XIX. yüzyıldaki düşünüşe göre. İran tarihinin genel görünümü, ilk bakışta, sadece üst yöneticilerin yaşadığı hayat ve olayların günü gününe sıralanması olarak kabul edilmektedir. Savaşlardan güncel olayların yazımına değin, hanedan ailesinin sürekliliğini anlatan belli bir akış bulunmaktadır. Yükselmenin temel unsurları olarak bilinen, XV. yüzyıl Ronesansı, XVI. yüzyılda milli devlet kurma girişimi gibi, büyük olaylar Avrupa tarihinden esinlenmiş örneklerdir. Doğu bilimcilerinin, uzun süren çalışmaları, bu hanedanın karmaşık işleyişinin ayrıntılarını saptamayı, amaçlamıştır. Bu çalışmalar, kaynakların kısıtlılığına rağmen, Grousset'nin güçlü yorumu ile mükemmellik kazanmıştır: Göçebe'nin yerleşik yaşayana direnişi, birbirlerini benimseyip bağdaşmaları ile son buldu. Grousset “Fetihten elli yıl sonrasında bile, çoğu kez, sanki hiçbir olay olmamışçasına, hcrşeyin düzenli sürüp gittiğini, Çinlilermiş veya İranlılaşmış cengâverlerin, dalgalar halinde gelen, yeni cengaver saldırılarına karşı, uygarlığın ilk .savunucuları olmuşlardır" diye yazmaktadır [1]. Şöyle ki; hatta, daha özenli çalışmalarla yapılan önemli etkiye rağmen, sistemi bozabilecek bir gedik açılamamıştır.
Yeni gelen, küçük bir Moğol veya Türk azınlığın. İran uygarlığının etkisinde kalmaları, su götürmez bir gerçek olmakla birlikte, bu olayın hudutsuz devamlılık göstereceği kabullenilemez. Ortaya konulan veriler, rastgele tercümelerle elde edilmiş kaynaklardan alınmamış olsaydı, mukayeseli tarih alanında yararlanılabilirdi. Moğol imparatorluğunu terketmeden, fatihlerin Çinlileşmesi kadar İranlılaşmalar, ayni şartlarla oluşmuştur[2].
Ahlaki açıdan, uygarlığın ve cengaverliğin birbirine üstünlüğü, bir yana bırakılırsa, soyut anlamda, fatihlerle fethedilenler arasında ilişkiler sorunu yanlış bir biçimde ortaya konulmuş olur, istilacıların, benimsenip özümsenmesini doğrulayan ve fakat kanıtlardan yoksun, gerçekleri hafife alan belgeler yok sayılmalıdır. Böylece, sanat tarihinden alınmış belgelerin de önemli addedilmesi önlenmiş olur. Tarihî araştırmaların diğer alanlarında yapılmış gözlemlere göre, sanatın, çağdaş tarihle, ayni zaman dilimini paylaşmadığı tespit edilmektedir. Bu durum, kendi ölçüsü içerisinde, olduğu gibi kabul edilmelidir. Eğer, kültür tarihi, böyle bir açıklık getiriyorsa, tek başına, sadece buna güvenilmemelidir. Tıpkı, Clovis'in vaftiz edilmesi, veyahut Charlemagne'm Alcuin’le dost olması gibi gerçek olan. Büyük istilaların sonuçlarım, geçici, çabucak yitip yok olacaklar diye bahane uydurmaya hiç kimse cesaret edemeyecektir.
Şüphesiz, kültür tarihi ayrıntıları ile çok kısa zamanda yazabilenler İçin, Türk-Moğol İstilâsının sonuçlan, gereksiz addedilip bir kenara atılamayacaktır. XIV. yüzyılın tamamı, Fars edebiyatının en zengin çağlarından birisini, XV. yüzyıl da minyatür sanatının en yüksek dönemini, temsil eder. Nasıl ki, Timurlenk XIV. yüzyılın sonlarım bir harabeye çevirmişse de, “Timur Rönesansı” diye adlandırılması ile, XV. yüzyılla da özdeşleşmiştir. Fakat, İşin aslına bakılma, neyin rönesansı ve Timur bunu hangi alanda yaptı?
Timurlenk devrinde, edebiyat alanında, Çiraz veya Tebriz ve Bağdad çevresine ait olanın dışında, hiçbir şey mevcut değildir. Hatta, fatih'in tarihçisi Nizameddin Çam! bile, Bagdad’da yaşayan İnanlı bir bilim adamı İdi[3].
Geçen yüzyılın büyük atılımlarına nazaran,Şahruh döneminde, sıradan bir çok ozanın şiir tarzında yapıtlarından başka hiçbir yeniliğe rastlanamamaktadır[4]. Timur çağı sanatı minyatür, özellikle üzerinde tartışma yapılabilecek dönem. İran sanatının, çok belli bir dönemini temsil eder. Akan zaman içerisinde bu çağın sınırları, ayni konuda yapılabilenlere nazaran, daha kesin olarak belirlenmiştir. Sanatçıların kişiliklerinin ve eğilimlerinin, iyice tanınamadığı durumda, ekolleri, saltanat sınıflarına göre, tasnif etmek çok daha uygun olur. Buna göre, Şahruh ve oğullarının saltanat dönemini kapsayan süre, “ilk Timur Çağı" dönemi olarak kabul edilebilir. Çok kısa süre önce başlatılmış bulunan, yazım biçimlerinin gelişimi ve bölgesel sanat merkezleri üzerine yapılan araştırmalar, bu çağın Celayir (Bağdad'daki Moğol hanedanı) ile belli çok az bir ölçüde Muzafferi (Arap asıllı İran hanedanı) geleneklerinin yakın mirasçısı olarak gösterilebilirler [5].
M. Stchoukine “İran'ın değişik yörelerinde yaşayan ünlü sanatçıların bir merkezde bir araya getirilmelerini gerçekleştiren Timurlenk, XV. yüzyıl resim sanat! üzerinde kendisini hissettiren ve evvelce bütünlüğünü yitirmiş, yapım kurallarının eş zamanlılık kazanma gelişimini başlattığını" ileri sürmektedir [6]. Böylece, Timur çağı sanatının gelişmesi üzerinde etkisini gösteren, çok dikkate değer bu dış etkenler, aslında, -sanatçıların bu bir arada toplanma İŞİ sadece bir yer değiştirme olayı idi- Şirazli ve Heratlı hükümdarlarına şöhret kazandırdığı kabul edilen, bu sanatçıları himaye konusuna ters düşmekteydi.
Hükümdarın, bilim ve sanat! himaye fikrinin varlığı, Moğol çağından farklı olarak, gerçekte, Timur çağına ait bir özeliktir. Mogollar döneminde, sanat adamlarının korunması, İran kültürünün yaşatılmasını amaçlayan, üzerinde önemle durulması gereken bir biçimde, Humeynilerin, kudretli vezirlerinden önce Cüveyni'ler, Reşidüddin ve daha sonraları oğlu Gıyaseddin Muhammed, görev olarak üstlenmişlerdir. XV. yy.da bu koruma İŞİ direkt olarak sultanlarca yapılmıştır. Saltanat sahiplerinin bilim ve sanat koruyuculuğu kavramının değeri ne olabilirdi? Uluğ Bey zamanında. Matematik ve Astronomik araştırmaların yeniden ilerlemesini kolaylaştırmıştır. XIV. yüzyılın ikinci yarışında, saltanat sürenler, hiçbir çıkar gözetmeksizin, verimsiz bir dönem olan İlhanlılar çağına nazaran, zengin mukayeseli tarihî, edebi bir eserin yaratılmasında pay sahibidirler. Eserlerin hükümdarlara ithaf edilmesi az çok zorunlu olmakla birlikte, hepsinin, verilen bir emir üzerine yazıldığı söylenemez. Bu konuda yapılacak araş- tırmanın sağlayacağı yararlan söylemeye gerek bulunmamaktadır.
Bilim ve sanat koruyuculuğu, verimli bir eser verme yarışı yaratmış olmakla beraber, yeteneklerin doğmasını sağlayamamıştır. Şöyle ki; sanatsal anlatım alanında, bilim ve sanat koruyuculuğunun etkenliği, bir uzmanın, bir esere olduğundan daha fazla değer biçmiş olduğu gibi kabul edilebilir. Daha, çok kısa bir süre önce, M. Godard: “Timur çağı ilk döneminin, resim sanatına en belirgin katkısı, belki de fatih Mogol ( = Thnurlenk) ailesinin bütün bireylerinin, sanat ve resim anlayışını yansıtır gibi görünen, tabiata karşı duyduklar, içten sevginin bir tezahürüdür.” diye yazmaktadır[7].
Örneğin, bir Baysungur veya bir İbrahim Sultan'ın, elyazması bir eserin tezhib görevini, yakını olan sanatçılara verdiği, tasarımların kendisine sunulmasından sonra, düzeltmelerini yaptığı rivayet edilmektedir.
Celayiri atölyelerinde, mükemmelleştirilmiş bir sanat eserinin hazırlanması sırasında, Şahruh’un oğullarının önerilerine uyulduğuna ilişkin bir kanıt bulunmamaktadır. Timur Çağı sanatının ısmarlama hazırlanmış bir sanat eserinden üstün olmasının nedeni, kuşkusuz, özellikle, görevi veren koruyucuların, sanatçıların yeteneklerini önemsememelerinden ileri gelmektedir. Bilimsel yöntemleri yenilemek amacıyla; İran sanat tarihçilerinin başlattığı çabalar hemen ürünlerini vermeye başlamıştır. Eleştiriler, çok uzun süre, üstün körü yapılmıştır, İranlı minyatür sanatI heveslileri, Timur Çağı sanatçılarının olgun kişiliğine kavuşamamışlardır. Onları kolayca İnkâra kalkışmışlardır. Acaba, bilim ve sanat koruyuculuğunun anlamım daha mi iyi kavramışlardır?
İbrahim Sultan'ın düşünceleri ve kişiliği hakkında ne biliyoruz? Hiçbir şey. Ya Baysungur hakkında? Yine fazla bir şey bilmiyoruz. Şahruh hakkında? Çok önemsiz pek az şey biliyoruz. Dikkatle araştırıldığında, sadece Baysungur hakkında bazı şaşırtıcı bilgilere rastlanabilir. V. Barthold'un, herkes tarafından çok iyi bilinen anılarında, sadece Uluğ Bey’in pek az yararlanılabilecek, bir monografisi yazılmıştır [8]. Barthold tarafından, örnek bir kişiliğe kavuşturulan, Uluğ Bey'in hayatinin bütün ayrıntıları ile tanıtılması yararlı olurdu. Ustalıklı birkaç övgü ile şu veya bu hükümdar için hazırlanmış herhangi bir çalışmayı kabul ettirmek kolay olsa bile, bu hükümdarların bazen yanlarına aldıkları, hatta bazen sürgün ettikleri, çok kez ister istemez sarayda oturmalarına rıza gösterdikleri sanatçılarla ve aydınlarla ilişkileri hakkında ne öğrenebiliriz? Ne Baysungur'un hatt sanatına olan yeteneği, ne Uluğ Bey'in bilime olan tutkusu, hükümdarların bilim ve sanat koruyuculuğunu kamçılayan şöhret kazanma gibi hırslarını unutturmamaktaydı. Kişisel çabalarla desteklenen bu dikkat çekici olaylara rağmen, XV. yüzyılda saray yaşayışı ile gerçek hayat arasındaki farklılık çok belirgin bir duruma gelmiştir, o tarihlerde, eğer, “Islama dönüş" gibi, yeniden bağlanılacak, bir gelenek arayışı İçine girilmiş ise, bunu hızlandıran olay, Timur çağı yönetiminin, yarattığı düş kırıklığıdır. Hükümdarların kişiliklerini yansıtan düzene karşın, çok kez sakınılarak anlatılmış, duygu ve düşüncenin ürünü olan bir kültür varlığının, birkaç hükümdarın yakın ilgisi ile sağlandığının sanılması çok garip olacaktı. Bu sanatçıların, sadece, çok az sayıda bir bölümünün, Timur çağı bilim ve sanat koruyuculuğunun destek ve zoruyla ortaya çıktığı kesin olarak doğrulanabilir. Ancak, onların bu desteklerinin çok defa, birtakım şartları vardır. Evvelce, tamamen anlaşılır bir hale getirilmiş olmasına rağmen, Şiraz’dan alınmış bazı örnekler, Timur çağı bilim ve sanat koruyuculuğunu çok açık bir biçimde aydınlatacaktır[9].
Timurlenk'in torunu ve Ömer Şeyh’in oğlu Mirza İskender -o zaman henüz yirmi iki yaşında iken- 1409 dan 1414'e kadar İran'da hükümdarlık etti. Onun saltanat sürdüğü topraklar, Timurlenk'in ölümünden dokuz sene sonra, Şahruh sülalesinden İbrahim Sultan'ın zorla ele geçirdiği, Timurlulara ait son yerlerdir.
İbrahim Sultan'ın, bayandık faaliyetleri hakkında az bilgi edinilmiştir. Isfahanda, Du-dank ve Nakş-i Cihan mahallelerini şehirden ayırarak büyük bir çalışmaya girişti, içerisi su ile dolu hendeklerle çevrili, iki sıra tabyanın İç kısmında, bir saray (köşk), hamamlar, pazar yerleri ve bir medrese ayrıca bir hastahane İnşa ettirdi [10].
Bu koruma önlemi, şehirde çıkabilecek bir ayaklanmaya karşı olduğu kadar dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı savunma amacıyla alınmıştı. İskender bu planı Yezd şehrinde bulmuştu. Şehrin dışında kurulmuş bulunan Yezd kalesinin, İnşa tarihi 799 396-97'dir. İskender, Yezd hükümdarı olduğu sırada, savunma önlemlerini tamamladı ve şehrin bir mahallesini kale ile birleştirdi ve kalede bir sarayla, hamamlar İnşa ettirdi [11]. Şiraz'da 814/1411-12 yılında Kale-i Celali[12] adında bir kale İnşa ettirdi. İskender'in İkâmet ettiği saray, Taht-1 Karaca, şehrin kuzeyinde kurulmuştu[13]. Sarayın inşaatında ve tezyininde, İskender'in uyguladığı yapı özelliğini tanımlamak mümkün değildir. 1524 yılında bu yöreyi gezen Antonio Tenreiro: Göz kamaştıran güzellikleri içerisinde saklayan, iki fersah uzunluğundaki tabyalardan, yapma mermer motifleri ve renkli seramiklerle süslü mermer saraylardan binbir çeşit ağaçlardan ve çiçeklerden, öğle vakti bile gölge yapan iri selvilerin çevreleyip bezediği yollardan, ortasında, çok zengince döşenmiş bir köşkün yer aldığı, büyük bir golden söz etmektedir[14].
İskender döneminde, Şiraz, Türk-Çağatay kültür merkezi olmuştur. Kendi, Ömer Şeyh'in ölümünden sonra, Şahruh'un haremine girmiş, babası Mulkat Ağa'nın[15] Moğol eşlerinden olan, Doğu Türkistan'dan Çağatay Hıdır Hoca Oğlan'ın [16]kızından doğmuştur. Babası gibi, İskender de, yukarı Sirderya’da Fergana bölgesinin hükümdarı idi. Çevresinde Orta Asya kökenli, çok sayıda Emir bulunuyordu. Hanedan hükümdarlığını ele geçirdiği zaman, Moğol Ulusu Valisi (11-ve Ulus-İ Moğol) ünvanı ile anılmaya başlandı [17]. İskender’in himayesi altında Şiraz'da çalışan tarihçinin bulup aktardığı, Orta Asya hakkındaki çok değerli bilgilerin, İran'da onun emrinde görevli devlet ricalinden Moğol Emirleri sayesinde ele geçirilmiş olması kuvvetle muhtemeldir [18]. İskender'in, himayesinde olan yazarlar arasındaki Şair Mir Haydar, Farsça ve özellikle Türkçe yazıyordu [19]. İskender, kendisi de, Türkçe şiirler yazıyordu [20]. ünlü Şair Abu İshak Atima, İskender'in yakınlardandı, birkaç dilde yazılmış gazal’ın yazandır. Bu eser, önce Arapça yazılı beyitlere yer vermiş. Farsçadan daha evvel ikinci sırayı Türkçe almıştır; Cl. Hauart, bu eserde, İskender’e yapılan övgülere rastlamıştır[21].
İskender’in, İran Şiiri hakkında anlayışı ve zevki, örnekleri günümüze kadar ulaşan, aralarında, Hafız ın ünlü en eski şiirlerinin de bulunduğu şiir antolojilerinde yer almaktadır[22].
British Museum’da muhafaza edilen, çok güzel tezhiblenmiş, bu elyazmalarından birisi, Rieu’nun tanımlamasına göre, bir “Cep Kütüphanesi” dir ve gerçekten sözü edilmeye değer [23]. Bu eser, Nizamî’nin Hamse’si, Attâr’ın Îlahî-nâme ve Mantık al-tayr gibi tamamlanmış eserleri yanında, sayısız seçme, gazel, kasidelerle birlikte, yıldız falı, fıkıh ve hatîa at hastalıklarına dair bilgilerle dolu, o dönemin, İran şairlerinin büyük bir bölümüne ait bir kitabı da ihtiva etmektedir. Bu eserde, Semerkand’da Uluğ Bey’in hocası olmadan önce İskender’in himayesinde bulunmuş olan, ünlü Astronom Giyaseddin Cemşid bin Mesud Kazî’nin Gök bilimleri üzerine bir eseri de bulunmaktadır[24]. MuzalTerîler döneminde, Şiraz Medresesi, İslâm medreselelerinin en ünlüleri arasında yer ahr. Evvelce, Semerkand’a sürgüne gönderilen, Timurlenk’in ölümünden sonra, İran’a geri dönen, büyük din bilimcilerinden Seyyid Şerif Curcanî, bu medresede öğretim yaptırıyordu. Kuranı Kerim hakkında geniş bilgi sahibi, ünlü bilginlerden Şamlı Şemseddin Muhammed ibn al-Cezerî, Ankara savaşından sonra Bursa’dan Mâvernâünnehr’e geri dönmüş 1405 tarihinde Herat ve Yezd üzerinden, Mekke’ye gitmek niyetiyle, yola çıkmıştı. Birbirini izleyen İran hükümdarları, onu Şiraz’da Kadı ül-Kudat[25] olarak sürekli görevlendirmeleri yüzünden, Mekke’ye, ancak 1420 yılında, varabilmiştir. Mensupları ve görevleri nedeniyle, medreseler, bilim ve sanat koruyuculuğunun, sakınması altında değillerdi. Ne var ki, saltanat sürenler, kendilerine, şöhret sağlayan hırslı ve göze batan, müderrisleri korumuyorlardı. Mirza İskender, medresede tartışılan konulara ilgi duyuyordu. Şah Nimetullah Veli Kirmanı, hükümdarın İsteği doğrultusunda, sorduğu dinî sorulara, cevap olarak bir risale yazdı. Birçok elyazması eser içerisinde bu mektubun tam metni yer almaktadır[26] . Londra'daki Hind Kitaplığı bölümünde, bir İran Mecmuasında, İskender tarafından. Şalı Nimetullah Veliye gönderilen sorulara cevap veren, Seyyid Şerif Curcanıye ait, benzer bir risale yer almaktadır[27].
İskender, önce “Akl'ın mi, yoksa “Aşkın mi, yaratılmış olduğunu; topraktan yaratılan insanin “Ruhu ile nasıl birleştiğini, topraktan ayrıldıktan sonra ne olduğunu; meleklerin varlıklarını ve nasıl bir anda bin yıllık yol alabildiklerini; Cebrail’in niçin sadece, Peygamberleri ziyaret ettiğini, kim olduğunu, Şeytan'ın kim olduğunu, yaratılmış herşey üzerindeki etkisinin ne olduğunu. Miracın bedensel mi, ruhsal mı olduğunu, Burak’ın kim olduğunu; ilahi yazgının şeklinin ne olacağını, cennetin ve cehennemin ne olduklarını ve niçin, ne eksik ne fazla, yedi ve sekiz kat olduklarım, öğrenmek istiyordu. İskender, bu konular hakkında görüş ve düşüncelerini yazan din bilimcilerinin, farklı biçimde cevap vermeleri ve sorunların çözümlenmesini güç hale getirmeleri olayı üzerinde ısrarla duruyor, sorularına açık seçik, eksiksiz cevap verilmesini bekliyordu.
Bu ısrarlı istek ve hükümdara itaatkâr ünlü bilginlerin ortak sorunları çözme eğilimleri, alelacele kesin bir sonuca ulaşmaktan ziyade, manevi kültür alanında biraz daha derinliğine araştırma yapmak niyetlerini kanıtlamaktadır. Ne var ki, bu ortak araştırmaların sonuçlan İskenderi memnun etmeyecektir: Seyid Şerif “Akl'ın, Nimetullah “Aşk”ın önce varoluşu fikrini savunurken İskender'in inanışını askıda bırakarak, diğer yazarların yaptıkları tartışmalar kadar bile tutarlılık göstermiyorlardı. Belki de Seyid Şerif, muhatabının yetenekleri karşısında, kanıtlarının yetersizliğini bile bile savunduğu görüşün sorumluluğunu yüklenmek zorunda kalmıştır. Buna karşın, İskender’le, çok iyi ilişkiler içerisinde bulunan Nimetullah -Hükümdar bu bölgede inşa ettirdiği bilim merkezinin (Hanagâh) giderlerini karşılamak amacıyla, Taft kazasının gelirlerini ona bırakmış-soruları içeren mektubu aldığı zaman “Onu öpüp, göz bebeği gibi koruduğunu” yazar; hatta, mesela, “Dünya’da herşeyin ona bağışlandığını; varolan herşeyin onun için yaratıldığını” “Halifenin ilticagâhı” “İlâhi lütfün sebebi hikmeti, kemalin hudutsuz kaynağı ve menşei” diye tanımlayarak, soru sahibi hükümdarın ilgisini daha çok arttıran, mistik duygu ve coşkusunu açıklar.
Minyatür ve hatt sanatının ve şairlerin hâmisi, Cemşid Kâşî’nin şahsında pozitif bilimlerin itici gücü, metafizik konusunda, zihnine takılan soruların çözümü için zamanının en ünlülerini sınayan, bütün ilgisini, zihinsel faaliyetlere yönelten, bilim ve sanat koruyucusu, “Persia çapta ferum victorem cepit” cümlesinde, göz alıcı tanımını bulan, fatihlerin torunlarının İran’a karşı duydukları tutkunun örneği olan, İskender’e hayranlık duyulur mu?
Bu görünüme rağmen, akla birtakım sorular gelmektedir. Kişisel olarak, İskender, Cami-i Sultanî adını taşıyan, yayınlanmadan kaybolmuş bir eserinin önsözünde, bu soruları cevaplandırmıştır.
Sözü edilmeden geçilemeyecek olan bu önsöz, Zafernâme’nin yazarı Şerafeddin Ali Yezdî’nin bir derlemesinde veyahut onun yakınlarından birisi tarafından günümüze ulaştırılmıştır[28].
“Böylece, kullarına buyuran Hâkim ve Yüce Allahın kulu, Ömer Şeyh oğlu İskender, niyaz eder ki -Allah, onların her ikisini de bağışlasın ve onlardan hoşnut olsun- İlâhi kudreti (lâ-yid) ve sonsuz iyilikleri (inayet) ile bu naçiz kulunu yaratılmışların arasından seçti. Onun vücudunun değeri ve onun anlayışı ölçüsünde, maddi ve manevi olarak, Halifeliğin, şerefli hil’atını biçti. Bedenen “Sultan, Allahın yeryüzündeki halifesidir” mührü ile onu, varlığının beratı ile süsledi ve bezedi. Ruhen, “Benim evliyalarımın sırlan, benim kainatımın içindedir. Benden başka hiçbir kimse onları bilemez.” Tabiatının ışığının lambasında. Onun dış görünüşü ile sultanlığın ve halifeliğin ustalıklarının efendisi ve iç görünüşü ile İlahî feyzin ve bilimin inceliklerinin sahibi kıldı. Allaha hamdü sena olsun, (mısra) Bir toz zerresini, nimetlerine lâyık gören yüce Allaha canı gönülden hamdediyorum.
“Şüphesiz, bu naçiz (İskender) “Allaha şükrediniz ki, nimetlerinizi arttırsın” ayetine uyarak, ilahi lutuf ve nimetlerine şükrederek karşılık verdi ve hu nimetler sayesinde, ülkesini kalkındırmak için, öylesine çaba sarfedip, öylesine çalışmalarını arttırdı ki, onların izleri, zamanın sayfalan üzerinden yüzyıllar boyu silinmeyecek, sürüp gidecektir. Hukuk ve hakkaniyet kurallarım uygulayarak, halkına karşı adaletli ve iyilik severlik görevlerini yerine getirdi -zira “bir saatlik bir iyilik, yetmiş yıla bedeldir”-. Zamanın zenginliğini, sürenin ve anin özünü, bilim ve doğru bilgileri elde etmek, ebedî güzelliğin doruğu ve sürekli mutluluğun süsü olan faziletlere ve gerçek olgunluğa ulaşabilmek amacıyla, harcadı. Her an, gayret ve dikkatini, bu yüksek arzu ve onurlu amacın (gerçek varlığın) elde edilmesine yöneltti.
“Saltanatın sağladığı üstünlüklerin yol göstericiliği, gökyüzündeki güneş gibi, her olayın ve her İşin başı olan ve alâmetleri gözle apaçık görülen İlâhi kudretin inayetiyle, o, çok kısa bir sürede, akılcı ve ruhcu temel ve yardımcı bilimlerin tümünü öğrendi ve bilgi sahibi oldu. Bütün sanatkar ve bilginlerin başlangıç noktasına ulaşamayacağı herşeyin (bu bilimlerin) sonucuna ulaştı ve bilimsel tartışmalarla doğru olam kanıtladı, “iktidar sahiplerine vahyolunur” deyimine uygun olarak, bu bilimlerin her birinden akil almaz sorular ve şaşılacak sonuçlar çıkardı ve “Bu, Allahın lutfudur ki, dilediğine nasip eder” ayetinde buyurulduğu gibi, türlü bilimsel incelikleri keşfetti.
“Bu alemleri, ancak sen var olduğun için yarattım” diye buyuran Allahın, yaradılışın gaye ve sonuçlarını bilmenin, yüce Allahın adlarını, sıfatlarını, yaptıklarını ve emsalsiz eserlerini tanımak ve bilmek olduğunu, öğrenmek isteyen insanlara anlattı ve İnandırdı. Sûfiler, bu bilim dalını “İlâhi birliğe ulaşma bilimi” (İlm-i Tevhid) diye tanımlarlar ve ona ilham- İnanç-İmanla ulaşmaya çalışırlar. Herşeyi, saf bir hoşgörü ile olduğu gibi kabul etmekle yetinen şekilci araştırmacılara gelince, düşüncenin alaycı kıvraklığı ve aklin gücünü kullanma yoluyla, “ibadet etmek için” İnsanî ihtisaslarından vazgeçmeye razı olmuyorlardı. Aralarından bir bölümü, öteki dünyadaki mutluluğa ulaşmak için tanrıbilimciliğe (Kelam) yönelirken, diğer bir bölümü, akılcılığı (Hikmet-¡ ilahi) seçmiştir, (şiir): Her biri, amacına, ayrı bir yol izleyerek ulaştı.
Şöyle ki, bu eserin yazan, tam bir istek ve İçten niyetle önce “İlm-i Tevhidi” öğrenmeye başladı. Her biri, kendi kişiliğine ve zevkine uygun anlamda deliller gösteren ve değerleri dile getiren evliyaların ve eski bilginlerin -Allah onlardan razı olsun- eserleri ve sağladıkları sonuçlar
hakkında bilgi edindi. İçinde yaşadığı yüzyılın ululan ile arkadaşlık ederken sohbetlerinden ve ders verirken yazdıkları ve yarattıkları eserlerden -Allah onları çoğaltsın ve sayılarını arttırsın- düşüncelerinden yararlandı. Asrı Saadetin özelliklerinden birisi olan “İlm-i Hurûf’un inceliklerini öğrenerek yararlandı, ilahi lutuf sayesinde- cinin ve insin eserinin eş olduğunun şahidi olan “Vahdet” in sırlan ve güzelliği hakkında geniş bilgi edindi. Eski eserlerde benzerine rastlamadığı ve çağdaşlarından işitmediği “Allahın birliğini ve ululuğunu anlat” diye buyuran ayette, ilahi bilgilerin gerçek inceliklerini keşfetti.
“Bütün bunların hepsinden sonra, alimlerin fenle ilgili anlattıklarına dikkat ederek, bilge kişilerin, ediplerin, sünnilerin, din hukukçularının, filozof ve din bilimcilerin, matematikçilerin ve eğitimcilerin her birisinin kendi sahasına göre, tarihsel gelişimi hakkında bilgi ile donandı. Varoluşun gerçek temel ve amacı olan “îlm-i Tevhid” den sonra, üst ve alt seviyede insan tabakalarının, Özellikle yüksek düzeydeki yöneticilerin, ihtiyaçları olan, yararlı olan herşeyin, gerçeğin kanıtlarını bulabilmek, muti k olanı tanımak için gerekli Astronomi (ilm-i Nücum)nin yararlarım v٠ önemini öğrendi. Bu değerli sanatı mükemmelleştirmek için, bilimin asıl temeli olan Kozmografya (ilm-i Hayat) ile meşgul oldu. Bunun ardından, astronomik çizelgeler yapımına, gezegenlerin var olduklarını, gelişmelerini, değişmelerini incelemeye kendini hasretti. Bütün bu ilimlerin (Astronomi) ürünü olan Astrolojinin (Ahkam) sonuçlarını elde etmeye çaba gösterdi.
Bu bilim dalı üzerine yazılmış eski ve çağdaş eser ve belgelerin büyük bir bölümünü bir araya topladı. Fakat bunların içinde, müellifiniz kendi yazdıklarından başka bir kapsamlı eser bulamadı. Bu nedenle, bütün bu önemli bilimleri bir arada bulunduran tam bir eser meydana getirdi. Dilediği kadarına cevap vermemekle beraber, eserine “Cami-i Sultanî” adım verdi. Bu eser, irticalen söylenmişçesine hazırlanmıştır. Astronomik haritaların en iyisi ve güvene lâyık en doğru eser Zic-i ilhanî'nin yazarı (Tûsî)’nin övgü ile sözünü ettiği gibi, hazırlanması son derece güç olan bu eseri “İskender” her olayı, olgun ve uygun bir örnekle açıklayarak, anlaşılır hale getirmiştir. Bu bölümler içerisinde Kozmografya ilk sırayı almaktadır. Bu husus, eserin başlangıcında belirtilmiştir. Eser, yirmi bölümde özetlenerek, kısa olarak yazılmıştır.”
Az çok öyle sanıldığı gibi, eserin önsözü İskender’e ait olmasa bile, geleneksel bir alışkanlıkla, güven duyulan bir yazıcıya yazdırılmıştır. Geriye sadece, eserin içeriği ile yazım düzeni kalmıştır. Cami-i Sultanî’nin önsözünde göze çarpan boş gururluluk ve yazıcının dalkavuklukları ve boş övgüleri, Timur dönemi genç hükümdarların kişiliğini tanımlayan bir örnek olarak gösterilebilir, ölçüsüz ve aşırılıkla ileri sürülen öneriler, kısa sürede edinilmiş, deneyimsiz, bilgi birikiminden dolayı olduğu söylenebilir. İskender’in kendine özgü bir biçimde hazırladığı, Kozmografya üzerinde kısa bir çalışma ile meydana getirilmiş yirmi bölümden [29] oluşan Cami-i Sultanî, Nasreddin Tûsî’nin Zic-i Uhanî’sinin yeni bir baskısı denilebilir. Cemşid Kâşî’nin, İskender için yazmış olduğu, yirmi bölüm halinde özetlenmiş Kozmografya Cemşid Kâşî’nin Zîc-i Hakanî’nin bölümler ekleyerek, yeniden bastırdığı Zîc-i İlhanî’dir[30]. İskender’in, din bilimcilerin çalışmaları ve önerilerinden söz ederken gösterdiği saygısızlığı fark edip, Kâşî’nin ona, eleştirmesi için sunduğu eserleri beğeni ile karşılamakta tereddüt edip etmediği akla gelebilir. Cami-i Sultanî’nin önsözüyle, Astronominin temel kurallarını saptırmaya çalışmış olan İskender’in, en gerçek niyeti, Astrolojide faydacılık yolunu aramak değil midir? Eserde, yeni bir sıra düzenlemesi yaparak, İskender’i, din bilimine hizmet yolundan uzaklaştıracak olan, metafizik akılcılığın, mistisizme tercih edilmesi, Astrolojiye ilk önceliğin tanınması, o dönemde alışılagelmişin dışında yadırganacak bir olay sayılmamalıdır. Şöyle ki, Şah Nimetullah ve Seyyid Şerife gönderdiği soruların metni incelendiğinde, onun başarılarının gerçekliliği hakkındaki yargı değişir.
Diğer yandan, İskender, acaba söylendiği gibi, halkına karşı şefkatli davranıp, barışçı çabalarda bulundu mu? Onun hükümdarlık döneminde toplum hayatını anlatan, bir belgede yer alan, 1414’te, Şahruh’un ona karşı düzenlediği bir savaşın duyulması ile şehir halkının hemen isyana kalkışması gibi bir basit olay, durumu aydınlatmaktadır[31].
İran kültürünün, onun getirdiği sarayın hükümdarı, İskender, aynı zamanda, hiçbir dönemde cengâverlere karşı uygarlığı savunmak için bir ordu teşkil edemeyecek, düzensiz savaşçıların yöneticisi idi. Savaşta acımasız bir komutandı. Kirman’ı kılıçtan geçirdi. Kadınları, çocukları kaçırdı, su kanallarını imha etti, ağaçları kestirdi[32] .Timur çağı, bilim ve sanat koruyucuları hakkında M. Godard’ın keşfettiğini sandığı bu aşırı davranışlar, sadece “Tabiatın verdiği, içten sevgi ile” çelişmemekte, nedenli hoyrat olduğunu saptamaktadır, İran kültürü, hükümdarların zevklerine uygunluk ölçüsü içerisinde, tarihi şartlarla karşı karşıya idi ve düşünce ve kişiliklere biçim kazandırabilmeye elverişli değildi. Belki de, İskender'in uyguladığı koruyuculuk sayesinde, bazı sanatsal gelenekler, belli bir süre İçin canlı kalabilmiştir. Diğerlerinin çoğunda olduğu gibi, İskender'in tutum ve davranışı da, gerçeklerden uzaklaştırılmış eksik bir kültürün doğmasının nedenidir. Yalnız ne var ki, Firdevsi'nin Şehnâme'si, Nizami’nin Hamse'si gibi şiir alanında en çok beğenilenler, ne olursa olsun, üzerinde araştırmaya değer eserlerdir.
Timur çağı hükümdarlarının koruduğu bilim ve sanal adamlarının, yönetimin koyduğu kurallarla, uygulamaları arasında gittikçe artan biçimde ortaya çıkan uyumsuzlukları, hissettiklerini, özellikle belirtmek isterim. Ne var ki, çok defa hükümdarlık işlevlerini, kararsız ve farklı biçimde uygulanan ilahi emirle bağdaştırma çabalan yanlış yorumlara neden olmuştu. Çünkü Mogollar döneminde, süreklilik göstermeyen bu geçici yönetime karşı, geleneksel bir ilke olarak Şiilik, değersizliğin ve hiçliğin görünümünü gizlemeye çalışmak İçin ortaya çıkarılmıştır. Yönetime körü körüne bağlılıkları ve dini kati inançlar nedeniyle, diğer olaylara her fırsatta karşı koyanlar yanıltıcı olabilirler.
İskender dini İnanç bakımından, aşırı bir bağlılık yanlışıydı. Ancak sofu sayılabilecek kadar da tekelci değildi. Sadece gözleri oyulmakla yetinilen tarihçi İbn Sihap Yezdi, 1414'te sürgüne gönderildikten sonra, çile doldurmayı arzuladığını ve İsfahan'dan epeyce uzakta olan İmamzade Sahl-İ Ali'nin yanma bir süre İçin yerleştiğini, yazmaktadır [33]. Sadece, bir gözü görebilmesine rağmen, zamanın uygun olduğu bir gün, Şiraz’da ayaklanma çıkarmaya gittiği de gerçektir. Elde edilen bilgiler doğru ise, münzevi ve dindarca bir hayat sürdürme dileği, buna zorlanmış olduğu İçin değilse bile, en azından, saf bir bahane olarak düşünülebilir. Böyle, mistik davranışlar, kişisel kötü olaylara bağlanmamalıdır. Buna benzer, 1396 yılında. Isfahan kapı ağası ''Yüce Allahın çağrısını” kabul eden. Emir Tökel-İ Karkara, bir Şeyhin müridi olmak İçin emirlik görevlerini terk edebilmişti [34]. Bu Tökel, daha sonraları, Mirza İskender'in önde gelen emirlerinden birisi olmuştur [35].
Halefi ve kardeşi Pir Muhammed'in aksine, İskender Şii idi. Onun hakkında yazılmış, British Museum’daki, bir ansiklopedide yer alan imam Rıza’ya atfedilen Şii hukukuna ait bir eser, kıymetli ve önemli bir kitaptır [36]. Şah Nimetullah Velî’nin, İskender’i “Halifenin ilticagâhı” adıyla anacak kadar ileri gittiğini, Şahruh’un da kendisini bu unvana layık gördüğünü, hatırlamalıyız, öyle sanılıyor ki, taşıdığı bu unvanı Şahruh’a layık görmeyen İskender’in tahtından düşüşünden hemen sonra, kandırılmış olan Şii tarihçisi, Şahruh’u [37] bu unvanla anmaya başladı. İskender, eserinde “Allahın gölgesi” mahlasını kullanır. Efendisini "Ahir zaman mehdisi” ve “Dinin ve inananların yol göstericisi” [38] gibi unvanlarla anan İskender’in tarihçisinin kullandığı deyimler Şah Nimetullah Velî’nin seçtiği unvanlarla kıyaslanırsa, onun bu terimlere sadece değindiği, görülür. İskender, halifeliği birisi zamanla sınırlı, geçici, diğeri manevi iki yönüyle elinde bulundurmaktadır. Cami-i Sultani’nin önsözü eğer, kaleme alınışı yazımcısı tarafından yapılmışsa, İskender’in yakınları arasında çok yaygınlaşan Hurufîlikten [39] yana olduğunu da gösterir. Muhtemeldir ki, Şahruh’a karşı olan İskender, tahttan düşüşüne kadar, çevresindekiler, hiç kesintiye uğramayan etkisini, teyit edecektir.
1427 yılında Şahruh’u öldürmek isteyen Hurufilerin girişiminden sonra, hayatlarından endişeye kapılan, ileri gelenler arasında, Şahruh[40] tarafından Herat’a getirilmeden önce, İskender’ce önemli mevkie yükseltilmiş olan Ma’ruf Bağdadî ile evvelce İskender tarafından himaye görmüş, muhtemelen kendisi ile babası ve kardeşi de Hurufî olan Sa’in al-Din Ali Turka Isfahanı[41] isimli sufı din bilimcisi de bulunmaktadır. Hurufilerin isyanından yararlanan Baysungur, Nizamî’nin Hamse adlı eserini kendisi için kopya etmeyi reddetmiş olan Ma’ruf Bağdadî’den, başını vurdurarak, öç almak istedi. Bu çabası boşa çıktı, başını istediği kişi, Herat kalesinin bir kuyusunda boğularak öldürülmüştü. Baysungur tarafından Herat’tan kovulmak talihsizliğine uğrayan Kasım el-Enver Mâverâünnehr’de Uluğ Bey’in yanına sığınmıştı. Uluğ Bey tarafından Kasım el-Enver gibi Şahruh döneminin en değerli şairlerinden addedilen Nişabur katibi, İsfahan'da Sa’in aidin Turka'nın müridliğine geçerek, mürşidinin etkisiyle, hükümdarları övmekten ve saray hayatından vazgeçmiştir[42].
Afdalad-Din adında, diğer bir Türk, 1446 da Şahruh’a karşı isyana katılmış ve asılmıştı; yalnız aşılırken, artık kurtulma ümidinin kalmadığını anladığı zaman, gizli kinini açığa vurmuştu. Evvelce, Sultan İbrahim'in himayesini görmüş olan Şerafeddin Ali Yezdi, bu fırsattan yararlanarak gerçek yüzünü açığa vurmak istemiş, zamam iyi hesap edemediği İçin az kalsın hayatim kaybedecekti: isyancılar, yaşı ilerlemiş olan Şahruh'un hareket edemeyecek kadar çok hasta olduğunu tahmin ediyorlardı. Timurlenk’in ölümünden bir hayli zaman sonra Şerafeddin Ali Yezdi'nin kaleme aldığı Zafername’nin çok önemli bir eser olduğu hakkında, Grousset, ciddi İnanç sahibidir. Bu eserdeki konular, Nizameddin Şamı tarafından yararlanılarak, daha da geliştirilmiştir. Suçlamalarla dolu bölümler İçin, akla daha yakın bir çalışma yapılmasını teklif ettim [43].
Şerafeddin Ali Yezdinin, Timur yönetiminin en az hizmet edeni ve pek fazla paha biçilemeyecek birisi olduğunu, Grousset de sonunda anladı. Uluğ Bey ile Semerkand'da birlikte yaşayan astronom Kadizade Rumi, Sadreddin Turka'nın talebesi ve onun küçük kardeşi Sa'in al-Din Ali Turka'nın sınıf arkadaşı idi[44]. Sa’in al-Din Ali Turka ve Şerafeddin Ali Yezdi, Şah Nimetullah Velinin tavsiyesine uyarak, Seyyid Hüseyin Ahlatî'nin[45] nezdinde, harflerin sembollerini incelemek üzere, Suriye'ye bir seyahat yaptılar. Hüseyin Ahlati hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmemekle beraber, üzerinde çok etkili olduğu talebelerinden Şeyh Bedreddin'in Türkiye’de, siyasal-toplumsal çok olaya karıştığını biliyoruz [46].
Bu birkaç dağınık bilgi, hiçbir şey kanıtlamasa bile, yine de "Timur Çağı Rönesansı'nın dayanağı olan olayların vurgulanması ve bilim ve sanat koruyucusu ile korunanların, toplumsal düzende almış olduklar, yeri belirtmek de, yararlı olacaktır.