu halde her din ve etnik kökenden ahalî tarafından karşılandığını öğrenmekteyiz. Yoldaki istasyonlarda Padişah’ın çoğu defa yavaşlayan treninin, kendisine tahsis edilen özel vagonunun penceresinde görünerek halkı selamlamasıyla yetinildiyse de, kısa süreli durma imkânı olan bütün istasyonlarda Gömenice’dekinin benzeri, yani her etnik köken ve dinî inançtan Osmanlı yurttaşlarının Padişah’ı samimiyetle bağırlarına basmaları hususu sürekli olarak tekrarlanmıştır. Tabiatıyla bu durum tek taraflı bir gösteriden ibaret değildi ve Sultan Reşad da halka ve özellikle de her din ve milletten çocuklara samimi sevgisini göstermekten geri kalmamıştı.
Sultan Reşad’ın Üsküb’deki karşılayıcılarından bir kısmı Selanik’e kadar gelerek onun treniyle dönmüşlerdir ki, bunlar arasında Üsküb Belediye Reisi de bulunmaktaydı. Diğer karşılayıcılar ise Köprüle’ye kadar gelmişlerdi.
Köprülü’de Müslümanlar yanında Rum ve Bulgarlar birlikte yaşamaktaydılar ve pek şaşaalı bir biçimde hazırlanmış olan istasyonda Padişah’ı coşkun bir tezâhüratla karşılamışlardı. Tren durur durmaz başta Sadrâzam ve nâzırlar, sonra mabeyinciler, Başkâtip, yâverler trenden inerek Padişah’ın vagonunun önünde yerlerini almışlardı. Öte taraftan erkân-ı hükümet, eşrâf-ı belde, Müftü Efendi, rüesâ-yı rûhâniye Padişah tarafından, bir salon tarzında düzenlenmiş olan vagonunda kabul edilmişler ve kendilerine iltifat edilmiştir. Bu arada kurbanlar kesilmiş, Sadrâzam ve nâzırlar karşılayıcılarla kısa da olsa samimi sohbetlerde bulunmuşlardır. Burada ayrıca tarihî kıymeti olan, çok eski ve bir ucunda ‘Mâşâallah’ ibâresi okunan bir sancak, kılıfı içerisinde Padişah’a takdim edilmiştir. Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr (1362-1389)’a[19] ait olduğu rivayet edilen sancağı eline alarak inceleyen Padişah; “İnşallah bu sancak daha çok fütûhâta alem olur” demiştir. Bu arada on yaşında Dimçe isimli bir Bulgar çocuğu Padişah’a takdim edilmiştir. Dimçe’nin çok güzel bir Türkçe ile ve ‘Bizi bizden ziyade seven sevgili babamız! Bizi bizden ziyade düşünen canımız Padişahımız!’ gibi cümlelerle süslediği kısa bir hitapta bulunarak; ‘Kendisinin Bulgar asıllı Osmanlı tebaasının sadâkat ve hissiyatına tercüman olduğunu, altı yüz seneden beri yek vücut yaşayan bu milletin çocuklarının bu vatan uğrunda ölmeyi yine cana minnet bileceklerini’ ifade etmesi, hazır bulunanları hayrete düşürdüğü gibi, çok da memnun etmiştir. Bundan sonra mini mini bir Türk kızı hitapta bulunarak; “Sen bize bugün yeni bir hayat, yeni bir istikbal verdin” demiş, Padişah da memnuniyetini çocuklara iltifat ederek ve uygun hediyeler vererek gösterdiği gibi, Dimçe’nin ailesinin kabul etmesi şartıyla çocuğu İstanbul’da bütün masraflarını karşılayarak okutmak istediğini bildirmiştir. İsmail (Tuncu) Bey’in hatıralarını temize çektiği sırada Dimçe ve kendisiyle birlikte ‘muhtelif cins ve mezhepten’ üç dört çocuk Padişah adına okutulmak üzere İstanbul’a getirilmiş bulunmaktaydılar.[20] Bir örnek olarak verdiğimiz Köprülü’deki törenin benzerleri diğer birçok merkezde de tekrarlanmıştır.
Padişah’ın treni Üsküb’e akşama yakın geldiğinde, coşkulu bir karşılama töreni yapılmıştır. İstasyondaki törende her din ve etnik kökenden Osmanlı yurttaşları, bunların ileri gelenleri hazır bulunmuştur. Burada Pazartesi, Salı, Çarşamba günleri kalan Padişah Mekteb-i Sultanî’de misafir edilmiş, çeşitli temas ve ziyaretlerde bulunmuştur. Bu arada Üsküb Belediye Reisliği de yapmış olan Sâlih Âsım Bey tarafından Üsküb’le ilgili olarak, bizim daha önce bir çalışmamızda değerlendirmeye çalıştığımız, bir kitapçık hazırlanmış ve Padişah’a takdim edilmiştir.[21]
İlk akşam Padişah’ın kaldığı Meteb-i Sultanî bahçesinde büyük kalabalıklar toplanmıştır. Bu arada Üsküb’e hayran kalan ve hatıraları arasında buraya geniş yer ayıran İsmail (Tuncu) Bey’den küçük bir alıntı yapmak Üsküb’teki durumu daha iyi kavramamıza imkân verecektir; “Müslim ve Hıristiyan mektep muallimleri ve talebesi kolkola girmişler, bayraklar ve meş’alelerle muntazam alaylar halinde bahçeye girerek, balkonun önünde tezahüratta bulunarak ‘Padişahım çok yaşa!’ duasını tekrarlayarak durdular. Hükümdâr-ı alî-kadr bu alaydan ve muhtelif anâsırdan beş kız ve beş erkek çocuğun nezd-i şâhâneye îsâlini ferman buyurdular.
Şevket-meâbın fermanı üzerine tâlibât ve talebe arasından derhal tefrîk olunan on çocuk nezd-i hümâyûna Ser-karîn delâletiyle îsâl edildi. Zât-ı hümâyûnları bu çocukları okşayarak ayrı ayrı isimleri ve sınıflarını sordular. Kızlara birer elmas iğne, erkeklere yeni basılan sikkelerden liralar ihsan buyurdular; ‘Böyle kardeş gibi geçininiz, muhabbetiniz devam etsin. Ben de pederlik vazifesini bilâ-istisnâ ifa ederim’ cümlesiyle taltif buyurdular”.
Sultan Reşad ve yanındakiler 15 Haziran Perşembe sabahı trenle, yaklaşık iki gün kalacakları Priştine’ye geçtiler. Gelişte olduğu gibi gidişte de resmî görevliler yanında Türk, Arnavut, Sırp, Bulgar, Rum, Ulah halk kalabalık gruplar halinde uğurlama töreninde hazır bulunmuştu. Yine daha önceki güzergâh benzeri Padişah’ın heyeti Üsküp-Priştine arasında da yol boyunca coşkun gösterilerle karşılanmıştı.
Sultan V. Mehmed Reşad ve beraberindekileri taşıyan özel tren ezanî saatle 05.10’da Priştine istasyonuna girmiştir. Bu arada bir yandan toplar atılırken, diğer yandan bando tarafından seslendirilen marşlar eşliğinde ileri gelen memurlar, askerler, mebuslar, Belediye meclis üyeleri, bölgenin ve şehrin önde gelenleriyle öğrenciler ve çok kalabalık bir halk topluluğunun, o dönemde pek revaçta olan “Çok yaşa” tarzındaki dua ve tezahüratlarıyla karşılanan Padişah’la refakatindeki heyet, bir süre istasyonda hazırlanan salonda istirahat etmiş, karşılayıcılarla sohbette bulunmuştur. Saat 06.17’de ikameti için hazırlanan ve kendisine ait bayrağın çekildiği Hükümet Konağı’na geçen Padişah’a yol boyunca asker, halk ve öğrenciler tarafından tezahürat ve saygı gösterilerinde bulunulmuştur. İsmail (Tuncu) Bey, hatıralarında üç katlı Hükümet Konağı’nın yola bakan üst bölümünün Hükümdar’a ayrıldığını, kendisinin orta katta ve arka tarafa bakan bölümde dört kişilik bir odada kaldığını yazmaktadır. Haziran ortası olmasına rağmen bölgede hava palto giymeyi gerektirecek derecede soğuktur.
İsmail (Tuncu) Bey’in öğle saatlerinde geldiği Priştine’de kısa bir gezinti yapmasından sonrasındaki ilk intibaları, şehrin oldukça mütevazi durumda bulunduğudur. “Burası o (Üsküb) kadar cazibeli değil. Dar sokaklar, ibtidâî şekilde dükkânlar, Arnavut kaldırımı döşeli yollar, ahali tam millî kıyafette, memurdan başka fesli kimse yok. Birçok başçı çorbacı dükkânları, abacılar, kunduracılar, lüzumundan fazla kahvehane oturan çok, civardan gelmiş halk nazara çarpmakta, nargile tütün tiryakileri birbirine müsabakat edercesine duman salıveriyorlar. Tütün serbest, dirhemle açıkta satılıyor. Uzun saç gibi askılarla asılı, sapsarı, hakikaten câlib-i iştihâ bir halde enzârı celb ediyor. … Ufak bir çarşı, tahta kepenkli dükkânlar, saçakları geniş dükkân önlerinde oturulacak sedirler var”. İmkânlarının yetersizliğine rağmen Priştineliler, Padişah’ı en uygun şartlarda misafir edebilmek için hiçbir fedakârlıktan geri durmamışlardır. Şehir baştanbaşa ışıklandırılmış, bayrak ve fenerlerle süslenmiştir. Cadde ve sokaklar çok kalabalıktır. Her tarafta şenlikler yapılmaktadır. Yemek, akşam ezanı vaktinden yarım saat sonra yenmiş, soğuk ve tren yorgunluğunun da etkisiyle İsmail (Tuncu) Bey, güneşin batışından dört buçuk saat sonra istirahata çekilmiştir.
Priştine ve hattâ Rumeli ziyaretinin en önemli bölümü 16 Haziran 1911 Cuma günü gerçekleştirilecektir. Çünkü bugün Meşhed-i Hüdâvendigâr ziyaret edilip, yanındaki açık alanda çevreden gelenlerle birlikte Cuma namazı çok kalabalık bir cemaatle kılınacak, böylelikle hem fiilen ve hem de sözlü olarak gezinin amacına uygun en önemli mesajlar verilebilecektir.
Sabah Padişah öncelikle İpek, Senice, Taşlıca gibi çevre sancaklardan gelen heyetleri kabul etmiş, müteâkiben Fatih Sultan Mehmed ve Sultan II. Murad camilerini ziyaret etmiştir. Bu sırada İsmail Bey gayet heyecanlıdır. Hislerini şu cümlelerle ifade eder; “Aklım fikrim hep orada, o meydan-ı gazâda. Tarihte misli olmayan bir günün azametini cidden düşünmeye değer. Meşhed’e doğru akan bu beşer seylâbı bi-küllihî beyaz baştan ibaret görünüyor. Üç dört yüz bayrak mübalağasız beş yüzden mütecâviz davul zurna ile ovalar inliyordu. Mesbuk tarihî vak’ayı hatırlamak ve onu re’yü’l-ayn görmek bu günü idrakle müsavi idi. Bölük bölük, kafile kafile insanlar gûyâ çevirme hareketiyle meşgul gibi sağa sola hareket ediyordu”.
Nihayet saat birde Padişah dört atlı özel arabasıyla, beraberindeki diğer zevât ise hazırlanan arabalara binmiş oldukları halde tören düzeninde Meşhed’e hareket edilmiştir. Yol boyunca en üst düzeyde tedbirler alınmıştır. Saat ikiyi yirmi geçe bir yokuş çıkılmış, burada hazırlanan çadırda Padişah on dakika dinlendikten sonra yola devam edilmiştir. Şimdi kafile Kosova Ovası’ndadır. Hava İsmail Bey’i titretecek derecede sert rüzgârlı ve soğuk olmasına rağmen tezahüratlarıyla Padişah’a seslenmek isteyen insan kalabalıklarıyla her yer dolmuş vaziyettedir. Arabacıların ifadelerine nazaran bu insanlar yanlarında heybeleri, ekmek çıkınları ve su testileri olduğu halde iki üç günden beri buralarda yatıp kalkmaktaydılar. Yaşlı ve oldukça da hasta bulunan Padişah ise, bu seyahatin faydasına inanması dolayısıyla, bütün sıkıntılara sabırla tahammül etmektedir. Nihayet Murad-ı Hüdâvendigâr’ın Türbesi (Meşhed-i Hüdâvendigâr)’ne 700 metre kadar uzaklıktaki yassı tepede kurulan Otağ-ı Hümayûn ile şehzadeler, nâzırlar, mâbeyn erkânıyla kiler, mutfak, levâzım işleri gibi diğer gerekli çadırlarla tam bir ordugâh şeklini almış olan mahalle ulaşılmıştır. Padişah kendisi ve başkumandanlık adına bayrakların çekildiği otağında kısa bir süre dinlenmiştir. Bu sırada çevre tepelerden toplar atılmakta, bandonun çaldığı selam havasına asker ve yüz binlerce halkın “Çok yaşa” şeklindeki tezahürât ve duaları karışmaktadır. Arnavut kabileleri her birine Murad-ı Hüdâvendigâr veya diğer Osmanlı sultanları tarafından verilmiş olan hususî bayraklarıyla gelerek ovada yerlerini almışlardır. Bu haliyle her şey mükemmel görünmektedir.
Saat 03.30’da çadırlarda hazırlanan masalarda soğuk kuzu, zeytinyağlı yaprak dolması, sütlü irmik helvası, yumurtalı tavuk ve bol kirazdan ibaret öğle yemeği yenilmiştir. Dikkat çekicidir ki, Padişah ve beraberindekilerin içecekleri su İstanbul’dan getirilmiş Karakulak ve Çitli maden sularıdır. Yemek sonrasında Cuma namazı için abdestler tazelenir. Padişah âheste giden arabasına binerek bugün için özel olarak kurulan minberin yanındaki iki tarafı rüzgârdan muhafazalı olarak hazırlanmış çadıra gelir ve namaz vaktini beklemeye başlar. İsmail Bey, Kosova Sahrası’nda Meşhed-i Hüdâvendigâr’da Cuma namazı kılmaya çevreden geniş katılım olduğunu ve asker de dahil 100/120.000 kişinin toplanmış olabileceğini ifade etmektedir. Namaz öncesi vaazı ve sonrasında duayı Manastırlı İsmail Hakkı Bey yapmıştır.[22] Geliniz şimdi sözü İsmail Bey’e bırakalım;
“Cemaat saflar bağlamış, birbiri üzerine oturur derecede sıkışık halde oturmuşlar. Yüksek, beyaz, güzel bir minber yeniden inşa edilmiş. Geniş, mükemmel bir de müezzin mahfeli yapılmış, her tarafları halılarla, şallarla döşenmiş. Minberin sağına ve soluna sancaklar asılmış, pûşîdelerle sarılmış, müezzin mahfelinde hademe-i şâhâne müezzinleri ve imam efendiler hazır bulunuyorlardı. Her tarafta derin sükûnet hüküm-fermâ. Bir tevekkül-i dindârâne ile yüzbinlerce halk boynunu bükmüş Hâlık’ının huzurunda secdeye varmaya hazır idi.
Şimdi çifte ezan okunmaya başladı. Ne mübarek hitap: “Allahü ekber…”. Bu hal karşısında bu ovanın pâyânsız boşluklarını dolduran şu ümmet-i İslâm ne âlî hisle mâbûduna secde ediyordu. Saat 4’ü 20 geçe: Öğle, Cuma namazı. Makberî bir sükûn bu misilsiz ovayı kaplamış şimdi iki müezzinin namaza davetini dinliyordu. Ezanın hitâmını müteâkip müezzinler hep birden sünnet tekbirini aldılar. Mahşerden nümûne olan bu cemaat sünnet edâ ediyordu. Daha sonra Cuma namazı için tekrar ezan okundu ve çok câzip halde hazırlanmış olan minbere Priştine Müftüsü çıkarak şu hutbeyi okudu”.
İsmail Bey’in ancak baş kısmını kaydettiği, biraz daha uzunca bir metnine Donanma Mecmuası’nın yer verdiği,[23] ayetler ve hadislerle süslenmiş Arapça hutbesinde hatip; öncelikle verdiği sayısız nimetleri dolayısıyla Allah’a hamd etmiş, sonra da Osmanlı Devleti’nin yüceliğini, bütün Müslümanların Halife’si olan Sultan Mehmed Reşad’la birlikte Cuma namazı kılmanın önemini, O’nun bütün tebaasına olan şefkat ve merhametini vurgulamıştır. Hutbenin devamında hatip hazır bulunan cemaate, geçmişte Kur’ân-ı Kerîm’de tasvir edildiği şekliyle ve bütün varlıklarıyla Allah yolunda mücadele ederek şahadet şerbetini içenleri hatırlatarak, bu yolda ilerlemiş olan dedelerinin ve babalarının onlara; birlik ve beraberlik içinde bulunarak Allah’ın Peygamberi’nin Halifesi olan Mü’minlerin Emiri’ne itaat etmelerini hatırlattığını belirtmiştir. Hutbe bütün Müslümanların kardeş oldukları, birbirlerini sevmelerinin, kendileri için istediklerini diğer kardeşleri için de istemelerinin gereğini vurgulayan ifadelerle devam etmiştir.[24]
Cuma namazının kılınmasından sonra Sadrâzam İsmail Hakkı Paşa hazırlanan kürsüye çıkarak önce Padişah’ın nutkunu okumuş, sonra da hazır bulunanlara kendi adına hitap etmiştir. Hutbenin ancak baş kısmını kaydetmiş bulunan İsmail Bey, Padişah’la Sadrâzam’ın nutuklarının Donanma Mecmuası’nın 16, 17 ve Resimli Kitab’ın 30. Sayılarında[25] bulunduğunu belirtip, her ikisinde de; “Çok mühim ve güzel esaslar ve vaatler vardı. İnşallah bunlar hakkıyla ifa olunarak aradaki nizâ ve şikâk tamamen ortadan kalkar da zavallı bu millet de refah ve saadete huzur ve sükûna kavuşmuş olur” şeklindeki değerlendirme ve temennisini dile getirir. İsmail Bey’in Hâtıra-i Seyahât’inde, bölge halkının ana dili olan Arnavutça’ya çevrilip çevrilmediği konusu üzerinde durmadığı, metinlerini tebliğimizin sonunda ek olarak vereceğimiz bu Türkçe nutukların içeriğini özlü biçimde şu şekilde hatırlatabiliriz.
Sultan V. Mehmed Reşad, Sadrâzam İsmail Hakkı Paşa tarafından okunan nutkunun ilk cümlesinde; buraya devletin yüceltilmesi uğrunda hayatını feda etmekten çekinmeyen Hüdâvendigâr-ı Gazi’nin mübarek türbelerini ziyaret için geldiğini ve kendi hayatını da aynı hedef doğrultusunda vakfettiğini ifade etmiştir. Devamla Padişah, Hüdâvendigâr-ı Gazi’nin aziz hatıralarıyla dopdolu olan bu bölgede geçen sene kan dökülmüş olmasından büyük üzüntü duyduğunu, bu üzücü olayların müsebbiplerinin bozguncular olduğunu, halkın kendisini ne kadar sevdiğini bu defaki ziyaretinde açıkça gördüğünü, bu nedenle de söz konusu hadiselere karışanların affedildiklerini ilan etmiştir. Kan gütmenin kötülüğünü ve bunun kaldırılması gerektiğini vurgulayan Padişah, bu yolda borçları olanlara kullandırılmak üzere kendi özel varlığından yeterli para verdiğini, Arnavut evlatlarının tamamının, kurtuluşun kanunlara uymakta olduğunu bilerek, bozgunculara uymaz, kan gütme âdetini terk ederlerse bundan Hüdâvendigâr-ı Gazi’nin aziz ruhunun şâd olacağını bildirmiştir. Son olarak da Padişah, millet ve devletin yücelmesi ve refahı yolundaki dualarının kabul olmasını Yüce Tanrı’dan tazarrû ve niyaz ederek sözlerini tamamlamıştır.[26]
Sadrâzam İsmail Hakkı Paşa ise “Arnavut Kardeşlerim!” hitabıyla başladığı nutkunun[27] ilk cümlesinde, Osmanlıların Rumeli’deki varlıklarının temelinin Kosova Meydan Muharebesi’nde atılmış olduğunu vurguladıktan sonra konuşmasını, Padişah’ın halihazır ziyaretinin, kendileri ve bölge halkı açısından taşıdığı önemi vurgulayarak devam ettirmiştir. Dikkat çekicidir ki Sadrâzam konuşmasının hemen başında, Kosova Sahrası’nda kılınan Cuma namazını Arafat’taki vakfeye benzetmiştir. Bölgede geçen sene ortaya çıkan sıkıntıları hatırlatan Sadrâzam, halkın devletine ve Padişahına bağlı olduğunu, bazı câhillerin eseri olan olayların bir daha tekrar edilmeyeceği ve edilmemesinin lüzumuna vurgu yapmıştır. Arnavutluğun Padişah’ın tacının en kıymetli bir pırlantası, bir mücevheri olduğunu, Arnavutların da Padişah ve devletleri için canlarını vermeye hazır olduklarını ifade etmiştir.
Sözlerine dinleyenlerin tasvipkâr tezahüratları arasında devam eden Sadrâzam, iki konuya vurgu yapmıştır. Birincisi halkın yanıltıldığı, fâsitlere inanmamaları gerektiğidir. Sadrazâm’ın altını çizdiği ikinci konu ise kan gütme âdetinin kötülüğü ve bundan mutlak kaçınılmasının lüzumudur. Bunun için bir af kanunu çıkarılıyor ve Padişah da diyetini ödeyemeyenlere 30.000 lira ihsan ediyordu. Kötülüklerin geride kalması gerekliydi. Padişah kıldığı Cuma namazında bölge halkı ve bütün Osmanlı ülkesi için dua etmişti. Sadrâzam’ın samimi dileği bu duaların Cenab-ı Hak tarafından kabul buyrulması yönündeydi.
İsmail Bey’in hatıralarına göre Cuma namazı kılınıp dua, niyaz ve nutuklardan sonra Padişah, büyük dedesi Murad-ı Hüdâvendigâr’ın türbesine geçmiştir. Burada askerler ve türbedâr tarafından karşılanan Sultan V. Mehmed Reşad, sandukanın başucunda Fatiha okumuş, ecdadının ruhlarının şâd olması için dua etmiştir. Bu sırada kendisine pek ender görülen süt beyaz renkte malağıyla birlikte bir manda hediye edilen Padişah, bunların İstanbul’a götürülmesi emrini verdikten sonra gelişte olduğu gibi heyete dâhil olanlarla birlikte Priştine’ye müteveccihen Meşhed-i Hüdâvendigâr’dan ayrılmıştır. İsmail Bey bu sıradaki durumu şu şekilde ifadelendiriyor; “Bu insan deryası arasında yeşil, kırmızı, beyaz renklerde dalgalanan sancaklar kabile ve aşiret teşekküllerini hatırlatmakta, beyaz keçe külahları ve takkeleri Arnavutların binlerce davul ve zurna sesleri semaya velvele salan bir âhenk teşkil etmişti. Mevkib ilerliyor, azîmetimizde indiğimiz yokuşu şimdi çıkıyorduk. Hava müthiş soğuk, nihayet tepeye çıktık, şimdi her iki tarafa hâkim bir vaziyetteyiz. Her taraftan asker, halk bağırıyor “Yaşa Padişah, Çok yaşa, Padişah yaşa yaşa” bu derece samimi ve ruhlu hitabın tesirlerini gözyaşlarımız ifade edebiliyordu. Ondan beliğ bir hitap olamazdı”.
Yolda kısa süreli bir duraklamadan istifade ile İsmail Bey ve arkadaşları Silistre Başkumandanı Rifat Paşa, Mestan Paşa ve Süleyman paşaların Kosova şehitlerine; “…himayetkâr bir şehbâl açmış gibi ovaya hâkim” bakmakta olan türbelerini ziyaret etmiş, fâtihalar okumalarını müteakip Kosova Ovası’na son bir nazar atıp ikindi vakti Priştine’ye hareket etmişlerdi.
Priştine’de bu akşam fevkalâde bir gece geçiriyordu. Şehirden istasyona intikalin güçlüğü dolayısıyla Belediye Reisi’nin daveti sonrasında saat bir buçukta trene gitmek üzere hareket eden İsmail Bey ve heyetin diğer bir kısım üyeleri, saat dörde on kala istasyona varmışlardır. Makineler çalışmadığında kompartımanda oldukça sıkıntılı bir gece geçirilmiş, hattâ kuşeti yukarıya bağlayan kolonları takmayan İsmail Bey üst kattan yere düşmüştür.
Birincisi kılavuz (öncü) olmak üzere iki trenle seyahat eden Padişah’ın hareket saatinin iyi duyurulmamış olması, Priştinelilerin ve özellikle de çevreden gelen misafirlerin uğurlama sırasında istasyonda yeterince hazır bulunamamalarına sebep olmuştu. Nihayet saat bire doğru Sultan V. Mehmed Reşad ve maiyetindekiler istasyona gelmişlerdir. Törenden sonra özel vagonuna binen Padişah, bandonun çalmakta olduğu marşlara karışan top sesleri ve “Yaşa yaşa” tezahüratları arasında “Cümlenizi Allah’a emanet eyledim. İnşallah yine görüşürüz” cümleleriyle Priştinelilere veda ederken, tren alafranga saat dokuzda Selanik’e doğru hareket etmişti.
İsmail Bey’in, Padişah’ın Priştine ziyaretiyle ilgili olarak verdiği bilgiler bir eksiğiyle burada bitmektedir. O da, her yerde olduğu gibi burada da Padişah’ın oldukça cömert ve bölge yöneticilerine karşı iltifatkâr davranmış olduğudur. Bu çerçevede Padişah, kan davaları dolayısıyla diyet ödeyemeyecek kadar fakir olanlara ulaştırılmak üzere 30.000, bölgedeki okulların muhtaç öğrencilerine dağıtılmak üzere 1.000, Meşhed-i Hüdâvendigâr civarında yaptırılacak medrese için 5.000 lira olmak üzere toplam 36.000 lira ihsanda bulunmuştur. Bunlara ek olarak Priştine fukarasına 200, okullara 200, medreselere 200, Taşlıca’da inşa ettirilecek okula 200, Senice, Prizren, İpek kazalarının okullarına 100’er lira vermiştir. Ayrıca törenler boyunca tarlaları zarar gören çiftçilere 100 lira bağışlamıştır.[28] Bu arada Kosova Valisi’ne altın ve gümüş imtiyaz madalyası ihsan ederek, kendisini bizzat huzuruna kabul ile görülen tertibâtın mükemmeliyetinden dolayı memnûniyetini bildirmiştir. Bunun yanında hemen diğer bütün ilgililer de Padişah’ın takdir ve taltifine mazhar olmuşlardır.
Sultan Reşad 17 Haziran 1911 Cumartesi günü geldiği yoldan Selanik’e döndü. Güzergâhındaki Gevgili istasyonunda, program gereği on dakika duruldu. Karşılama için, kurbanların kesilmesi dâhil, gerekenler eksiksiz yapıldı. Müftü Efendi’nin duasına katılanların hepsi âmin dediler. Fakat dikkat çekici olanı bir papaz tarafından da fasih bir Türkçe ile mükemmel diğer bir duanın yapılmış ve herkesin takdirini kazanmış olmasıdır.
Padişah, Selanik’te bu defa dört gece kaldı, 20 Haziran Salı sabahı yine trenle gezisinin son durağı olarak Manastır’a gitti. Burada da çok büyük kalabalıklar tarafından karşılandı, Belediye Dairesi’nde kaldı. Yapılan törenlere Müslümanlar yanında Bulgar, Ulah, Rum, Musevi ve Sırplar da katıldılar. Nitekim bununla ilgili bir değerlendirme cümlesinde İsmail Bey aynen şu ifadeye yer vermektedir; “Huzura kabul buyrulan birçok muhtelif meslek ve mezhep erbabının yüzlerinde görüp hissettiğim intiba çok kuvvetli ve memnuniyet-bahş bir halde idi”. Tabi karşılama ve uğurlamada, her yerde olduğu gibi, çeşitli tarikatlar arasında Mevlevîler baştaydılar.
Padişah Rumeli gezisindeki üçüncü Cuma Selamlığı’nı Manastır’da İshakiye Camii’ne giderek,[29] son derece de kalabalık bir cemaatle birlikte gerçekleştirmiştir. İsmail Bey, Cuma sonrasında Ubeydullah Efendi tarafından yapılan vaazdan bahsetmemekle birlikte, ‘vatanın ve milletin saadet ve selâmeti ve ordunun daima zafer-yâb olması’ niyazını içeren uzun bir duadan söz etmektedir. Bu vesile ile hatırlanabilecek bir husus da Bedîüzzaman’ın 21 Haziran Çarşamba günü Manastır Yeni Camii’nde bir vaaz vereceğinin gazetelerde duyurulmuş olmasıdır.
Sultan Reşad ve beraberindeki heyet 24 Haziran’da Manastır’dan Selanik’e gelişlerinde olduğu gibi trenle geçmiş, bu defa burada kalmaksızın hemen gemilere intikal etmişlerdir. Padişah gelişte olduğu gibi Barbaros Hayreddin Paşa, İsmail Bey ve arkadaşlarının bir kısmı da Mesudiye zırhlısına binmişlerdir. Fakat oldukça yaşlı olan Mesudiye yolda bozulmuş, İsmail Bey yolun kalan kısmını Mecidiye vapurunda tamamlamıştır. 26 Haziran 1911 Pazartesi günü Padişah ve beraberindekiler İstanbul’da yine coşkun törenlerle karşılanmışlardır.
İsmail (Tuncu) Bey’in Hâtıra-i Seyahât ismini verdiği Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatini konu edinen hatıralarını esas aldığımız çalışmamızın sonlarına gelmişken, kendisinin Manastır’daki izlenimleri arasında yer verdiği şu cümlesini hatırlamamız yerinde olacaktır; “Bahçeye çıkıp küçük havuzun başına İsmail Cinânî Bey, Emiriâhur Şeref, Kâtip İhsan, Hazîne-i Hâssa Müdür-i Umumîsi Hafız Feyzi beyler ve Sertabip Hayri ve Seryaver Hurşit paşalarla bir halka teşkil ederek musâhabeye dalmıştık. Kahveler içilip dondurmalar yenerek meşhûdât mevzu bahs oluyordu. Bizler daha serbest ve hususî mahiyette de ayrıca gezebildiğimiz için malûmât ve meşhûdâtımız diğerlerinden daha fazla idi”. İşte İsmail (Tuncu) Bey, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’nde yazma halinde bulunan hâtırâtının önemini, bu cümlelerle değerlendirmektedir ki, bizce onun bu yargısında büyük oranda hakikat payı bulunmaktadır.
Değerlendirme ve Sonuç
İsmail (Tuncu) Bey’in Sultan V. Mehmed Reşad’ın Rumeli seyahatiyle ilgili hatıralarının genelini en özlü biçimiyle, Priştine ve Kosova Sahrası ile ilgili bölümünü biraz daha genişçe nakletmiş bulunuyoruz. Hâtıra-i Seyahât’in ilgili bölümüyle, hutbe ve Padişah ile Sadrâzam’ın konuşmalarının metinleri de tebliğimizin sonunda ek olarak verilmiş bulunmaktadır. Kanaatimizce bunlar, farklı bakış açılarına ve araştırmacıların ilgi alanlarına bağlı olarak değişik değerlendirmelere konu oluşturacak malzemelerdir. Aynı durum varlıklarına işaret ettiğimiz ve bazı örneklerini çalışmamızın sonuna eklediğimiz fotoğraflar için de geçerlidir. Bununla birlikte bu durum bizim de kendi ilgi alanımız çerçevesinde bir kısım değerlendirmelerde bulunmamıza bir engel oluşturmamaktadır. Şimdi sırasıyla bunlara değinmek istiyoruz.
Sultan V. Mehmed Reşad’ın 5-26 Haziran 1911’de İstanbul’dan başlayıp Çanakkale-Selanik-Üsküp-Priştine (Kosova Sahrası)-Selanik-Manastır-Selanik ve Çanakkale’den İstanbul’a ulaşılmasıyla son bulan üç haftalık Rumeli seyahati iyi düşünülmüş ve hemen hemen eksiksiz biçimde uygulanmıştır.[30] Muhtelif din ve etnik kökenlerden Osmanlı yurttaşları arasındaki farklılıkların giderilmesi, bağların güçlendirilmesi açılarından, yeterli olup olmadığı tartışma götürse bile, günümüzde de geçerli olabilecek uygun bir yönteme başvurulmuştur. Müslümanların dualarına Gayrimüslimlerin katılmış olmaları, Gevgili örneğinde olduğu gibi bir Hıristiyan papazının Türkçe dua yapması, güzel gelişmelerdir. Selanik’teki Cuma selamlığında olduğu gibi, Meşhed-i Hüdâvendigâr’ın ziyareti sırasında da Müslümanlar yanında Hıristiyanların da bulunduğu görülmektedir.[31] Şu satırlar Selanik’teki izlenimlerini satırlara aktaran H. Z. Uşaklıgil’e aittir;[32] “Gidilen bütün yerlerde halk arasında unsur, mezhep, emel, mefkûre farkları silinmiş gibiydi. … Bütün bir halk kütlesi, hangi mezhep ve unsura mensup olursa olsun, şu saatte tek bir vücut olmuşa benziyordu. Sanki bütün şahsî ve hususî ihtiraslar unutulmuş, tefrikaya, ihtilâfa bâdî olan bütün duygular bir tarafa atılarak herkes tek bir noktada birleşmiş gibiydi. Bu öyle bir mestî hengâmesiydi ki devamı esnasında, böyle nasıl başladıysa öyle devam edecek zannını verebilirdi. … (Keşke) her gecenin sabahı ona uygun olabilseydi”. Gezinin başlıca hedefleri arasında yer alan bu hususa Padişah da her fırsatta teşvik ve vurguda bulunmaktan geri kalmamıştır. Nitekim ona ait olan ve Priştine’de ikametine ayrılan Hükümet Konağı’nda muhtelif heyetleri kabul ettiği ilk akşamında, ziyaretinin amacını açıklarken ifade ettiği şu sözleri bu vesile ile hatırlamamız yerinde olacaktır; “Milleti görmek üzere gelişimden ve karîben Meşhed’i ziyaret edeceğimden dolayı pek ziyade mesrûrum. Bu seyahati ihtiyârdan maksadım anâsır arasında îtilâfa hizmettir. Bu maksadın husûlünü görmekle memnuniyet ve mesrûriyetim mütezâyiddir”. [33]
Gezinin en önemli ayağı olan Priştine’de Padişah’ın halkla buluşması ve mesajların verilmesi için Meşhed-i Hüdâvendigâr’ın ve Cuma namazının seçilmiş olması da manidardır. Çünkü Arnavut kökenli halk ile Osmanlı yönetimi arasındaki en önemli müşterek noktalardan birini İslâmiyet oluşturduğu gibi, Murad-ı Hüdâvendigâr’ın türbesinin bölge halkı üzerinde çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Dinî motiflerin özellikle işlenmiş olduğunu, Sadrâzam’ın Kosova Sahrası’nda bu kadar kalabalığın toplanmasını, Kâbe-i Muazzama ve Arafat’la kıyaslamış olmasından da anlamak mümkündür. Aynı şekilde kan davasıyla ilgili sorunun burada ve bu atmosferde halledilmek istenmesini, hazır bulunanlara, Hz. Peygamber’in Veda Haccı ile Veda Hutbesi’ni düşündürme hedefine yönelik bir çabanın ürünü olduğu şeklinde değerlenmek mümkün görülmektedir.
İsmail Bey Kosova Sahrası’ndaki topluluğun sayısının 100.000 ilâ 120.000 arasında olduğu tahminini vermektedir. Sadrâzam’ın 100.000’in üzerinde olduğunu düşündüğü topluluk,[34] Lütfi Simavi Bey’in tahminine göre 100.000 civarındadır.[35] Toplamda en düşük tahmin Halit Ziya Uşaklıgil’e aittir. Ona göre Kosova Sahrası’nda toplananlar 50.000 veya bunun bir miktar üzerindedirler. H. Z. Uşaklıgil bu durumu, kalabalığın aşırı olması halinde doğabilecek müessif bir duruma dikkat çekilmesiyle ilgili olarak, Dahiliye Nezareti’nden Kosova Vilâyeti Valisi Halil Bey’e gönderilen yazının, bağlı birimler tarafından yanlış değerlendirilerek, halkın Cuma günü Kosova Sahrası’na gelmesine mani olunmuş olmasına bağlamaktadır.[36]
Sultan Mehmed Reşad’ın Rumeli seyahati içerisinde Priştine’nin çok önemli bir yere sahip olduğunu ifade etmiştik. Şüphesiz bu bölüm içerisindeki en önemli kısım ise Kosova Sahrası’nda geçirilen beş altı saatlik zaman dilimidir. Çünkü düzen, davranış ve sözlerle en önemli mesajlar burada verilecektir. Bu durumda kısa değerlendirmesini aşağıda yapacağımız hutbenin Arapça okunması konusu ayrı tutulacak olursa, Padişah ve Sadrâzam’ın nutuklarının Arnavutça’ya tercüme edilmesinden doğal bir şey olamayacağı açıktır. Halbuki görevleri gereği bu gezide en önlerde yer almış bulunan Lütfi Simavi[37] ve Halit Ziya Uşaklıgil[38] beylerin şahadetlerinden bu hususun gerçekleştirilememiş olduğunu öğrenmekteyiz. Cuma namazı sonrasında Sadrâzam’la birlikte özel olarak kurulmuş bulunan kürsüde Lütfi Simavi ve Âyân Üyesi Manastırlı İsmail Hakkı Bey de yer almış, nutukları Arnavutça’ya çevrilmek üzere Padişah’ın gezisine katılmış bulunan İsmail Hakkı Bey işte tam bu sırada ‘kendisinin bir kelime bile Arnavutça bilmediğini’ ifade etmiş, belki de bir ölçüde durumu kurtarmak üzere tamamen program dışı olmak üzere ellerini kaldırıp uzun bir Arapça dua yapmıştır.[39] Şüphesiz bu buluşun durumu kurtarma yönünden ne ifade etmiş olduğu tartışma götürür bir konudur. Fakat programa uyulamadığı ve önemli bir fırsatın bir ölçüde de olsa harcandığı muhakkaktır.
Kosova Sahrası’nda kılınan Cuma namazı sırasında okunan hutbe iki yönüyle değerlendirilmek durumundadır. Bunlardan birincisi kimin tarafından, ikincisi neden Arapça okunduğu meselesidir. Bir kısım basın[40] ile birlikte Arşiv kaynaklarında hutbenin Manastırlı İsmail Hakkı Bey tarafından okunduğu net bir biçimde ifade edilmiş olduğunu göre,[41] İsmail Bey’in Priştine Müftüsü’nün ismini vermesi mümkündür ki, bir yanılma sonucudur. İkinci konuya gelince; bilindiği gibi Osmanlı döneminde ülkede hutbeler Arapça okunmakta idi. Türk dünyasında önce Kazan’da başlayan hutbelerin Türkçe okunması ve böylelikle namaza katılan cemaat tarafından anlaşılmasının sağlanması yönündeki girişimler, çok geçmeden Osmanlı ülkesine de intikâl etmiş, bizim burada incelediğimiz Padişah’ın Rumeli seyahati sırasında bu yönde örnekler ortaya çıkmaya başlamıştı. Şimdi çoğunluğun Arnavutça konuştuğu bir bölgedeki hutbenin, hiç değilse Arapça okunmasından sonra bölge halkının anlayacağı bir dille tekrar edilmesinin düşünülmemiş olması, kanaatimizce dikkat çekmesi gereken bir husustur.[42]
Osmanlı ülkesinde medreselerin devletin hayatıyla eşit bir tarihe sahip olduklarını biliyoruz. Bu uzun geçmişi atlayarak Tanzimat yıllarına geldiğimizde ise artık devletin medrese yerine mektepleri tercih ettiğini, bu sırada ortaya konan düşüncelerin özellikle de II. Abdülhamid (1876-1908) döneminde gerçek anlamıyla uygulamaya geçirildiğini görürüz. Tanzimat ve I. Meşrutiyet yılları, bir bakıma medrese konusunun üstünün örtüldüğü bir zaman dilimini oluşturur. Kanaatimiz odur ki, medreselerin Osmanlı ülkesinde, belki de var oldukları bütün dönemler dâhil, en önemli yenileştirme ve geliştirme çabaları II. Meşrutiyet’le birlikte ortaya konmuştur. Artık medreseler, doğal olarak çağın gerektirdiği yol ve yöntemlere uyularak dinî dersler yanında, her türlü fen bilimlerinin okutulmaya çalışıldığı öğretim kurumlarıdır.[43] İşte böyle bir zaman diliminde Kosova Sahrası’nda Meşhed-i Hüdâvendigâr yakınında bir medresenin açılmasına karar verilmesi, bunun inşaatı için Padişah’ın 5.000 lira gibi önemli bir meblağı bağışlaması ve temelini de bizzat kendisinin atmış olması, üzerinde durulması gereken önemli bir konu oluşturmaktadır.[44] Mekan olarak Kosova’yı öne çıkaran bu araştırmamızı, bu ülkenin tarihiyle ilgili yapılması gereken daha çok çalışmaların, kat edilmesi gereken uzun mesafelerin bulunduğu yolundaki düşüncemizi vurgulayıp, bizim mütevazi makalemizin de bu hedef doğrultusunda küçük bir katkı oluşturması dilek ve temennisiyle bitiriyoruz.
Ek-I. İsmail (Tuncu) Bey’in Hâtıra-i Seyahât’inde Kosova
(104)
2 Haziran 327 Perşembe Tren
Arazi kısım kısım başka bir letâfet arz ediyor. Tarifi kâbil olmayan bir bedâyiin meftûnu olmamak mümkün değil. Ruhu tenşît ediyor, gidiyoruz. Son merhale Priştine… Nihayet istasyon göründü. Biraz sonra da geldik… Priştine saat 05.10’da istasyona dâhil olduk. Toplar atılmaya başladı. Musikâ çalıyor. Erkân-ı hükümet, ümerâ, zâbitân, mebuslar, belediye azaları, eşrâf, mektepliler, halk fevkalâde bir kalabalık “Çok yaşa” nidasını tekrarladılar. Vagondan inen Hükümdar hâzirûna selam vererek hal ve hatır sordu ve hep beraberce mevkıf dâhilinde ihzâr olunan salona teşrif ederek bir müddet istirahatta bulundular.
Burada istirahat buyrulduğu müddet zarfında hazır bulunanlar huzûr-ı hümâyûna kabul olunarak mazhar-ı iltifat oldular. Yarım saat kadar istirahattan sonra gerdûne-i hümâyûna râkip olan Hükümdar şehre müteveccihen hareket buyurdular. Güzergâhta ikâmet-i hümâyûna tahsis kılınan Hükümet Konağı’na kadar asker ve ahali ve mektepliler ihtiram safları bağlamışlardı.
Saat 06.17 şehre girdik. Hükümet caddesini takiben daireye muvâsalat edildi. Hükümet Konağı ikâmete tahsis edilmiş mükemmel boyalı ve bahçe içerisinde bir binadır. Daireye teşrîf-i şâhâne olunca nefs-i hümâyûna mahsus sancak keşîde edildi.
Üç kattan ibaret olan dairenin üst katında sokağa nâzır caddesi tamamen Hükümdara tahsis edilmiş, mahâdîm-i şehriyârî için de arka taraftaki odalar ayrılmıştı. Bizim odamız orta katta ve arka sokağa nâzır büyükçe dört karyolalı bir oda idi. Bugün ve gecesi istirahatla mürûr edileceğinden herkes istirahata çekildi. Hava palto aratacak derecede soğuk, adeta üşümekteyiz.
Biz de biraz istirahat ederek ve sıcak çaylar içip civarımızı görmek üzere dışarı çıktık. Burası o kadar cazibeli değil. Dar sokaklar, ibtidâî şekilde dükkânlar, Arnavut kaldırımı döşeli yollar, ahali tam millî kıyafette, memurdan başka fesli kimse yok. Birçok başçı çorbacı dükkânları, abacılar, kunduracılar, lüzumundan fazla kahvehane oturan çok, civardan gelmiş halk nazara çarpmakta, nargile tütün tiryakileri birbirine müsabakat edercesine (105) duman salıveriyorlar. Tütün serbest, dirhemle açıkta satılıyor. Uzun saç gibi askılarla asılı, sapsarı, hakikaten câlib-i iştihâ bir halde enzârı celb ediyor.
Şöylece bir dolaştık. Dairenin yakınındaki camii temaşadan sonra daireye avdet ettim. Muhit ve ahali hakkında oldukça bir fikir hâsıl edinmiştim. Ufak bir çarşı, tahta kepenkli dükkânlar, saçakları geniş dükkân önlerinde oturulacak sedirler var. Halk burada çok mutaassıp, bununla beraber ahlâk-ı fâsidenin temerküz ettiğini söylediler.
Heyûlâ gibi herifler yanlarında birer tane koltuk değneği (şâbb-ı emred) dedikleri oğlanlar var. Akşam oldu. Şehir muntazam bir surette tenvîr edildi. Serhaddin bu küçük eski kasabası emsâlinden geri durmamak gayretiyle mümkün olan her şeyi yapmış. Daire önünde güzel tâk inşa olunmuş. Yollar bayrak ve fenerlerle süslenmiş. Hususî emâkin fenerlerle bayraklarla bezenmiş. Minareler kandillerini yakmış velhasıl ubûdiyet ızharı için vesîleler ibdâ olunmuş çok güzel halde idi.
Ziyadesiyle açlık duymaktayız. Sabırsızlıkla vakit bekliyoruz. Saat yarım nefis taamlarla bu ihtiyaç da bertaraf edildi. Burada dondurma yerine çay içmekteyiz. Dışarıda kalabalık ziyade. Sokaklar serapâ dolu. Bahçede musikâ çalıyor. Her taraf aydınlık. Gönüller şâd, çehreler mütebessim… Soğuğun az çok tesiri ve tren sarsıntısı buna munzam olunca erkence yatmak ihtiyacı hâsıl oldu. Saat dört buçukta istirahata çıktım.
İstasyonda teşrif-i şâhâne münasebetiyle bir çeşme yapılmış. Bâlâsındaki kitâbeyi aynen aldım.
Şehr yazdı hem şâhenşâh-i âlî-nejâd
Teşnegân-ı Meşhedi âb-ı keremle kıldı şâd
Eyledi ihyâ bu rânâ çeşmeyi Sultan Reşad
Çıktı bir tarih şevket-i feyz-gâh-ı ittihâd
(106)
3 Haziran 327 Cuma Priştine
Arkadaşların şamatalarıyla uyandım. Saat 11.00. Tuvalet ve giyindikten sonra kahvaltımızı ettik. Pencere önüne oturmuştum. Bu halde tekrar uyku bastırarak bir saat daha uyumuşum. Uyanınca vaki olmayan şu hale kendim de hayret ettim. Bugün Cuma namazı Meşhed’de kılınacak. O meydanı-ı şehâmet ve türbe ziyaret edilecek. Abdest alarak hazırlandım. Tarihin bu şanlı şerefli safhası bir kere daha tekrarlanacak demekti. Bunun için her taraftan bütün yollardan Kosova sahrasına doğru seylâbe-i beşer akıyor. Dakikalar geçtikçe bu izdiham artmakta berdevamdı.
Bu sabah Priştine ve mülhakatıyla İpek, Senice, Taşlıca livâlarından müntehap heyetler ve Priştine heyet-i askeriyesi huzûr-ı hümâyûna kabul buyrularak arz-ı tâzimât etmişler. Bu merasimi göremedim. İkinci defa uyumaklığım buna mani oldu.
Bu merasimi mütekip Zât-ı Mülûkâneleri gerdûne-süvâr olarak maiyet-i şâhânelerinde mehâdîm-i kirâm ve diğer mutât zevâtla Fatih Sultan Mehmed ve Sultan Murad Han-ı Sânî cami-i şerîflerini ziyaret buyurdular ve şehrin başkaca temaşâ bir yeri olmamasından doğruca daireye avdet buyruldu.
Yemek vakti geldi. Taam olunarak oturmakta idik. Hademe bir zabitin bizi görmek istediğini söyledi. Buyursunlar dedik. Evvelce âşinâlığımız olan Enver Bey’in biraderi Halil Bey geldi, görüştük. Kıtasıyla civar tepe ve dağlarda asayişe memuren gelmiş. Bilhassa hat boyu dâimî bir murakabesi altında olduğunu söyledi. Biraz muhabbet eyleyerek veda ile ayrıldı.
Arkadaşlardan Salim Bey tıraş olmak üzere hazırlık yapıyordu. Sizi bir tıraş edeyim dedim. Kabul etti. Fakat şimdiye kadar kimseyi tıraş etmemiştim. Çeneye kadar güzelce devam ettimse de burada kendisinin bir avurdun şişirmesiyle iki santim kadar bir yara hâsıl oldu. Tabii canı sıkıldı ve ondan fazla da ben müteessir oldumsa da bir kere oldu. Ne yapalım; bununla beraber bana da bir gülme ârız olarak bir hayli güldüm. Manasız bir gülüştü. Fakat gayr-ı ihtiyârî olmağla men’e muktedir değildim. Cerîhadan ziyade gülmeme canı sıkılan arkadaşım sükûnetle mukabele etti.
(107) Aklım fikrim hep orada, o meydan-ı gazâda. Tarihte misli olmayan bir günün azametini cidden düşünmeye değer. Meşhed’e doğru akan bu beşer seylâbı bi-küllihî beyaz baştan ibaret görünüyor. Üç dört yüz bayrak mübalağasız beş yüzden mütecâviz davul zurna ile ovalar inliyordu. Mesbuk tarihî vak’ayı hatırlamak ve onu re’yü’l-ayn görmek bu günü idrakle müsavi idi. Bölük bölük, kafile kafile insanlar gûyâ çevirme hareketiyle meşgul gibi sağa sola hareket ediyordu.
Hareket vakti geldi. Saat 01.00. Zât-ı Şâhâne dört atlı gerdûneye râkiben önde ve arkada süvari mızraklı bölükleri ve yâverân olduğu halde mevkib ilerlemeye başladı.
Mahdûm-ı Şehriyârî Ziyaeddin Efendi, Sadrâzam Paşa ile Ömer Hilmi Efendi, Dahiliye Nâzırı Halil Bey’le arabalara binerek gerdûne-i hümâyûnu takip etmekteler.
Mahdûm-ı Şehriyârî Ziyaeddin Efendi, Sadrâzam Paşa ile Ömer Hilmi Efendi, Dahiliye Nâzırı Halil Bey’le arabalara binerek gerdûne-i hümâyûnu takip etmekteler.
Diğer arabalarda maiyet-i hümâyûn erkânı ve bizler de bulunduğumuz halde gidiyoruz. Sokaklar dar olmasıyla izdiham fazla şehirden Meşhed’e iki saatte gidilecek. Bu mesafe kâmilen onar adım fâsıla ile karşılıklı asker ikâmesiyle asayiş temin olunmuştu. Süvari bölükleri her tarafta faaliyetteler. Askerlerin selam ve resmine ahali de beraber iştirak ediyor. Saat ikiyi yirmi geçe büyük bir yokuş çıkılarak istirahat için rekz olunan çadıra Zât-ı Şâhâne teşrif ederek on dakika oturdular. Tekrar arabaya binerek âheste âheste yola devam olundu. Şimdi Kosova ovası tamamen görünmekte. Ne mehîb, ne vâsî bir ova. Şimdi diğer bir tepeye doğru gidiyoruz. Hava sert, soğuk, titriyorum. Civar tepeler karla örtülü. İnce redingotlu olduğumuz için havadan müteessir oldum. Bu kadar uzun mesafede her taraf halkla dolu, her bucaktan yaşa sedaları geliyor. Bu kafilelerin yanlarında heybeleri, su testileri, ekmek mendilleri görünmekte, bu ahalinin iki üç günden beri buralarda yatıp kalktıklarını arabacılar söyledi. Velhasıl bu sahralar, kırlar, açık ordugâh haline gelmiş, bilâ-fütûr daha bir hafta böyle kalmaları işten bile olmadığını anlatıyorlardı. Âheste bir çıkışla tepeye yaklaşmaktayız. Müthiş bir toz, rüzgâr etrafı kavuruyor. Yaşlı olan Şevketmeâb bu meşakkate de tahammül gösteriyordu. O daha muzdaripdi. Herkes onun ızdırabını bilmez ve bilemezdi. Mesânesinde ceviz kadar iki tane taş taşıyordu. Bu yollarda arabayla onun çektiği ızdırab her halde (108) seleflerinin buralarda uğradıkları zahmetlerden aşağı değildi. Şimdi ovaya doğru inişe başladık. Ovanın sağ tarafı bir boğaz görünüyor. Karşıda sarp hudut dağları, solda diğer bir boğaz yani garben garb-ı cenûbî bulunduğumuz merhale ile mahdud dört saat arzında yedi sekiz saat tûlünde cesîm bir ova ki insan temaşâsında kendini boşlukta zannediyor. Ovanın garbında bulunan Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr’ın türbesinden takrîben 700 metre kadar mesafede ufak yassı tepede otâğ-ı hümâyûn kurulmuş, şehzâdegân ve vükelâ ve mâbeyn erkânı için hususi çadırlar ve daha sonra kiler, matbah, levâzım çadırları rekz edilmiş mükemmel bir ordugâh halini almıştı. Çadırların etrafında nöbetçi askerler ikâme edildiği gibi otağ-ı hümâyûnun etrafı da maiyet-i seniyye bölüğü tarafından sıkı bir kordon altına alınmıştı. Gerdûne-i hümâyûn çadırın önünde durarak Zât-ı Şâhâne bu tarihî çadıra dahil oldular ve berâ-yı istirahat iç bölmeye çekildiler. Çadırın sancak direğine nefs-i hümâyûna ve başkumandana mahsus râyet-i Osmanî çekildi.
Üç dört yerden toplar atılıyordu. Sahra inliyor, Musikâ selam havası çalıyor. Asker ve yüz binlerce halk “çok yaşa” duasını tekrarladılar.
Bizim çadırlardan başka civar tepelerde ovanın muhtelif yerlerinde iki bini mütecaviz askerî beyaz çadırları, ümerâ, zâbitân, levâzım, cephane çadırları görülmekte idi. Bugünün lâyık olduğu ihtişâm ve tes’îdât hâriku’l-âde idi. Nasıl olmasın?
(3 Haziran 791 sene-i hicriyesinde Ramazan-ı Şerîf yevm-i Pazartesi öğle vakti ilk Rumeli fâtihi üçüncü hakan Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr burada din ve millet uğrunda şehit olarak ahlâfına numûne teşkil etmişti. Aynı tarihe tesadüf eden bugün onun rûh-ı pâki ve diğer şehidân ervâhı hiç şüphe yok ki şâd olmuşlardır. Evlâdından bir zât-ı âlî-kadr Hükümdar yine kendi teb’asıyla burada Cuma namazı eda edecek ve Hakk’a secde ile selâmet-i mülk-ü millet ve nusret isteyecek…).
(109) Yemek zamanı geldi saat 03.30. Yemek çadırlarına gidilerek masalara yerleştik. Sâye-i millet ve devlette Kosova ovasında Karakulak ve Çitli maden suları içerek mükemmel bir taam edildi. Yemek tam seferî tertip edilmiş. Soğuk kuzu, yaprak dolması zeytinyağlı, sütlü irmik helvası, yumurtalı tavuk, bol kirazdan ibaretti.
Civarımızda binlerce davul zurnanın hâsıl ettiği velvele hakikaten tarihin edvârı ibtidâîsini hatırlatıyor. Miğferli Yeniçeri, üsküflü kapıcılar, palalı kılıçlı sipahîleri, elinde hartuçlu cebecileri vesâireyi göz önüne getiriyordu. Tepeler, ovalar çınlıyor, mektep talebeleri, Rufâî dervişleri kudümlerini çalarak alay gösteriyorlar. Birçok Arnavut kabileleri hususî sancaklarıyla ki (yeşil kırmızı- Hulefâ-i Abbâsiye’de), (siyah Selçûkîler) (beyaz renk de Cengizîlerde) olduğu gibi sancaklarıyla gelip ovada yer alarak tekbîr getiriyorlardı (Bu sancaklar Murad-ı Hüdâvendigâr ve diğer selâtîn taraflarından kabilelerine verilmiş). Civarda ricâl-i askerînin tahminlerine nazaran 120.000 kişi toplanmıştı. Bunda asker de dâhildi. Bütün nazarlar otağ-ı hümâyûna mâtuf.
Buralarda bu sahralarda bu halktan başkası yakışmıyordu. Bilmem bana mı böyle geliyor? Başımızdaki fesler burada pek yabancı görünmekte, beyaz takkeler, sargılar, cepkenler muhite daha muvafık idi. Yârabbî ne şerefli, ne azametli bir gün! 120.000 kişilik fert kütlesi tek bir adam gibi görünüyor, düşünüyordu. Askerî bando muttasıl çalıyor. “Yürüyelim ecdadımız bu yollardan yürüdü” ahali ve mektepliler beraber söylüyor, izdiyâd-ı şevk ve neş’eye bâis oluyorlardı. Ne ulvî bir sahne! Her tarafta fedâ-yı câna âmâde bir kütle. Bu nedir, neden böyle! Murad-ı Hüdâvendigâr’ın peşine takıp getirdiği ve buralarda kendisiyle beraber ebediyete intikâl eden o insanlar buralara niçin gelmişler, hangi sâik onları ocaklarından, yuvalarından, evlâd-ü ıyâllerinden ayırmıştı. En sonra da fedâ-yı cân etmişlerdi. İşte bunun sırr-ı hikmetini bugün tekrar görüp anladık.
Yemek bitmişti, abdestler tazelendi. Zât-ı Şâhâne namaz için tekrar arabaya râkip oldular. Bütün ihtişâm ve âlay-ı vâlâ ile onbinlerce halkın arasından âheste bir revişle minber kurulan sahadaki mahall-i mahsûsa teşrif ederek arabadan indiler. Halı ve seccadelerle tanzim ve ihzâr olunan ve tarafeyni rüzgârdan taht-ı muhafazaya alınan mahaldeki çadıra girerek namaza intizardalar. Cemaat saflar bağlamış, birbiri üzerine oturur derecede sıkışık halde (110) oturmuşlar. Yüksek, beyaz, güzel bir minber yeniden inşa edilmiş. Geniş, mükemmel bir de müezzin mahfeli yapılmış, her tarafları halılarla, şallarla döşenmiş. Minberin sağına ve soluna sancaklar asılmış, pûşîdelerle sarılmış, müezzin mahfelinde hademe-i şâhâne müezzinleri ve imam efendiler hazır bulunuyorlardı. Her tarafta derin sükûnet hüküm-fermâ. Bir tevekkül-i dindârâne ile yüzbinlerce halk boynunu bükmüş Hâlık’ının huzurunda secdeye varmaya hazır idi.
Şimdi çifte ezan okunmaya başladı. Ne mübarek hitap: “Allahü ekber…”. Bu hal karşısında bu ovanın pâyânsız boşluklarını dolduran şu ümmet-i İslâm ne âlî hisle mâbûduna secde ediyordu. Saat 4’ü 20 geçe: Öğle, Cuma namazı. Makberî bir sükûn bu misilsiz ovayı kaplamış şimdi iki müezzinin namaza davetini dinliyordu. Ezanın hitâmını müteâkip müezzinler hep birden sünnet tekbirini aldılar. Mahşerden nümûne olan bu cemaat sünnet eda ediyordu. Daha sonra Cuma namazı için tekrar ezan okundu ve çok câzip halde hazırlanmış olan minbere Priştine Müftüsü çıkarak şu hutbeyi okudu.
Bismillâh:
Hutbe kıraatinden sonra namaz eda olunarak tesbih ve tekbirlerin hitamında dua edildi. Bilâhare Sadrâzam Paşa nutk-ı hümâyûnu okudu. (111) Akabinde Sadrâzam bir nutuk irat etti. Nutk-ı hümâyûn ve gerekse Sadrâzam’ın hitabesinde çok mühim ve güzel esaslar ve vaatler vardı. İnşallah bunlar hakkıyla ifa olunarak aradaki nizâ ve şikâk tamamen ortadan kalkar da zavallı bu millet de refah ve saadete huzur ve sükûna kavuşmuş olur.
Şehriyâr-ı Ekrem bu münasebetle kan davaları için 30.000, civar mektep fukarası için 1.000, yeniden inşa olunacak medrese için de 5.000 lira ki (toplam) 36.000 lira ita buyurdular. Donanma Mecmuası’nın 16, 17 numaralarıyla, Resimli Kitap’ın 30. nüshasında bu nutuklar aynen mevcuttur.
Bütün bu merasim ve dua niyaz da hitam bularak Şeket-meâb türbe-i Hüdâvendigârı berâ-yı ziyaret türbe bahçesine hareket buyurdular. Türbe bahçesinde asker ve türbedarlar tarafından selamlanarak türbeye dâhil oldular. Bahçede Priştine halkı tarafından Zât-ı Şâhâneye pek ender tesadüf olunan malağıyla birlikte süt beyaz bir manda takdim olundu. Cidden hâriku’l-âde bir şey, çakır gözlü, yavrusu da keza öyle, beneksiz sevimli hayvanlardı. Hükümdar bunları temaşâ ederek İstanbul’a nakil için İmrahora emir verdiler. Bilâhare türbe-i Murad’ın kapısından girerek cedd-i âzamının sandukası baş ucunda durup Fâtiha kıraat ve duadan sonra ervâh-ı ecdadın şâd olması temenniyâtını irâd ederek aynı bahçe ve tarikle dışarı çıkarak gerdûne-i hümâyûna râkip oldular. Mevkib-i hümâyûn teşekkül ederek Priştine’ye müteveccihen hareket edildi. Ovanın bu dakikadaki halini tasvir etmek kâbil değil, saflar bozulmuş, cemaat dağılmış, kitle-i beşer daha vâsî bir saha kaplamış bir hareket ve faaliyete saha olan ova tarihin canlandığı Sırp Harbi’nin aynı olmuştu faraziyâtına kapılmamak kâbil değildi. 100.000 insanın gayr-i muntazam harekâtı tasavvur edilirse o cesîm ovanın aldığı mahşerî hali göz önüne getirmek akla durgunluk verir. Bir tarafta piyade askeri diğer tarafta süvari, karşı da topçu alayları. İstihkâm bölükleri resm-i selâm ifa ediyor. Bataryaların mehîb sadâları hudut dağlarına eski Türk satvetinin yeniden doğduğunu ve onun hiçbir zaman ölmeyeceğini ihtar ediyor gibiydi. Bu insan deryası arasında yeşil, kırmızı, beyaz renklerde dalgalanan sancaklar kabile ve aşiret teşekküllerini hatırlatmakta, beyaz keçe külâhları ve takkeleri Arnavutların binlerce davul ve zurna sesleri semaya velvele salan bir âhenk teşkil etmişti. Mevkib ilerliyor, azîmetimizde indiğimiz yokuşu şimdi çıkıyorduk. Hava müthiş soğuk, nihayet tepeye çıktık, şimdi her iki tarafa hâkim bir vaziyetteyiz. (112) Her taraftan asker, halk bağırıyor “Yaşa Padişah, Çok yaşa, Padişah yaya yaşa” bu derece samimi ve ruhlu hitabın tesirlerini gözyaşlarımız ifade edebiliyordu. Ondan beliğ bir hitap olamazdı.
Biraz tavakkuf olunacak burada azîmetteki çadır duruyor. Bundan bi’l-istifade tepede mevcut türbenin dâhilini tedkik ettim. Silistre Başkumandanı Rıfat Paşa, Mestan Paşa ve Süleyman paşaların yattıkları bu ebedî hücre bu harbin mübarek şehitlerine himâyetkâr bir şehbâl açmış gibi ovaya hâkim bakıyordu.
Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr:
Kuvve-i fâhire-i askeriye sayesinde bütün Avrupalıların nazarında Abbasîler mertebesine is’âd edilmiş ahd-i saltanatlarında memâlik-i Osmâniye şarktan garba kadar Ankara, Antalya şâmil olduğu halde cenûbdan şimâle kadar Karaman ülkesinin bir kıtasıyla Kayseri, Sivas havalisinden Kızılırmağın cereyanı itibarınca Bahr-i Siyah’a ve Bolu, Kocaeli ve Bursa eyaletlerinin tamamı ve Aydın eyaletinin bir kısmı ve Menteşe Sancağı’nın bir miktarını hâvî idi.
Rumeli cihetinde Vize Sancağı’nın şimâl-i garbîsinden Varna, Dobruca ovasının bir kısmıyla Tuna sahilinden Niğbolu, Zijtovi ve Budin’e kadar oradan da Sofya ve Somako ve Köstendil, Niş, İştip yollarıyla Kosova havalisi Toska Arnavutluğun bazı yerleri, Üsküp, Siroz, Manastır, Tırhala Olimpus dağları Selanik nevâhîsi Silivri’ye kadar yed-i zafer-i Hüdâvendigâr’da idi.
Bu derece şan ve şerefin ilerlemesine sebep müddet-i saltanatlarında etmiş oldukları muharebelerin 37 defasını kazanmakla beraber bin seneden beri türlü türlü muzafferiyetlere nâil olagelen Şark Roma İmparatorluğu ile Asya’da hem hudut milletlerin hükümdarlarını adeta himayesi altına almak gibi muceb-i gıpta olan muvaffakiyetlerdir. Tarih-i cihan bu tâc-dârlar şehriyârı, hükümdarlar ser-firâzı hüdâvendigâr hakkında ne yazsa ne kadar medh ü sitâyişte bulunsa yine o hükümdar-ı âlişânın ancak zıll ü hayaline temas edebilmiş olur. (113) Hasım Kralı Lazarı ve bunun da üç damadı vardır.
1- Miloş Nikola Koyloviç Katrik oğlu
2- Corci Brankoviç. Büyük damadı olup umum süvari kumandanı ve fırkasıyla esnâ-yı harbde şehzade Sultan Yakub üzerine Sırp ve Katolik Arnavutlarıyla haml etmiştir.
3- İstrolmonoviç Yakınepeoğlu (?)
Brankoviç sülalesi halen Avusturya’da Banat, Baçka vilayetlerinde mevcut imiş. Harbe takaddüm eden günlerde Corci ile İstracnodriç Kralı Lazara Miloş Koyloviç için bazı isnâdâtta bulunarak seni İslâm ordusuna satacak demişler. Miloş da elinde hançerle ayağa kalkarak bizzat Sultan Murad’ı şehit edeceğini yemin ile taahhüt etmişti.
Murad-ı Hüdâvendigâr suret-i şehâdeti hakkında tarihte muhtelif rivayetleri herkes az çok okumuştur. Ne suretle olursa olsun tahakkuk eden akıbet o büyük hükümdarın çok vakitsiz ve erken kaybedilmesi olmuştur.
Asırlar geçtiği be(l)ki bütün saltanat dehalarını takviye eden vücutlarından âlem-i beşeriyette de hiçbir eseri kalmadığı halde el-an hatıra-i hürmetimizde büyük takdir ve tâzimle yaşayan o şehriyar-ı efham bu suretle manen de mertebesi dû-bâlâ oldu. Bilahare cülûs eden Yıldırım Bâyezid’in huzurunda esir alınan Sırp Kralı Lazari ve oğlunun başları kesilerek intikam alınmıştır.
Burada Fâtihalar okuyarak ve Kosova ovasına bir nazar-ı veda daha atf ederek arabamıza bindik, mevkib hareket etmişti. Şimdi Priştine’ye, kasabaya doğru iniyoruz. Vakit ikindi olmuştu. Arazinin letâfeti ve baharın buradaki bedîaları daha terütâze idi. Şimale yükseldikçe bahar biraz gecikiyor. Yollarda asker, jandarma, ahali her tarafta selam duruyor, bağırıyorlar. Ferdin, milletin coşan kalbi samimi hissiyatına tabiatta pek bariz bir şekilde iştirak etmişti. Ağır ağır avdet eden mevkib-i hümâyûnla hakiki bir zafer dönüşü gururuyla kasabaya girdi ve mahşer-âsâ bir kalabalık arasından dairemize avdet olunarak berâ-yı istirahat odalara çekildik. El yüz yıkamak, üst baş süpürmek, sıcak çay içmek gibi bazı talî hizmetleri ifa ederek avdet hazırlığına başladık. Yarın Selanik’e avdet olunacak. Priştine’de araba adedi esasen az olmasından bazı maiyet-i şâhânenin geceyi istasyonda vagonda geçirmeleri zarureti hâsıl olmuştu. Bu itibarla biz de geceden gitmeye taraftar olarak gitmeye karar verdik. (114) Vaktimiz henüz müsait. Bâde’t-taam hareket edeceğiz. Son defa şehri bir kere daha görmek üzere dışarı çıktım. Şehrin bu geceki ihtiramı daha revnaklı, daha coşkun ve pek câzipti. Kalabalık hadden aşırı, sokaklardan geçmek imkânsız, çıktığıma pişman oldum. Müşkilâtla daireye avdet edebildim. Ezilmek işten değil. Avdetimde soframız hazırdı. Rüfekâ ile neşe içinde ve günün intibalarını yaşatarak yemek yenildi. Kahve ve sigaradan sonra çantalarımızı hademelerle arabalara gönderdik.
Asker ve ahali takım takım gelip Musikâ bahçeye girerek resm-i geçit icra ediyor ve avdet ediyorlardı. Saat bir buçukta biz de arabalara binmek üzere dışarı çıktık. Bu esnada Belediye Reisi Bey’in davetine icabetle birer çayını içerek teşekkürle veda edip hareket olundu.
Arabamızın üstü ve etrafı tamamen kapalı ambar gibi bir şey, dört arkadaş olduk. Arabacı Arnavut bir kelime Türkçesi yok. Zulmet fazla, bazen süratle, bazen de yavaş yola devam olunmakta. Soğuk arttı, rahat oturamıyoruz. Diz çökmek, bağdaş hepsini tatbik ettik, hiçbirinde rahat yok. Nihayet dizlerimi dışarı sarkıtarak biraz rahat ettim. Elimde pil feneri vasıtasıyla civarı bazen görüyorduk. Yolda rast geldiğimiz arabalar selam veriyorlar. Sallana sallana gidiyoruz. Arkadaşların lâtifeleri pek hoştu. Yol iyice uzadı gibi geldi. Uzaktan gördüğümüz ışıkları istasyon zannıyla seviniyorduk. Aksi neticede canımız sıkılıyordu. Saat 03.00 Mestan Paşa Türbesi’ni geçtik. Şimdi yokuş aşağı iniyoruz. Arkadan gelen bir araba bize yetişti. Yoldaki arıza hasebiyle ağırlaştığımız zaman yetişen arabanın oku bir iki defa arkadan arabamıza çarptı. Burada muvâcehemde oturan resmî paşa Apollon Költer biraderler oturuyordu. Zavallı bu hadiseden çok korktu. Haklı, karanlıkta adamın başı gözü gidecekti. Bu sebeple elini dışarı uzatıp öne arkaya kumanda vermeye mecbur kalmıştı. Bu hale de hep beraber gülüyorduk. İstasyon ciddi surette göründü. Dakika dakika yaklaşıyoruz. Soğuk ziyade, ellerimizi ovuşturmakla ısınmak çaresi arıyoruz.
(115) Saat 4’e10 kala. İstasyona girdik. Her taraf karanlık. Bir tek lâmba yanıyor. Vagona dâhil olarak geceyi geçirmek için lâzım olan vesâiti ihzâra başladık. Kondüktörü bularak kompartımanı açtırdık. Yastık ve örtü getirterek kamara kapısını kilitleyip askıdaki yatağı açtım. Makine çalışmadığı için elektrik tek bir mum ziyasından istifade ediyorum.
Saat 05.00 yaka ve redingotu çıkarıp battaniyeye sarılarak yattım. Biraz sonra kapı vuruldu, uyandım. Yanlışlıkla biri kapı vuruyor, tam dalacağım zaman biri daha vuruyor. Velhasıl fasıla fasıla bu tâcizât devam etti. İyi olmuş da biz evvela geldik. Tren(de) bu suretle yer temin etmiştik. Yattığım yer yüksek olmakla ihtiyatla yatmak lazımdı. Ön tarafa takılacak kolanı takmamıştım. Bir aralık kendimi yerde buldum. Fena halde korktum. Allah muhafaza etti. Baş aşağı düşmemiştim. Ne olduğunu şaşırarak sersem bir halde kalktım. Kollarım ve dizlerim acımıştı. Kolum fena halde sızlıyor.
Müşkilâtla mumu yaktım ve aşağı kısma uzandım. Fakat sızıdan sabaha kadar müteessir oldum. Dışarıda da gürültü eksik olmadı. Bütün gece her tarafta bir faaliyet mes’mû oluyordu.
Zât-ı Şehriyârî uluvv ü merhamet-i mülûkâneleri cümlesinden olarak Priştine fukarasına 200, mekâtibe 200, medreselere 200, Taşlıca’da yapılacak mektebe 200, Senice, Prizren, Yakova, İpek kazalarına verilmek üzere her birine 100’er lira ve medrese inşası için 5.000 lira ihsan buyurmuşlardır. Ayrıca güzergâh-ı hümâyûnda vukûa gelen tezâhürâtta zarar-dîde olan ashâb-ı zürrâa tevzî edilmek üzere 100 lira ihsan buyurmuşlardır.
Kosova Valisi’ne altın ve gümüş imtiyaz madalyası ihsan olunarak bizzat huzura kabul buyrulup görülen tertibâtın mükemmeliyetinden dolayı beyan-ı memnûniyet edilmiştir. Bu miyânda Selanik Valisi İbrahim Bey’le Hadi Paşa’ya da birinci ve Cavit Paşa’ya ikinci rütbeden Mecidî nişanları ihsan buyrulmuştur.
(116)
4 Haziran 327 Cumartesi Priştine
Kalkarak hazırlandım. Hava çoktan aydınlanmış. Kalabalık ne zaman gelmiş hayret. Kılavuz treni hazır edince gitmiş. Lazım zevâtla hademe ve Mûsika-i Hümâyûn efendileri eşyalarını yerleştiriyorlar. Avdet-i hümâyûndan haberdâr olan halk sokakları doldurmuş. Herkeste bir mahzûniyet var. Aşağı inerek arkadaşlarla buluştuk. Orada satılan sıcak sahlepten biz de birer fincan içerek ısındık. Priştine Mebusu etrafındakilere beyân-ı teessüf ediyor. Bize saat 03.00’te haber verdiler. Ahaliye biz şimdi ne diyelim? Yalancı çıktık. Yerli ahali ne ise, lâkin hariçten gelen misafirler var. Bu kadar köylü geldi, bunlara ne demeli diye esefleniyor, canı sıkılıyordu. Hakikaten manasız bir iş olmuştu. Fakat kim kime? İstikbal hazırlığı başladı. Asker, jandarma saf bağlıyor, her tarafta hummalı bir faaliyet bilhassa inzibatî tedbir fevkalâde. Bizler de vagon penceresinden bir daha görmek imkânı olmayan bu yerleri doyası seyir ve temaşa ediyoruz. Saat bire geliyor. Uzaktan askerî boru sesi işitildi. Ümerâ ve zâbitân ve asker ve eşrâf-ı belde, Belediye azaları yerlerini aldılar. Her taraf donanmış, çelenkler, tâklarla süslenmişti. Gerdûne-i Hümâyûn Musikânın selam havası içinde ve “Yaşa” nidaları arasında istasyona vâsıl oldu. Zât-ı Şâhâne arabadan inerek istasyonun dâhilinden bi’l-mürûr vagon-ı mahsûsa râkib oldular. Maiyet-i mülûkânede mahâdîm-i şehriyârî hazerâtı, Sadrâzam, Harbiye, Dahiliye, Maarif nazırlarıyla, serkarîn, başkâtip, seryâver ve üçüncü mâbeyinci İbrahim Bey ve diğer yâverân mevcuttu. Hükümdar vagon penceresinden halkı selamlayarak “Cümlenizi Allah’a emanet eyledim. İnşallah yine görüşürüz” buyurdular. Musikâ tekrar selam verdi. “Yaşa yaşa” nidaları ve alkışlar arasında tren hareket etti. Mevâki-i lâzımeden toplar atılıyor, hükümdarın şehre vedaı ilan olunuyordu.
Saat 09.00 alafranga. Sabahın neşeli ve parlak güneşi içinde Selanik’e doğru gitmekteyiz.
Ek-II. Kosova Ovası’nda Okunan Arapça Hutbe ve Tercümesi[45]
Hamd Allah'a mahsustur; O ki İslâm dinini Âl-i Osman'ın hilâfetiyle günümüze kadar destekledi; onları diğer krallara, sultanlara ve beldelere üstün kıldı; tevhidi ve imanı yaydı. Şânı ne yücedir o (Allah'ın) ki, meşrutiyet yönetimini desteklemeleri, adalet ve ihsan dağıtmaları sebebiyle Âl-i Osman'ı seçkin kıldı. Biz şahâdet ederiz ve ben de şahâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur; O ki şeriatın ve Kur'ân'ın hükümlerine sımsıkı sarılanlara kalıcı desteğiyle zafer ihsan etti; (Peygamber'inin) ümmetini, mizan gününe kadar doğru yol üzerinde sabit kalmakla müjdeledi."[47]
Ey kardeşler! Biliniz ki bu gününüz Cuma günüdür; sevinç günüdür, sizlerle Halifeniz, müminlerin emirini, muvahhitlerin gözlerinin aydınlığı, sultanımız, sultan oğlu sultan, Sultan Mehmed Reşad Han'ın bir araya geldiği gündür. O size muhabbetini, iltifatını ve inâyetini göstermek; gece gündüz küçük ve büyük her birinizin üzerinde babalık ve şefkat nazarını sürdürdüğünü teyit etmek için geldi.
Ey necip topluluk! Nazarlarınızı maziye, Allah kelimesini yüceltmek ve Kur'ân'ın hükümlerinin yaşanabilirliğini, sonuna kadar, sürdürmek için Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşan bütün mücahitlere[48] çeviriniz. Tâ ki bu bozkırlarda geçmiş olan büyük meydan muharebesinin timsalini şuhûd ve yakîn gözüyle göresiniz. Duymaz mısınız babalarınızın ve dedelerinizin ruhlarını? Size sesleniyorlar, nerede çocuklarımız? Nerede haleflerimiz ve torunlarımız? Onlar ki Allah ve Resul'üne itaat konusunda ittifak ettiler ve mükinlerin emiri olan ve el-Melikü'l-Mennân (Allah)'ın Peygamber'inin halifesi olan yöneticilerinin buyruklarına uymada birlik ve beraberlik içinde oldular. Peygamber'imizin buyurduğu gibi: "Kim yöneticiye itaat ederse bana itaat etmiş olur; kim de yöneticiye isyan ederse bana isyan etmiş olur."[49]
Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş iseniz, memleketinizin imârı, ahvâlinizin ıslahı, aranızda ve hukukunuzda adalet ve eşitliği sağlama konularında devletimizin emirlerine ve sultanınızın davetine icâbet ediniz ki, ilim ve irfan ile rahat ve mesut olasınız. Birlik ve beraberlik ipine topluca yapışın![50] Bütün iman ehli arasında eşit olan kelime[51] konusunda parçalanmayınız. Allah'ın, kalplerinizi birleştirmek ve aranızda kardeşlik ve muhabbeti yaymak suretiyle size olan nimetini hatırlayınız. Nitekim O'nun bu nimetin sayesinde kardeşler olmuştunuz. [52]
Ey kardeşler! Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bir kul kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe ve kendisi için istemediğini başkası için de istemiyor almadıkça iman etmiş olmaz".[53] Bir başka hadiste şöyle buyrulmuştur: "Müslüman Müslümanın kardeşidir. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımındadır".[54] Rahman'ın parlayan (delil)leriyle desteklenen Resulullah doğru söyledi.
Ek-III. Kosova Ovası’nda Kılınan Cuma Namazı Sonrasında Sadrâzam İsmail Hakkı Paşa Tarafından Okunan Sultan V. Mehmed Reşad’ın Nutku[55]
Hüdâvendigâr-ı Gazi hazretlerinin devletin satveti uğrunda hayat-ı kıymetdârını terk ve feda eylediği yere gelerek meşhed-i mubareki ziyaret ve devletimin teâlî-i şevketi uğruna vakf-ı hayat misâkını tekrar eyledim. Hüdâvendigâr-ı Gazi hazretlerinin hatırâtıyla mâlî bir kıt’ada sene-i sâbıkada sefk-i dimâ vukûu beni dil-hûn etmiş idi. Fakat bunun müfsidlerin teşvikâtından ileri gelmiş olduğunu bu seyahatim esnasında tebaamdan gördüğüm me’ser-i sadâkat-kârî nazarımda isbat eylemiştir. İşte bu sebebe binâen hâdisât-ı zâileden maznûn ve mahkûm olanların kanun-ı mahsusunda müsait şerâit dairesinde mazhar-ı afv-ı şâhâne olduklarını ilan ederim. Kan gütmek âdeti memleketi mesâibe dûçâr etmekte olduğundan bunun ref’ ve lağvını bî-kudret medyûnların verecekleri deynlerin ceyb-i mülûkânemden tesviyesni irâde ederim. Arnavud evlatlarımın cümlesi necâtın kanuna itaatde olduğunu takdir ederek bunun hilâf-ı ilkââtda bulunacak fesedeye ittibâ eylemezler ve kan gütmek âdetini terk ile haklarını kanunda ararlar ise Hüdâvendigâr-ı Gazi hazretlerinin rûh-ı şerîfi mesud olacaktır. Hemen millet ve devletimin teâlî ve saadeti hakkındaki dualarımın nezd-i ilâhîde karîn-i kabul olmasını Hâlık-ı âzamdan tazarrû ve niyaz eylerim.
Ek-IV. Sadrâzam İsmail Hakkı Paşa’nın Nutku[56]
Arnavut Kardeşlerim! Şimdi biraz da beni dinleyin. Bugün büyük, pek büyük bir gündür. Bu devletin Rumeli’de yerleşmesine sebep olan muharebe burada oldu. Kosova Muharebesi’dir ki, devleti Rumeli’de yerleştirdi. Bu noktada bir padişahımız şehid oldu ki, hûn-ı şahâdeti hanedân-ı saltanatımızın Arnavutluğa ebedî bir yâdigârıdır. Bugün Allah’a şükürler olsun, Padişahımız geliyor, kendi ceddinin meşhedini ziyaret ediyor. Bu kadar Müslüman’ı yalnız senede bir defa Kâbe-i Muazzama’da görürsünüz. İşte bugün Kosova Sahrası ikinci bir Arafat oldu. (Alkışlar, Padişahım çok yaşa sadâları). Fakat Padişahımızın dediği gibi geçen sene hepimizin gücüne giden bir şey oldu. Bu memlekette Müslüman kanı döküldü. Müslüman Müslüman’ı öldürdü. Bu olacak şey değildir. Hepimiz mahzun olduk. İnşallah bundan sonra bir daha böyle olmaz. Bu fenalıklar bütün Arnavutların değil, bazı câhillerin eseri idi. Ama bu cehâleti edenlerin dahi hepsinin Padişahımıza ve Devlet’e sâdık olduklarından emin idim. Hattâ ben Meclis-i Mebusân’da söylemiştim. Demiştim ki Arnavutluk Padişahımızın tacının en kıymetli bir pırlantası, bir cevheridir. Arnavutlar Padişah’a Devlet’e can vermeye hazırdırlar. (Hazırız, hazırız sadâları). Bunu laf olmak üzere söylemedim. Allah için ben böyle gördüm, böyle biliyorum, böyle şahidim.
Arkadaşlar! Sizin iki kabahatiniz var: Biri cehâletiniz. Kim ne söylerse ona inanıyorsunuz, fâsitlere kanıyorsunuz. Bir millette iyi de vardır, fena da. Allah’a çok şükür fenalar azdır. Lâkin eğer inanırsanız bir fena yüz iyiyi bozabilir. Ben gelsem size fena bir şey yapınız desem yapmayınız. Büyük bildiğiniz adamlar da fena nasihat verirlerse inanmayınız. Ama siz onları büyük biliyorsunuz. Halkı fenalığa sevk eden büyük olmaz. Fenalar daima küçüktür. Büyük olan halkı iyiliğe götürendir. Fena nasihatler verenler yerin dibine geçsin. (Kahrolsunlar sadâları). Padişahımız Efendimiz emrediyor artık fâsit adamlara uymayınız.
İkincisi kan gütmek: Bir kimse diğerini öldürüyor. Bu bir felâkettir. Bunun yüzünden yüzlerce bî-günah insan biri birini öldürerek gidiyor, kurban oluyor, felaket de yüz kat artıyor. Buna ne Allah, ne şeriat, ne kanun razıdır. Padişahımız ferman buyuruyorlar ki, artık bu kan gütmek âdeti de bitsin.
İşte böyle bir günün hürmetine Padişahımız yine emrediyor ki, geçen sene olan isyan ve netâyici unutulsun, hatırlarda kalmasın. O da ne ile olur? Bu isyandan dolayı hapse girenler çıkacak, kaçanlar gelip silahlarını teslim ederek dehâlet edince afvolunacak. Çoluk çocuklarını bulacaklar. Bunun için bir kanun neşredilecek, okur tafsilâtını anlarsınız. İnşallah bundan sonra bu memlekette kardeşkanı döküldüğünü görmeyiz. (İnşallah, inşallah sadâları). Bir de şimdiye kadar bir takım adamlar diyet vermemişler. Padişahımız 30.000 lira ihsan ediyor. Bunun da kanunu çıkacak, komisyonlar teşkil olunacak, onlara bakılacak, bu diyet işleri temizlenecek. (Padişahım çok yaşa sadâları). Onun için ben de size velî-nîmet efendimizin emirlerini tebliğ ediyorum: Fena adamlara uymayın, şunun bunun sözlerine kapılmayın, her şeyde kanuna müracaat edin. Necat kanundadır!
Biz daima bir olursak, kuvvetli bulunursak, kimse bize fenalık edemez. Fakat öyle nifak ve şikak içinde bulunur, biri birimizi boğazlarsak kurtlar, kuşlar bizi yer. Onun için fena adamlara, müfsitlere kanmayınız. Bu memleket inci gibi bir memlekettir. Rumeli’nin en güzel yerlerindendir. Padişahımızın emrettiği gibi çalışırsanız refaha mazhar olursunuz. Bu memleket de mamur olur. Hükümetin de memleketimizin mâmuriyeti için tasavvurları vardır. İnşallah az vakitte pek güzel işler yapılacaktır. Padişahımız Efendimiz bu namazda sizler için ve bi’l-cümle Memâlik-i Osmaniye için dua etti. Cenab-ı Allah dualarını kabul buyursun. (Gayet sürekli ve medîd âmin ve Padişahım çok yaşa sadâları).