Yetmiş yıl önce, 1916 Haziranında, Haşimi Araplarının önderi Mekke Emiri Şerif Hüseyin İbn-i Ali, kendisine, "Arapların bağımsızlığını sağlayacağını iddia eden İngilizlerin kesin olmayan sözlerine kapılarak, bağlı bulunduğu Osmanlı Sultan-Halifesine karşı ayaklanıyor ve Halifeliğin Hıristiyan devletlerce bölünmesine araç oluyordu. İngiliz yazarı Robert Lacey’in deyimine göre, "onun (Hüseyin) akımı, bir Arap ayaklanmasından çok bir İngiliz-Haşimi komplosu" idi'[1]ve bir milyon Sterline yaklaşan İngiliz altınlarıyla finanse edilmiştir[2].
Bununla birlikte, Cidde'deki İngiliz Konsolosu Reader Bullard’ca "kurnaz, yalancı, safdil, kuşkucu, inatçı, kendini beğenmiş, kibirli, bilgisiz, arsız ve gaddar bir Arap şeyhi” [3] olarak gösterilen Serif Hüseyin'in, kimi Müslüman bilginlerince Islama karşı “ihanet” olarak nitelenen davranışlar, ona bir çıkar sağlamadığı gibi onu tahtından da yoksun bırakmıştır. Boylece, İslâm arasında bugün bile etkisinden bölgenin acı çektiği en büyük bölünmeye neden olan Şerif Hüseyin, bunu pahalıya ödemiştir. Impact International dergisine göre, “Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklandıkları günden bu yana, Arapların kendi kendilerini yıkmak sendromu sona ermemiştir [4].
Haşimi Arap ayaklanmasının baş rolünü “Arabistan'ın 'El Aurens'i" olarak bilinen Thomas Edward (Ned) Lawrence oynamıştır. Kimi yerel Araplarca "altınları taşıyan adam”[ 5] olarak anımsanan Lawrence ölümünün 50. yıldönümünde, İngiltere'nin Dorset iline bağlı Moreton köyünde, 19 Mayıs 1985'de, kendi yandaşlarınca anılmıştır. Buna ilişkin olarak 20 Mayıs 1985 tarihli The Guardian adlı İngiliz gazetesinde yayınlanan bir habere göre, Lawrence'in mezarı üzerinde, "ihanete uğramış milyonlarca Arap adına" ve SM simgesini taşıyan bir yazı bulunmuştur. Bu yazıda şunlar da belirtiliyordu:
- “Biz Araplar için büyük düşleriniz (rüya) vadi ve biz de, sizin ve yönetiminizin yardımlarıyla, yalnız Osmanlıdan özgürlük kazanmakla kalmayıp, ayni zamanda, 500 yıllık işgalden sonra, bir ulus olarak kendi hüviyet ve gururumuzu yeniden sağlayacağımızı umut etmiştik. Heyhat, Aurens, ölümünüzden 50 yıl sonra, bugün Arap dünyaSI, savaşlarla, komplolarla ve bölünmelerle kaynıyor ve geleceğimiz karanlık görünüyor...”
Lawrence'la ilgili birçok yayımlar, özgeçmişi, yayımlanmış mektupları, İngiliz Devlet Arşivi (Public Record Office)'nde korunan Dışişleri, Savaş ve Sömürgeler Bakanlıkları ve İngiliz Kabinesi belgeleri ve çeşitli arşivlerde araştırmacılara açılan ona ilişkin öteki birçok kaynaklar, Lawrence'in kişiliğine ve çalışmaların epeyi ışık serpmektedirler. Bununla birlikte, onun öğrenci olarak bulunduğu Oxford’daki Jesus (İsa) Kolejinde o sıralarda uzman-araştırmacı (Emeritus Fellow)olan John Griffith, aradan bu kadar zaman geçmiş olması dolayısıyla, böyle bir “hayran edici ve aldatıcı (illusive)kişi” hakkında tam olarak objektif bir karara varma olanağından kuşkulu bulunduğunu açıklamıştır[8].
Thomas Edward (Ned) Lawrence, 16 Ağustos 1888’de, İngiltere’nin Galya bölgesine bağlı Caernarvonshire ilinin Tremadoc kasabasında, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Babası, yan İngiliz yarı İrlandalı toprak ağası Sir Thomas Chapman ve annesi, onun metresi ve kızının mürebbiyesi olan, yan İskoçyalı Sara Maden idi. Lawrence, 1909’dan beri Araplarla ilgileniyor; arkeoloji kazılarına katılmak amacıyla 1911’de Trablus’a gidiyor; kazıların sona erdiği her mevsim sonunda çoğu kez Arap giysilerine bürünerek çevrede dolaşıyor; Arapların ve yerel Müslüman aşiretlerinin aralarında yaşıyordu[9]. Onun Arap halkına karşı olan ilgisi ve Türklere karşı olan beğenmezliği, 1912-3 Balkan savaşları sırasında açıklanıyordu. Lawrence Trablus’dan 5 Nisan 1913’de Bayan Reider’a gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
- “... Türkiye’ye gelince, Türkler aşağı! Ama korkarım ki onlarda hayat değil, yapışkanlık var. Onların kayboluşu, bir zamanlar iyi yönetim yetenekleri olan Araplar için bir fırsat oluşturacak”[10].
1914 yılı Ağustosunda Birinci Dünya Savaşı patlayınca, Lawrence, Savaş Bakanlığının Londra’daki harita bölümünde bir sivil işgüder olarak görev alıyor, ona, Sina’nın askeri bir haritasını yapmak görevi veriliyordu. 18 Eylül 1914’de Oxford’dan Bayan Reider’a görderdiği mektupta şöyle diyordu:
- “... Türklerin savaşa girmek niyetinde olmadıklarını korkuyla seziyorum, çünkü onları Küçük Asya’ya sıkıştırmak[12]ve dahası, orada bile vesayet altına almak bir gelişme olacaktır. Herşey, Enver’in yeniden başı boş bırakılmasına dayanır...” [13].
- “(Türkiye'nin merkezi Konya'ya taşındıktan sonra) İstanbul'u yitiren Türk'ün bir rönesans geçirmesini beklemeliyiz kanısındayım. Askeri açıdan daha korkunç, ama siyasi bakımdan daha zayii olacaklardır [15].
- "... Zavallı yaşlı Türkiye, birliğini zor sürdürüyor. Herkes, onun son zamanlardaki parlak başarılarından daima söz eder, ama gerçekte çok acınacak bir durumdadır. Onunla ilgili herşey oldukça mide bulandırıyor ve onun varlığına son vermenin iyi olacağına inanasım geliyor, ama bu bizim için uygun olmayacak..."[16].
Bu arada Lawrence, Irak'taki Arapları Türklere karşı ayaklanmaya kışkırtmak ve onların İngiliz ordusuyla İşbirliği yapmalarını sağlamak umuduna kapılıyor, ama bunda başarı sağlayamıyordu. İngilizlerin Hindistan ordusundaki subaylar, Araplarla bağlaşık olmayı ancak en son çare olarak görüyorlardı [17]. Bundan başka, Osmanlı imparatorluğu çok güçsüz sayılıyordu.Genç Türklerin (İttihat ve Terakki) erke geldikleri 1908 yılı Temmuzundan bu yana vuku bulan birçok savaş, İstilâ ve ayaklanmalar sonunda Türkiye, geriye kalan Balkan illerinin hemen hemen tümünü yitirmiş; Trablusgarp’taki (Libya) topraklan İtalya tarafından gaspedilmiş ve Girit üzerindeki egemenliği, bu adanın Yunanistan'la birleşmesiyle elden çıkmıştı. Türk subaylarının ulusal laikliği, okumuş genç Arapları da ayni duygulara sahip olmaya kışkırtmıştı. Ansızın, Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap illeri de sarsıntı geçirmeye başlıyordu. Gerçi Şam ve Bağdat’taki entelektüellerin ve ordu subaylarının ulusalcılığı, Arabistan yarımadasına dek yayılmamıştı, ama bir Arap dirilişinden söz etmek bile tüm Ortadoğu'da uluslararası rekabetlere yeni bir güç katmıştı.
Türkiye, Almanya'dan yana Birinci Dünya Savaşma girdiğini açıklar açıklamaz, İngilizler, Ortadoğu’daki çıkarlarını korumada ve Türk ordularını hırpalamada faal rol oynayacak Arap bağlaşıklar aramaya koyuldular. Bu amaçla, Necd yöneticisi İbn-i Suud'un yeni düşmanı ve Haşiri aşiretinin önderi Şerif Hüseyin İbn-i Ali'yi seçtiler. İngiliz tarihçilerinden David Holden ve Richard James’in “küçük, kendini beğenmiş ve düzenbaz” olarak nitelendirdikleri Şerif Hüseyin, İngiltere’nin kışkırtmasıyla, daha sonra “Arap İsyanı” olarak anılan akımın önderi oldu [18].
Tüm 1915 yılı süresince. Şerif Hüseyin, Araplara bağımsızlık verileceği gibi belirsiz İngiliz sözleriyle aldatılarak, Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklanmaya kışkırtılıyordu. Kahire’deki Arap Bürosu'na bakılacak olursa, Mısır'daki İngiliz temsilcisi, henüz savaş başlamadan, Hüseyin ve oğullarıyla, özellikle Abdullah'la İlişki kurmuştu. İngiltere Almanya'ya karşı savaşa girince. Dışişleri Bakanlığı, Felt-Mareşal Lord Ktchener’in dileği üzerine, Kahire’deki İngiliz elçisine gönderdiği telyazısında, Türkiye ile savaşa girilirse. Şerif Hüseyin'in tutumunun ne olacağını soruşturması İçin Abdullah'a özel bir kurye göndermesini öneriyordu. Abdullah, yazılı olarak gönderdiği karşılıkta,
- "Ülkemizin haklarını ve şimdiki Emirin kişisel haklarını korur... bizi herhangi bir dış saldırganlığa ve özellikle Osmanlılara (bahusus başka bir kişiyi Emir yapmayı dilerlerse) karşı bizi destekler... ve bu temel ilkeleri İngiltere yazılı olarak güvence altına alırsa",
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, buna 31 Ekim 1914 tarihinde (yani İngiltere ile Türkiye arasında savaşın başladığı gün) verdiği karşılıkta, Abdullah'ın isteklerini kabulleniyordu. Kahire'deki İngiliz temsilcisi Sir Henry McMahon, daha sonra yaptığı açıklamada, ana gayesinin, Osmanlı orduları safında çarpışan Arap erlerin sadakatlerini sarsmak olduğunu bildiriyordu, o sıralarda (1915) şöyle düşünüyordu:
- “Bu anda Gelibolu'daki Türk gücünün büyük bir bölüğünü ve Me- zopotamya (Irak)'daki gücün yaklaşık olarak tümünü Arap erleri oluşturuyor... Onların Türkiye'den kopmalarını haklı göstermek İçin, ileride kendilerine yardımda bulunacağımız yolunda güvence verebilir miydik? Bunu ivedilikle yapmam İçin bana buyruk verilmişti... Bu, hayatımda en üzücü tarih idi”[19].
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, 31 Ekim 1914 tarihli telyazısında şöyle diyordu:
- "... Biz Türkiye'ce zorla kabul ettirilen bu savaşta Arap ulusu İngiltere'ye yardim ederse, İngiltere, Arabistan'a dahili bir müdahale olmamasını güvence altına alacak ve Araplara, dış saldırganlığa karşı her çeşit yardımı esirgemeyecektir. Halifelik katını gerçek Arap soyundan gelen birisinin Mekke veya Medine'de üstlenmesi olasıdır ve böylece, şimdi vuku bulmakta olan tüm kötülükten. Tanrının yardımıyla iyilik doğabilir”.
Bu alıntı, şu ekle birlikte, bir yazıyla Kahire'den Şerif Abdullah'a gönderiliyordu:
- “Mekke Emiri, bu çatışmada Britanya'ya yardim etmeyi istiyorsa, Brintanya , Şerifliğin hak ve ayrıcalıklarım tüm dış saldırganlığa, özellikle Osmanlılara karşı güvence altına almaya isteklidir...”
- “Yanlar, herhangi birine saldırabilecek yabancı bir devlete karşı koyabilmek İçin, karşılıklı olarak yardımlaşma yönünden tüm yetenekleriyle kendi ordu ve donanma güçlerini seferber edecek; her iki yan kabul etmedikçe barış kararlaştırılmayacak'' .
- “Almanya ve Türkiye ile tek başına barış yapmayacak ve onları (Arapları) etkin biçimde destekleyip koruyacak olan İngiltere'nin kendi bağlaşıkları olduğunu öğrenince, Arapların ivedilikle savaşa girmeleri, genel çıkarları yararına olacaktır .
- “Tüm Arap halklarının ortak savımızdan yana çekmek İçin hiçbir çabayı ihmal etmeyiniz ve onları, düşmanlarımıza yardımda bulunmamaya üsteleyiniz. Anlaşmamızın devamlılık ve gücü buna dayanır. Britanya'nin, Arap halklarının, Almanya'dan ve Türk tahakkümünden özgür olmasını sağlayacak gerekli koşulu içermeyen bir barış yapmaya istekli olmadığını açıklayarak size güvence veririm.”
- “Bağlaşıklarıyla birlikte Majeste Kral Yönetimi, zulme uğramış ulusların kurtuluş savından yanadır ve Arap halkını, Osmanlı şiddetinin ve Türk yetkililerince kışkırtılan sun'i rekabetlerin yerini bir kez daha yasanın alacağı bir Arap dünyasını kurma mücadelelerinde desteklemek kararındadırlar. Majeste Kral Yönetimi, Arap halklarının, özgürlüğe kavuşturulması konusunda daha önce üstlenmiş bulunduğu sorumluluğu yeniden doğrular”.
- “Arabistan yarımadasının bağımsız ve egemen bir devletin elinde bu- lunması, barış koşullarının gerekli ilkelerinden biri olarak sağlanacaktır... ama bu devletin hudutları İçine girecek olan toprakların genişliğini bu evrede tam olarak saptamak olanaksızdır."
- “İngiltere, hudutları şöyle saptanan Arap ülkesinin bağımsızlığını ka- bullenmelidir: Kuzeyde Mersin ve Adana'dan, 37. derece kutup hattına, yani Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Amatya Adası (Jezire, Amadia)na, oradan İ- ran hududuna; doğuda İran hududu yakınlarından Basra Körfezi'ne; güneyde Hint Okyanusuna (Aden hariç - olduğu gibi kalacak), batıda Kızıl Deniz'i ve Akdeniz’i kapsamak üzere Mersin'e dek uzanan topraklar".
- "Fransa'nın tümüyle Arap ilçeleri olan Halep, Hama, Humus ve Şam'ı işgaline Araplarca silahla karşı konulacaktır, ama şu istisna ile ... Mekke Şeyhinin kuzey-batı hudutlarında yapılmasını önerdiği kimi değişiklikleri kabul edeceklerdir .
- “Mersin ve İskenderun ilçelerinin ve Şam, Humus, Hama ve Halep ilçelerinin batısında bulunan Suriye topraklarının halis Arap ülkeleri oldukları söylenemez ve dolayısıyla önerilen hat sınırlardan çıkarılmalıdır. Yukarıdaki değişikliklerle ve Arap önderleriyle olan antlaşmalarımızı ön yargıya tabi tutmak koşuluyla, bu hat ve sınırlan kabulleniriz —yukarıdaki değişikliklerle, Büyük Britanya, Mekke Şerifinin önermiş olduğu hat ve hudutlar içindeki ülkelerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır”.
Şerif Hüseyin, 5 Kasım 1915’te gönderdiği üçüncü mektubunda, Mersin’le Adana’nın talep edilen hudutlardan çıkarılmalarını kabulleniyor, ama öteki topraklar üzerindeki hak iddalarında direniyor; bunlara daha sonra Lübnan’ı da katıyordu. McMahon, ona 13 Aralık 1915’te gönderdiği üçüncü mektupta, Şerifin Mersin ve Adana’yı talep ettiği hudutlar dışında bırakmasını ve Hıristiyan Araplara güvence vermek önerisini iyi karşılıyor; Halep ve Beyrut illeri üzerinde tekrarlamış olduğu hak iddialarını geçiştiriyordu. Şerif Hüseyin, ona 1 Ocak 1916’da gönderdiği dördüncü yazıda, Fransa’ya karşı olan hak iddialarında savaşın sonuna dek direnmeyeceğini, ama savaş sona erer ermez bunları öne süreceğini açıklıyordu. Şerif Hüseyin, bundan sonraki yazışmalarında, hudut sorununa hiç değinmiyor, ama hak iddialarını da asla geri çekmiyordu. Ancak, 29 Temmuz 1917’de Kral Hüseyin Teğmen Lavvrence’la görüşürken, hudut sorununa da değiniyor ve şöyle diyordu:
- “Önerilirse, Türkleri İstanbul ve Erzurum’a dek kovalayacağız; öyleyse ne diye Beyrut, Halep ve Hail’den söz ediyorsunuz?”[20]
Aynı yılın Kasım ayında Kahire’ye dönen Lawrence, kendi amirlerini, ayaklanan Şerife silah ve altın yardımı yapmaya ve Türklerden memnun olmayan şeyhleri, bağımsızlık emellerinde, ama genel bir askeri stratejinin çerçevesi içinde, birleştirmeyi üstleniyordu. Kahire’deki İngiliz İstihbaratı ’nın başında bulunan General Clayton, ona, Arabistan’a dönmesini emrediyor; oraya dönen Lawrence, irtibat subayı olarak Faysal’ın ordularına katılıyordu. Lawrence, İngiliz Kabinesinin bilgisi için hazırladığı 4 Kasım 1918 tarihli gizli bir andında (memorandum), savaş patlayınca “İslâmî bölmeye” ivedilikle gereksinildiği görüşünü açıklıyordu. Ona göre, İngilizler, Arapça konuşan halkların kendi “dış yöneticilerine” karşı olan memnuniyetsizliklerinden yararlanıyor; Mekke Şerifini bu akımın önderi seçiyorlardı, çünkü onun İslâm dünyasını böleceğine; coğrafi durumunun, varlığını sürdürmesine yardımcı olacağına ve Araplar arasındaki önderliğinin aile saygınlığına dayandığına inanıyorlardı [22].
Lawrence, henüz başlangıç evresinde olan Arap ayaklanmasına karışan tek İngiliz subayı değildi; ama onun anlatmalarına inanılırsa, Arabistan yarımadasında, bu ayaklanmanın ivedilikle beyni, örgütleyicisi, askeri taktikçisi ve Kahire ile irtibatı oluyordu. Vur ve kaç taktiği kullanan gerilla harekâtlarına girişiyor ve böylece Türk hatlarının ardında, küçük ama gittikçe hırpalayın, ikinci bir cephe kuruyordu. Onun ilk büyük zaferi, çölde iki ay gittikten sonra, 6 Temmuz 1917’de ele geçirdiği, Kızıl Deniz’in kuzeyinde bulunan Akabe limanı olmuştur ve bu başarısından ötürü ona daha sonra yarbay rütbesi ve Mümtaz Hizmet Nişanı (Distinguished Service Order) verilmiştir.
Lawrence’in da içtenlikle kabullendiği gibi, bu ve öteki harekâtlarda “(Osmanlı) İmparatorluğunun tüm uyruk illeri, bence tek bir İngiliz gencinin ölümüne değmezdi”[23]. Askeri kampanyalarını, pek az İngilizi tehlikeye sokarak yürütüyordu; ama bu ölçüsü, Arapları ve Türkleri kapsamıyordu; oysa ki, 24 Eylül 1917’de Akabe’den bir dostuna gönderdiği mektupta şöyle diyordu :
- "... Türklerin bu biçimde hiç durmadan öldürülmeleri korkunçtur. Sonlara doğru saldırdığınız vakit, onları param parça olarak her yanda buluyorsunuz ve birçoğunun hâlâ canlı olduklarını görüyorsunuz. Daha önce onların yüzlercesini halletmiş olduğunuzu ve yapabilirseniz yüzlercesini daha halletmek zorunda olduğunuzu anlıyorsunuz.”[24]
- “Görev, Türkiye’ye karşı bir Arap isyanı tahrik etmektir ve onun için de batılı olan dış görünüşümü gizlemek ve az da olsa Araplara benzemek zorundayım. Böylece kendimi bir çeşit yabancı sahne üzerinde, balo giysisi içinde, acayip bir dilde, gece ve gündüz aktörlük yapan birisi olarak görüyorum ve rolümü iyi oynamadığım takdirde, başımı yitirebileceğimi anlıyorum"[25]
- “Darbeyi indirdiğimiz vakit, kazanacağımıza veya kaybedeceğimize kendimi bir türlü inandıramam. Herşey bir oyun gibi geliyor ve kişi, kendi hayallerine (gündüz düşlerine) inanamıyor...”
Bununla birlikte, Lawrence, kimi adlarda, örneğin 1918 yılı Eylülünde 4. Türk Ordusunun tahribine yol açan saldırı sırasında, adamlarına, hiçbir esir alınmaması buyruğunu vermişti. Bu olay, 106 sayılı Arab Buletin (Arap Bülteni)'nde canlı bir dille anlatılmaktadır. Lawrence'in, bu gaddar davranışını mazur göstermek İçin ileri sürmüş olduğu iddiaya göre, güya Türkler, Tel Arar köyünün tüm sakinlerini katliama tabi tutmuşlar, buna misilleme olarak 5.000 Türk eri öldürülmüş ve Lawrence'in anlattığına göre, “boğazlamaktan yorgun düşen Auda Abu Tayi, son kalan 600 kişiyi tutsak etmiş", ene Lawrence’in iddia ettiğine göre,çoğu kez, kendisinin “askeri gerek" olarak nitelendirdiği bir durum, onu, “düşmanı" katliama tabi tutmaya ve dahası, Türklerin ellerine düşmemeleri İçin kendi yaralılarını öldürmeye zorlamış[27].
Savaşın son aşamasında Lawence'la Arap çetecileri, 30 Eylül 1918 akşamı, karışıklık İçinde bulunan Şam'a girdikleri an, Lawrence, zafer anında hiziplere bölünen Araplara ilişkin kendi emellerinin yenildiğini görüyordu. Onun anlattığına göre, Şam'da, Şükri el-Eyyubi ve kent konseyi (belediye), Arapların Kralım İlân ediyor ve “Cemal'le Mustafa Kemal ayrılır ayrılmaz...." Arap bayrağını direğe çekiyorlardı 2٠٠. Ancak, 1916 yılı Mayısında imzalanan ve Osmanlı İmparaorluğu'nun Arap illerini yüce devletler arasında bölüştüren, 1917 Kasımında vuku bulan ihtilâlden sonra Bolşeviklerce açıklanan Sykes-Picot Anlaşması, Araplara ihanet etmiş ve Lawrence’i tiksindirmişti.
Şerif Hüseyin, 28 Ağustos 1918'de Mısır'daki İngiliz temsilcisi Sir Reginald Wingate'e Mekke'den gönderdiği bir mektupta, kendi akımının temel amaçlarının. “Osmanlı imparatorluğunun yıkılmağıyla çöküntü tehlikesi geçiren İslamın siyasal durumunu korumak” olduğunu; kendi ayaklanmasını ve İngiliz yönetiminin desteğini, ancak bunun pratik olarak gerçekleşmesinin hakli gösterebileceğini vurguluyordu. Meydana gelen yeni durumdan dolayı, kendisinin gelecekteki başarısı İçin “gerekli koşullar” olarak nitelendirdiği durumu İngiliz yönetiminin ne dereceye kadar desteklediğini öğrenmeyi istiyor; İngiliz yönetimiyle yapmış olduğu resmi anlaşmanın, kendi anlamınca, koşullarını öne sürüyor ve bu koşullarda büyük ölçüde değişiklikler yapılmasının, kendisini, Arap akımından çekilmek zorunda bırakacağını, aç..diyor; kendi alin yazısının, bir barış konferansınca değil de İngiliz yönetimince bir karara bağlanması umudunu dile getiriyordu.
Ama, Hüseyin'in şimdi üne sürdüğü koşullan İngilizler kabul etmiyorlardı, çünkü Arap ayaklanmasından önce yazmış olduğu mektuplarda üne sürdüğü talepleri tekrarlıyor, dahası, bunlara ek koşullar İlâve ediyor ve İngiliz yönetiminin ona vermiş olduğu karşılıklarda imlediği ihtiyatları büsbütün görmezlikten geliyordu. Kendi amaçlarını yardım görmeden gerçekleştirecek yeteneğe sahip olmamanın ve başarısızlığa uğrarsa, Müslümanlarca, “aldatılan bir din bölücüsü" olarak eleştirileceğini hissetmenin kaygısı İçinde kıvranıyordu. Wingate'e bakılacak olursa, o sıralarda Müslümanlar, Hicaz ayaklanmasını ve İngilizlerin bu ayaklanmadaki rolünü kuşku ve beğenmezlikle karşılamışlardı. Onların görüşünce, bu ayaklanma, ancak başarı sağlarsa hakli gösterilebilecekti; başarısızlık, İngiliz saygınlığına ve İngiltere’nin onlarla olacak gelecekteki ilişkilerine ciddi zararlar getirecekti. Kral Hüseyin'in, "Arap akımının, faal önderliğinden çekilmesi, büyük bir felakete yakın sonuçlar getirecektir. “Yetkili tek kişiyi" kaldıracak ve Türklere karşı olan Arap askeri gücünü etkisiz aşiret savaşlar, biçimine koyacaktı. Bunu, daha geniş ölçüde yıkılma izleyecek ve bu da, her olasılıkta, Orta Arabistan'da bir çatışmaya yol açacak; İngiltere'nin rakipleri bundan büsbütün yararlanma yoluna giderek İngiliz askeri harekatım ciddi biçimde etkileyecekti. Hüseyin'e yeniden güvence vermek ve onun tutumunu düzeltmek oldukça önemli idi. Wingate, onun, olanak İçinde, desteklenmesini salık veriyordu[29].
Bu arada, hayal kırıklığına uğrayan Lawrence, 1918 yılı Ekiminde İngiltere'ye dönmek üzere yola çıkıyordu, ama hareket etmeden önce, 4 Ekimde Binbaşı R. H. Scott'a Kahire'den gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu:
- "... Acayip, küçük bir gruptuk, ama Ortadoğu’da tarihin seyrini de- ğiştirdiğimizi sanıyorum. Güçlerin (devletler), Araplara, yaşamlarını sürdürmeye nasıl izin vereceklerini merak ediyorum." [30]
31 Temmuz 1919’da, ordudan yarbay olarak terhis ediliyor; daha sonra, Kahire’den Londra’ya dek olan yolculuğunu süratlendirmek amacıyla, savaş sonrası ordu rütbesini “geçici” bir süre ile albay vekili olarak gösteriyor; 30 yaşında albay olmuşken, 34 yaşında rütbesiz olarak sivil hayata dönüyordu. Bu arada barış konferansı için hazırlanmaya başlıyor; bundan sonraki üç yılı Versay, Londra ve Kahire’de, Arap bağımsızlığı için mücadele ile geçiriyor; bu görevi, Arap harekâtı sırasında karşılaşmış olduğu güçlük ve tehlikelere oranla, fiziki, akli ve ruhi bakımlardan daha yorucu buluyordu. Arap halklarına kendi alın yazılarını çizme (self-determination)hakkı sağlayacağını umut ettiği Başkan Wilson’a çok güveni vardı; ama, (Arap giysisi giyerek katıldığı) barış konferansından büsbütün hayal kırıklığına uğramış olarak dönüyordu. Onun ve çarpışarak savaşı kazanan, ama uğrunda çarpıştığı herşeyin ihanete uğradığını gören kuşakların tiksinti ve acılığı, Seven Pillars of Wisdom(Hikmetin Yedi Sütunu) başlıklı yapıtının, Oxford metninin giriş bölümünde yansıtılmaktadır. Bu bölüm, İngiliz yazan George Bernard Shaw’un önerisi üzerine, kitabın okuyucular için yayınlanan metninden çıkarılmıştır.
Lawrence, bu önsözde şöyle sızlanır:
- "... Kazandığımız başarı sonunda yeni dünya doğunca, eski adamlar yine meydana çıkarak, zaferimizi ellerimizden aldılar ve onu, yeniden, bildikleri eski dünyanın biçimine soktular...
Doğu ya biraz onur, bir amaç ve idealler iade etmişsem; beyazın kırmızıyı yönetmekle ilgili ölçüyü daha gerekli yapmışsam; o halkları, bir dereceye kadar, yeni uluslar topluluğuna (commonwealth)yerleştirmiş bulunuyorum ve orada, tahakküm edici soylar, zorbalıkla sağlamış olduklaRI başarılarını unutacaklar ve beyaz, kırmızı, sarı, kahverengi ve siyah, hep birlikte dik duracak ve hiç bir yan-bakış olmadan dünyaya hizmet edecektir”[ 32].
Ama Lawrence’in böyle bir başarı sağlama ümidi, tüm hakların alın yazılarını kendilerinin çizmeleri ilkesi (self-determination)ne dayanacağı sanılan bir barış antlaşmasıyla görünürde ebediyen akamete uğruyordu.
Lawrence, 8 Eylül 1919’da The Times adlı İngiliz gazetesine bir mektup gönderiyor, ama bunun bir bölümü, yazı işleri müdürünce metinden çıkarılıyor; mektubun geriye kalan kısmı, 11 Eylülde yayınlanıyordu. Yazı işleri müdürü M. Steed’in anlattığına göre, metinden çıkarılan pasajda Lawrence, İngiliz yönetiminin, Araplara vermiş olduğu söze sadık kalacağına inandırılmış olduğunu ve Arapları, bu inançtan ötürü kışkırttığını açıklıyordu. Tüm yaptıklarından üzüntü duyduğunu, çünkü Araplara vermeye yetki aldığı sözü, İngiliz yönetiminin şimdi yerine getirmek isteğinde olmadığını, Araplara ve İngiliz kamuoyuna duyurmak arzusunu dile getiriyordu [33].
Birkaç gün sonra, İngiltere Dışişleri Bakanlığı sorumlularından Cecil Harmsworth’e gönderdiği yazıda, Arap sorununun çözümü için kimi önerilerde bulunuyor; Çukurova (Kilikya)’da Fransızlara karşı işbirliği yapmak amacıyla, Mustafa Kemal’le Faysal arasında gizli bir anlaşmanın var olduğuna inanıyor; şu görüşleri öne sürüyordu:
- “Mustafa Kemal, oradaki Fransız davranışından kaygılanıyor; bu sırada İngiliz yanlısıdır, çünkü (Montagu, Amery ve Aubrey Her- bert’ten oluşan) Türk yandaşlarımıza güveniyor; ama buna ilişkin olarak, Türkistan’daki Bolşevik ilerlemesinin dikkate alınmasını ümit ederim. Bolşevizmin İslâm’da Vahabilik biçiminde belirmesi olanaklıdır ve bize Mezopotamya (Irak)’da olduğu kadar İran’da da zararlı olacaktır...”
- "Mustafa Kemal, Kilikya (Çukurova) veya Suriye'de harekete geçmek konusunda bir türlü karar veremiyor ve en ümitsiz veya en uygun koşullar dışında davranmayacaktır... Enver'e zarar vermek için 'Falât'1 kullanmayı hiç düşünüp düşünmediğimizi öğrenmek isterim. Onun anıları bize yararlı olacaktır. Mustafa Kemal, kendi akımında Enver'i bir bayrak gibi dalgalandırıyor. Doğal olarak, Mustafa Kemal, Enver'iden daha yeteneklidir, ama Enver'in kişisel çekiciliğine sahip değildir [34].
- “Türk Antlaşması (Sevres)’nın koşulları, onları hazırlayanlarca olanaksız olarak kabul ediliyor. Eski Türk İmparatorluğunun gerçek durumu veya onu bölmekte olan ülkelerin askeri ve mali güçleri dikkate alınmamıştır. Koşulları yapan her yan, alabileceğini, veya komşularının almaşının veya kendisinin almasına karşı çıkmasının çok güç olduğu koşulları dikkate aldı; dolayısıyla, meydana gelen belge, yeni bir Asya kurmuyor; ancak, fatihlerin ağızlıklarını gösteren bir itiraf, hemen hemen bir İlândır. Bu antlaşmanın tek bir maddesi bile üç yıl yürürlükte kalmayacak; Alman antlaşmasından daha mesut olacak, çünkü değiştirilmeyecek (revizyon) - tümüyle unutulacaktır".
Lawrence, 1920 yılı Temmuzunda The Times gazetesine gönderdiği yazıda, o hafta Avam Kamarasında Ortadoğu'ya ilişkin olarak yapılan görüşme1er sırasında, kıdemli milletvekillerinden birinin Mezopotamya (Irak)'daki
Arapların, “iyi niyetli İngiliz güdümüne” karşın ayaklanarak silaha sarılmalarına şaştığını belirttiğine değiniyor, şu yorumda bulunuyordu:
- “Araplar, Türk yönetimi oldukça kötü olduğu için değil, bağımsızlık istedikleri için Türklere karşı savaş sırasında ayaklandılar. Efendilerini değiştirmek, İngiliz uyruğu veya Fransız vatandaşı olmak için değil, kendi haklarını kazanmak için yaşamlarını savaşta tehlikeye koydular... İki yıldan sonra sabırlarının tükenmiş olmasına şaşmamak gerek... Kurduğumuz yönetim, İngiliz yönetimidir ve İngiliz dilinde yürütülmektedir. Bu yönetimi çalıştıran 450 İngiliz yönetici vardır. Onlar arasında Mezopotamya (Irak)’lı tek bir sorumlu yoktur. Türklerin günlerinde, hükümet hizmetinde bulunanların yüzde 70’i yerel kişilerden oluşuyordu. Oradaki 80.000 kişilik ordumuz, hudutları korumakla değil, polis görevi yapmakla uğraşıyor. Halkı, baskı altında tutuyorlar. Türklerin günlerinde, Mezopotamya’daki iki ordunun yüzde 6o’ını Arap subayları ve yüzde 95’ini öteki rütbelerdeki Araplar oluşturuyordu...”[35]
- “Bizim yönetimimiz, eski Türk sisteminden de kötüdür. Türkler, barışı korumak amacıyla, askerliklerini yapan yerel erlerden 14.000 kişilik bir güç bulundurmuşlar ve yılda ortalama 200 Arap öldürmüşlerdir. Biz ise orada 90.000 kişilik bir güç, uçaklar, zırhlı arabalar, ganbotlar ve zırhlı trenler bulunduruyoruz. Bu yaz vuku bulan ayaklanmada yaklaşık 10.000 Arap öldürdük... Bağdat’taki hükümet, ayaklanma olarak nitelendirdiği siyasi suçlardan ötürü o kentte Arapları asıyor. Araplar bize karşı asi değillerdir. İsmen hâlâ Türk uyruğudurlar ve ismen bizimle savaş durumundadırlar. ...Bu yaz, 10.000 köylü ve kentlinin öldürülmesi, buğday, pamuk ve petrol istihsalini ne dereceye kadar köstekler? Kendi yöneticilerinden başka kimseye yarar getirmeyen bir çeşit sömürge idaresi adına milyonlarca Sterli- nin, binlerce imparatorluk askerinin ve onbinlerce Arabın feda edilmelerine daha ne kadar izin vereceğiz?”[36]
Faysal’ın aday olarak gösterilmesinde Lawrence’in büyük rolü olmuştur. Felt-Mareşal Vizkont (Lord) Allenby’ın 15 Nisan 1921’de Lord Curzon’a Kahire’den gönderdiği kapalı bir telyazısından öğrendiğimize göre, Lawrence, Irak’taki İngiliz güdümüne ilişkin olarak Faysal’la uzun süren gizli bir görüşme yapıyordu. Faysal, anahatları açıklanan genel politikadan övgüyle söz ediyor ve kendisinin bundaki rolünü yerine getirmeye söz veriyordu. Hicaz’ın bir Vahabi saldırganlığına uğramaması koşuluyla, İngilizlerin güdüm koşulunu ve Bin Suud’la dostluk ilişkileri kurmayı kabulleniyor; aynı zamanda, kendi kişisel personeli arasında bir İngiliz danışman bulunmasını diliyordu. Bu konuda Lawrence daha sonra açıklamada bulunuyordu:
- “O (Faysal), Irak halkının sorumlu bir hükümet kurmaya henüz lâyık olmadığını ve her iş yerel halkın insafına terkedilirse, bunun bir felâkete yol açacağını kabulleniyor. Bazan kendi halkına karşı İngiliz yardımına gereksinme duyacaktır ve daimi bir garnizon bulundurmak konusundaki görüşünün, sonunda kabul edileceğini ümit etmektedir... Seçilmesi gerçekleşince, kendisi ile Bin Suud arasında bir dostluk anlaşması hazırlamasını Sir Percy Cox’tan dileyecek ve üçüncü yan olarak babası (Hüseyin)’nı da bu anlaşmaya katmak için elinden geleni yapacaktır. Abdullah, Hüseyin’in, bu denli bir anlaşmaya yanaşması için sıkıştırıldığı her vakit isteri geçirerek istifa ettiğini öne sürüyor; bunun güç bir iş olacağı konusunda beni uyarıyor”[38].
Lawrence, Sömürgeler Bakanlığında görevli iken, Kudüs’teki İngiliz Piskoposu Dr. Mclnnes, Horace M. Kallon tarafından yayımlanan Zionism and World Politics(Siyonizm ve Dünya Politikası) adlı yapıtta geçen bir pasajdan çok rahatsız oluyordu. Kallon, sözü geçen yapıtında, Filistin’deki askeri idareden yakınıyor; idarecilerin, Musevilerin Filistin’e yerleştirilmelerini kabullenen Balfour Deklarasyonu’nu sabote ettiklerini ve bir olup-bitti biçiminde kendi programlarını uyguladıklarını öne sürüyor, şöyle diyordu:
- “Bu konuda, yüksek rütbeli yetkililer arasındaki Musevi düşmanlığının ve onların altındaki küçük rütbeli memurların bilgisizlik, ahmaklık ve yeteneksizliklerinin rolü büyük olmuştur. Balfour Deklarasyo- nu’nun varlığının onlara resmen bildirilmemiş olması buna yardımcı olmuştur, Albay Lawrence’in Dr. Weizmann’a açıkladığı gibi, misyoner çıkarları bulunan Piskoposluk ilçesinin Musevilere karşı propaganda örgütlenmesi de buna yardımcı olmuştur .
Piskopos, görüşünde direniyor ve 23 Haziranda Lawrence’a gönderdiği yeni bir mektupta, kendisine karşılık vermesini talep ediyor; yakında Londra’ya ulaşacağını açıklıyordu. Lawrence, piskoposa karşılık olarak iki yazı müsveddesi hazırlıyordu, ama bunlardan aşağıdaki mektup gönderilmiyordu:
- “Benim Dr. Weizmann'a verdiğimi üçüncü bir kişinin iddia ettiği demeci yalanlamamı istiyorsunuz. Bunu asla yapmayacağım. Yayınlanmış bulunan ve bana atfedilen herhangi bir demeci hayatımda asla yalanlamadım; şimdi sizin bu üç köşeli sorununuzda bunu yapmaya başlamak için baştan çıkarılamam. Zaten, kuşkulandığım gibi, sayın Piskopos, yalanlamalarımı hem kendinizi temin etmek ve hem de, çizmelerini sizin ve ne de benim, siyaha boyamaya yetenekli olduğumuz Dr. Weizmann gibi büyük bir adam üzerinde zafer kazanmak için istiyorsunuz..."[40].
Lawrence, 1922 yılı yazında Sömürgeler Bakanlığından ayrılıyor ve savaş günlerindeki dostu, Hava Mareşali Sir Hugh Tranchard’ın gizli yardımıyla, 27 Ağustos 1922 de, herşeyden kaçıp uzaklaşmak amacıyla, John Hume Ross sahte adı altında İngiliz Kraliyet Hava Gücü (Royal Air Force)'ne kaydoluyordu. 18 Kasım 1924’de ise, Seven Pillars of Wisdom(Hikmetin Yedi Sütunu) adlı yapıtının Oxford metninin kısaltılmış nüshasına bir önsöz kaleme alìyor; bu önsözde, İngiltere’nin Arap sorunundan elleri temiz olarak çıktığını iddia ediyor; şöyle diyordu:
- “Kimi Arap avukatları (en çığırtkanları bırakışmadan sonra aramıza katıldılar) bu noktaya ilişkin hükmümü reddettiler. Can sıkan bir emekli gibi onlara yaralarımı gösterdim (her yara izi, Arapların hizmetinde çektiğim bir sızıyı gösteren 60’dan çok yaram olmuştur); bunları, içtenlikle kendilerinden yana çalıştığımı kanıtlamak içir, gösterdim. Beni demode buldular ve ben hiçbir zaman hoş olmayan siyasi sahneden çekilmek mutluluğuna kavuştum”[41].
- “Kendi kanaatimce, Lawrence’in karakterinin en anormal özelliği, onun eza çekme iştiyakı, eza çekmeye hazır olmasıdır... Lawrence, birçok açılardan normal değildir ve onun için birşey yapmak oldukça güçtür! Basın mensupları, amatör gazeteciler ve fotoğrafçılar tarafından takibata uğruyordu... Lawrence’ın unutulmayı istemeyeceği hiç kuşkusuz bir gerçektir. Bunca İrlanda’lının sahip olduğu kendini beğenmişliğe sahipti. Ama Lawrence’ın kendini beğenmişliği ile zulme uğrama kompleksi arasındaki sınırı çizmek olanaksızdır çünkü bu büyük ölçüde değişiyordu...”[42]
... Doğu’nun önemli ahengi daha da çabuklaştırılmazsa, herhangi iki Arap devletinin gönüllü olarak birleşmesi ancak birçok kuşaklar geçtikten sonra mümkün olacaktır. Onların gelecekteki tek ümitlerinin birleşmekle gerçekleşeceğini kabullenirim, ama bu birbirine yanaşma, olağan biçimde olmalıdır. Zoraki birleşmeler zarar getirir ve bu durumlarda politika; coğrafya ve iktisadiyattan önce gelmelidir. İller birleşmeden önce ulaştırma ve ticaret geliştirilmelidir.
Şimdiki durumda bir Arap İmparatorluğuna en çok yanaşan, İbn-i Suud’un ülkesidir. Onun bu icadı, kum üzerine kurulmuştur. Çölde istikrarlı hiçbir şey doğmayacaktır; esasen çöl, onun istibdadı gibi belki daha az liberal ama kanla yoğrulmuş yüzlercesini görmüştür; ama çökecektir” [43]
1 Mayıs 1928’de İngiliz Kraliyet Hava Gücü Mareşali Sir Hugh Trenchard’a Karaçi’den gönderdiği mektupta, Vahabi akımı hakkında şu görüşleri yansıtıyordu:
- “Fanatikler tarafından yanlış yola götürülen cesur, cahil ve hayvan Bedevilere üzülürüm. Din nazariyeleri şiddetle öne sürüldüklerinde ve davranışlara dikte etmeye başladıklarında şeytan oluyorlar... İbn-i Suud, iyi bir bölük komutanı idi, ama bir tabura komuta etmeyi biraz güç buluyor. Çöl ve kentten oluşan iki dünyanın üzerinde oturmak istiyor. Bu, uzun devrelerden geçen olaylar dışında, şimdiye dek yapılmamıştır. Faysal, 1918’de bunu denemeye kalkışmıştı ve ben onu bu görüşten vazgeçirmiştim. Arapça konuşan iki ilçeyi bile henüz birleştirebileceğinize veya federal bir biçime getirebileceğinize,dahası, tek bir istibdat haline getirebileceğinize inanmıyorum; buna karşın, İbn-iSuud, kendi krallığında bizim için tek kazançtır... Çölde ve Londra’da kararlı adamların sayısı pek azdır” [44].
“Benim de katıldığım ve sözde İngiliz nüfuz bölgelerine ilişkin 1921-2 Winston Churchill uzlaşmasının, Araplara verilmiş olan sözleri onurla yerine getirmiş olduğuna kesinlikle inanıyorum... Bunu 50 yıl kadar bırakınız. Irak üç kuşak boyunca terbiyeli bir gösteride bulunmayı sürdürürse, Arap ihtilâli, değerini kanıtlamış olacaktır. Hayatımızın süresi içinde ne itibar ne de yüzkarası biçebiliriz: ben öldükten sonra da kemiklerim umursamayacak...”[45].
15 Mayıs 1930’da Frédéric Manning’e Plymouth’dan şöyle hitap ediyordu:
- “... Sonuçta Arap akımına inanmadım; ama o günkü zaman ve mekân açılarından onun gerekli olduğunu düşündüm. Bu akım, savaştan bu yana da haklılığını büyük ölçüde kanıtlamış bulunuyordu...”[46].
- "... Mustafa Kemal büyük bir vatanseverdi; 1931’den sonra ise yabancı aleyhtarı oldu. Onun ulusalcılığı, Enver’in Alman yanlısı meyline karşı mücadele etmek için kurulmuştu”[47].
- ''... Ne yaptığımı merak ediyorsunuz. Gerçekte ben de merak ediyorum. Görünürde günler doğuyor, güneşler parlıyor, akşamlar geliyor, sonra uykuya yatıyorum. Ne yaptığım, ne yapmakta olduğum, ne yapacağım beni merak ettiriyor, şaşırtıyor. Sonbaharda kendi ağacınızdan düşen bir yaprak oldunuz mu ve bu sizi şaşırttı mı? Beni işte bu duygular sanyor”[48].
- "... Politikadan, Doğu’dan ve entelektüellikten usandım. Yarabbi, o kadar yorgunum! ölmek en iyisidir, çünkü borazanın sesi duyulmaz. Kendi günahlarımı ve dünyanın yorgunluğunu unutmak isterim’’[49].
Lawrence’in bu ölüm dileği, 19 Mayıs 1935’de gerçekleşiyordu. O gün, bir telyazısı göndermek amacıyla, Brough tipindeki motosikletiyle Bovington Camp’a gidiyor; kendi evi olan Clouds Hill’e dönerken, yolda bir kaza geçiriyor, motosikletinden fırlayarak beyninden ağır surette yaralanıyordu. Hastahaneye kaldırılan Lawrence, altı gün komada kalıyor ve 19 Mayıs Pazar sabahı, saat 8’de kalbi duruyordu. Dorset ilinin Moreton köyündeki bucak kilisesine bitişik mezarlıkta gömülüdür. Oldukça basit bir cenaze töreni yapılmış; buna en yakın dostlan katılmıştı[50]. Onlar arasında, tabutu taşıyanlann başında Sir Ronald Storrs bulunuyordu. Storrs, kaleme aldığı Orientations (Hedefler) adlı yapıtında[51], 1919-20 kışında Lawrence’] efsaneleştirmeye çalışan Amerikalı gazeteci Lowell Thomas gibi[52] ebedileştirmeye çalışmıştır.
Lawrence, kişiliği, karakteri ve maceraları bakımlarından çok eleştirilmiştir. Arabistan’daki Haşimi ayaklanmasını küçümsememekle birlikte, Lawrence’in yayınladığı Seven Pillars of Wisdom(Hikmetin Yedi Sütunu) adlı yapıtında, bu ayaklanmanın önemini, ayaklanmadaki kendi rol ve katkısını büyük ölçüde abartmış olduğu öne sürülmüştür. Richard Aldington, 1955’de Londra’da yayınlanan Lawrence of Arabia(Arabistan’ın Lawrence’i) adlı yapıtında, Lawrence’in dürüstlüğünü kuşkuyla karşılar ve onun anlatmış olduğu hikâyelerin “sahte ve övüngen - kendi kendine önem vermiş bir egoistin megalomanisi” olduğunu öne sürer[53].
Bu görüşü destekleyen çok kanıt vardır. Örneğin, Lawrence, İngiliz Kralı V. George’la görüşürken, “genellikle modern Türkiye’nin kurucusu sayılan meşhur Mustafa Kemal’e, bir zamanlar ateş ettiğini, ama kurşunun, onun yanında duran bir kurmay subayına isabet ettiğini”[54] söylüyordu, öte yandan, 1926 yılı Nisanında İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden W. G. Childs’a yaptığı bildirilen açıklamada, “1918 yılı Eylülünde, acayip bir rastlantı sonunda, Mustafa Kemal Paşa ile birkaç görüşme yapmış olduğunu ve Türk savaş amaçlarının, konuşulan konular arasında bulunduğunu” iddia ediyordu[55]. Bu iki hikâye, ne ilgililerce ve ne de resmen doğrulanmıştır.
Lawrence’la İngiliz yönetiminin Necd’de yükselmekte olan “daha sabit ve daha makul” önder olarak Abdül Aziz Bin Suud yerine, Arabistan’da Şerif Hüseyin İbn-i Ali’yi desteklemekle “yanlış ata bahis koydukları” da öne sürülmüştür [56]. Arap ayaklanması sırasında Mezopotamya (Irak)’da İngiliz siyasi memuru bulunan Sir Arnold Wilson, Hindistan Bakanlığına bağlı ötekilerle birlikte, Lawrence’nı ve Arap Bürosu’nun çalışmalarını çok eleştiriyordu. Wilson gibi siyasi memur olarak Mezopotamya’da görev yapan St. John Philby da, onun bu görüşlerine katılıyor ve Lawrence’ia Arap Bürosu’nun Hüseyin’i değil, İbn-i Suud’u desteklemeleri gerektiğine inanıyordu. Philby’ın görüşünce, Lawrence’m eserini gösteren tek abide, tahrip edilen Hicaz demiryolunun kalıntıları İdi[57].
Robert Lacey, 1981 yılında Londra’da yayınlanan The Kingdom(Krallık) başlıklı yapıtında, Lawrence’nı Arapları aldattığını iddia edecek kadar ileri gitmektedir. Kanıt olarak, Lawrence’in Seven Pillars of Wisdom(Hikmetin Yedi Sütunu) adlı yapıtının önsözünde yapmış olduğu şu açıklamayı öne sürer:
- “...(İngiliz) Kabinesi, daha sonra Araplara özerklik verileceği kesin sözleriyle onları bizim için çarpışmaya ayaklandırdı. Araplar, kuruluşlara değil, kişilere inanırlar. Beni, İngiliz yönetiminin özgür bir ajanı olarak gördüler ve benden, o yönetimin yazılı vaadlerini onaylamamı talep ettiler. Böylece, bu komploya katılmak zorunda kaldım ve sözümün değeri ne ise, onlara, ödüllerini alacakları yolunda güvence verdim.
Lawrence, Arap halkını bu biçimde aldattığı için, aşağıdaki demecinde de yansıttığı gibi, daha sonra pişmanlık duymuştur:
- “(Araplarla) ateş altında iki yıllık ortaklığımız sırasında bana inanmaya ve hükümetimin de, benim gibi, içten olduğunu sanmaya alıştılar. Bu ümitle kimi iyi işler başardılar, ama, pek tabiî olarak, birlikte başarmış olduğumuz işlerden gurur duyacağıma, sürekli ve acı biçimde utanç duyuyordum[58]
Belge No. 1 ................. Lawrence Arap giysisi içinde
Belge No. 2 ....................... Lawrence’nı fotoğrafı
Belge No. 3 ................ Arap ayaklanmasını saptayan İngiliz haritası
Belge No. 4........................ Lawrence’nı gerilla savaşlarını gösteren ve bizzat kendisi tarafından çizilen harita
Belge No. 5 ....................... Lawrence’nı İngiliz yönetimince nasıl kullanıldığını gösteren, Paris, 3 Eylül 1919 tarihli özel ve gizli mektubun fotokopisi
Belge No. 6 ve 6 A ... Lawrence’nı 1919 yılı Eylülünde İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği ve Mustafa Kemal’den de söz eden yazısının fotokopisi