“Birtakım kelimeler vardır ki, sık sık telâffuz edildiği halde nattâ münevverlerimiz arasında onu tamamiyle anlayan çok değildir!” Bu sözler, Atatürk’ün 18 Aralık 1930 da İstanbul’da yaptığı bir konuşmadan alınmıştır[1]. İşte biz bügün, herkesin, her aydının kendine göre bir mâna verdiği, kendi anlayışına göre yorumlamağa çalıştığı bir konuyu ele almış bulunuyoruz. Millet, milliyetçilik ve Atatürk milliyetçiliği, bir gerçek, bir realite olmakla beraber, bizzat Atatürk’ün deyimiyle, herkesin üzerinde ittifak edemediği kavramlar niteliğini taşımaktadır. Bu yüzden biz, “bina’yı bânisine götürerek”, eseri onu yaratana malederek yâni doğrudan doğruya Atatürk’ü konuşturmağa gayret ederek, O’nun millet, milliyet ve milliyetçilik anlayışını izah etmeğe çalışacağız.
“Milliyet” (nationalité) kavramı, bir terim olarak ancak 1835 te Fransız Akademi lügatine girebilmişti[2]. Bu kadar yeni bir kavram olan milliyet ve milliyetçilik, XIX. yüzyıl boyunca büyük bir gelişme göstererek, bir milletler topluluğu olan Osmanlı İmparatorluğunu da etkisi altında bulundurmuş, bir taraftan imparatorluk dahilindeki milliyetler ayrı ayrı birer siyasî teşekkül halinde gelirken, diğer taraftan imparatorluğun kurucusu Türkler arasında zayıf bir şekilde de olsa bir milliyetçilik akımı başgöstermişti. Şu hususta bütün Türk aydınları, Türk düşünürleri ve Türk vatandaşları herhalde müttefiktirler: Kurtuluş Savaşı dediğimiz Türk İstiklâl mücadelesi, bir millî oluşun destanı, millî benliğin idraki ve Türk halkının bir millet haline gelişinin hikâyesidir. Bu büyük oluşum, dolayısiyle Atatürk’ün önderliğinde girişilen her hareket, atılan her adım, yapılan her teşebbüs, başına bir sıfat almıştır: Millî sıfatı. Mücadele millî’dir. Mücadelenin siyasî proğramı millî’dir: Misak-ı Millî. Varılmak istenen sınırlar millî’dir. Hareketin enerji merkezi olmak üzere kurulan teşekkül millî’dir: Türkiye Büyük Millet Meclisi. Girişilecek yolda, adım adım ilerleme için tasarlanan proğram millî bir sır halinde saklanmış ve zamanı gelince gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ve nihayet Atatürk’ün deyimiyle kin, nefret bile millî’dir. Nitekim O, 1923 te Adana’daki bir konuşmasında. “Bu millet millî benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. . . Milletleri yükselten bu havassa bir âmil daha ilâve edelim: İntikam hissi. Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu, bayağı bir intikam değil, milletin hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların zararlarını gidermeye yönelen bir millî intikamdır” demişti[3].
Mustafa Kemal, daha Millî Mücadele’nin başlangıcında Türklük duygusu’nu kendisine rehber olarak almış ve bunu gerçekleştirmeğe çalışmıştır. Ordu Müfettişi sıfatiyle Samsun’a ayak basışından birkaç gün sonra, 22 Mayıs 1919 da Sadarete gönderdiği raporda, İzmir’in Yunanlıların işgali altına düşmüş olmasına temasla, “Türklüğün ecnebi idaresine tahammülü olmadığı” nı belirttiğini ve izlenecek yolu şöyle tesbit ettiğini görüyoruz: “Millet, yekvücut olup hakimiyet-i millîye esasını ve Türk duygusunu hedef ittiraz ederek” gerekeni yapacaktır[4]. Bu bakımdan Kurtuluş Savaşı, Türklerin millî benliklerinin şuuruna varıp o yolda harekete girişmeleri demektir. “Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeğe çalışmalıyız.. Bahusus, bizim milletimiz, milliyetinden tegâfül edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı imparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep millî akidelere sarılarak milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda onlar bizi tahkir, tezlîl ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ biz, kendi benliğimizi ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulmıyan milletler başka milletlerin şikârıdır”. 20 Mart 1923 te Konya Türk Ocağı salonunda bunları söyleyen Mustafa Kemal’[5] ayni zamanda Türk Kurtuluş Savaşı’nın Türklerin cemaat halinden millet hayatına geçişleri demek olduğunu da açıklamıştır. Şöyle ki: 27 Ekim 1922 de Bursa öğretmenlerine hitabederken, “İtiraf edelim ki, biz üç buçuk sene evveline kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Cihan bizi temsil edenlere göre tanıyordu Üç buçuk senedir tamamen millet olarak yaşıyoruz” diyerek bu büyük oluşuma işaret etmiştir[6]. Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı’nı bir millî oluş olarak nitelendirmesi yalnız kendi düşüncesinin eseri değildir. Nitekim daha bu mücadele başlarken kendileriyle savaş halinde bulunduğumuz Avrupalılar bile Türk Kurtuluş Savaşı’nı bir milliyetçilik mücadelesi, bir millî mücadele olarak görmüşlerdi. Meselâ, İngiliz Amirali Webb’den Sir R. Graham’a gönderilen 28 Haziran 1919 tarihli mektuba eklenen notta, “M. Kemal, Samsun’a gittiğinden beri milyetçi hareketlere girişti” denilmek suretiyle[7] Anadolu harekâtına doğru bir teşhis konulmuştu. İngiliz belgelerindeki bu kaydı, Mustafa Kemal ile de konuşan ve Anadolu’da uzun seyahatlerden sonra bir rapor hazırlayan Amerikalı General Harbord’un 10 Ekim 1919 tarihli mektubundaki şu cümle ile tamamlıyalım: “İstanbul’dan Mardin’e kadar olan bütün bölgeleri gezdik. Milliyetçi hareketin amacı Türklüğün şerefini kurtarmaktır." [8]. Bunun gibi, 1919 ve 1921 yılları arasında Anadolu’yu gezen, Ankara’da M. Kemal’le tanışan Fransız gazetecisi Berthe Georges-Gaulis, memleketine dönüşünde 1921 de “Les problèmes d’aujourd’hui” (Günümüzün meseleleri) serisinde yayınladığı kitabına şu adı vermiştir: Le Nationalisme Turc (Türk Milliyetçiliği). Bu kitabın sonunda da şöyle bir paragraf buluyoruz : “Türk millî hareketi galip gelecektir. Çünkü çök yüksek bir ideale dayanmaktadır. Çünkü bu hareketi idare edenler şahsî menfaatlerini gözetmemektedirler”[9].
Türk Kurtuluş Savaşı, millî benliğin idraki demek olduğuna göre, idrak edilen bu benliğin elbetteki devam ettirilmesi gerekir. Bunun için de milletin bir mefkûreye, bir ideale, bir ülküye sahip olması icabeder. Atatürk, eserleri ve fikirleri hakkında yazılan eserlerin bir çoğunda, Atatürk’ün millete bir ideal, bir ülkü vermediği veya veremediği görüşü ortaya atılmıştır. Dolayısiyle Atatürk kuşaklarının bir millî ülküden, millî mefkûreden yoksun olarak yetiştirdikleri iddia edilegelmiştir. Oysaki daha Kurtuluş Savaşından itibaren Mustafa Kemal’in, “millî mefkure”, “millî ideal” veya “millî ülkü” deyimleriyle bunu bütün açıklığıyle tesbit ettiğini görüyoruz. Meselâ 30 Ağustos 1924 de Dumlupınar zaferinin yıldönümü için yaptığı o muazzam konuşmada millî hedef diye millî mefkûre’den bahsetmişti:
“Milletimiz bundan sonraki mesâisinde de muvaffak olabilmek için millî hedefini bütün vuzuh ve kat’iyetiyle, tekmil vatandaşların nazarında ve vicdanlarında bütün parlaklığıyle tesbit etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi siz milletin mefkûresi diye adlandırınız. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayalî bir mânaya kendimizi kaptırmıyalım. . . Efendiler! Milletimizin hedefi, yâni millî mefkûresi, bütün cihanda tam lmanasiyle medenî bir içtimaî hey’et olmaktır”[10]. Millî ideal kavramının, giderek daha da belirli hale konulduğuna şahit oluyoruz. Gerçekten, 4 Şubat 1935 tarihli beyannamede Atatürk, millî ideali, millî birlik, millî duygu ve millî kültür şuuru olarak tanımlamıştı: “Türk ulusunun idaresinde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir[11]. Nihayet, 10. yıldönümü nutkunun kulaklarımızda her zaman çınlayan paragrafını hatırlıyalım: “Milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel san’atlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besliyeek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür”[12].
Millî benliğin idraki, millî ülkü, elbette ki millet içindir. Ama yer yüzünde üzerinde ittifak edilmeyen tanımlardan biri de herhalde “Millet”in ne olduğudur. Fazla teferrüata ve sosyolojik izahlara girişmeden, Ziya Gökalp ile Türk İnkılâbı ve Milliyetçiliğimiz yazarı Remzi Oğuz Arık’ın “Millet” tanımlarını ele alalım ve Ernest Renan’ı hatırlıyalım. Gökalp, “Millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış olan fertlerden mürekkep olan harsî bir zümredir” diyordu[13]. Remzi Oğuz Arık ise, “Millet, soy aslına dayanan kültür birliğini benimsemiş insan kitlesidir. Türk Milleti, Türk soyundan gelenlerle birlikte bu soyun yarattığı kültürü benimsemiş, bu kültür hayatını benimsemiş, bu kadere katılmayı benimsemiş olanlardan meydana gelir” diye, soy-kültür ve kader birliği esaslarına dayanan bir tanım yapıyor[14]. Millet nasıl tarif edilirse edilsin, onun meydana gelmesinde ister ırk, ister din, isterse lisan esas alınsın, bütün bu tanımlar bir bakıma eksik kalmakla ve çeşitli itirazlara yol açmaktadır. Ve geriye kala kala E. Renan’ın izahları kalmaktadır. Gerçekte de, millî şuurun tarifinde belirli surette kabul edilebilecek biricik âmil, arzu edilen bir iştirak, iradî bir iştirak, bir kültür iştirakidir. Bir milletin hakikaten yaşıyabilmesi için onun herşeyden evvel kalplerde yaşaması lâzımdır. Millet kavramına asıl anlamını ve değerini veren muhakkak ki insan iradesidir. Amerikalıların, Amerika Birleşik Devletleri’ni kuran Amerikan halkının tarihe verdikleri örneğin kanımızca en önemli tarafı, aralarında ırk, din ve dil birliği bulunmayan insanların zamanla da olsa, yalnız vatandaşların serbest iradeleriyle bir “Millet” haline gelebileceklerini isbat etmiş olmalıdır.
Bunları hatırladıktan sonra Atatürk’ün “Millet” anlayışına geçebiliriz. Ancak evvelâ şunu belirtmek gerekir ki Mustafa Kemal’in kullandığı deyim Türkiye Milleti'dir. O, Türkiye’de coğrafya, tarih ve kültürün doğurduğu bir Millet’in yaşamakta olduğunu kabul etmektedir. Daha 1919 Aralık’ında Ankara’ya gelirken Kırşehir Gençler Derneğinde yaptığı bir toplantıda, “Ecnebiler tamamen kani olmalıdır ki Türkiye ve Türkiye’de yaşıyan millet, başlı başına bütün cihan milletleri içinde müessir bir mevcudiyete maliktir. Bu aslâ giderilemez, izale edilemez” diye Türkiye’deki millî varlığa işaret etmiş[15] ve Millî Mücadelenin sonunda da "Türkiye Milleti’nin idarî, malî ve iktisadî bütün hukuku istiklâl ve hayatına malik olması hiç bir millete zarar vermiyen ebedî bir haktır” diye haykırmıştı[16]. Bununla beraber Atatürk’ün Türkiye’de yepyeni bir Millet’in mevcut olduğu hakkındaki kanaatini en açık delilini, 1931 de Ortaokullarda okutulmak üzere hazırlanan ve Bn. Âfet (Prof. Dr. A. İnan) imzasını taşıyan Vatandaş için Medenî Bilgiler kitabının Millet bahsinde bizzat kendi kaleminden çıkan şu cümlede buluyoruz: "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir" [17]. Bu kitapta yeralan Millet tarifi, Ernest Renan'a bağlılık gösterir:
“a) Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan;
b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimî olan ;
c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir”[18].
Fakat M. Kemal’in 1 Mart 1922 de TBMM üçüncü toplanma yılını açış nutkunda Millet’i Z. Gökalp ile E. Renan arasında yer alan bir görüşle tanımladığını görüyoruz:
"Türkiye halkı, ırkan veya dinen veya harsen müttehit, yekdiğerine karşı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderet ve menfaatleri müşterek olan bir içtimaî hey'ettir"[19].
Böyle bir içtimaî hey’et olan ve karşılıklı olarak fedâkârlık hisleriyle dolu, mukadderat ve menfaat birliği yapmış, ırk veya din veya hars bakımnıdan yeknesak olan Türk milleti, Türkiye Milleti için Mustafa Kemal’in en önemli gördüğü unsur millî seciye’dir. Bu hususta şöyle diyor: “Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayanı hürmet bir mevki sahibi olması için o milletin yalnız âlim ve mütefennin bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lâzımdır ki, o da, o milletin muayyen ve müsbet bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan fertler ve böyle fertlerden mürekkep milletler hiç bir dakika hakikî bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat ocağı olurlar”[20]. Atatürk’ün, “millet”i meydana getiren önemli bir faktör olarak saydığı millî seciye’yi milliyetçilikte de aslî bir unsur olarak kabul ettiğine şahit olacağız.
Millet bir gerçek olduğuna göre, milliyet de Atatürk’e göre bir gerçektir ve milliyeti inkâr eden bütün nazariyeler onun deyimiyle iflâs etmişlerdir: “Milliyet nazariyesini, millet mefkûresini yok etmeye çalışan nazariyatın dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadiseler ve müşahedeler, hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir”[21].
Milliyetçilik ve milliyet hissini böylelikle tarihî bir gerçek, inkâr edilemez bir vakıa olarak kabul eden Mustafa Kemal’in kendisi de elbetteki bu yoldadır; ancak kendisine yakıştırdığı sıfat “milliyetperver” liktir. Gerçekten de O’nun konuşma ve demeçlerinin çoğunda kullandığı deyim “milliyetçi” değil, “milliyetperver” tâbiridir. 1923 te Lozan andlaşmasının imzalanmasının ertesinde Avrupa gazetecilerinden birisine verdiği demeçte “Biz milliyetperverler” diye söze başlamıştı. “Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi hergün daha ziyade açmaktayız. Ve gerek içte, gerek dışta olup biteni görüyoruz.” [22] Bunun gibi, 1922 de Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte de “milliyetperverler” deyimini kullanmıştı : “Şurasını unutmamalı ki, bu tarz-ı idare bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz, ne bolşevikiz ne de komünist.. Ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize hürmetkârız”[23].
Millet’i nasıl tanımladığını gördüğümüz Mustafa Kemal, milliyetçilik'ten ne anladığım da yine kendisi açıklamıştır. Prof. Dr. Âfet İnan’ın son yayınlarından, Atatürk’ün milliyetçiliği şöyle tarif ettiğini öğreniyoruz:
“Türk, milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muâsır milletlere muvazi ve onlarla bir âhenkte yürümekle beraber, Türk içtimai hey'etinin hususî seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır”[24].
Millet’i tanımlarken onda esaslı bir unsur olarak seciye'yi gören M. Kemal’in, milliyetçilik’te de yine bu nokta üzerinde ısrar ettiği karşımıza çıkmaktadır: Millete has seciye, millî seciye. Acaba millî seciye nedir? Ve Atatürk’ün bazen millî seciye yerine kullandığı millî kültür nedir? Öyle sanıyoruz ki bütün münakaşalar ve farklı yorumlar, Atatürk Milliyetçiliği’ne verilmek istenen birbirine zıt yönler, M. Kemal’in millet’in ve milliyetçiliğin esaslarından biri olarak kabul ettiği millî seciye, millî kültür ve bu kavramlara sıkıdan sıkıya bağlı olan millî an’anenin ne demek olduğu üzerinde bir görüş birliğine varılamamış olmasından doğmaktadır.
Yukarıda da temas ettiğimiz gibi Atatürk, millî seciye yerine bazen “millî kültür” deyimini kullanmakta, hattâ seciye’yi kültür’ün zemini olarak ele almaktadır. 1921 Temmuzunda Maarif Kongresini açış nutkunda izlenecek millî kültür politikasından bahsederken, bu politikanın milletin özelliklerine, millî ve tarihî seciyeye uygun bir kültür olması üzerinde ısrar etmiş ve sözlerini “Kültür (haraset-i fikriye) zeminle mütenasiptir, o zemin milletin seciyesidir” diye bitirmişti[25]. öyleyse Türk milletinin seciyesi nedir? Millet’in ve milliyetçiliğin tanımlanmasında bir aslî unsur olması ve millî kültürün zeminini teşkil etmesi bakımından acaba millî seciye nedir? Alman düşünürlerinden Friedrich Naumann’a göre, “Bir millet, yüksek ve hususî bir hars sayesinde kendine özel müşterek bir seciyeyi elde eylemiş olan bir kavimdir. Bu seciye (millî seciye), geniş arazi üzerinde batından batına geçer ve değişmez”[26]. Fakat F. Naumann’m da tarif etmekten kaçındığı millî seciye’yi, nesilden nesile intikal eden seciyeyi kim tayin ve tesbit edecektir? Milletlerin kendileri mi, yabancılar mı? Milletlerin seciyesi tayin edilirken, bir bütün olarak millet topluluğu mu ele alınacak, yoksa aydınlara veya şehirlilere göre mi bu seciye tesbit edilecektir? Konunun teferruatına girmeden, bunu aydınlatmak gayesiyle çaba sarfetmiş, eser yazmış bir kaç Türk düşünürünün, Türklerin millî seciyesi diye öne sürdükleri vasıflar arasında ne kadar tutmazlık, birbirine aykırılık bulunduğunu belirtmekle yetinelim. Meselâ, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu ve Ağaoğlu Ahmet Bey’e göre Türklerin millî seciyesi “mahviyet ve tevazudur”. Hoşgörürlük ve tevazu, alçakgönüllülük. Yalnız Ağaoğlu Ahmet Bey buna bir şey daha ilâve ediyor: “Muhite kapılmak”, yani içinde bulunduğu muhite uymak, dolayısiyle çok geçmeden aslî hüviyetini kaybetmek[27]. Bunlar övünülecek, millet olarak övünülecek vasıflar mıdır? Son zamanlarda Garb Menbalarına göre eski Türk seciyesi ve Ahlâkı adıyla bir kitap çıkaran İsmail Hâmi Danişmend’in ise eski Türk seciyesi diye şu noktaları tespit ettiğini görüyoruz : Eşsiz doğruluk ve namus; edep, haya ve tevazu, ağırbaşlılık, ciddiyet, vakar, iyilik, insaniyet, merhamet, taassupsuzluk, mertlik, sözde sebat, ahda vefa ve netice itibariyle bir üçlü vasıf : Kuvvet - kudret, fevkalâde şecaat, üstünlük şuuru[28]. Türklerin eski seciyeleri diye öne sürülen bu sıfatları sadece Türklere has birer karakter olarak kabul etmiye elbetteki imkân yoktur. Her millet kendisinin kahramanlığından, her millet kendisinin dürüstlüğünden, her millet kendisinin ahda vefasından bahseder. Herhangi bir millete mensup fertlerin bütün iyi meziyetleri, iyi sıfatları kendilerine malederek kötü vasıfları başka milletlere bırakmıya herhalde hakları yoktur. Bir yabancı bu iyi vasıfları kendi milletine maletmekte ve başka milletlerin seciyesi diye daha başka şeyleri, ahlâk kaideleriyle bile bağdaşmıyan bazı vasıfları pekâlâ öne sürebilmektedir. Üstelik eserine Eski Türk Seciyesi adını veren İsmail Hâmi Danişmend kitabına ilâve ettiği bir “Tavzih”te, bahis konusu ettiği seciyenin, özellikle XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl başına kadar yaşamış olan Türklere ait olduğunu belirtmektedir[29]. Dolayısiyle o, Tanzimat Türkiyesinde, XIX. yüzyıl Türkünde bu seciyenin, seciyelerin tamamiyle ortadan kalktığına kanidir. Şu halde bir millî seciye, nesilden nesile devretmesi gereken bir seciye bahis konusu değildir. Bir eski Türk seciyesi vardır, bir de bazı kimselerin iddialarına göre Tanzimatla beraber bozulan Türk cemiyetinin yeni şartlar içerisinde yarattığı bir seciye, bir yeni Türk seciyesi. Kaldı ki Ağaoğlu Ahmet Bey de Türk seciyesi diye Muhite kapılmağı öne sürdüğüne, milletin içinde bulunduğu zamana, şartlara uyma ve onun kalıbını almayı bir millî seciye diye kabul ettiğine göre, zaman ve muhite uygun bu seciye elbette ki değişecektir. Bunlardan sonra bir de Atatürk’ün X. yıldönümü Nutkunu hatırlıyalım: “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Türk milleti ilme bağlıdır, çünkü terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müsbet ilimdir”.
Milletlere ait seciyelerin teshilinde başka bir nokta da dikkati çekmektedir. Millî seciye, millî tarihin esası ve ona yön veren aslî bir unsur mudur? Öyle ise tarih boyunca millî seciyelerin hiç değişmemesi gerekirdi. Bugün Germenlerin, Cermen kavimlerinin çok çalışkan olduğu dünya kamu oyunca iffifak edilmiş bir husustur. Ve eğer bugün Cermen kavminin seciyesi tespit edilmek istenirse muhakkak ki çalışkanlığı başa koymak icabeder. Halbuki Tacitus o devrin Germenlerinden bahsederken, onların başlıca vasıflarının tenperest, tembellik olduğu üzerinde ısrarla durur. Şu halde eski Cermen seciyesiyle günümüzün Alman (Cermen) seciyesi arasında taban tabana zıt iki özellik vardır. Diğer taraftan, her millette bir seciye birliği aramak sanırız ki biraz güçtür. Millî birlik başka, seciye birliği muhakkak ki başkadır.
Seciye üzerinde görüşler birbirini tutmadığı gibi hars, millî hars, millî kültür noktasında da ittifak edilmediğini görüyoruz. Ziya Gökalp’a göre, Hars milletlere hastır, Medeniyet ise milletler arasında müşterek olan hayattır[30]. F. A. Wolf’a göre, “Bir millette hars, içindeki bütün insanların katıldıkları manevî hayattır”[31]. Nihayet ünlü Alman tarihçisi J. Burckhard’a göre de “Hars, ruhun kendiliğinden inkişafıdır ki onu sayesinde bir milletin faaliyeti şuurlu bir hal alır” [32]. La politique internationale yazarı Novicouw ise, “Tam olan bir milliyetin bir din, bir felsefe, bir sanat, bir edebiyat ve hususî ilim yolları ortaya koyması gerekir”[33], diyor. Atatürk’ün X. Yıldönümü Nutkunda, millî ülkü adı altında topladığı hususlarında bu son tarife uyduğunu görüyoruz: “Şunu da ehemmiyetle tebaruz ettireyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da Güzel sanatları sevmek, onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlere baş vurarak inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür.” Acaba hars milliyetin tek unsuru mudur? Milliyet Nazariyeleri yazarı M. İzzet’in de belirttiği gibi Milliyeti toprağa, ırka, iktisada, lisana, seciyeye veya ananeye bağlamak isteyenler, milliyetin aslında ne olduğunu değil de, belki neden başka başka milletlerin mevcut bulunduğunu göstermiye çalışmaktadırlar. Bunun gibi, milliyeti sadece hars, kültür ile izah edenler de, her şeyden evvel milletler arasındaki farkları değil milleti, millet fertleri arasındaki birliği, şuurlu bir hal almakla beraber millî gayretin esasını teşkil eden vakıanın mahiyetini belirtmeye gayret ediyorlar[34]. Çünkü harsın millî olması, insanları ayırmasından değil, bir gaye etrafında birleştirmesindendir. Beşerî hayatta toprak, ırk, iktisat ilişkileri birbirine zıt olabilir. Konuşulan lisanlar anlaşılmıyabilir, seciyeler birbirine karşıt olabilir. Ananeler, millî aneneler yekdeğerini tekzip edebilir. Fakat beşeri harslar birbirine düşman olmamıştır ve asla olamaz. Medenî aletlerin milletlerarasında müşterek olması demek aynı zamanda belirli hayâtî gâyelerin müştereken makbul olması demektir. Bundan dolayıdır ki milletler arasında yalnız medenî aletler değil bazı hars mahsulleri de müşterektir. Hars mefkûresi elbette ki kalpte doğar ve kalpte yaşar. Bu yüzdendir ki Ziya Gökalp, hars ile kalp arasında benzerlik görmektedir.
Milliyet, milliyetçilik ve Atatürk milliyetçiliği, dine aykırı mıdır? Milletin bir din birliği olmadığı muhakkaktır. Hernekadar İsmail Gasprenski 1919 da “Milliyet fikrinin en kuvvetli dayanağı dindir. Binaenaleyh idare-i ruhaniyelerimizi islâh etmelidir” demekte idise de, unutmamalı ki o, bu sözleri azınlık hayatı yaşadığı Rus topluluğu içinde söylemişti. Şurası da dikkati çeken bir vakıâdır ki, bir başka milletin idaresi altında azınlık hayatı yaşayan topluluklarda dinî hisler daha da kuvvetlenmekte ve koruyucu bir kalkan vazifesini görmektedir. Bununla beraber milliyet duygusunu dinî hislere benzetmek, mümkündür. Ancak milliyete mefkûre, ideal gözüyle bakıldığı takdirde ona bir dinî kutsallık izafe edilebilir, yoksa milliyet dinî muhtevayı almak, onu olduğu gibi muhafaza etmek değildir. Çünkü tarih, dinî hisler zayıflamadıkça, ümmet kavramı sarsılmadıkça milliyet hislerinin kuvvetlenmediğini göstermektedir. Mehmet İzzet Bey’in bir müşahedesini burada anmanın faydalı olacağını sanıyoruz. “Müsbet ve müesses dinler milliyeti müdafaa eder gözüktüğü vakit onu kendine bir vesile, faydalı bir silâh olarak kullanır. Buna karşılık milliyet de dine dayanmak istediği zaman onu bir âlet gibi kullanır. Her iki halde de ya semavî olan din, ya da beşerî olan milliyet ülkücü veya mutlak âmir olan mâhiyetlerinden çok şeyler kaybeder[36]”
Atatürk milliyetçiliği an’anelerden tamamiyle uzaklaşma mı demektir? Elbette ki hayır. Ama an’anenin ne olduğu üzerinde de millî seciye, millî ahlâk gibi ittifak edilmediği için bu görüş ayrılıkları meydana çıkmaktadır. Ananeye önem verenlere göre, nasıl uzvî hayat tabiî şevke dayanıyorsa, millî hayat da ananelerden ibarettir. Millî olarak yaşamak için ister istemez ananelere uymaya mecburuz. Meselâ bugün İngilizlerin ananelerine sadık ve muhafazakâr bir millet olduklarını hepimiz söyler ve iddia ederiz. Halbuki XVII. yüzyıla geri gittiğimizde İngiliz topluluğunun hiç de muhafazakâr ve ananeperest bir sıfatı yoktu. Üstelik İngilizlerin XVII. yüzyıldaki şöhretleri ihtilâlcilik ve kavgacılık idi! Demek ki, millî anane sayılan şeyler ekseriya tarihî akışın mahsullerinden ibarettir. Herhangi bir dönemde millet onları kendi hayatının timsali olarak sevebilir. Fakat onlara esir olması, yaşama ve yaşatma imkânları kalmadığı halde onları zorla devam ettirmeğe çalışması, bir bakıma ananelerin esaretinde hürriyeti görmek demek olur. Ananenin kuvveti atalet kuvvetidir. Oysa millî hayat bir akışın ifadesidir. Ataletle millî hayat bağdaştırılamaz. Tarih boyunca değişmeden devam eden Türk ananesini veya ananelerini nasıl tespit edeceğiz? Ünlü düşünürümüz Gökalp “Biz Türkler ananesiz bir milletiz” diyor[37]. Ahmet Ağaoğlu da muhite kapılmayı Türk millî seciyesi olarak gösterdiğine göre ananelerde tarihî bir devamlılık görmüyor demektir. Hertürlü ifrattan kaçınarak bu hususta şu sonuca varabiliriz: Yaşıyan ve toplum içindeki davranışlara etki yapan ananelerle, ölü kaideler halini almış olanları birbirinden ayırt etmek gerekir. Ancak maziden kalan miras içinde yaşayanlarla yaşamıyanları bugünkü hayatımızdan başka hangi ölçü ile birbirinden ayırabiliriz? Müşkülât burada başgöstermektedir. Yapılacak tek şey “Geçmişi tekrar hayat için kullanabilmek, olmuş olanlardan tekrar tarih yapabilmek sayesinde millet, millet olur” diyen Nitze’ye hak vererek, ananeye sadakat demek, geçmişi geleceğin hizmetine almak ve onu buna göre değerlendirmek, manalandırmak olmalıdır. İşte Atatürk’ün ananelerin millî hayattaki yerine verdiği önem de bu düşünce çerçevesi içinde toplanır. Herşeyden önce Atatürk, taklitçiliğin tamamiyle karşısındadır. Ve bir toplum için geçerli olan kaidelerin bir başka toplum için aynen taklit edilmesinin bazen sakıncalar doğurduğuna işaret etmekten geri kalmamıştır. Fakat o aynı zamanda, “Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık sunî, bâtıl itikatlardan ibaret bir din daha” olduğuna kanidir.[38] İşte yok etmek istediği, kurtulmak istediği bu sunî, bâtıl hurafelerden, ananelerden meydana gelmiş olan ortamdır : “Artık bugün hayat ve insaniyat icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara mugayir olan rivayetler ahlâk ve imana esas olamaz. Hakikat tecelli edince kizb ortadan kalkar. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve inkişafa müsait olan milletimizin içtimaî ve fikrî inkılâb kademelerini kısaltmak istiyen mâniler behemehal bertaraf edilmelidir.”[39] Böylece Mustafa Kemal içtimai bünyeye zararlı akîde ve ananelerin milliyetçilikle bağdaşmıyacağı üzerinde ısrarla durmuştur: “Milleti millet yapan terakki ve tefeyyüz ettiren kuvvetler vardır : Fikir kuvvetleri ve içtimai kuvvetler.. Fikirler mânâsız, mantıksız safsatalarla mâli olursa o fikirler marîzdir. Kezâ, içtimai hayat akıl ve mantıktan âri, faydasız ve muzır birtakım akideler ve ananelerle meşbû olursa mefluç olur.”[40] Bu yüzdendir ki, O, batıya yönelmeyi ananelere sadakatsizlik ve milliyetçiliğe aykırı bulmamıştır. Kendisine milliyet mefkuresiyle batı müesseselerinden ilham alınma arasında bir tezat görüp görmediğini soran bir Alman muhabirine 1930 Martında verdiği cevap şudur : “Aslâ! Çünkü asrî olan milliyet prensibi beynelmilel taammüm etmiştir. Biz de Türklüğümüzü muhafaza etmek için gayetle itina edeceğiz.”[41] Çünkü Atatürk, Türk tarihinin Doğu’dan Batı’ya doğru akmakta olduğuna nüfuz edebilmiştir. “Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima şarktan garba doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, (bir Fransız gazetecisine söylediği için) bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Ric’at arızî ve gayr-i ihtiyarî oldu. Takdir etmelisiniz ki, şarkta ikametgâh intihabına mecbur olduğumuz için, ırkımızın beşiği ile alâkadar olması itibariyle mümkün olduğu kadar Garb’a yakın bir ikametgâh intihab ettik. Fakat vücutlarımız Şark’ta ise fikirlerimiz Garb’a doğru müteveccih kalmıştır.”[42]
Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik tariflerinde yer alan başlıca unsurlar) belirttikten sonra şimdi Atatürk Milliyetçiliğinin başlıca özelliklerine geçebiliriz. Atatürk Milliyetçiliği’nin birinci büyük vasfı, her şeyden önce bağımsızlık'tır. Yüzyılımızın ünlü Fransız yazarlarından Paul Bourget, “Bir milletin varlığı nefes almak, yemek ve içmekten ibaret değildir. Bir millet, ancak kendine tâbi olduğu, kendi için düşündüğü, yolunu kendine âit bildiği, kendine özgü fikirleri tasavvur eylediği ve kelimenin tam, basit ve pek kuvvetli anmamiyle bağımsız olduğu anda mevcuttur” diyor. Mustafa Kemal, daha da ileriye giderek bağımsızlığı bir karakter, bir hayat mes’elesi olarak kabul etmektedir: “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir... Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi, mutlak o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasiyle kaimdir. Ben yaşıyabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl, bence bir hayat mes’elesidir.”[43] Bağımsızlığın yanıbaşında, her şeyin üstünde millî hakimiyet gelir Mustafa Kemal’de. O’nun, annesinin mezarını ziyaret ettiği vakit göz yaşlarını içine akıtaraktan şöyle haykırdığına şahit oluyoruz : “Vâlidem bu toprağın altında, fakat hakimiyet-i millîye ilelebed payidar olsun! Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, millî hakimiyet ilelebed devam edecektir. Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim: Vâlidemin medfeni önünde ve Allahın huzurunda ahd ü peyman ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tesbit ettiği hâkimiyetin muhafaza ve müdafaaası için icabederse validemin yanma gitmekte asla tereddüt etmiyeceğim. Hâkimiyet-i millîye uğruna canımı vermek benim için vicdan ve namus borcu olsun!”[44] Diğer taraftan, Atatürk’ün milliyetçilik şuuru içerisinde millî birliğe büyük bir yer ayırdığını da tesbit ediyoruz. “Katiyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşıyan milletler zayıftır, marîzdir. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin sınırı ne olursa olsun onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz : Milletine, Türkiye devletine, Türkiye Büyük Millet Meclisine düşman olanlarla mücadele esbab ve vesaitiyle mücehhez olmıyan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele lâzımdır.”[45]
Atatürk Milliyetçiliğinin bir diğer büyük özelliği de gerçekçi oluşudur. Herşeyden önce ve herşeyin üstünde Türkiye.. Fakat iş sadece burada bitmez. "Efendiler! Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir : Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk Milleti’nin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telâfi edebiliriz : O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek! Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü selâmet ve saadet hedeflerine vâsıl olabiliriz.”[46]
Gerçekçi oluşu yüzündendir ki Mustafa Kemal, Pan-İslâmizmi, Pan-Turanizmi ve Ümmetçiliği red etmiştir: “Vatandaşlarımızdan, dindaşlarımızdan, hemşehrilerimizden her biri kendi dimağında bir mefkûre-i âliye besliyebilir. Hürdür, muhtardır.. Buna kimse karışamaz. Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sâbit, müsbet, maddî bir siyaseti vardır : O da efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin muayyen millî hududu dahilinde hayatını ve istiklâlini temin etmeye mâtuftur... Büyük ve hayalî şeyler yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetim, garezini, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz, Pan-îslâmizm yapmadık; belki “yapıyoruz, yapacağız” dedik, düşmanlar da “yaptırmamak için bir an evvel öldürelim” dediler. Pan-Turanizm yapmadık; “yaparız, yapıyoruz” dedik, “yapacağız” dedik ve yine “öldürelim” dediler. Bütün dâva bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize yaptıkları baskıları artırmaktansa, hadd-i tabiîye, hadd-i meşrûa rücû edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh efendiler, biz hayat ve istiklâl isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı ibzâl ederiz.”[47]
Bundan dolayı Atatürk, milliyetçilik kavramının veya hislerinin kötüye kullanılmasının, uluslararası buhranları çoğalttığı kanaatindedir. 1935 te dünya mes’eleleri hakkında kendisiyle konuşan bir yabancıya, Avrupa’da durumun kötüye gittiğine işaretle, “Harbin ciddiyetini nazar-ı dikkate almıyan bazı gayr-i samimi önderler, taarruzun vasıtaları (agent’ları) olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere milliyetçiliği ve an’aneyi yanlış bir şeklinde göstererek ve suistimal ederek onları aldatmışlardır.” Diyerek[48] Faşizm veya Nasyonal Sosyalizmin körüklediği hislerin doğuracağı tehlikelere dikkati çekmiştir.
Milliyetçilik anlayışında elbette ki, herşeyin üstünde Türk Milleti ve onun menfaatleri gelir. Fakat Türk Milleti yer yüzünde diğer milletlerden tecrit edilmiş olarak tek başına yaşıyabilecek bir millet değildir. O yüzden milliyetçilik, diğer milletlerin inkârı demek değildir. Milliyet duygusunun var olması ve yaşayabilmesi için başka milletlerin mevcut bulunması şarttır. Nitekim birçok anneler arasında birisine “Benim annem” diyebilmem için başkalarının annelerinin de mevcut olması lâzımdır. Millî hislerin en çok, bir milletin diğer milletlerle karıştığı yerlerde kuvvetlenmesi veya azınlık hayatı yaşıyan milliyetlerde artması tarihî bir tesadüfün eseri olmasa gerektir. Milliyet duygusu ile diğer milliyetlere saygı arasında bir tezat görülebilir. Ancak bu tezat, fert ile cemiyet, milletin bir ferdi ile millet arasındaki tezadı andırabilir. M. İzzet Bey’in de belirttiği gibi “Beşeriyet, birbirine zıt milletlerin çarpışmasından çıkan nefret dolu haykırışlardan ibaret değildir herhalde. Beşeriyet bir âhenktir veya öyle olması gerekir. Millî olan, olması gereken harsımızla ve millî ülkümüzle iftihar edebilmemiz için ona beşerî bir kıymet vermeye mecburuz.”[49] İşte bundan dolayı Atatürk, kendi milliyetperverliğinin, milliyetçiliğinin asla bencil bir milliyetçilik olmadığı üzerinde ısrarla durmuştur: “Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyetperverânız ki, bizimle teşrik-i mesâi eden bütün miletlere hürmet ve riâyet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbînâne ve mağrûrâne bir milliyetperverlik değildir.”[50] Çünkü Atatürk’e göre ‘Millet’, beşeriyetin bir organıdır. Beşeriyetin tümünü bir vücut ve Millet’i de o vücudun bir organı saymak gerekir.
Vaziyet böyle olunca, Türk Milleti ve Türk Milliyetçiliği için ilim ve fennin tek bir kaynağa dayandırılması bahis konusu olamaz. İlim ve fen nerede ise oradan alınacaktır. Daha 1922 de Mustafa Kemal’in bu konuya şöyle temas ettiğini görüyoruz: “Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilâkis müterakkî, mütemeddin bir devlet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşıyacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız, tüm ve fen için kayıt ve şart yoktur”[51]. Şüphesiz ki milliyetçilik yabancı düşmanlığı da değildir. Medeniyet te ona katkıda bulunan milletlerin müşterek eseri olduğuna göre, milletler arasında, bir tarafın zararına işlemeyen karşılıklı menfaatleri gözeten bir işbirliği daima mümkündür. “Şu bilinsin ki, biz ecnebilere karşı herhangi düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla samimî münasebette bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Ecnebiler memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize müşkülât irâsına çalışmamak şartiyle burada hüsnü kabul göreceklerdir. Maksadımız, yeniden yakınlık peyda etmek, bizi başka milletlere bağlıyan revabıtı tezyid etmektir. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir. Ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğunun sukutu, Garb’a karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine bağlıyan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmiyeceğiz” diyordu Mustafa Kemal, 1923 Ekiminde M. Pernot’ya verdiği demeçte[52].
Millî seciye’ye önem veren, millî kültürü esas alan, geleneklere bağlılığı ancak geleceğe etkileri bakımından değerlendiren ve istikbalin inşasına engel olacak hurafelere saplanılmasını red eden, her şeyin üstünde istiklâli ve millî hakimiyeti gören, gerçekçi olan, diğer milletlere ve milliyetlere karşı saygı duyulmasını öngören Atatürk Milliyetçiliği’nin, 1961 Anayasasının başlangıç kısmında şöyle ifade edildiğini görüyoruz: “Bütün fertlerini kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler tarafından toplayan ve milletimizi dünya milletleri âilesinin eşit, haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeği amaç bilen Türk milliyetçiliği”. . İşte Atatürk yolu budur. Ama şuna da işaret edelim ki, herkes Atatürk’ün yolunda öldüğünden bahsederken gösterilen yönler birbirini tutmamakta bazen de birbirinin tamamiyle zıddı bulunmaktadır. Oysa Atatürk kendi yolunu ve kendisini izleyeceklerin sapmamaları gereken yönü göstermiştir: “Bizimyolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir”[53]. Bu yolu izlemek gerekir. Ama bu yol yorucudur. Unutmamak ki Atatürk te bu yolun yorucu olduğunu biliyordu. 26 Mart 1937 de Ankara’da düzenlenen Uludağ gecesinde, kendisinin izinde olduklarını haykıran gençliğe hitaben şöyle konuştuğunu duyar gibi oluyoruz: “Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk, her insan, her mahlûk için tabiî bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet, yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yâni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz” [54].
Bu yolu izleyenlere, günlük şahsî ve politik çıkarlara sapmadan izleyebilenlere ne mutlu! Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” dediği gibi.