Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, kuruluşundan bu yana kendisine sağlanan pek sınırlı parasal imkânlara rağmen, Atatürk’ün söylev, demeç, tamim, telgraf ve beyannamelerini toplayıp beş cilt halinde yayınlayarak Atatürk’ün biyografisi ve yakın tarihimiz üzerinde çalışacaklar için pek kıymetli bir koleksiyonu ortaya koymuş bulunmaktadır. Ne var ki Atatürk’ün bütün sözleri ve yazıları önceden tam olarak saptanmadan yayına başlandığı için bu beş cilde girmemiş pek çok malzeme de vardır. Gene bir ön saptama yapılmadığı içindir ki aynı gün söylenen bir söylev, verilen bir demeç ya da yazılan bir mektup veya telgraf ayrı ayrı cildlerde yer almış, bu da yayınlanan belgelerin kronolojik düzenini bozmuştur. Bugüne kadar yayınlanan beş ciltten sadece dördüncüsüne bir dizin konulup ötekilerinde dizin bulunmayışı da araştırıcılar için ayrı bir güçlük yaratmaktadır. Bütün bunları ortaya konan eserin değerini ve önemini küçümsediğimizden değil, fakat ilerki basımlarda gözönünde tutulması dileği ile bir öneri olarak söylediğimizi belirterek konumuza gelmek istiyoruz.
Biz, Atatürk’ün Büyük Nutuk’u üzerinde sürdürdüğümüz çok yönlü bir çalışma nedeniyle, eski gazete ve dergi koleksiyonlarım ve yerli, yabancı çeşitli türde kitapları dikkatle tararken beş ciltlik “Söylev ve Demeçler” dizisine girmemiş bir çok konuşmalarına, demeçlerine sohbet tarzında söylenmiş sözlerine rastladık. Bunların içinden, Türkiyenin ve Türk milletinin bütünlüğü ve millî çıkarları üzerindeki duyarlılığını, dış politikadaki tutarlı ve kararlı tutumunu ve Türk milleti için olduğu kadar bütün insanlık âlemi için de ne kadar yüksek idealler beslediğini yansıtan ve olaylara nasıl derin bir önsezi ve tarih bilgisi ve bilinciyle baktığını gösteren bir kaç tanesini seçerek yeniden gün ışığına kavuşturmak istedik.
Bunların hepsi çok eski yıllarda çeşitli yerlerde yayınlanmış fakat “Söylev ve Demeçler”e girmemiş, âdeta unutulmuş oldukları için, önce, bunlara ”Atatürk'ün Az Bilinen Bazı Konuşmaları” demeyi düşünmüştük. Fakat her birini bir kaç kez ve dikkatle okuduktan sonra hepsinin güncelliklerini koruduklarını, sanki günümüzde geçen bir olay üzerine söylenmiş gibi olduklarını ve bu nitelikleriyle milletimiz, özellikle Türkiyeyi yönetenler için bilinmesi gerekli öğütlerle dolu olduklarını hayranlıkla görünce, “Atatürk'ün Günümüz Olaylarına da Işık Tutan Bazı Konuşmaları” demeyi daha uygun gördük.
Konuşmalar tarih sırasına göre sunulmuş olup ayrıca gerekli görülen bazı açıklamalar ve notlar da eklenmiş bulunmaktadır.
I.
CUMHURİYET HALK PARTİSİ GRUP YÖNETİM KURULUNDA KONUŞMA
(22 KASIM 1924)
Genç Türkiye Cumhuriyeti henüz bir yaşını doldurmuştu ki ağır bir iç buhranla karşılaşıldı. O tarihte henüz Şapka Devrimi yapılmamış, Lâtin harfleri esasına dayalı Türk Alfabesi kabul edilmemiş, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmamıştı. Fakat Saltanatın ve Hilâfetin kaldırılmasına, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Şer’iye Mahkemelerinin lağv edilmesine, Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına gönderilmelerine ve Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabulü ile eğitimde lâiklik ilkesinin getirilmesine bakarak, kaldırılan eski düzene ve kuramlara çıkarları ya da duyguları ile bağlı olanlar bütün yurtta sinsi sinsi “Din elden gidiyor, Mustafa Kemal bizi gâvur yapacak” propagandasını[1] yayıyorlardı.
Öteyandan, “Milli Mücadeleye beraber başlıyan yolculardan bazıları, milli hayatın Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülatında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe (Atatürk’e) mukavemet ve muhalefete geçmişlerdi”[2]. Nihayet bunlar, 17 Kasım 1924 günü Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Parti programında yer alan (madde 6), “Fırka, efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkârdır” hükmü, âdeta, sinsi propagandacılara cesaret veren bir davetiye idi. Ayrıca İngilterenin Musul sorununu kendi lehine çözümlemek için genç Türkiye Cumhuriyetini iç gailelerle başbaşa bırakmak ve zayıflatmak amacıyla, özellikle doğu bölgelerimizde, kışkırtıcı ve bölücü çalışmalar içine girdiği de gözden kaçmıyordu. Kısaca özetlenen bu durum karşısında Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini ve Kurtuluş Savaşı başından beri elde edilen sonuçları iç ve dış tehlikelere karşı korumak için yeni yasal önlemlere ihtiyaç görüyor, Hükümeti yeni ve daha geniş yetkilerle güçlendirmek zorunluğuna inanıyordu. Ancak bunun için, önce kendi Partisine mensup milletvekillerini, dolayısıyla Grup Yönetim Kurulunu ikna etmesi gerekiyordu. İşte, aşağıda metnini sunduğumuz konuşma bu amaçla 22 Kasım 1924 Cumartesi günü, Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grupu Yönetim Kurulunda yapılmıştır.
Konuşmanın 22 Kasım 1924 günü yapıldığı Atatürk’ün “Bugün Başvekil İsmet Paşa istifa edecek, yeni kabineyi Ali Fethi Bey kuracaktır" demesinden anlaşılmaktadır. Gerçekten, Başbakan İsmet İnönü 22 Kasım 1922 günü istifa ettiği gibi yeni Hükümeti kurmakla Fethi Okyar’ın görevlendirilmesi de aynı günde olmuştur[3].
Burada belirtmek istediğimiz diğer önemli bir husus, Atatürk’ün alınmasını zorunlu gördüğü yasal önlemler konusunda Grup Yönetim Kurulunu ikna edememiş olmasıdır. Bunu sadece konuşma metnini bize ileten Avni Doğan[4]’ın anılarından değil, fakat bizzat Atatürk’ün bir açıklamasından öğrenmekteyiz. O, Büyük Nutuk’unda aynen şöyle demektedir : “Muhterem Efendiler, ciddi icabat üzerine, Hükümetçe fevkalade tedbirler alınması lüzumuna dair ilk izharı kanaat eylediğimiz zaman, bunu hüsnü telakki etmiyenler vardı”[5].
Atatürk, aşağıda görüleceği gibi, Grup Yönetim Kurulundaki konuşmasında “Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor” demektedir. Gerçekten de Meclis olağanüstü tedbirler alma zorunluğunu ancak, dış ve iç kışkırtmalar sonunda, Şeyh Sait isyanı[6] patlak verdikten, başka bir deyimle “barut ve kan kokusu” ortalığı sardıktan sonra anlamış ve Takrir-i Sükûn Kanununu[7] kabul ederek Hükümete geniş yetkiler vermiştir.
Şimdi, Atatürk’ün konuşmasını birlikte okuyalım:
"Efendiler, Sizi çok ehemmiyetli bir mes'eleye karar vermek için topladım. Memlekette menfi tahrikât son haddini bulmuştur. İstanbul matbuatı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının dini siyasete alet eden propagandası, şurada burada sinmiş olan mürtecilere cesaret vermektedir. Yer yer Cumhuriyet idaresi aleyhine ağır isnatlar ve iftiralar yapılmaktadır: "Din elden gidiyor, aile hayatımız, binlerce yıllık an'anelerimiz birbiri ardınca yıkılıyor, bu gidişle Garp medeniyetini alacağız diye dinimizden olacağız" yolundaki propagandaların tesirsiz kalacağını sanmak budalalık olur. Benim görüşüme göre yakın bir zamanda mukabil bir ihtilal ile karşılaşmamız mümkündür.
"Mevcut kanunlar, inkılaplarımızı ve henüz çok taze olan Cumhuriyetimizi korumaktan âcizdir. Hele, Birinci Büyük Millet Meclisinin dağılışı sırasında, Abdülkadir Kemalî Bey[8]’in Meclisçe kabul olunan (Masuniyet-i Şahsiye Kanunu)[9], icra organının ve emniyet kuvvetlerinin elini kolunu bağlamıştır. Zabıta kuvvetlerimiz, suçlunun yakasına sarılamıyor. Bunu yapabilmek için bir sürü kanunî formalitelere lüzum hissediliyor. Bu hâl, fesatçılara cesaret vermektedir.
“Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Bir çok müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız. Bu itibarla, vaziyeti Başvekil ile tetkik ettik, İsmet Paşa, ufukta görünen tehlikeleri önlemek için icra organını ve zabıtayı takviye eden bazı kanunî tedbirlere müracaatın zarurî olduğu kanaatindedir. Sîzleri bunun için topladım. Soruyorum size, büyük tedbirler alınmasına taraftar mısınız ? Büyük Millet Meclisi, bu kanunları kolaylıkla kabul eder mi ?”
Konuşmanın bundan sonraki bölümüne geçmeden önce, Avni Doğan şöyle demektedir: “Ortalığı sükûnet kapladı. İlk önce kim konuşmaya başlıyacaktı? Gazi Mustafa Kemal, Paşa, bir müddet bekledikten sonra, kendisine en yakın koltukta oturan Pirinççizade Feyzi Bey’e yöneldi: “—Feyzi Bey, ne düşünüyorsunuz? Açık ve samimî konuşmanızı istiyorum”, dedi. Halk Partisi İdare Kurulunun bütün üyeleri düşüncelerini söylediler. Konuşmalar iki nokta etrafında toplanmakta idi: 1) — Memlekette olağanüstü tedbirlere lüzum yoktur, ortalık gül gülistandır, 2) — İnkılâbı korumak için tedbirler almaya lüzum yoktur. Devrimler milletçe benimsenmiştir. Çoğunluk bu türlü tedbirlerin lüzumsuzluğu etrafında toplanmıştı. Gazi Mustafa Kemal, elindeki kâğıt bıçağını yavaşça masanın üzerine bıraktı ve gülerek:
“— Arkadaşları dinledim. Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor. İnşallah ben aldanmışımdır. Ali Fethi Bey de memleketin normal şartlar içinde idare edilebileceğine inanmaktadır. Bugün Başvekil İsmet Paşa istifa edecek, yeni kabineyi Ali Fethi Bey kuracaktır. Müzakeremiz mahrem kalsın."
“Dedikten sonra başı ile hepimizi selâmladı, ağır adımlarla odadan çıktı”[10].
II.
BULGARİSTAN’A GİDECEK TÜRK GAZETECİLERİNE TÜRK – BULGAR DOSTLUĞU HAKKINDA DEMEÇ
( 24 TEMMUZ 1930 )
Kurtuluş Savaşından sonra Türk devlet adamlarının izlediği, Türkiye’nin çıkarlarına uygun gerçekçi dış politika semerelerini vermeğe başlamış ve Türkiye hemen bütün komşularıyla dostluk ve güvenlik anlaşmaları yaparak her türlü anlaşmazlıkların, eşitlik, içişlerine karışmama, toprak bütünlüğüne saygılı olma ilkelerine dayalı olarak, barışçı yollardan çözümlenmesini komşularına da kabul ettirmişti, özellikle henüz bir savaştan çıktığımız Yunanistan’la ilişkilerimizin, eski kötü hatıraları bir kenara iterek, iki ülkenin ve milletin içinde bulundukları şartlara ve günün gereklerine uygun, en yüksek bir dostluk düzeyine gelmesi, 1929 yılı sonlarına doğru, bu dostluğun ve anlaşmanın daha da genişletilerek bütün Balkan ülkelerini içine alacak biçimde bir Balkan Misakı (= Entente Balkanique) yapılması fikrini ortaya çıkarmıştı.
Atatürk, bu fikri içtenlikle benimsemiş ve Misak’ın oluşmasında ve anlaşmanın imzalanmasında etkin bir rol oynamıştır[11].
Ne var ki Arnavutluğun Birinci Dünya Savaşı sonunda İtalyanın nüfuzu altına girmesi yüzünden, Bulgaristanın ise Neuilly Andlaşması (27 Kasım 1919) ile toprak kaybına ve çeşitli haksızlıklara uğradığı inancı ile hırçın bir tutum içine girmesi sonucu Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmaya girmeyecekleri daha işin başında anlaşılmış gibi idi.
Bulgar Kıralı Boris’in İtalyan Kıralı Victor - Emmanuel’in kızı ile evli olması gibi ailevî bağlar yanında Mussolini’nin, Rusya ve Almanya’nın kendi içişleri ile uğraşmalarından yararlanarak Akdeniz ve Balkanlarda etkin, hatta istilacı bir politika izlemek hevesinde olduğu görülüyordu. İtalya, Bulgaristanı kendi yanında tutabilmek için Bulgar Makedonya Komitesi’ni elinde tutuyor, ona malî yardım sağlıyor[12] bu Komite de, büyük bir maharetle, dış politika sorunlarını iç politika çekişmeleri haline getiriyor, aynı zamanda Bulgar kamu oyunu sürekli olarak komşu ülkeler aleyhine kışkırtıyordu[13].
İşte, Atatürk’ün aşağıda okuyacağımız ve Bulgar Basın Fedarasyonunun davetlisi olarak Bulgaristana gidecek Türk gazetecilerine verdiği demeci, yukarda kısaca belirttiğimiz olaylar içinde değerlendirmek gerekmektedir. Atatürk’ün bu demeciyle, Bulgar basını ve Bulgaristandaki eski dostları aracılığı ile Bulgar yöneticilerine bir dostluk ve işbirliği çağrısında bulunduğu ve onlara, diplomatik nezaket üslûbu içinde, sağduyunun gerektirdiği doğru yolu göstermek istediği kesindir.
Atatürk, İstanbul Matbuat Cemiyeti Başkanı, Vakit gazetesi sahip ve başyazarlarından ve Giresun milletvekili Hakkı Tarık Us[14] başkanlığındaki Türk gazetecilerini 24 Temmuz 1930 Perşembe günü Yalova’da kabul etmiştir. Görüşmeden sonra heyeti oluşturan gazetecilerin ayrılmalarına izin vermiş, yalnız Cemiyet başkanı Hakkı Tarık Us’u akşam yemeğine alıkoyarak, ondan, daha sonra kabul ettiği Tahran Büyük Elçisi Hüsrev Gerede’ye verdiği direktifi not edip yayınlamasını istemiştir.
Atatürk’ün gazetecilere verdiği demeç gazetelerde (Gazi Hazretleri Türk-Bulgar münasebatı hakkında çok mühim beyanatta bulundular) başlığı altında yayınlanmıştır. Demeci bugün tekrar yayınlarken, açıklığa kavuşmasını istediğimiz konularda bazı notlar ekledik ve bunlarla ilgili kaynakları da gösterdik.
“Efendiler, ben Balkan muharebesinden sonra, Sofya'ya Ataşemiliter olarak gitmiştim[15]. Orada en aşağı bir yıl kaldım. Bulgarlarla çok ve ailevî denecek kadar yakından temasta bulundum[16]. Bu temaslar bende dikkate lâyık intibalar uyandırdı.
Bunu, bu noktayı ayrıca tetkik ve tahlile lüzum gördüm. Anladım ki bu histe Türkle Bulgarın bir asıldan gelmiş olmasının tesiri vardır. Türk, Bulgar aynı menşe olan Orta Asya yaylasından gelmiş, aynı kanı muhafaza etmiştir[17]. Daha o zamanlar bu noktayı en özlü Bulgar’lara söylemişimdir[18]. Bunlardan tarih cereyanlarını, beşeriyet safhalarını takip etmiş, anlamış olanlar beni teyit etmişlerdir.
Bulgaristan'da yaşadıkça onlara muhabbetim arttı. Çok tabiidir ki, benim Bulgarlara gösterdiğim bu muhabbet ve merbutiyyette onlar tarafından aynı muhabbet ve hisle karşılandım.
O günden bugüne kadar bu ciddi, samimi, kardeş yakınlığının sebep ve manası da büyük bir vuzuh ve sarahat almıştır.
Şüphesiz, Türklerde, belki Bulgurlarda, dil ve din ihtilaflarını yapan âmiller olmuştur. Fakat artık bugün, 1930 senesinde, hâlâ bu âmillere; masallardan, hurafelerden, âdi politika cereyanlarından ibaret bu âmillere ne Türk’lerin, ne Türklerle aynı kandan olan Bulgarların ehemmiyet vereceğini zannetmiyorum.
Size son sözüm : Bulgaristan'a gidiniz. Onları seveceksiniz. Samimi görüşünüz ve hatırlatınız ki ben, 1914'de Sofya'da bulunmuş, kankardeş Bulgarlarla yüksek dostluk yapmış adamım.”
III.
TAHRAN BÜYÜK ELÇİLİĞİNE ATANAN HÜSREV GEREDE’YE DİREKTİF
( 24 TEMMUZ 1930 )
Türkiye, 1930 yılında, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Ahali Cumhuriyet Fırkası adında iki muhalefet partisinin kurulup kuruluşlarından kısa bir süre sonra birincisinin kendi kendisini feshetmesine, ikincisinin ise Hükümetçe kapatılmasına; kadınlara Belediye Meclislerine üye seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulüne; yeni muhalefet partilerinin varlığından ve belediye seçimlerinden yararlanmak isteyen geri kafalı bazı kişilerin yeryer neden olduğu irtica olaylarına ve bu irtica olaylarının Nakşibendîlikten kaynaklanan kara düşünce ile Menemen’de, yedek subaylığını yapan genç öğretmen Kubilay’ın hunharca kafasının kesilmesi ile doruk noktasına vardığına tanık oldu. Ayrıca, aynı yıl içinde, Birinci Umumî Müfettişliğin[19] 8 Şubat 1930 tarihli raporunda “Bir emrivakiler ülkesi” diye tanımladığı[20] Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da, o bölgede her zaman görülen ve “ahvali âdiyeden” sayılan eşkıyalık boyutlarını aşan dört ayaklanma oldu: 1 — Savur ayaklanması, 2 — Zeylan ayaklanması, 3 — Oramar ayaklanması, 4 — Ağrı ayaklanması.
Bu ayaklanmaları basit şakavet olayı olma niteliğinden çıkaran ortak yönleri; eşkıyanın komşu ülkelerde üslenmesi, sınırlarımızdan sızarak topraklarımıza girmesi, askerî birliklere ve resmî binalara saldırılması, silâh ve cephanelerini yabancı ülkelerden sağlamaları, işin içinde bazı yabancı ajanlarının da bulunduğunun öğrenilmesi, üzerlerine tedip kuvvetleri gönderilince bu kez ters yönde sınırlarımızı geçip komşu ülkeler topraklarına sığınmaları idi. Bu olayların yanı sıra, kendini Türk’ten ayrı sayan etnik bir grupun özerkliği ve bağımsızlığı için de sürekli propaganda yapılıyordu.
Zamanın Başbakanı İsmet Paşa bu durumu, kendine özgü veciz sözleri ile şöyle tanımlıyordu:
“Milliyet asrında milliyetin de bir takım sahtekârlara ve dolandırıcılara taklit malı yapmak vesilesi verdiğini görüyoruz. Kendi yaşamalarını temin etmek için diğer memleketlere sahte milliyet, sahte siyasî maksat satmak isteyen teşkilât vardır ve daima olacaktır".
Arkasından şunu soruyordu:
“Bu memleket, bu onüç milyon Türk bunun dört beş misli kıt'alar üzerinde, dört beş misli nüfus arasında mevcudiyetini göstermiştir. Ne oldu da gene bu onüç milyon Türk, yeni ve daha iyi şeraitte kendisinin bu sefer ancak yüzde biri kadar olanı idare edemiyecek ve hele kanuna karşı çıkan bir avuç çapulcuyu nihayet bir kaç günde yola getirmek iktidarından mahrum addedilecektir?".
Ve sözlerine hemen şunu ekliyordu:
“Hiç kimsenin izzetinefsine dokunmak hatırımdan geçmez. Fakat anlaşılması lâzımdır ki meşru müdafaa vaziyetinde kalınca onun icabatından bu memleketin çekineceğini zannetmek yanlış bir hesaptır”[21].
7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında sürdürülen Ağrı Tedip Harekâtı[22] sırasında İran Hükümeti, Türkiye ile imzalamış olduğu 22 Mayıs 1926 ve 15 Hazİran 1928 tarihli Emniyet ve Muhadenet ( = Güvenlik ve Dostluk) anlaşmalarının[23] yükümlülüklerini yerine getirerek asilere karşı ortak harekete geçmek şöyle dursun, onların Sovyet Ermenistanmdan gelen silâh ve cephaneyi kullanmalarına ve Türk kuvvetleri karşısında dayanamayınca İran topraklarına dönüp saklanmalarına göz yummuş, Türk birlikleri de kesin sonuç almak amacıyla İran topraklarına girmek zorunda kalmışlardı. Daha önce Birinci (16 Mayıs - 17 Hazİran 1926) ve İkinci (13- 20 Eylül 1927) Ağrı harekâtı sırasında da ortaya çıkan bu durum, Türk - İran sınırının Ağrı Dağı bölgesinde Türkiye lehine bir değişiklik yapılması zorunluluğunu kesinlikle ortaya çıkarmış bulunuyordu.
Olayların bu gelişme süreci içinde ve bu noktada, Atatürk’ün konuya bizzat elkoyması zorunlu hale gelmişti. Çünkü, Türk - İran anlaşmazlığı basit bir sınır ihtilâfı olmaktan çıkmış, iki ülke ilişkilerini çok gergin bir noktaya getirmiş bulunuyordu. Bu sorunu her iki ülke Hükümetlerinin normal girişimler ve geleneksel diplomatik kurallar içinde çözümliyemiyecekleri anlaşılmıştı.
Türk Millî Emniyet Hizmetleri (o zamanki kısaltılmış adı ile MAH), 1929 yılı sonlarında verdiği bir raporda, İran hakkında şu bilgileri veriyordu: "İran her ne kadar meşrutî bir devlet ise de, Orduya istinad eden Rıza Şah memleketi mutlakıyetle idare etmektedir. Şah milliyetperverdir. Eski hanedanın ve gayrı Fârislerin[24] amansız düşmanıdır. Memlekette Acem mefkuresini ihyaya son derece gayret etmektedir. Şahın 1929 nihayetlerine doğru Azerbaycan tetkik seyahatlerinin mühim sebeplerinden birisi de Azerî’leri Fârisleştirme cereyan ve teşkilâtını yakından tetkik etmekti”[25].
Rıza Şah’ın, daha önce de Türkiye’nin Tahran Ataşemiliteri Binbaşı Hüsamettin (Tugaç)’a[26] şöyle dediği bilinmekte idi:
"Binbaşı Hüsamettin Bey, öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İran Azerbaycanında gözü vardır. Burasını almak ister, öyle değil mi ? Ne dersin ? Evet, Azerbaycan halkı Türktür. Türkiye bunu ihmal edemez. Vakıa şimdiki Türkiye böyle bir politika gütmüyor. Mustafa Kemal Paşa çok akıllı bir zâttır. Fakat kendisinden sonra Türkiye yine eski İttihat - Terakki Hükümetinin siyasetini benimsiyebilir. Görüyorum ki demiryolu inşaatınız iki koldan Azerbaycana doğru yönelmiştir. Gerektir ki Türkiye ergeç Azerbaycan'ı alsın”[27].
Şu halde, bu bilgilerin ışığı altında, asıl yapılması gerekli olan İran’ın mutlak hâkimi Rıza Şah’a yeni Türkiye’nin dış siyasetinin ne olduğunu tam yetkili bir Büyük Elçi ağzından bir kez daha anlatmak ve onun kuşkularını ortadan kaldırılmaktan ibaretti. İşte bu nedenledir ki Tahran Büyük Elçisi Memduh Şevket (Esendal) geri çağrıldı ve yerine Atatürk’ün “ilk inkılâp ve müşkilât arkadaşlarından”[28], Sofya Orta Elçisi Hüsrev Bey (Gerede), Büyük Elçi payesi ile atandı[29].
Atatürk, Tahran Büyük Elçiliğine atanan Hüsrev Gerede’yi 24 Temmuz 1930 Perşembe günü Yalova’da kabul ederek ona şu direktifi verdi:
“Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti ricali, mazinin manasız kör dövüşlerini bilir, onu hiç bir sebep ve suretle, asla, tekrar etmek istemez.
Bugünkü Türk Cumhuriyeti müdirleri, bilâkis hemırk olduğuna, bilhassa yeni tarihî vesikalarla kaani olduğu, İranlıların muntazam, mazbut, kuvvetli bir devlet olmasını temenni eder.
Bugün İran devletinin başında bulunan Rıza Han Hazretlerinin bu hakikati bilenlerin de başında bulunduğuna kaniim. Müşterek hudutlar üzerinde tezahür eden hâdiseler beni Rıza Han hakkında asla şüpheye düşürecek mahiyette değildir. Zira hatırlarım ki, Pehlevî Hazretleri bu gibi mes'elelerin müşterek faaliyetimizle bertaraf edilmesinde kuvvetlerimizi teşrik edebileceğimizi de kabul eden samimî fikirlerle bize hakikî dostluk eserleri mahiyetinde sözler söylemiştir.
Buna nazaran Tahran memuriyetiniz Türk ve İran dostluğunun, zaten mevcut olan yüksek ve kavi temelleri üzerinde âlî bir karabet binası kuracaktır.
Zatıâliniz de, benim ilk inkılâp ve müşkülât arkadaşım olmak itibariyle, bu nazik vazifenizi muvaffakiyetle ifa edeceksiniz; buna emniyetim vardır. Zatıâlinizi, İranın muhterem ve benim şahsıma muhip olduğunu yakinen bildiğim İran Şahı Rıza Pehlevî Hazretlerine yazılacak olan itimatnamenizde sizi bu sıfatlarınızla zikredeceğim”[30].
Atatürk, yanından ayrılacağı sırada da Hüsrev Gerede’ye:
"Hüsrev, pasaportun cebinde, fakat dönmeni değil, orada kalmanı, hudut mes'elesini hal ile sulh ve dostluk siyasetimizde muvaffak olmanı isterim”[31] demiştir ki "pasaportun cebinde” demekle gerekirse İran’la ilişkilerimizi kesmeyi ve temsilcisini geri çekmeyi göze aldığını bu suretle açıklamış oluyordu.
Olayların bundan sonraki gelişmesi konumuzun dışındadır. Ancak şu kadarını söylemekten kendimizi alıkoyamadık: Türk-İran sınır anlaşmazlığı ancak iki yıl sonra ve Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın Tahran’a gidip gene Atatürk tarafından kendisine verilen bir direktif ve taktiği uygulaması ile çözümlenebilimiştir[32].
Atatürk, Hüsrev Gerede’nin kısa bir sürede sonuç alamamasından duyduğu hoşnutsuzluğu, “— Hüsrev, propaganda yapma, muvaffak olamadın. Şah seni sevmedi”[33] diye ifade etmiş ve diplomasi tarihinde ender görülen bir biçimde, Şah’ın Türkiyeye yaptığı ziyaretten sonra, Tahran Büyük Elçisinin onunla birlikte İrana dönmesine müsaade edilmiyerek görevden alınmış, yerine Enis Bey (Akaygen) atanmıştır.
IV.
ÖMÜR BOYU CUMHURBAŞKANLIĞI ÖNERİSİNE CEVAP
( 25 Eylül 1930 )
Türkiyenin sakin, hatta bir bakıma durgun siyasal hayatı 1930 yılının ikinci yarısında, Serbest Cumhuriyet Fırkasının kurulmasıyla (12 Ağustos 1930) birdenbire hararetlenmişti. Yayın hayatına yeni atılan bazı gazeteler yeni partinin yanında yer alıyor, demeçler, söylevler birbirini kovalıyor, mektuplar gönderilip cevaplanıyor, Meclis’te gensoru görüşmeleri yapılıyor ve yeryer isyanlara, gerici ayaklanmalara tanık olunuyordu. Bu arada Cumhurbaşkanı Atatürk’ün de Serbest Fırka’nın kurulmasına, çalışmalarına ve kendi kendini feshetmesinden sonraki duruma ilişkin mektupları ve demeçleri vardır ve yayınlanmıştır[34]. Bunlardan aşağıda sunacağımız demeci de doğrudan doğruya Serbest Fırka ile ilgili olmamakla beraber o günlerin siyasal tartışmaları içinde yeralmıştır.
Kurtuluş Savaşı günlerinden beri daima muhalefet hareketleri ve safları içinde yer almış olan Arif Oruç[35] un çıkardığı Yarın gazetesi Eylül ayı içinde verdiği bir haberde Fethi (Okyar) Bey’in Serbest Fırkayı kurarken Atatürk’e “kaydı hayat şartı ile Cumhurbaşkanı kalması teklifinde” bulunduğunu bildiriyordu. Bunun üzerine diğer bazı İstanbul gazetelerinin Ankara’da bulunan başyazarları — ki bunların Cumhuriyet başyazarı Yunus Nâdi ve Milliyet başyazarı Mahmut Bey’ler oldukları kolaylıkla tahmin olunabilir - Atatürk’e şu soruyu yöneltiyorlardı:
“ — Reisicumhur Hazretleri, zâtı devletlerinize böyle bir teklif vâki olmamıştır. Fakat, farzı muhal olarak, herhangi bir taraftan vaki olabilecek bu tarzda bir teklife karşı mütalaai devletlerini öğrenmek ve Türkiye efkâr-ı umumiyetine bildirmek isteriz’’
Atatürk’ün bu soruya verdiği, Söylev ve Demeçlere alınmamış olan, karşılığı aşağıda sunuyoruz. Ancak, daha önce, bu cevapta yer alan “bana ötedenberi bu ve buna mümasil tekliflerde bulunanlar çok olmuştur” cümlesi üzerinde bir ân durmak istiyoruz.
Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, Atatürk’ün siyasî hayattan tamamen çekilmesini isteyenler olduğu gibi[36], ona Halife olmasını önerenler de bulunmuştu[37]. İşte “buna mümasil teklifler” den bu biçim önerileri anlamak gerekmektedir.
Atatürk’ün Ankara'da bulunan İstanbul gazetelerinin başyazarlarının sorusuna verdiği karşılık şudur:
“— Bana ötedenberi bu ve buna mümasil tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkâr-ı umumiye bilmelisiniz ki bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez.
Benim gayem Türkiyede, yeni Türkiye Cumhuriyetinde millet hâkimiyetini takviye etmek ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi benim idealimi cidden rencide eden bir manada telâkki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manasını, beni iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder”[38].
V.
BAŞBAKAN OLURSA CUMHURBAŞKANLIĞINI BIRAKACAĞI, AMERİKAN SİSTEMİNİ DÜŞÜNMEDİĞİ HARKINDAKİ SÖZLERİ
(27 Eylül 1930)
Atatürk’ün aşağıda sunacağımız bu konuşmasıyla ilgili olarak, ona öngelen bazı olayları belirtmekte yarar vardır. T. B. M. M. 22 Eylül Pazartesi ve 25 Eylül 1930 Perşembe günleri olağanüstü iki toplantı yapmış ve Hükümetçe getirilen bazı kanun tasarılarını kabul ederek, izlenen malî ve iktisadî politikayı onaylamıştır. Bu toplantılardan ikincisine, 24 Eylül’de Gümüşhane Milletvekilliğine seçilen Fethi (Okyar) Bey de katılmış ve yemin ederek yasama görevine başlamıştır.
Başvekil İsmet Paşa, Hükümetin izlediği politika Meclisçe onaylandığı halde, anlaşılan Meclisin güvenini yeterli görmiyerek, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün de güvenini sürdürüp sürdürmediğini anlamak için 25 Eylül Perşembe günü, "İcra Vekillerinden bazılarının inhilâli ve bugünkü siyasi ahval" gerekçesiyle Başbakanlıktan istifa etmiştir. Aynı günlerde Arif Oruç’un çıkardığı Yarın gazetesinde Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığını bırakıp Başbakanlığı üstlenmesini isteyen yazılar yayınlanmıştır. Cumhurbaşkanı, 26 Eylül Salı akşamı, yeni kabineyi kurmakla tekrar İsmet Paşa’yı görevlendirdiği halde onun mazeret beyan ederek tekrar görev kabul etmek istememesi[39] ve Akşam gazetesinde Atatürk’ün “ya İsmet Paşa Başbakan olur, ya ben, başka kimse olamaz" anlamında söylenmiş “ya İsmet, ya ben" şeklindeki sözlerinin yayınlanması, Yarın gazetetesinin ortaya attığı haber ve dedikodulara kuvvet kazandırmıştır.
İsmet Paşa, Atatürk’ün ısrarı üzerine Başbakanlığı tekrar kabul etmiş, bu konudaki Cumhurbaşkanlığı yazısı T. B. M. M. nin 27 Eylül Cumartesi günkü birleşiminde okunmuştur.
Atatürk, aynı gün, Meclis toplantısından sonra, kalabalık bir milletvekili grubunu — ki içlerinde gazeteci milletvekilleri de vardır — Çankaya’da kabul ederek, çıkarılan dedikodularla ilgili ve onlara karşılık olan şu konuşmayı yapmıştır:
“Arkadaşlarımız içinde Başvekillik yapacak zevat çoktur. Fakat bütün bu arkadaşlarım dahil olduğu halde milletin umumi temayülü benim şu ve bu zaruret karşılığında Başvekil olmamı icap ettirirse bu vazifeyi kemal-i tevazu ve minnetle ifaya müheyyayım. Bu takdirde benim aynı zurnanda Riyaseticumhurluğu uhdemde bulundurmamın elbette imkânı kanunisi yoktur.
“Benim alacağım bu yeni vazifeyi muhtelif tarz ve manalarda suitefsir etmek, Türk milletinin efkârını teşviş edecek tarzda izaha kalkışmak hiç de makul ve mantıkî değildir.
“Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeği hiç hatırıma getirmedim. Sistemsiz ve kanunsuz tarzda Reisicumhurlukla Başvekâleti birleştirmeği asla düşünmedim. Ve düşünecek adam olmadığım, bütün milletçe malûmdur zannederim.
“Bugünkü şerait içinde bir hükümetin millet ve memleket menfaati için takviyesine masruf herhangi sözümü bin türlü malâyanilerle istismar etmeğe kalkışmak istiyenler çok bedbaht adamlardır. Akşam gazetesi başmuharririne söylediğim sözler benim ağzımdan çıkmış ve icabında daima tekrar olunacak sözlerdir”[40]
VI.
MİLLETİN MANEVİYATINA TASALLUT EDENLER HARKINDAKİ SÖZLERİ
(7 Şubat 1931 )
Atatürk, Serbest Cumhuriyet Fırkasının kendisini feshetmesinden bir gün sonra, 18 Kasım 1930 Salı günü, üç ay sürecek uzun bir yurt gezisine çıkmıştır[41]. Orta Anadolu, Karadeniz kıyıları, İstanbul, Trakya, Batı Anadolu, Malatya’ya kadar uzanan kısa bir Doğu yolculuğu ve nihayet Güney Anadolu gibi yurdun büyük bir bölümünü kapsayan bu gezinin amacı apaçık bellidir: Serbest Fırkanın faaliyette bulunduğu sırada ortaya çıkan, yeryer halkın galeyanına neden olan şikâyetleri, dilekleri, uygulamadaki aksaklıkları bizzat ve yerinde incelemek[42].
Atatürk, Menemen irtica olayını da (23 Aralık 1930) Edirne’de iken öğrenmiştir. Bu olay üzerine, Hükümetçe, yalnız Menemen’de değil, Manisa ve Balıkesir Merkez İlçelerinde de sıkıyönetim ilân edilmişti. Atatürk, Batı Anadolu’da yaptığı gezisi sırasında 7 Şubat 1931 Cumartesi günü Balıkesir’e gelmiş orada yaptığı inceleme ve temaslar sonunda bir yıl kadar önce yapılan Belediye seçimlerinde oya katılanların çok az oluşu nedenlerinin başında "bazı gizli tarikat mensuplarının telkinat ve tahrikâtının âmil olduğunu"[43] öğrenmiştir. Bu nedenle, aynı gün Balıkesir Türk Ocağında yaptığı konuşmanın ağırlık noktasını gericilik olayları oluşturmuştur. Konuşma aynen Şöyledir:
“— Halkın saffetinden istifade ederek milletin maneviyatına tasallut eden kimseler ve onların muakkip ve müritleri elbetteki bir takım cahillerden ibarettir. Bunlar Türk milleti için bir şîn teşkil edecek vaziyetlerin hudusunda daima âmil olmuşlardır. Milletimizin önünde açılan rehâ ufuklarında fasılasız yol almasına mâni olmağa çalışanlar hep bu müesseseler ve bu müesseselerin mensupları olmuştur. Millete anlatmalıdır ki bunların millet bünyesinde yaptıkları tahribatı hissetmek lâzımdır. Bunların mevcudiyetini müsamaha ile telâkki edenler Menemen'de Kubilay'ın başı kesilirken lâkaydane seyretmeğe tahammül ve hatta alkışlamağa cesaret edenlerle birdir[44].”
VII.
DEVLET OTORİTESİ VE FERT HÜRRİYETİ - HÂKİMLERE DÜŞEN GÖREV - TÜRKÇE KONUŞMAK MECBURİYETİ
( 17 Şubat 1931 )
Atatürk, yukarki bölümde sözünü ettiğimiz uzun yurt gezisinin son kısmında Güney Anadoluyu dolaşmıştır. 17 Şubat 1931 Salı günü geldiği Adana’da, Türk Ocağında fevkalâde önemli bir konuşma yapmıştır. Hayli uzun olan bu konuşmanın güncelliğini ve tazeliğini koruyan ve bazı günümüz olaylarına da ışık tutan bölümlerini aşağıya almış bulunuyoruz:
“— Vatandaşlar bilmelidir ki vicdanî ve fikrî hürriyet vardır. Fakat, nihayet, bunlar namahdut değildir. Ferdî hürriyet karşısında, fertlerin heyeti umumiyesinin kurduğu ve dayandığı bir de Devlet vardır. O Devletin de iradesi ve hâkimiyeti vardır. Fertlerin hürriyetini mahfuz tutmakla mükellef olan insanların, diğer taraftan, Devletin de irade ve hâkimiyetinin meflûç bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fertlerin hürriyeti, Devletin hâkimiyet ve iradesinin mahfuziyetine vabestedir. Devlet iradesi meflûç olursa fertlerin hürriyetini muhafaza edecek hiç bir kuvvet ve vasıta kalmaz. Binaenaleyh, hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her iki taraftan düşünmek lâzımdır.
“Vatandaş olan fertler kendi hürriyetlerinin bir kısmını seve seve, lüzumlu görerek Devlete zaten devretmişlerdir.
"Devlet kendine hâs olan irade ile ferdî hürriyetlerin bir kısmına, gene o hürriyetlerin temini için sahip olur. Yeter ki Devlet hâkimiyeti, milletin refah ve saadeti umumiyesine ve vatandaş hürriyetlerinin teminine masruf olsun.
"Vatandaşlarda bu emniyet hasıl olduktan sonra fertlerin kurdukları Devlet kuvvet ve otoritesini masun bulundurmak için vatandaşlara terettüp eden vazifeler vardır. Bu meyanda memurlara ve bilhassa hâkimlere teveccüh eden vazife büyüktür. Hâkimler vatandaşların hürriyetini mümtaz tutmağı düşünürken Devlet otoritesinin hakikaten masun kalmasına dikkat ve riayet etmelidirler. Aksi takdirde kendilerine tevdi edilmiş olan yüksek vazifeyi ifada küsur etmiş olurlar.
"Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi, kıymetli esaslarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve behemahal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmıyan bir insan, Türk harsına ve camiasına mensubiyetini iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz. Halbuki Adana'da Türkçe konuşmıyan yirmi binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler, siyasî, içtimaî bütün Türk teşekkülleri bu vaziyet karşısında bîhis kalırsa, en aşağı yüz seneden beri devam edegelen bu vaziyet daha yüzlerce sene devam edebilir. Bunun neticesi ne olur Efendiler? Herhangi bir felâket günümüzde bu insanlar başka dille konuşan insanlarla elele vererek aleyhimize hareket edebilirler”[45].
VIII.
TÜRK - YUNAN DOSTLUĞU HAKKINDA YUNANİSTAN BAŞBAKANI GL. METAXAS’A DEMECİ
( 25 Şubat 1938 )
Yunanlıların (Anadolu Seferi), bizim (Kurtuluş Savaşı) dediğimiz kan ve barut kokan acılı günlerden sonra Türk-Yunan dostluğunu yeniden kurmak güç bir işti[46]. Ne var ki her iki taraf devlet adamları, bu güç işi gerçekleştirmeyi ve tarihin her zaman takdirle anacağı bir eser ortaya koymayı başarabilmişlerdir.
“Bugün artık iyice anlaşılmış bulunmaktadır ki, Türkiye ile Yunanistan arasında mevcut ihtilâfların sadece iki millete ağır meşakkat ve ızdırap vermekten başka bir neticesi olmadığı Atatürk tarafından daha İstiklâl Harbi günlerinde İdrak edilmiş ve bu münasebetlerin istikbâl ve akıbetini, aklı-selim çerçevesinde, sonuna kadar, bizzat kendisi titizlikle planlayarak hedeflerinin tahakkukuna girişmiştir”[47].
Türk-Yunan dostluğu, yukarda da değindiğimiz gibi, giderek bütün Balkan ülkelerini içine alacak bir (Pacte) yapılması fikrini doğurmuş ve sonuçta, Arnavutluk ve Bulgaristanın dışarda kalması ile, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında (Balkan Antantı) imzalanmıştır (9 Şubat 1934).
Anlaşma gereğince, pakta dahil ülkelerin Dışişleri Bakanları ve Başbakanları, pakt üyesi devletlerin başkentlerinde sık sık bir araya gelip ortak sorunları görüşerek karara bağlamışlardır. Bunlardan Başbakanlar düzeyinde yapılan ve Atatürk’ün sağlığında yapılan sonuncusu 1938 yılı Şubat sonu, Mart başında Ankara’da yapılmıştır.
Atatürk, Balkan Antantı ülkelerinin Ankara’ya gelmiş olan Başbakanlarını Çankaya köşkünde hem topluca kabul etmiş onurlarına çay ve akşam yemeği vermiş, hem de onlarla ayrı ayrı görüşmeler yapmıştır[48].
Atatürk’ün 27 Şubat 1938 günü Çankaya köşkünde verdiği çay sırasında yaptığı ve Balkan Antantına verdiği önemi belirten konuşması daha önce yayınlanmış ve Söylev ve Demeçler’e de alınmıştır[49]. Ancak Yunanistan Başbakanı General Metaxas’la[50] yaptığı görüşme sırasında söylediği Türk-Yunan dostluğu hakkıdaki sözleri, toplantıda hazır bulunan Yunanlı gazeteciler tarafından not edilip kendi gazetelerine bildirildiği halde bizde sadece bir tek gazetede yayınlanmış ve sonra unutulup gitmiştir. Aşağıda sunduğumuz konuşma budur :
“Milletlerimiz arasındaki çalışma beraberliği zamanla mukayyet bir şey değildir. Bu beraberlik mantığın devamlı icaplarına dayanır. İdeallerimizin tahakkuk edeceğine tam emniyetimiz vardır. Tesanüdümüzün temeli ne kadar sağlam olursa bütün dünyaya göstereceğimiz ömek o kadar mükemmel olacaktır. Bu örneğin her türlü tahminlerden üstün olacağına kanaatim vardır.
"Uzun sulh devreleri tarihte nadirdir. İçinde bulunduğumuz devreyi mümkün olduğu kadar uzatmak için elden gelen her gayreti ve hüsnüniyeti sarfetmeliyiz.
"Milletleri idare edenler için ilk ve en müşkül vazife, şuhsî gurura kapılmaktan kendilerini korumaktır. Herkesi memnun edecek bir adalete varmak güçtür. Mutlak mânada bir hakkaniyet belki de hiç bir zaman dünya yüzünde kurulamamıştır. Bununla beraber bütün kuvvetlerimizi büyüksek ideale doğru çevirmeli ve buna yaklaşmak için elden neler gelirse hepsini yapmalıyız"[51]