Konuşmama başlamadan önce, çok önem verdiğim bir noktaya, müsaadenizle, temas etmek istiyorum.
Babam, Mustafa Kemal’in komutası altında memleketini kılıcı ile savunurken, 4 kardeşi ile birlikte, ben henüz 6 aylık iken, Çanakkale’de şehit düştü. Ben de Türk tarih ve medeniyetine dâir yazdığım kitaplarla hem ilim yapmaya çalıştım, hem de kalemimle tek Türk devletinin manevi müdafaasını yaptım ve ömrüm oldukça yapmaya devam edeceğim.
İleride, tarihten silinmek istenen Türklüğü kurtaran bir kahraman olarak karşımıza çıkacak olan Mustafa Kemal’in adı geçmişken, onun hakkındaki aynı zamanda hayatıma yön veren küçük bir hatıramı anlatmama müsaadenizi rica edeceğim:
Yıl 1931. İlk kısmında öğrenci bulunduğum Gazi Eğitim Enstitüsü’nün konferans salonu, o zaman Ankara’da bulunan tek büyük salondu. Konferanslar çok defa burada verilirdi. O zaman sadece Gazi ünvanı ile çağrılan Mustafa Kemal de ekseriya bu konferanslara şeref verirdi. Biz öğrenciler, konferansları dinlemekten ziyade, daha sağlığında efsanevi bir kahraman haline gelen onu görebilmek için gelirdik.
Gazi Mustafa Kemal, arkeolog Alman profesörü Von der Osten’in bir konferansını da dinlemeye gelmişti. Almanca yüksek sesle ve heyecanla konuşan profesörün hali ve tavrı şahsen beni çok etkilemişti. Buna karşılık, Mustafa Kemal’in hocalığını yapmış olan General Naci İldeniz’in ince ve hafif bir sesle yaptığı tercümeyi görünce, “ileride İlim adamı olursam, ben de Alman profesörü gibi davranacağım, onun gibi yüksek sesle ve heyecanla konuşacağım” diye kendi kendime söz verdim. Üniversite öğrenciliğim ile birlikte yarım asra varan yetişme ve öğretim hayatımda, kendi kendime verdiğim bu söze bağlı kaldım[1]. Ama size bu konuşmayı yaptığım sırada 73 yaşına gireli 6 gün oldu. Bu sebeple, yüksek huzurunuzda, müsaadenizle, oturarak konuşacağım. Eğer prensiplerime bağlı kalmayarak, yüksek sesle ve heyecanla konuşamazsam kusuruma bakmayın, yaşlılığıma bağışlayın.
Bizler, Atatürk devrini idrak eden son mutlu nesliz. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü gibi dünyaca tanınmış bir bilim adamının takdirini kazanan öğrencisi olmak, şahsen bu mutluluğumu daha da artırmaktadır. Biri siyaset ve askerlik alanında, öteki ilim ve fikir alanında dâhi olan bu iki büyük adamın zamanında yaşamak, son derece büyük bahtiyarlıktır. Zaten, ikisinin de etkisini üzerimizde dâima hissederdik. Onlar bizim için şevk ve heyecan kaynağı idiler. Son olarak, şunu da ilâve edeyim ki, Türk tarihinin hayranı, Türk tarihçilerinin takdırkân ve hâmisi[2] olan Büyük Atatürk sağ olsaydı, Selçuklu Devleti’ne dâir yaptığım bu konuşmaları mutlaka şereflendirirdi.
Bu ufak girişten sonra, Selçuklularla ilgili, daha açık deyimiyle, Selçuklu Devleti ile ilgili seri konuşmalarımın üçüncüsüne, müsaadenizle başlıyorum. İkisi de yayınlanan bundan önceki iki konuşmamın birincisinde Anadolu’nun Türk vatanı oluşunu anlattım[3]. Böylece, devletin iki temel unsurunu, insan ve ülke unsurunu ele almış oldum. İkinci konuşmamda devletin türlü meselelerine dâir geniş bir giriş yaptıktan sonra, Selçuklu devletinin hukukî ve medenî bakımlardan değerlendirmesini yatım[4].
Bu konuşmamda Selçuklu Devleti’ni tarihî ve siyasî bakımdan ele alacağım.
Tarih metodolojisi her geçen gün gelişmektedir. Herhangi bir konuyu İncelerken metedolojik esasları dikkatle gözönünde bulundurmak lâzımdır. Meşhur İslâm hukukçusu Luis Gardet’nin bir eserinin önsözünde dediği gibi, İslâm Hukuku’na değirmene girilir gibi girilmez. Türk âmme hukuku konusu olan Selçuklu Devleti’ne elinizi konuluzu sallayarak giremezsiniz. Meselâ, tarih metodolojisini uygularken, artık bilgi üretimi ile yetinilmemekte; üretilen bilgi, tabiri câizse, Fikir ve görüş üretiminde kullanılmaktadır.
Bir misâl daha verelim:
Yeni tarih metodolojisine göre, dış tezâhürler olan siyasi ve askeri hâdiseler, artık ayn konular olarak ele alınmamakta; huzurunuzda yaptığım konuşmada olduğu gibi, iç tarih konularında malzeme olarak kallanılmaktadır. Şimdiye kadar genellikle Türk devletleri, özellikle Selçuklu Devleti bu şekilde ele alınmamış; ele alındığı zaman da, Osmanlılardan öte geçilmemiştir[5]. Osmanlı öncesi Türk devletleri, hele Selçuklu Devleti hemen hemen hiç ele alınmamıştır[6]. İlk defa biz Selçuklu Devleti’ni bir iç tarih konusu, medeniyet tarihi konusu olarak ele alıyoruz.
Dünya tarihinin, en eski zamanlardan zamanımıza doğru gittikçe hızlanan bir akışı vardır. Tarihi devirleri dikkate alırsak, eskiçağ ortaçağdan, ortaçağ yeniçağdan, yeniçağ yakınçağdan daha uzundur. İçinde bulunduğumuz zamanda çağlar artık birbirini asırlarla değil, âdeta yıllarla takip ediyor, ve tarihçi olarak ne ad vereceğimizi şaşırıyoruz: Atom çağı, arkasından Uzay çağı, onun arkasından Bilgisayar çağı vs. birbirini kovalıyor; bir çağ bitmeden yeni bir çağ başlıyor.
Bunun yanında tarihin belli bölgelerde, belli çağlarda, belli milletler için de bir akışı vardır. Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için bu akışı sözkonusu etmek gerektiği fikrindeyiz. Ortaçağda, Orta ve Yakın Doğu’da tarihin Türklük bakımından akışını:
1 — İslâm,
2 — Bizans,
3 — Avrupa’yı dikkate alarak bir değerlendirmesini yapalım:
1—Konumuzu doğrudan doğruya ilgilendirmediği için, tarihin Türklük bakımından İslâm’da akışı üzerinde fazla durmayacağız. Bu akışın gittikçe hızlanarak, Türkler’in İslâm dünyasının pek büyük bir kısmını hâkimiyetleri altına aldığını, İslâmiyeti iç ve dış düşmanlara karşı savunduklarını belirtmekle yetineceğiz[6a]. Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında, İslâm’da Türk hâkimiyeti dünya ve Türk tarihi bakımlarından olduğu kadar, bizzat İslâm tarihi bakımından da bir dönüm noktasıdır. Zira, bâzı Türk tarihi uzmanlarının belirttikleri gibi, Türkler olmasaydı İslâm dünyası XX. asırda Osmanlı hâkimiyetinin sona erdiği zaman düştüğü duruma, daha XI. asırda düşerdi[7]. Zaten, İslâm’da Arap hâkimiyeti sadece 3,5 asır sürdüğü halde, Türk hâkimiyeti 10 asırdan fazla sürmüştür.
2 — Tarihin Türklük lehine ve Bizans aleyhine akışına gelince; başlangıçta Bizans İmparatorluğu’nu Doğu’dan İran’da hâkim Sâsâniler, daha sonra Güney Doğu’dan Araplar sıkıştırırken, Batı’da türlü adlarla Türk soyundan kavimler sıkıştırdılar. Daha sonra, Doğu’dan Müslüman Selçuklu Türkleri, Batı’dan Şâmânî veya Budist Türkler sıkıştırmaya başladılar.
Daha önceki sıkıştırmalar sırasında Araplar Suriye’yi, Kuzey Afrika’yı ve Ispanya’yı almak suretiyle, Bizans İmparatorluğu’nun, tabiri caizse, kolunu kanadını koparmışlardı. Bizans’la mücadelenin bu safhasında Selçuklular Anadolu’yu fethetmek suretiyle aynı imparatorluğun gövdesini ele geçirdiler. Tarihin Türklük lehine ve Bizans aleyhine gittikçe daha büyük bir hızla nasıl aktığı dikkatinizi çekmiştir sanırım. Zira, zaman tünelinde geriye doğru giderek, bu safhada durup ileri doğru bakmak mümkün olsa, Bizans’ın kaderini artık Türkler’in tayin edeceği sonucuna varılabilir. Nitekim, böyle olmuştur. Buna bir nevi tanhı determinizm denebilir. Bu safhadan sonra Bizans’ı Doğu’dan da Batı’dan da sıkıştıranlar, Selçukluların devamı olan Müslüman Osmanlılardır. Osmanhlar Bizans’ın başını da kopararak, onu tarihten silmişlerdir.
3— Tarihin bundan sonraki akışı daha ziyade Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nun Batı ile münasebetlerini ilgilendirir. Çünkü, bu imparatorluğun yönü Batı’ya dönüktür. Osmanlı İmparatorluğu, Bakü’yü alarak Hazer Denizi’ne kadar ulaşmışsa da, Orta Asya yolunu açık tutmak için fazla çaba göstermemiştir. Don nehri ile Volga nehri arasında kanal açma teşebbüsü de yanda kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu o sınırsız gücüyle Orta Asya yolunu açsaydı, buradan gelecek yeni Türkmen/Oğuz kitleleri ile yalnız Anadolu değil, Orta Avrupa’ya kadar bütün Balkanlar Türkleşebilirdi.
Osmanlı İmparatorluğu eleman kıtlığını orijinal bir buluşla telâfi etmeye çalıştı: Küçük yaştaki Hristiyan çocuklarını Türk ve İslâm terbiyesine göre yetiştirerek, onlardan orduda yararlanmak yolunu tuttu. “Yeniçeri” adını alan bu hassa ordusu mensuplan, başlangıçta devlete iyi hizmet etmişlerse de, duraklama ve gerileme devirlerinde seferlerden ve akın- lardan yeteri kadar ganimet gelmemeye başlayınca, gözlerini dıştan içe çevirmişler; meşhur tabiriyle, kazan kaldırarak, kendi soylanndan olmadıkları için, saygı duymadıkları Osmanlı hükümdarlanndan istemediklerini tahttan indirip, istediklerini tahta çıkarmışlardır. Amaçlan cülus bahşişi almaktır. Bu yüzden, her yeni hükümdann tahta çıkanlışında Osmanlı hazîneleri âdeta boşalıyordu. Böylece yeniçeriler, tarihin Osmanlı Devleti aleyhine akışında da rol aynamışlardır. Nitekim, sonradan kaldırılmışlardır[8].
Konumuzla doğrudan ilgili olmayan bu hâdiseyi anlatmaktan maksadımız, tarihin Osmanhlar aleyhine akışının mukadder âkıbete vanp varmayacağını tesbit edebilmektir. Gerçekten, tarihe 1293 Türk-Rus savaşı olarak geçen savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesiyle neticelendi. Durup dururken Osmanlı İmparatorluğu savaşa sokan Midhat Paşa, imparatorluğun büyük bir felâkete uğramasına sebep oldu[9]. Hele İkinci Meşrutiyet hareketinden sonra tarihin Türklük aleyhine son derece süratli akışı, bu kanaati uyandırmaktadır. Genç kurmay subay Mustafa Kemal’in ikazlarına rağmen, İttihat ve Terakki Fırkası’nın başında bulunan acemi politikacılar, Balkan Savaşı’ndan yeni yenik çıkmış Osmanlı İmparatorluğ’nu, esas itibariyle sömürgeci Avrupa büyük devletlerinin kendi aralarında hesaplaşmalarından ibaret olan Birinci Dünya Savaşına soktular[10] ve 1908 — 1918 yılları arasında 10 yılda 10 misli toprak kaybedilmesine sebep oldular". Bu, tarihin en süratli akışıdır. Benzerine rastlamak güçtür. İşin daha da kötüsü, Türklüğün tarihten büsbütün silinmesi tehlikesinin belirmesidir. Tarihin Türklük aleyhine akışı bu safhaya gelince, bunu Türklük lehine çevirmek çok güçtür. Tarihte son derece nâdirdir. Bu mucizeyi, Türk milletinin başına geçen Gazi Mustafa Kemal gerçekleştirmiştir: O, tarihin Türklük aleyhine akışını Türklük lehine çevirmiş, biraz sonra anlatacağımız gibi, Anadolu Selçuklu Devleti sınırlarını esas alan yepyeni milli bir devlet kurmuştur. Bu yeni devlet ile asıl konumuz olan Selçuklu Devleti arasında böylesine derin bağ vardır. İşte bu sebeple tarihin Osmanlı devrindeki akışını da kısaca dile getirdik.
Anadolu Selçuklu Devleti’ni tarihî ve siyasî bakımdan daha iyi anlamak ve anlatabilmek için onun sadece tarihin akışı içindeki yerini söz konusu etmek kâfi değildir. Bu Türk devletini, kurulduğu ülke tarihi bakımından da ele almak lâzımdır. Konuyu bir soru ile ortaya koyalım:
Selçuklu Devleti’nin kendisinden önce Anadolu’da kurulmuş devletler arasındaki yeri nedir? Daha açık deyişle, aralarında ne fark vardır?
Selçuklu Devleti’nden önceki Anadolu tarihi, başka bir münasebetle belirttiğim gibi, üç noktada özetlenebilir[12].
1 — Daha en eski çağlardan itibaren birçok kavimler ve devleder Anadolu’ya akınlar yapmışlar veya burasını baştan başa geçerek başka ülkelere gitmişlerdir. Bir kısmı da burada devletler kurmuşlardır. Baştan başa geçenler veya akın yapanlar arasında Türklükleri ileri sürülen Etriiskler ve Sakalar, hâlis Türk olan Hunlar da vardır. Batı’dan gelip geçenler, MakedonyalI İskender ile Haçlılardır. Bu jeopolitik ve stratejik durumu dolayısıyla Anadolu, Kavimler köprüsü olarak adlandırılır ve çok el değiştirmiştir.
2 — Anadolu, payitahtları bu ülkenin dışında veya ucunda olan imparatorlukların uzun süre eyâleti olarak kalmıştır. Anadolu bu sıfatla, bilhassa Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının bel kemiğini teşkil etmiştir.
3 — Devlet ve hükümet merkezleri Anadolu’nun içinde bulunan birçok devlet kurulmuştur. Bunların en büyüğü ve uzun ömürlüsü Hitit Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti’dir.
Selçuklu öncesi Anadolu tarihinin özelliği, burada aynı zamanda birden fazla devletin kurulmuş bulunmasıdır. Hititler bile Anadolu’nun bütününe hâkim olamamışlardır. Urartu, İyonya, Frigya ve Lidya burada kurulmuş krallıkların bazılarıdır.
Anadolu kapılarını Türklüğe açan 1071 Malâzgirt zaferinden sonra da, bu geleneğe uygun olarak, bu muharebenin geçtiği yerden Batı’ya doğru, çok sevdiğim bir deyişle, gittikçe büyüyen inci taneleri gibi, Türk devletleri kurulmuştur. Bunlar Erzurum’da Saltuklular (1071-1201), Erzincan’da Mengücekler (1071-1228), Sivas’ta Dânişmendliler (1071-1174), Konya-İznik ve tekrar Konya’da Selçuklu devletleridir. Bunlara Diyarbakır Türk Artuklular Devleti’ni (1101-1231), Ahlat’ta Sökmenler Devleti’ni (1100-1207) ve başkalarını ilâve edebiliriz[13]. Böylece, inci gerdanlığı tamamlanır.
Bu devletler varlıklarını devam ettirselerdi, Anadolu’da ne parlak bir medeniyet kurulabilir, ne de son derece yüksek bir ekonomik gelişme sağlanabilirdi. Hattâ, bütünlükten yoksun olduğu için, daha önce olduğu gibi, Anadolu’yu elde tutmak güçleşebilirdi. Bununla Türklerin herkesçe bilinen cesaret ve kahramanlıklarının bile, bütünlüğü sağlanmamış Anadolu’yu muhafaza etmek için yetmeyebileceğini söylemek istiyoruz.
Böylece, yaptığımız oldukça uzun, fakat zarurî bir Giriş’ten sonra asıl konumuza gelmiş bulunuyoruz.
Bize göre, 1073[14]; Prof. Osman Turan’a göre, 1075[15]; Batılı âlimlere göre, 1078[16] yılında kurulup, 1308 yılında sessizsedasız tarih sahnesinden çekilen, daha doğrusu Büyük Alâeddin Keykubad’m (1219-1236) yerine geçen oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev (1236-1246) gibi zayıf hükümdar zamanından itibaren İran Moğollan hâkimiyeti altına giren ve onlar tarafından ortadan kaldırılan (1308) Selçuklu Devleti başlıca üç devreye ayrılabilir:
1 — Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun vassal (tâbi) 1 olduğu devre (1073-1157),
2 — Bağımsız olduğu devre (1157-1243),
3 — İran Moğollarının hâkim olduğu devre (1243-1308)[17].
Burada bizi bilhassa t. ve 2. devre ilgilendirmektedir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin iki kurucusu Süleymanşah (1072-1086) ile I. Kılıç Arslan (1092-1106), Devlet daha Anadolu’da sağlamca yerleşmeden, Güney-Doğu’ya ve Doğu’ya doğru genişleme siyaseti takip etmişler ve hayatlarını bu siyaseti gerçekleştirmeye çalışırken kaybetmişlerdir[18].Bundan ders aldıkları anlaşılan halefleri, devletin siyasetinde değişiklik yaparak, gözlerini Anadolu’nun dışından içine çevirmişlerdir.
Selçuklu Devleti’nin dıştan ve içten gelen hücumlara karşı bir seri savunma ve varlığını koruma savaşları vermesi, bu siyaset değişikliğinin ne kadar yerinde oluduğunu göstermektedir.
Daha devletin kurucularından I. Kılıç Arslan, 1080 yılında İznik’e yerleşmesinden kısa bir müddet sonra, başında bulunduğu devleti Haçlılar’a karşı korumak için Anadolu’da üç yerde, payitaht İznik önünde, Eskişehir civarında ve Konya Ereğlisi’nde üç meydan muharebesi vermek zorunda kaldı. O, uyguladığı gerilla savaşları ile Haçlılarda büyük can ve mal kaybına sebebiyet verdi ise de, onların Anadolu’yu baştan başa geçerek, Islâm Dünyası’nın ortasında adacıklar halinde devletler kurmalarına mâni olamadı[19]. Üstelik, payitaht İznik ile beraber bütün Batı Anadolu’yu Bizans’a kaptırdı. Selçuklu Devleti de 110 yıl süre ile bir kara devleti olarak kaldı. 2. ve 3. Haçlı Seferleri de Anadolu Selçuklu Devleti’ni uğraştırdı ise de, 1. Haçlı Seferi kadar başarılı olamadı[20]. Bu 110 yılda Selçuklu Devleti büyük güçlüklerle karşılaştı[21].
Devletin kendi varlığını korumak için yaptığı meydan muharebelerinden ikisi son derece önemlidir. Bunlardan biri Bizans İmparatorluğu’na karşı, öteki ise Hârezm-şah Celâleddin’e karşı (1220-1231) yapılmıştır.
Selçuklu Devleti’ni yıkıp Türkler’i Anadolu’dan atmak için bir asırdan fazla (105 yıl) beklemiş olan Bizans İmparatorluğu, Manuel Komnenos zamanında bütün gücünü toplayarak, II. KılıçArslan'ın (1156-1192) başında bulunduğu Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı birden hücuma geçti. Göller bölgesinde Miryokefalon adlı yerde 1176 yılında geçen çetin bir savaşta, Bizans İmparatorluğu yenildi ve Anadolu’nun Türkler’in vatanı olmasını kabul etmek zorunda kaldı[22].
Alâeddin Keykubad’ın Hârezmşah Celâleddin’e karşı 1230 yılında ka-zandığı Yassı-Çimen Meydan Muharebesi ile bir Türk hükümdarından devlete gelen tehlike önlendi[23].
İkinci safhaya geçiyoruz:
Selçuklu hâkimiyeti altında Anadolu birliğini ve bütünlüğünü kurmak şeklinde formüle edilebilecek olan bu siyaseti gerçekleştirmek, devletin, varlığını korumak için yaptığı meydan muharebeleri kadar önemlidir. Daha doğrusu, birbirini tamamlamaktadır.
1175 yılında Selçuklu Devleti’nin amansız rakibi Türk Danişmendliler Devleti’ni ortadan kaldırmak, bu yolda atılan ilk adımdır. Bunu gerçekleştiren, yukarıda adından bahsettiğimiz II. KılıçArslan’dır[24].
Halefi ve oğlu I. Gıyâseddin Keyhüsrev (1192-96;1204-1210) 1207 yılında Antalya’yı, onun oğlu I. İzzeddin Keykâvus da (1210-1219) 1214 yılında Sinop’u fethederek, aynı siyaseti devam ettirdiler[25].
Akdeniz ve Karadeniz’e açılan bu iki pencere, yalnız Anadolu’nun Selçuklu hâkimiyeti altında birleştirilmesi bakımından değil, devletin ekonomik gelişmesi bakımından da son derece önemlidir.
Anadolu’yu Selçuklu hâkimiyeti altında birleştirerek, bütünlüğünü sağlayan, Büyük Alâeddin Keykubad’dır. O, Erzincan Mengücekler Devleti’ni, Saltuklann yerini almış olan Erzurum Selçuklu Kolu’nu ortadan kaldırmakla yetinmedi; Doğu ve Güney Doğu’daki birçok şehir ve kaleleri fethetmek suretiyle bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını çizmiş oldu (Diyarbakır oğlu ve halefi II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında fethedildi).
O, aynca Akdeniz sahillerindeki Kalonoros (Alâiye), Alana vs. gibi kaleleri fethetti. Anadolu’nun Akdeniz sahilinin fethini de tamamladı[26].
Trabzon’daki ve İznik’deki Rum devletlerinin, Çukurova’daki Ermeni Devleti’nin, Selçuklu Devleti’nin vassallan olduktan gözönünde bulundurulduğu taktirde, Anadolu Selçuklu Devleti’nin bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlannı bundan 7-8 asır önce çizmiş olduğu ortaya çıkar. Selçuklu Devleti bütünlüğü sağladıktan sonra, Anadolu bir daha el değiştirmeyerek, Türkiye Cumhuriyeti adlı —her bakımdan süratle gelişen— bir devletin ebedi ülkesi oldu.
Selçuklu Devleti çöktükten sonra Anadolu’da birçok Türk devletleri kuruldu. Anadolu halkının pek büyük çoğunluğunu Türkmenler (Oğuzlar) teşkil ettiği için, kurulan bu devletler aynı sosyal, kültürel ve ekonomik yapıya sahip idiler. Aynı dine mensuptular. Aralarında derin farklar bulunmayan bu devletleri Osmanlı İmparatorluğu kolayca ortadan kaldırarak kendi hâkimiyeti altında Anadolu birliğini tekrar sağladı. Çünkü, sosyal, kültürel, ekonomik ve dinî birlik olduktan sonra, siyasi bölünmeyi ortadan kaldırmak güç değildir. Osmanhlar, Selçuklu sınırlarına ulaştıktan sonra Bakü’ye kadar, Azerbaycan’ı ve bugünkü Irak dâhil bütün Arabistan’ı ve başka ülkeleri de fethettiler. Bu arada Selçuklular zamanında Selçuklu Devleti’nin vassalı olduğunu gördüğümüz Trabzon Rum Devleti’ni ve Ermeni Devletini de ortadan kaldırdılar. İznik Rum Devleti çok önce-den ortadan kaldırılmıştı.
Böylece, Anadolu bu defa payitahtı bu ülkenin ucunda, İstanbul’da olan büyük bir cihan imparatorluğu’nun eyâleti haline geldi.
Aslında konuşmam burada bitiyor. Fakat, bana birkaç dakika daha müsaade ederseniz, Selçuklu Devleti zamanında bütünlüğün verdiği müsait imkânlarla gelişen ekonomi sayesinde o zamanın, hattâ şimdiki dünyanın en zengin ülkesi olan Anadolu’nun bir Osmanlı eyâleti olarak ne duruma düştüğünü belirtmek istiyorum.
Osmanlı İmparatorluğu, ayrıca sözkonusu ettiğim Türk devlet anlayışının tabiî neticesi olarak, sınırlan içinde yaşayan, bütün insanlan, Türk soyundan olup olmadıklarına bakmaksızın, refah ve huzur içinde yaşatmak amacını güdüyordu. Hattâ, duraklama ve gerileme devrelerinde Anadolu’nun insan ve servet kaynaklannı, İmparatorluğu ayakta tutma yolunda bir mirasyedi gibi harcıyordu. Bu yüzden, Mustafa Kemal bu son vatan parçası Anadolu’yu kurtarmak için buraya geçtiği zaman, âdeta boş bir kovan ile karşılaştı.
Halbuki, Batılılar bunun tam aksi bir siyaset takip ediyorlardı. Meselâ, içlerinde tipik bir sömürgeci devlet olan İngiltere, sömürgelerindeki birikmiş serveti, Türkiye’nin üçte biri kadar olan adalara yığıyordu. Türkiye kadar nüfusu olan İngiltere, hâlâ büyük devlet rolü oynuyor.
Osmanlı İmparatorluğu da Türk devlet anlayışını bir yana bırakarak, aynı siyaseti takip etseydi, Atatürk’ün işi, şüphesiz, çok daha kolaylaşırdı.
Böylece, Selçukluların çizdiği sınırlar içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, Atatürk’ün yaptığı işin büyüklüğü bir kere daha ortaya çıkıyor demektir. Görülüyor ki, Anadolu eyâlet iken, Selçuklu devri ile asla mukayese edilemez:
Moğolların Azerbaycan’a taşımakla bitiremedikleri serveti, Osmanlılar, İmparatorluğu ayakta tutabilme yolunda bitirdiler.
Yaptığım bu uzun, görünüşte dağınık konuşmada, Selçuklu Devleti ile Atatürk’ün kurduğu, merkezi Anadolu içinde Ankara’da bulunan Türkiye Cumhuriyeti arasında, sanıldığından daha fazla sıkı bir bağın bulunduğu görülmüştür sanırım. Bu itibarla, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun değil, Selçuklu Devleti’nin her bakımdan bir mirasçısı olduğu söylenebilir. Bundan çıkarılacak nihâi netice ise, Anadolu bütünlüğünü sağlayan Selçuklu Devleti sınırlarını aynen elinde tutan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Selçuklu devrinden zamanımıza kadar olduğu gibi, bundan sonra da ebediyete kadar yaşayacağıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Anadolu’yu tek başına kaldığı zaman ebediyete kadar nasıl elinde tutacağı, ayrı bir konuşma konusudur. Dünya ve Türk tarihinin ışığı altında geleceğe dönük bu önemli meseleyi de konuşma konusu yapmak, ilk görevimiz olacaktır.