Giriş
Mezopotamya toprakları tarih boyunca Ortadoğu’nun en önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Bu bölgeye hakim olan devletlerin büyük bir kısmı zamanla tüm Ortadoğu’yu etkileri altına almışlardır. Erken Ortaçağlarda, Ortadoğu toprakları dünyanın merkezi olarak kabul edilmekteydi[1] . Bu topraklara egemen olan milletlerin bütün dünyaya egemen oldukları yönünde bir düşünce hâkim idi[2] . Bu nedenle sürekli olarak savaşların ve istilaların merkezinde olan Ortadoğu toprakları büyük imparatorlukların mücadele sahası haline gelmiştir. Büyük medeniyetlerin ortaya çıktığı bu topraklarda uygarlıkların mihverini teşkil eden büyük ve kalabalık şehirler kurulmuştur. İlkçağlar ve Erken Ortaçağlarda Mezopotamya toprakları üzerinde dünyanın en büyük metropolleri sayılan birçok antik kent ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlileri Suriye toprakları üzerinde kurulan Antiokheia (Antakya), Mezoptamya’da kurulan Sus, Seleukeia ve Tisfun (Ctesiphon), İran toprakları üzerinde Persepolis ve İstahr, Mısır toprakları üzerinde kurulan Thebes ve İskenderiye şehirleri bunlardan bazılarıdır[3] . Uygarlığın ilk tohumlarının atıldığı bu şehirlerin fiziki, beşeri ve tarihi açıdan incelenmesi uygarlığın gelişim safhalarını ortaya koyması açısından önemli bir husustur. Bu nedenle Erken Ortaçağların en büyük şehirlerinden biri olan Tisfun veya çok sonraları yapılan bir isimlendirmeyle adına Medâ’in denilen şehri incelemeye değer bulduk. Bu şehir çok uluslu yapısının yanında sahip olduğu jeopolitik öneminden dolayı birçok defa güçlü imparatorluklar arasında el değiştirmiş ve onlara başkentlik yapmıştır[4] . Bu nedenle şehrin fiziki, demografik, ekonomik ve sosyal yapısında birçok kültüre ait motiflere rastlamak mümkündür.
Şehir çalışmaları alanında en önemli hususlardan birisi hiç kuşkusuz üzerinde çalışılan şehrin sahip olduğu uygarlıkla ilgili özelliklerinin dünya uygarlığı üzerindeki etkilerinin göz önünde bulundurulmasıdır. Şehrin yapısından bahsederken onun fiziki yapısı ve mimarisi, içinde bulunduğu dönemde sahip olduğu ekonomik yapısı ve dünya ticari faaliyetleri açısından önemi, şehri oluşturan sosyal sınıflar ve bu sınıfların hangi sosyal kitlelerden meydana geldiği, şehrin adının nereden geldiği ve şehrin kimler tarafından kurulmuş olduğu önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca şehrin içinde bulunduğu dönemin siyasi tarihi ayrı bir önemli konuyu teşkil etmektedir. Şehirlerin fiziki görünümleri şehir çalışmaları ile ilgili önemli bir noktayı teşkil etmektedir[5] . Şehirlerin fiziki yapıları sahip oldukları coğrafi alan, binalarının yapısı, şehrin konumu; şehir mimarisi ve mimari eserlerde kullanılmış olan malzemeler şehir incelemelerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Şehrin kurulduğu andan itibaren sahip olduğu demografik ve toplumsal yapısı incelenmesi gereken diğer bir konudur. Bunun yanında incelenen şehirde yaşayan halkın hangi milletlerden oluştuğu, konuşmuş oldukları diller, sahip oldukları inançlar diğer önemli bir konuyu teşkil etmektedir.
Erken Ortaçağlarda Medâ’in şehirler topluluğunun egemenliğini elinde bulunduran Sâsânî İmparatorluğu bu bölgede önemli bir yere sahiptir. İran’da kurulmuş fakat akabinde Irak topraklarına taşınmış olan İmparatorluk kısa zamanda bölgeye Fars damgasını vurmuştur[6] . Bu nedenle şehrin siyasi tarihi Sâsânî Devletinin bu bölgede uygulamış olduğu siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel çalışmalarının bütününü kapsamaktadır. Medâ’in şehirler topluluğu üzerindeki bu makalemizde Sâsânîlerin şehircilik çalışmaları, bu şehirde yaşayan insanları iskân politikası, mimari tarzı ve saraylar, yollar, köprüler ile bu sahada çalıştırılan insanlar; Sâsânîlerin şehri savunma şekilleri, şehir yönetiminde izlenen sistem incelenmeye çalışılmıştır.
Medâ’in Şehirler Topluluğunun Coğrafi Yapısı
Bağdâd şehrinin 35 kilometre güney doğusunda bulunan Medâ’in, Dicle Nehrinin her iki tarafına kurulmuş yedi antik kentten oluşan büyük bir şehirdir[7] . Bu şehre “Medâ’in” denmesinin sebebi şehrin birçok büyük kentten oluşmasıdır. Arapça “Medine” (şehir) sözcüğünün çoğulu olan “el-Medâ’in”, şehirler anlamına gelmektedir[8] . Araplar Sâsânî İmparatorluğunu MS. 642 yılında yıktıktan sonra şehri ele geçirmişler ve Dicle nehrinin kenarında birbiriyle iç içe görmüş oldukları bu şehirlerin hepsini “el-Medâ’in” olarak adlandırmışlardır[9] . Bu kentler Fırat ve Dicle Nehirlerinin birbirine en yakın olduğu bölgede kurulmuşlardır[10]. Medâ’in şehrini oluşturan kentlerin en büyükleri Tisfun (Ctesiphon), Seleukeia, Vehantiok Hüsrev (Rumegân), Veherdeşîr, Vehantiok Şâpûr (Bihşâpûr), Balaşkert ve Aspanbar şehirleriydi[11]. Bu kentlerin en eskisi ise Tisfun kentidir. Bu kentlerden Part imparatoru I. Vologeses’in kurmuş olduğu Balaşkert, Erken Ortaçağlarda canlılığını yitirmiş ve atıl duruma gelmişti. Seleukeia ve Tisfun hariç diğer dört kent ise Sâsânîler döneminde kurulmuştur. Bu yedi büyük kentin dışında irili ufaklı birçok kent ve kasaba daha bulunmaktaydı. Sâsânî imparatorluğunun ilk dönemlerinde bu kentlerden başkent olarak Tisfun kenti kullanılmaktaydı[12]. Medâ’in şehirler topluluğu, Mezopotamya topraklarının Asuristan veya Babilonya adı verilen bölgesinin tam merkezinde bulunmaktaydı. Sâsânîler döneminde bu bölgeye Havarvaran adı verilmekteydi. Bu bölge batıdan Süryâniler, güneyden Araplar, kuzeyden Ermeniler ile çevrili bir alandı. Perslerin ağırlık merkezlerini Asuristan’a kaydırdıkları dönemde bu bölgenin sakinleri Yunanca ve Aramca konuşan insanlar ile Hristiyan ve Yahudilerden oluşmaktaydı[13].
Medâ’in metropolünü oluşturan şehirlerin ilk ikisi olan Seleukeia ve Tisfun şehri Dicle ile birbirinden ayrılmış ikiz iki kent görünümündeydi[14]. Tisfun kenti imar edilmeden önce nehrin batı tarafında bulunan Seleukeia kenti Selevkosların başkenti konumundaydı[15]. MÖ. 305 yılında Makedonyalı İskender’in halefi I. Nicator Seleucus tarafından kurulmuş ve Büyük İskender’e bağlı dört büyük satraplıktan birisinin merkezi olarak kullanılmıştır[16]. Partların eline geçmeden önceki dönemlerde şehir nüfusu 600 000 kişiden oluşmaktaydı ve burası üç yüz kişilik bir senato tarafından yönetilmekteydi[17]. Buranın yerleşimcileri Yunanlılar, Makedonyalılar, Süryâniler ve Yahudilerden oluşmaktaydı. MS. I. yüzyılda şehir Yunan karakterini kaybetmeye başlamıştır. Sâsânîler dönemine gelinceye kadar buradaki Yunan ve Makedon varlığı oldukça azalmıştı. Partlar buradaki yoğun Yunan varlığından dolayı Seleukeia’nın karşısındaki Opis’i imar edip başkent olarak kullandılar[18]. Tisfun şehri Seleukeia’dan çok önceleri Opis adıyla inşa edilmiş bir kent olmasına rağmen Selevkoslar döneminde terkedilmiş antik bir şehir durumundaydı ve sadece bu imparatorluk döneminde askeri garnizon olarak kullanılıyordu. Dicle Nehri oval bir şekilde Seleukeia kentinin etrafından akmaktaydı. Fakat MS. 5. yüzyılda Sâsânîler döneminde Dicle nehri yatağını değiştirince bu kent nehrin uzağında kaldı[19]. Strabon’un rivayetine göre bu iki kentin etrafı geniş ve yüksek bir duvarla çevriliydi[20]. Partlar tarafından başkent olarak seçilen Tisfun, daha sonra Sâsânîlerin Araplar tarafından ortadan kaldırılmasına kadar, iki dönem boyunca toplam sekiz yüz yıl Farslar tarafından başkent olarak kullanılmıştır[21]. Araplar Medâ’in kentlerini ele geçirdikten sonra, bu dönemde merkezi kent olan Aspanbar’a bir vali ve bir de vergi memuru atamışlardır.
Medâ’in şehirler topluluğunu oluşturan kentlerden bir diğeri Erdeşîr tarafından kurulan Veherdeşîr kentidir[22]. Sâsânî imparatorluğunun kurucusu olan I. Erdeşîr, Dicle Nehrinin eski yatağı ile yeni yatağı arasındaki batı yakasına yeni bir şehir kurdu ve adını Erdeşîr’in en iyi şehri anlamına gelen “Veherdeşîr” koydu[23]. Tisfun kentinin güneyinde, Dicle’nin eski yatağı üzerinde kurulan bu şehir antik kent Seleukeia’nın güney doğusuna düşüyordu. Dâirevî bir kent görünümünde olan bu şehir Sâsânî beyzî şehir tarzının tipik bir örneğidir[24]. Diğer bir kent ise I. Şâpûr’un Roma seferinden sonra ele geçirmiş olduğu Antiokheia (Antakya) şehrine hayran kalmasından sonra bu şehrin benzerini kendi ülkesinde kurmak istemesi sonucunda oluşturulmuştur. Şâpûr, Antiokheia şehrinin benzeri olan bu şehri Medâ’in’de Dicle nehrinin kenarına kurdurmuş ve buradan getirmiş olduğu insanları bu şehre yerleştirmiştir. Şâpûr, Antiokheia şehrine nazire olarak bu şehre en iyi Antiokheia anlamında “Vehantiok” adını koymuştur[25].
Medâ’in’e ait diğer bir kent ise Sâsânî İmparatoru I. Hüsrev Anûşirvan tarafından yaptırılan ve Antiokheia şehir plânı örnek alınarak yapılan “Vehantiok Hüsrev” şehridir[26]. Bu şehir, Antiokheia şehri örnek alınarak yapıldığı için şehre bu şehrin adı verilmiş; Hüsrev’in en iyi Antiokheia’sı anlamında “Vehantiok Hüsrev” şeklinde isimlendirilmiştir[27]. Fakat Şâpûr’un yapmış olduğu Vehantiok şehri ile karıştırıldığı için I. Hüsrev’in yapmış olduğu şehre genelde “Urûmiye” veya “Rumegân” denmiştir[28]. Saltanat merkezini buraya kaydıran I. Hüsrev, burada yönetim amaçlı bir saray yaptırmıştır. Dicle nehrinin karşısında kurulmuş olan diğer kentlerle bağlantıyı sağlamak amacıyla nehrin üzerine bir taş köprü inşa etmiştir[29]. Söz konusu bu kentlerin Seleukeia ve Tisfun (Ctesiphon) olmak üzere ikisi hariç beş tanesi Sâsânî imparatorluğu döneminde kurulmuştur. Tisfun adı verilen kent bu kentlerin en eskisi olduğu için aynı zamanda Medine-i Atika şeklinde de adlandırılmaktaydı[30].
Sâsânîler döneminde 30 kilometre karelik bir alana yayılan Tisfun şehri MS. IV. yüzyılda dünyanın en büyük üç şehrinden birisi unvanına sahipti. Arşakların imparatorluk başkenti olan Tisfun şehri daha sonraları onların halefleri Sâsânîlere de MS. III. ve VII. yüzyıllar arasında dört yüz yıl boyunca başkentlik yapmıştır[31]. Eski Mezopotamya’nın en büyük ve ilk kurulan şehirlerinden bir tanesi olmakla beraber Tisfun kenti Mezopotamya’nın merkezi olarak kabul edilmektedir[32]. Tisfun şehri Dicle nehrinin batı yakasında kurulu bulunan eski Yunan kolonisi Helenistik dönem şehirlerinden olan Seleukeia şehrinin tam karşısına kurulmuştur[33]. Daha sonraları bu iki şehir birleştirilmiştir[34]. Tisfun şehri eski antik sitelerden birisi olan Opis kenti kalıntıları üzerine kurulmuştur. Bu kent Dicle ile Diyala nehirlerinin birleştiği yerin güney kısmında bulunmaktaydı[35]. Tisfun aynı zamanda Kral Yolu[36] olarak adlandırılan yolun üzerindeydi. Bu güzergâh önce Elam başkenti Sus’a, oradan Asur topraklarına oradan da Lidya ülkesinin başkenti Sardes[37] (Sart)’a uzanmaktaydı. Medâ’in’de ilk olarak Opis kentinin karşısında Seleukeia şehri kurulmuştur. Şehrin sahip olduğu alan ve büyüklüğü 20. yüzyılın başlarında yapılan kazı çalışmalarıyla ortaya çıkmış ve çok geniş bir alana yayılmış kompleks bir yapıda olduğu fark edilmiştir.
Medâ’in Şehirler Topluluğunun Antik Dönemdeki İsimleri
Tisfun şehri adını eski Yunanca T(h)esifon veya Et(h)esifon sözcüklerinden almıştır. Bu sözcüklerin Latince telaffuzları Ctesiphon veya Ktesiphon şeklindedir[38]. Sonraki Grek metinlerde Ktesipfon şeklinde telaffuz edilmiştir. Bu sözcük eski Pehlevi dilinde “Tizpon” şeklinde söylenmekteydi fakat Sâsânîler dönemi orta Farsça’da “Tisfun” şeklinde telaffuz edilmeye başlandı[39]. Sâsânî İmparatorluğunun kurulmuş olduğu dönemlerde I. Erdeşîr zamanında bile bu şehir için Tisfun sözcüğü kullanılmaktaydı[40]. Erken ortaçağ Arap metinlerinde şehrin adı orijinal şekliyle “Taysafun” veya “Qataysafun” şeklinde telaffuz edilmekteydi[41]. Daha sonraları modern Arapça’da bu şehrin adı “Medâ’in” veya “el-Medâ’in” şeklinde değişmiştir[42]. Şehrin adına ilk defa Eski Ahit’in Azra Kitabı’nda rastlanılmaktadır. Etnik bir isim olan Cas veya Caspian’dan adını alan şehrin adı Eski Ahit’te Kasfia veya Casphian şeklinde geçmektedir. İskender istilası döneminde Casphian sözcüğünden yola çıkarak Grek diliyle bu şehre Ctesiphon dendiği yönünde güçlü bir kanı vardır[43]. Şehir, adını ya eski Sus şehrinden ya da Kafkaslara ait etnik bir isim olan Kaspilerden almış olabilir. Yâkût’a göre, bu şehrin adının orijinal formu “Tusfun” şeklindedir[44]. Eski Süryânî ve Ârâmî metinlerde de Latin ve Yunan metinlerindekine yakın bir şekilde “qtyspwn” olarak geçmektedir. Eski Soğd metinlerinde ise Farsça’ya daha yakın bir ibare ile “tyspwn” şeklinde geçmektedir. Ârâmîler, Dicle nehrinin etrafına kurulmuş bu şehirler topluluğuna “Medinetta” adını vermişlerdir[45]. Yine Süryânice metinlerde Arapça Medâ’in sözcüğüne yakın olarak Ermenice şehirler anlamına gelen “Mahoze” sözcüğü de kullanılmıştır[46]. Bu metinlere dayanarak, Medâ’in şehrinin erken Ortaçağlarda olduğu gibi, İlk Çağlar’da da birçok kentten meydana gelen bir şehirler topluluğu olduğunu söyleyebiliriz.
Erken Ortaçağda Medâ’in’de Kurulan Kentler
Veherdeşir (Behraşir)
Medâ’in şehirler topluluğunu oluşturan kentlerden Veherdeşîr, Medâ’in metropolünün güney batısına beyzî olarak inşa edilmiş ve kentin etrafı I. Erdeşîr tarafından surlarla çevrilmiştir[47]. Surlarının Sâsânî tarzı farklı bir mimari yapısı bulunmaktaydı. Duvarların üzeri belirli aralıklarla dikilmiş dairevî sütunlarla çevriliydi[48]. Bu şehirin sahip olduğu tarım arazileri Fırat ve Dicle nehirleri arasında açılan Mülka ve Kutha kanalları tarafından sulanmaktaydı[49]. Bunlar, Medâ’in şehrinin batı yakasındaki arazileri sulamak amacıyla Sâsânîler tarafından açılan kanallardan iki tanesiydi. Sonraki dönemlerde bu kanallar arasında kalan arazilerin ve Rumegân şehrinin vergilerini toplamak amacıyla bir vergi tahsildarı atanmıştı. Kutha arazisi Arap fetihlerinden sonra VII. ve VIII. yüzyılda Medâ’in’in en önemli bölgelerinden biri haline gelecekti. Şehrin kuzeyinde inşa edilen bir kalede şehrin merzubânı[50] ikamet etmekteydi. Bunun yanında şehirde mobadların[51] ikamet ettiği bir köşk de bulunmaktaydı. Bu şehir hem idari ve hem belediyecilik faaliyetlerini birlikte yürüten ve adına “şehrdâr” denilen kişi tarafından yönetilmekteydi[52]. Medâ’in şehirler topluluğunun yönetim merkezinin buraya nakledilmesinden sonra bu şehre de Tisfun denmeye başlanmıştır. Tisfun’un bu şehirler topluluğunun ilki olmasından dolayı Medâ’in şehirler topluluğunda hangi kent önem kazanmış ise orası halk tarafından Tisfun olarak adlandırılmıştır. I. Erdeşîr’in kurmuş olduğu bu şehrin yapısı yarım daire şeklindeydi. Bu haliyle bir at nalını andıran şehrin açık olan kısmında Dicle nehri bulunmaktaydı. Burası ticari yönü ağır basan bir şehirdi. Etrafı surlarla çevrili olup, şehir merkezinde bir darphane bulunmaktaydı. Şehirde yoğun olarak Nestûrîler yaşıyordu; bundan dolayı burada bir Nestûrî katedrali vardı ve Nestûrî piskoposunun evi burada bulunmaktaydı. MS 5. yüzyılda önemini kaybeden şehir yavaş yavaş terk edilmeye yüz tutmuş ve daha çok Yahudi ağırlıklı bir kasaba haline gelmiştir. Yahudiler ve Süryâniler bu kente “Kökhe” adını vermekteydiler[53].
1923 yılında Alman arkeologların yapmış oldukları kazılar sonucunda, bu şehirde geç dönem Sâsânî İmparatorluğuna ait büyük bir kilisenin temellerine ulaşılmıştır. Bu durum, Hristiyan tebanın buradaki varlığının yoğunluğunu ortaya koymaktadır. Son zamanlarda bu şehirde yapılan kazılarda elde edilen Sâsânî dönemine ait demir paralar arasında, en son 628 yılını gösteren ve II. Hüsrev Perviz döneminde darp edilen madeni paralar ele geçirilmiştir[54]. Araplar Medâ’in şehirler topluluğunu ele geçirdikten sonra Veherdeşîr şehrine Behraşîr adını vermişlerdir[55]. İslam fetihlerinden sonra sahip olduğu önemden dolayı Medâ’in şehirler topluluğuna genel valiler atanmış ve Müslümanların Behraşir adını verdikleri bu kente gelen ilk vali ise Hz. Ali tarafından atanan Adiy bin Hâris olmuştur. Bu şehir her şeyden önce İran Hristiyanlarının merkezi konumundaydı. Sâsânî dönemi Hristiyan teba bu şehirde bulunan Nestûrî Kilisesine bağlıydılar ve Nestûrî başpiskoposları bu şehirdeki kilisede ikamet etmekteydiler. Bu kent, Mezopotamya toprakları üzerinde Hristiyanlara ait bulunan doksan altı piskoposluk ve on metropolitin merkezi konumundaydı[56].
Vehantiok Hüsrev (Rumegan)
I. Hüsrev, Medâ’in’de kendi adına yaptırmış olduğu kente, Antiokheia’dan getirmiş olduğu binlerce esiri yerleştirmiştir[57]. Antiokheia’dan getirdiği esirleri, Antiokheia şehir plânının bir benzeri olarak inşa ettiği bu şehîre yerleştirmesi, Anûşirvân’ın Bizans toplum ve şehir yaşantısının hayranı olduğu yönündeki kanıyı da beraberinde getirmiştir[58]. Asûrîler, bu şehre Süryânca yeni şehir anlamına gelen “Mahoza[59] Hedhata”, Araplar ise “Rumiye” adını vermişlerdir[60]. Şehir sakinleri Antiokheia’dan getirilip buraya yerleştirilen esirlerden meydana geldiği için, İranlılar buraya Yunanlıların şehri anlamına gelen “Rumegân” adını vermişlerdir[61]. Anûşirvân, şehrin sahip olduğu arazileri sulaması için Dicle nehrinin üzerinde bulunan Nehrevan ve Jaljalaya (Bugünkü Diyâla) arasında Nehrevan kanalını açtırmıştır. Aynı hükümdar, şehri idare etmek maksadıyla buraya bir şehrdar (vali) tayin etmişti. Aynı zamanda o, 554 yılında şehre bir Nestûrî kilisesi açtırarak buraya bir piskopos atadı. Arap fethinden sonra buradaki Nestûrîler haraç vermek şartıyla inançlarını devam ettirmişlerdir. Şehrin nüfusunun VI. yüzyılda otuz binin üzerinde olduğu ifade edilmiştir. Vehantiok Hüsrev şehri önemini VIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar koruyabilmiştir. Bu şehir merkezi konuma ulaştıktan sonra şehrin genişliği Veherdeşîr şehrinin güney kısımlarına kadar ulaşmıştı[62].
Vehantiok Şâpûr (Bihşâpûr)
Sâsânîler döneminde Medâ’in şehirler topluluğuna eklenen büyük kentlerden bir diğeri I. Şâpûr’un, Tisfun’un güney kısmında kurarak kendi adını verdiği ve Arapların daha sonra Bihşâpûr dedikleri kenttir[63]. Şâpûr, MS. 253 ve MS. 256 yılları arasında Roma imparatorluğu üzerine yapmış olduğu bir seferden sonra Antiokheia şehrinden getirmiş olduğu altmış bin esiri yerleştirmek amacıyla Antiokheia benzeri bir şehir inşa etmiştir. Böylece bu hükümdar, Şâpûr’un en iyi Antiokheia’sı anlamına gelen “Vehantiok Şâpûr” adını verdiği kendi şehrini kurmuştur[64]. Şâpûr buraya Eyvân-ı Kisrâ denen bir de saray inşa etmiştir[65]. Şâpûr’un Roma üzerine düzenlemiş olduğu bu seferin sonucunda imparator Valerianus esir edilmiş, kral bu başarısını Bihşâpûr şehrindeki Nakş-ı Rüstem’de resmetmiştir[66]. Şâpûr’un bu savaş sırasında tutsak ettiği Antiokheialılar arasında Antiokheia başpiskoposu Demetrianus da bulunmaktaydı[67]. Vehantiok Şâpûr şehri inşa edildikten sonra anılan başpiskopos da diğer esirlerle birlikte bu şehirde ikamet ettirilmiştir. Bu şehir daha sonraları Hristiyanlar için önemli sayılan merkezlerden biri haline gelmiştir[68]. Bu şehirlere ek olarak İbnü’l-Havkal, bu bölgede Kusa Rabba adında bir şehirden bahsederek buranın sahip olduğu mimari kalıntılardan dolayı eski dönemlerde Babil’den bile daha büyük bir şehir olduğunu iddia eder[69]. Ancak onun belirtmiş olduğu bu şehrin, Medâ’in şehirler topluluğunu oluşturan yedi kentten birisi mi veya bunların dışında başka bir kent mi olduğu konusunda herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Aspanbar
Aspanbar, Medâ’in şehirler topluluğuna ait yedi kentten biridir. Aspanbar, Arapların Medâ’in şehrini ele geçirerek Sâsânî imparatorluğunu yıkmasından sonra eyalet merkezi olarak kullanılmıştır[70]. Hz. Ömer tarafından vali olarak atanan Selmân-ı Farsî ve haraç amili (görevlisi) olarak gönderilen Huzeyfe, Aspanbar şehrine yerleşmişlerdir[71]. Tak-ı Kisrâ bu kentte olduğu için merkez olarak burayı seçmişlerdir. Sâsânîler döneminde yedi büyük kentten oluşan Medâ’in şehirler topluluğuna ait kentlerin sayısı, Arapların burayı fethetmelerinden sonra dörde düşmüştür[72]. Medâ’in şehirler topluluğunun ağırlık merkezi Tisfun kenti yerine artık Aspanbar’a kaymıştır[73]. Arapların, “Beytü’l-Ebyaz” (Beyaz Saray) olarak adlandırdıkları Sâsânî şahlarının hükümdarlık sarayı Tisfun kentinde bulunmaktaydı[74]. Tak-ı Kisrâ, Hüsrev Anûşirvan tarafından restore edilmeden önce, Sâsânî hükümdarları Tisfun şehrinde bulunan Beytü’lEbyaz’ı yönetim merkezi olarak kullanıyorlardı. Araplar Medâ’in şehirler topluluğunu ele geçirdikleri zaman anılan saray hâlâ ayaktaydı[75]. Dicle’nin kenarında bulunan bu sarayın tam karşısında bir taş köprü bulunmaktaydı. Şehir nüfusunun kalabalık olmasından dolayı, II. Şâpûr bu köprünün yanına başka bir köprü daha yaptırmıştı. Anılan köprülerden biri gidiş diğeri dönüş amacıyla kullanılmaktaydı[76].
Medâ’in Şehirler Topluluğunun Tarihî Geçmişi
İskender Pers topraklarını istila ettiği dönemlerde Opis adıyla bilinen Tisfun’u ele geçirerek bu şehirden yüklü miktarda bir ganimet elde etmiştir[77]. İskender İstilâsı’ndan sonra Tisfun şehrinin harab olmasından dolayı şehrin karşı tarafında Dicle nehrinin doğu yakasına Seleukeia şehri kurulmuş ve burası da ordugâh olarak kullanılmıştır[78]. Part imparatroluğunu yöneten Arşaklar, Mezopotamya topraklarını ele geçirdikleri zaman başkentlerini Kumis’ten Tisfun’a taşımışlardır[79]. Partlar M.Ö. 129 yılında Babil’i ele geçirmelerinden sonra, Tisfun’un önemli bir askeri üs olmasını fırsat bilerek burayı merkezî bir konuma getirdiler[80]. Partlar için bölgenin önemi büyük olduğu için Tisfun şehrine önemli bir yatırım yaptılar ve burayı antik dünyanın en modern şehirlerinden birisi haline getirdiler. MÖ. 41 yılında Tisfun şehri bölgenin en büyük şehirlerinden birisi haline gelmişti. Bu şehrin Partlar için daha önemli bir hale gelmesi, Seleukeia’da imparator Vardanos’a karşı başlatılan bir isyanla olmuştur. İmparator nehrin karşı tarafındaki Tisfun’un merkezi hale getirilmesi için çalışmalar yapmıştır. İmparator I. Pacorus ise şehrin etrafını duvarlarla çevirmiştir. Ammianus Marcellinus, bu duvarın içinde kalan şehrin otuz kilometre kare genişliğinde olduğunu söylemektedir. Bunun yanında Tisfun şehri, imparator I. Vologeses zamanında önemli bir ticaret merkezi ve askeri üs haline gelmiştir[81]. Part hükümdarı II. Artaban, Seleukeia şehrine karşılık Tisfun’un nüfusunu arttırmak için uğraşmış ve burayı İran kökenli bir nüfusla beslemeye çalışmıştır. Tisfun’u temiz ve sağlıklı havasından dolayı kış aylarında başkent olarak kullanan Part hükümdarları yaz aylarında ise diğer önemli bir merkez olan Akbatana[82]’yı kullanırlardı[83]. Bu durumuyla Tisfun, Partlar’ın bir nevi Mezopotmaya’daki kışlak başkentiydi[84].
MÖ 123 yılında Part imparatoru olan II. Artaban, Mezopotamya ve Babil topraklarını ülkesinin merkezi haline getirmiş ve Dicle nehrinin kenarında bulunan Tisfun şehrini başkent olarak seçmiştir. Anılan tarihten önce Part imparatorluğunun başkenti Nesa[85] şehriydi. Artaban’ın başkenti daha batıya Tisfun’a kaydırmasının üç temel nedeni vardı. Doğuda bulunan göçebe kavimlerin sürekli saldırılarına maruz kalması, şehrin ticari açıdan önemli bir kavşakta bulunması ve Tisfun’un geçmişte Mezopotamya’da kurulan medeniyetlerin önemli bir yönetim merkezi olmasıdır. Tisfun, MS. 116, 165 ve 198 yıllarında Partlar döneminde sırasıyla Roma imparatorları Traianus, Lucius Verus ve Septimus Severus tarafından ele geçirilmiştir[86]. Bu işgallerden sonra Tisfun şehri Partlar açısından önemini yitirmeye başlamıştır. MS. 116 yılında Romalılar şehri işgal ederek buradaki Yunan kültürünü yok ettiler. Traianus tarafından ele geçirilen Tisfun ertesi yıl Traianus’un halefi olan Adrianus tarafından bir barış anlaşmasıyla tekrar Partlar’a iade edilmiştir[87]. Bu zapt sırasında Aşkani kralı Khosro (Hüsrev)’nun kızı altın kaplama yatağı ile beraber Romalıların eline geçmiş fakat Adrianus tarafından tekrar serbest bırakılmıştı[88]. M.S. 165 yılında Romalı komutan Marcus Aurelius ile Partlar arasındaki savaşta Tisfun tekrar Romalıların eline geçmiş fakat savaş sonrası terkedilmiştir[89]. M.S. 197 yılında imparator Septimus Severus’un Tisfun’u ele geçirmesi şehir için büyük bir yıkımı beraberinde getirmiştir. Severus şehri tahrip etmiş ve halkının büyük kısmını köle olarak satmıştır. Severus’un Tisfun’u zaptı, Part imparatorluğunun zayıflamasına ve Sâsânîler tarafından kolayca ortadan kaldırılmasına neden olmuştur[90]. Severus’un bu esnada Part hazinesini yağmaladığı, Roma hazinesini Part altın ve gümüşleriyle doldurduğu ve böylece son kırk yıldır ekonomik krizde olan Romalıların bu kazançtan sonra ekonomik buhrandan kurtuldukları söylenmektedir[91]. Son Arşak hükümdarı Artaban, Traianus döneminde Roma topraklarına ilhak edilmiş olan birçok vilayeti tekrar İran topraklarına katarak Mezopotamya’daki Roma üstünlüğüne son verebilmiştir[92].
Tisfun, Erdeşîr Papakan’ın, 226 yılında başkenti İstahr’ı bırakarak buradaki taç giyme merasiminden sonra 642 yılında Araplar tarafından yıkılıncaya kadar Sâsânî imparatorluğuna başkentlik yapmıştır[93]. Sâsânî şahları önceki Pers ve Part imparatorları gibi, Tisfun şehrini kışlak başkent olarak kullanmaktaydılar[94]. Yaz aylarında ise daha serin olan Arranşahr platosunu tercih ediyorlardı[95]. Birçok özelliğinden dolayı Tisfun şehri stratejik öneme sahip bir şehirdi[96]. Bu şehir Fırat ve Dicle nehirlerinin sulamış olduğu geniş düzlüklere yakın, aynı zamanda kuzey-güney ve doğu-batı ticaret yollarının çok iyi bir şekilde kontrol edilebildiği bir noktadaydı. Anılan şehrin sahip olduğu bu avantajların yanında, Roma imparatorluğu topraklarına yakın olması ve kuzeyden gelebilecek istilalara açık bir mevkide bulunması, buranın en büyük mahzurları olarak gösterilmekteydi[97]. Sâsânî hükümdarlarının bu şehri başkent olarak seçmesindeki asıl neden, şehrin stratejik konumu ve kış aylarında havasının ılık ve sağlıklı olmasından kaynaklanıyordu. Bu şehrin dışında Hemedan ve İstahr şehri de Sâsânî imparatorları tarafından başkent olarak kullanılmaktaydı[98]. Tisfun aynı zamanda Sâsânî tahtına geçen bütün şahlar için taç giyme merasiminin yapıldığı vazgeçilmez bir şehirdi. Tahta çıkan Sâsânî şahları imparatorluk merasimlerini mutlaka bu şehirde düzenlerlerdi. Bunun yanında tahta çıkışlarını takdis etmek amacıyla mutlaka Sâsânîlerin dinsel merkezi olan Tebriz şehrine giderler, buradaki ana ateşgedelerde bu merasimi devam ettirerek imparatorluklarını takdis etmeye çalışırlardı. Ayrıca, Partlar’ın yıkılmasından sonra Mülûk-ü Tavâîf olarak adlandırılan mahalli krallıkları kontrol altına alabilmek için Tisfun şehri önemli bir konuma sahipti[99]. Part hükümdarları ülkelerinde mevcut bulunan 240 adet mahalli krallığı Tisfun merkezli olarak yönetmekteydiler[100]. Bu krallıkları ortadan kaldırarak ülkesinin milli birliğini kurmak isteyen I. Erdeşîr, Tisfun’a yerleşerek bu krallıkları kısa bir zaman içerisinde ortadan kaldırarak ülkesini tek bir çatı altında toplamıştır[101]. Bu başarısının ardından Erdeşîr otoritesini güçlendirince, Roma’ya kafa tutmaya başladı[102]. Erdeşîr 237 yılında Roma’ya savaş ilan ederek Anadolu üzerine saldırılar düzenledi ve Roma ordusunu yenerek Nizip’e kadar ilerledi. Romalılar, Erdeşîr’in Anadolu üzerine yaptığı akınları güçlükle durdurabilmişlerdir[103].
Tisfun şehrinin bu stratejik özelliği ve Romalılara karşı Sâsânîlere kazandırmış olduğu avantajları, I. Şâpûr döneminde Roma ordularının şehri kuşatmasına sebep olmuştur. Erdeşîr’in Partları ortadan kaldırmasıyla beraber bir anda Romalıların korkulu rüyası haline gelen Sâsânî imparatorluğunun bu hızlı yükselişi ve 230 yılında Nisibis savaşıyla Sâsânîler’e yenilmeleri ile beraber Harran ve civarının elden çıkması Romalıları harekete geçirmiştir. Sâsânîlerin yukarı Mezopotamya ve Ermenistan yönünde sınırlarını genişletme çabaları karşısında Romalılar tedirgin oldular[104]. Romalılar, Medâ’in şehirler topluluğunu ele geçirmek ve Sâsânîleri Mezopotamya topraklarının dışına atmak amacıyla M.S. 244 yılında anılan şehrin önlerine geldiler ve burayı kuşattılar[105]. Roma imparatoru Gordianus’ın hedefinde Seleukeia ve Tisfun şehirlerini işgal etmek vardı. Fakat bu savaş Romalılar için büyük bir yıkım oldu. Savaş sırasında imparator Gordianus öldürüldü. Yerine geçen Philippe, Sâsânî ordusuyla Dicle’nin batı tarafında şiddetli bir çatışmaya girdi. Savaş, Şâpûr’un kesin zaferiyle sonuçlandı. Philippe 500.000 bin altın dinar savaş tazminatı karşılığında geri kalan ordusunu Şâpûr’un elinden kurtarabildi[106]. M.S. 361 yılında Tisfun üzerine sefer düzenleyen Romalıların baskıcı imparatoru Iulianos’a karşı şimdiki Anbar[107] şehrinde hendekler kazdıran II. Şâpûr Roma ordusunu burada ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Kazanılan bu zaferden sonra buraya Şâpûr’un zaferi anlamında “Piruzşâpûr” adı verilmiştir[108]. Şâpûr buraya ilk olarak askeri bir üs kurdurmuş daha sonraları burası büyük bir kent halini almıştır.
363 yılında II. Şâpûr döneminde Roma imparatoru Iulianos, ordusunın başında tekrar Tisfun kapılarına dayandı. II. Şâpûr ise onu fillerle ve savaş arabalarıyla donatılmış ağır zırhlı bir orduyla karşıladı[109]. Ağır donanımlı Sâsânî ordusunu yarmayı başaran Iulianos, kaçan orduyu, askerlerini teknelerle Dicle’yi geçirerek takip etti. Fakat Tisfun, etrafı hendeklerle ve geniş surlarla çevrili bir şehirdi ve her türlü kuşatmaya aylarca dayanabilecek ekonomik güce sahipti. Aylarca süren kuştamaya Romalıların hiç tahammül edemeyeceği yaz sıcakları eklenince, dirençleri kırıldı. Orduda sıtma hastalığı başgösterdi. Geri dönme kararı alan Iulianos teknelerle Dicle nehri üzerinden ordusunu geri çekmeyi düşündü. Fakat geri dönüş esnasında Sâsânî ordusunun ani bir saldırısı ile karşılaştı. Bunun sonucunda Roma ordusu kargı ve mızrak yağmuruna tutuldu. Bu ağır saldırı neticesinde göğsüne bir kargı saplânan imparator Iulianos can verdi[110]. Yerine geçen imparator Iovianus güçlü bir dirençle Şâpûr’u barışa zorladı[111]. Iovianus ve Şâpûr arasındaki anlaşma gereğince Dicle nehri, Roma ve Sâsânî devletleri arasında sınır haline geldi. Yine bu anlaşma sonucunda Sâsânî başkenti Tisfun, Roma İmparatorluğunun sınırına çok yakın bir mevki durumuna düştü. II. Şâpûr, Tisfun’un Roma işgaline uğraması ihtimalini göz önünde bulundurarak Fars’ta Bişâpûr[112] adını verdiği bir şehir inşa ederek ülkesinin merkezini buraya nâkletti[113].
Sâsânîlerin korkulu rüyası haline gelen Arap istilalarına karşı II. Şâpûr, Romalıların müttefikleri olan Arapların Tisfun şehrine akınlarını önlemek amacıyla güneyde Arap çöllerine yakın kısımlarda uzun hendekler kazdırmış ve anılan şehrin batı kısmında yer alan Anbar’da Araplara karşı yapılacak savaşlarda ordugâh şehir görevi görmesi için bir cephanelik kurdurmuştu[114]. Tisfun şehri özellikle kuzeyden Fırat ve Dicle nehirleri sayesinde düşmanın gemilerle çok kolay bir şekilde şehire inebilecekleri bir mevkiye sahipti. Roma İmparatoru Iulianos Ermeni birlikleri ile birlikte 1100 adet tekneden oluşan filosunu Fırat nehrinden indirerek Tisfun önlerine kadar getirmişti[115]. Kolay istila edilebilecek bu mevkisine rağmen ekonomik ve stratejik öneminden dolayı bu şehir tamamen terk edilmemiş, ancak herhangi bir istila tehlikesine karşı farklı yönetim merkezleri inşa edilmek zorunda kalınmıştır. Daha sonraları güneyde artan Arap tehlikesine karşı II. Şâpûr devletin merkezini Cündişâpûr’a nakletmiştir[116]. Her üç şehri de başkent olarak kullanan Şâpûr daha çok Bişâpûr[117] şehrini başkent olarak kullanmış ve son nefesini de burada vermiştir[118].
II. Behram dönemi iç karışıklıkları, Sâsânîler döneminde bir defa defa Romalılara, başkent Tisfun şehrini işgal etme fırsatı vermiştir[119]. İmparator Carus MS. 283 yılında Sâsânî varlığını tamamen ortadan kaldırmak amacıyla donanımlı bir orduyla Mezopotamya topraklarına geçerek şehri işgal etmeye çalıştı[120]. Carus’un bu istilası, Romalıların Sâsânî başkentini son işgal girişimleriydi[121]. Bununla beraber Tisfun’a çıkarma yapan hiçbir Roma imparatoru Tisfun’dan öteye gidememiştir. İşin daha ilginç yanı, Tisfun kentini ele geçirmek amacıyla Sâsânîler üzerine harekât başlatan hiçbir Roma imparatoru ülkesine sağ olarak dönememiştir. Daha önce Sâsânîler üzerine saldırı düzenleyen Valerianus, Iulianus ve III. Gordianus gibi Carus da bu seferden sağ olarak ülkesine dönememiş ve Tisfun şehrinde ölmüştür. Romalıların bu duruma verdiği isim ise “Ctesiphon Oracle” yani “Tisfun’un Laneti” olmuştur. Carus’un ölümü üzerine yerine geçen Numerianus ordusunu alarak Tisfun’u terk etmiştir[122]. Bu işgal girişimi II. Behram dönemi Sâsânî taht kavgalarının yaşandığı ve ülkenin bir kaosun içerisine girdiği döneme rastlamaktadır. Carus’un Sâsânîlerin zayıf bir durumda olduğu bu dönemde gerçekleştirmiş olduğu istila girişimi kendisinin mucizevî bir şekilde ölümüyle son bulmuştur. Carus, Tisfun’a son darbeyi indirmek amacıyla düzenlemiş olduğu bir çıkarma sırasında büyük bir fırtına meydana gelmiş ve kendisi yıldırım çarpması sonucu ölmüştür[123]. Böylece II. Behrâm’ın zayıf yönetimi altındaki Sâsâni imparatorluğu önemli bir badireyi atlatmış oluyordu[124]. Bu dönemde ülkede otoritenin zayıflaması ile beraber Kafkaslar, Hazar, Bulgar ve Hun akınlarına sahne olmuştur. Hazar ve Bulgar kabilelerini önlerine katan Hunlar Azerbaycan ve Mezopotamya topraklarına yayılmışlar ve hatta 390 yılında Tisfun kapılarına kadar dayanmışlardı. Üstelik bu esnada Sâsânîler’den hiçbir direniş görmeden Tisfun’a kadar sokulabilmişlerdir[125]. 450 yılına kadar Hun topluluklarına karşı üstünlük kurmak isteyen Sâsânîler, II. Yezdicürd döneminde Hunları yenerek onları Kafkasların kuzeyine geri çekilmeye zorlamışlardır[126].
IV. Hürmüz döneminde, Mezopotamya üzerine yürüyen Bizans generali Mauricius 579 yılında Tisfun şehrini ele geçirmek amacıyla ordusunu güneye kaydırınca, Sâsânî ordusu ile Mezopotamya’da karşı karşıya gelmişlerdir. Mauricius’un hedefinde Tisfun şehrinin işgali vardı fakat 580 yılında Konstantinopolis (İstanbul)’te imparator Tiberus’un öldüğü haberi ulaşınca ordusunu toplayarak geri dönmüştür[127]. Tisfun şehri sadece Bizanslılar tarafından değil aynı zamanda Sâsânî ordu komutanları ve şehzâdeler tarafından da işgal edilmek istenmiştir. Sâsânî şahı IV. Hürmüz’ün ordu komutanı olan Behram Çubin, Hürmüz ile aralarında meydana gelen siyasi anlaşmazlık üzerine hızlı bir şekilde gelerek Tisfun şehrini işgal etmiş ve Sâsânî tahtına oturmuştur[128]. Sâsânî hanedanına mensup olmayan Behram Çubin, Tisfun’u işgal ederek Sâsânî tahtını ele geçirdiği için, İranlı tarihçiler tarafından sürekli olarak “gâsıb” olarak nitelendirilmiştir. Behram Çubin’in, Tisfun’u işgal etmekle Sâsânîler arasında meydana getirdiği buhran yaklaşık dört yıl sürmüştür[129]. Bizans imparatoru Mauricius ile beraber Behram Çubin’e karşı ittifak kuran Hürmüz’ün oğlu Hüsrev Perviz, 590 yılında Behram Çubin ile yaptığı savaşı kazanarak Tisfun şehrine gelip Sâsânî tahtına oturmuştur[130]. II. Hüsrev ve Mauricius arasındaki bu ittifakın sonucunda Tisfun şehri Sâsânî şâhı ile Bizans imparatorunun kızı Meriem (Meryem)’in evliliğine şahitlik etmiştir[131]. Bunun karşılığı olarak Bizanslılar Ermenistan ve Yukarı Mezopotamya üzerinde önemli kazanımlar elde etmişlerdir[132]. Şehrin sahne olduğu bir başka taht kavgası ise Kesrî ile Behram Gûr arasındaki mücadeledir[133]. Behram Gur babası I. Yezdicürd tarafından Hîre[134]’de bulunan Lahmî emiri Münzir’in vesâyetine verilmişti[135]. Behram Arap geleneklerine göre yetişmiş, yetenekli, cesur ve gözü pek bir kişiliğe sahipti. Avlanmaktan hoşlanan ve atik bir vücuda sahip olan Behram’ın vahşi hayvanlarla güreş tutacak kadar yabani olan kişiliğinden dolayı kendisine Arap ve İslami kaynakları yaban eşeği anlamına gelen “Gûr” lakâbını takmışlardır[136]. Babasının ölümüne kadar burada kalan Behram Arap geleneklerine göre yetiştirildiği için, Sâsânî soyluları babasının ölümünden sonra kendisinin hükümdar olmasına karşı çıkmışlardır[137]. Bundan dolayı Sâsânî hanedanından olan Kesrî’yi tahta çıkardılar. Bunun üzerine Behram Gur, Numan bin Münzir’e on bin kişilik bir Arap süvari birliği ile başkent Tisfun’a baskın düzenletti; amacı şehri ele geçirmek olmayan Behram bununla Sâsânî soylularını sindirip kendi saltanatına razı etmek istiyordu. Başkent Tisfun civarındaki kentleri yağmalayan Arap süvarileri, Behram’ın emriyle geri çekildiler[138]. 421 yılında güçlü bir Arap ordusuyla şehri kuşatma altına alan Behram Gûr’dan çekinen Kesrî saltanatı Behram’a bırakmak zorunda kalmıştır[139].
Tisfun, IV. Hürmüz döneminde, Göktürk hükümdarlarından Buyruk Han’ın esaretine ev sahipliği yapmıştır. Göktürk hükümdarı Save[140] Hakan’ın (Baga Tigin) Sâsânî komutanı Behram tarafından öldürülmesinden sonra Batı Göktürk yabgusu olan ve Sâsânîlerin adına “Bermude” (Fermude) dedikleri Buyruk Tigin esir edilerek Tisfun şehrine getirilmiştir[141]. Sâsânî hükümdarı IV. Hürmüz, Buyruk Tigin’i şehrin dışında törenle karşılamış ve ona büyük değer vermiştir[142]. Hürmüz, Göktürk Hakanı için Kisrâ sarayında özel bir taht yaptırarak onu tahtın üzerinde ağırlamıştır. Buyruk Han’ı burada bir süre ağırlayan Hürmüz, onun tekrar güvenle ülkesine dönmesine izin vermiştir[143]. IV. Hürmüz’ün bu tutumunda onun Türklerle akraba olmasının payı büyüktür. Kendisi İstemi Yabgu’nun Anûşirvân ile evlenen kızı Fakim’in oğludur. Yapı ve karakter olarak dedesi İstemi Yabgu’ya benzediği için IV. Hürmüz’e “Türkzâde” lakâbı takılmıştı[144]. Sâsânî soylularının Hürmüz’ü tahttan indirmeleri ve kendi oğlu Perviz tarafından öldürülmesi üzerine Buyruk Han, Behram Çubin’in ordusuna katılarak Perviz’e karşı savaşmıştır[145].
MS. 431 yılında Efes Konsili’nin din dışı ilan ettiği Patrik Nestorius’un yandaşlarının dini faaliyetleri Bizanslılar tarafından yasaklandı[146]. Bunun üzerine Sâsânîler, Bizanslıların içine düşmüş oldukları bu mezhep kavgalarından yararlanmak amacıyla kapılarını Nestûrîlere açtılar ve Seleukeia şehrinde bir Nestûrî kilisesi kurulmasına izin verdiler[147]. MS. V. Yüzyıl, Hristiyanlığın İran’da gelişme kaydettiği bir yüzyıl olmuştur. Aynı zamanda bu durum, Hristiyanlığın Çin’e ulaşmasına da zemin hazırladı. Seleukeia ve Cündişâpûr Hristiyan okullarında yetişmiş olan Nestûrî misyonerler dinlerini yaymak için ipek yolunu kullandılar. Orta Asya ve oradan da Çin’e yönelen misyonerler, MS. 630 yılında ilk defa bu dinin Çin’e ulaşmasına sebep oldular. Yüzyılın başında özellikle de MS. 410 yılında I. Yezdicürd, Seleukeia kentinde bir konsil toplayarak onlara burada bir kilise kurmalarına izin verdi[148]. Aynı yıl büyük bir konsil düzenleyen Nestûrîler buradaki faaliyetlerine başlamış oldular[149]. Piruz’un saltanatının son yıllarında Nestûrî mezhebini kabul etmesiyle birlikte, İran Nestûrî kilisesi bağımsız bir hale geldi[150]. Bu tarihten itibaren Patrik, Sâsânî şahları tarafından atanmaya başlamış ve kilise patriği devlete bağlı bir memur haline getirilmiştir. Nestûrîler, Piruz’un desteği ile 484 yılında, Cundişâpûr’da bir konsil daha topladılar[151]. 488 yılında Sâsânî tahtına çıkan Kabad Tisfun ile Cündişâpûr’da birer tıb mektebi ve hastane açarak buraya Nisibis (Nusaybin) ve Edessa (Urfa)’daki tıb okullarında okuyan öğrencileri davet etmiştir. Nestûrî öğretisine sahip bu öğrenciler Yunan medeniyetine ait tıbbi ve felsefi kitapları beraberlerinde bu okullara getirdiler.
MS. 614 yılında Hüsrev Perviz, generali Şahrbaraz komutasındaki Sâsânî ordusunu Bizans’ın üzerine yollayarak Anadolu’yu tamamen ele geçirdi[152]. Ayrıca o, Filistin, Mısır ve İskenderiye’yi Bizanslılardan alarak Konstantinapolis (İstanbul)’i kuşattı. Kadıköy’de konaklayan Sâsânî ordusu artık Konstantinapolis’i ele geçirmek için hazırlık yapmaktaydı[153]. Bizanslılar üzerine düzenlemiş olduğu bu seferini Avarlarla ittifak kurarak gerçekleştiren Hüsrev Perviz onların da yardımıyla Konstantinapolis’i kuşatmıştır[154]. Yıkılma tehlikesi ile yüz yüze kalan Bizans devleti, Avarlar’ın kuzeyden ve Sâsânîlerin doğudan düzenlemiş oldukları saldırılar neticesinde oldukça zor anlar yaşadı[155]. Konstantinapolis’i alamayan Sâsânî ordusu Filistin’e yönelerek Kudüs’ü ele geçirdi ve burada Hristiyanlara yönelik bir katliam düzenledi. Sâsânîler, Hristiyanların kutsal saydıkları ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inandıkları “kutsal haçı” alarak Sâsânî başkenti Tisfun’a getirdiler[156]. Bizans imparatoru Herakleios, Sâsânî istilasının intikamını almak ve “kutsal haçı” geri alabilmek için Sâsânî topraklarına girerek Tisfun’a doğru yürüdü[157]. Hazarlarla yaptığı ittifak sayesinde, Sâsânî ordularını büyük ölçüde imha ettti. Herakleios, ordusunun başında Tisfun şehri yakınlarına kadar gelmiş Kudüs şehrine karşılık Sâsânî kentlerini yerle bir etmiştir[158]. Şiroye’nin, babası II. Hüsrev’i ortadan kaldırarak Sâsânî tahtına çıkması üzerine, Herakleios; Sâsânî ordularının işgal etmiş oldukları Bizans vilayetlerinden geri çekilmeleri şartıyla kendisiyle anlaşarak Tisfun işgalini kaldırıp ülkesine geri dönmüştür[159].
637 yılında güçlü Arap orduları, Göktürk, Hazar ve Bizanslılarla yapmış oldukları savaşların neticesinde eski gücünü kaybetmiş Sâsânî ordularının karşısına çıktılar[160]. Medâ’in şehirler topluluğu yakınlarındaki Kadisiye[161]’de yapılan savaşta büyük bir hezimete uğrayan Sâsânî ordusu Araplara karşı bütün savunma gücünü yitirdi. Medâ’in şehirler topluluğu üzerine hücuma geçen Arap orduları ilk olarak nehrin batı tarafındaki Seleukeia kentini ele geçirdiler[162]. Arap fatihleri bu şehre girdikleri sırada şehirde bulunan Hristiyan ahali onlara palmiye ağaçlarının yapraklarını sallayarak sevinç gösterilerinde bulunmuşlardı[163]. Sâsânî ordusu 642 yılında Zağros’un batısında yer alan Nihâvend[164]’de ağır bir yenilgi daha alınca, başkent Medâ’in şehirler topluluğu, Araplar tarafından işgal edildi ve Sâsânî imparatoru III. Yezdicürd ülke hazinesini yanına alarak Belh şehrine kaçtı; burada da tutunamayınca Akhunlar’a sığındı[165]. Medâ’in şehirler topluluğunun Araplar tarafından işgal edilmesi ile beraber Sâsânî imparatorluğu tarih sahnesinden çekilmiş oldu[166]. Arapların, Pers uygarlığının görkem ve ihtişamı ile ilk tanışmaları yedinci yüzyılın bu dönemlerinde başlamıştır[167]. Zaten Medâ’in kentlerinden Tisfun’da bulunan kisrâ sarayı Sâsânî imparatorluğunun görkemini göstermesi açısından yeterlidir[168]. Medâ’in şehirler topluluğunun düşmesinden sonra İranlılar buraya bir daha sahip olamadılar. Tisfun şehri İranlı edebiyatçılar ve şairler için sürekli bir hüzün; yazdıkları yazı ve şiirler için ilham kaynağı olmaya devam etmiştir[169]. Arap fetihlerinden sonra Basra ve Kûfe gibi şehirlerin kurulmasından sonra onların gölgesinde kalan bu kentler göç vermeye başlamıştır[170]. Daha sonraları Halife Mansur’un Bağdâd şehrini kurarak ülke başkentini buraya taşımasıyla bütün canlılığını yitirmeye başladı. Medâ’in şehirler topluluğunun asıl yıkılışı ise Moğol İstilası ile meydana geldi. Moğollar buradaki kasabaları tamamen yakıp yıktılar ve burası bu tarihten sonra kullanılamaz hale geldi[171].
Medâ’in Şehirler Topluluğunun Ekonomik Yapısı
Medâ’in şehirler topluluğunun merkezi olan Tisfun kenti, idari bir merkez olmasının yanında önemli bir ticaret merkeziydi[172]. Burası, Dicle nehri aracılığıyla Fars körfezi üzerinden uzak doğuya yönelik önemli bir denizyolu ticaretine sahipti[173]. Şehir ipek yolunun da önemli bir güzergâhı olarak kabul edilmektedir. Tisfun aynı zamanda uzak doğu ticareti açısından önemli bir dağıtım merkezi idi. Bu dönemde en yaygın ticari faaliyet olan ipek ticareti, Çin ile Avrupa arasında geniş bir ağa sahipti[174]. Bu ticaret ağını oluşturan yolların önemli bir bölümü Sâsânî imparatorluğunun elinde bulunmaktaydı. Dicle nehri ile Pamir arasındaki bütün koridorlar, Sâsânî ülkesinden geçmekteydi. Bu yolların Mezopotamya’daki ana durağı ise Medâ’in şehirler topluluğuydu[175]. Deniz yolu ile Pers Körfezi’ne gelen gemiler, Dicle yoluyla Tisfun’a yanaşırlar; getirmiş oldukları ticari ürünleri Seleukeia ve Tisfun üzerinden Bisitun, Ragha, Akbatana, Hazar, Komisene, Hirkanya, Asak, Nesa, Merv, Herat ve Sistan gibi şehirlere ulaştırırlardı[176]. Çin’in en doğusunda bulunan Çangan’dan ve diğer limanlarından ipek ve diğer mamuller Seylan ve Pers Körfezi’ne gönderilirdi. Pers Körfezi’nde bulunan liman kenti Übülle[177]’den Şattülarab’a giren gemiler, Medâ’in kentlerine ve Hîre’ye ulaşırlar, buralarda kurulan panayırlar vasıtasıyla ticaret malları Ortadoğu’nun her tarafına gönderilirdi[178].
Tisfun üzerinden baharat, aromatik maddeler, parfüm, değerli taşlar ve özellikle de inci Roma’ya taşınırdı. Bu dönemde Tisfun, Roma imparatorluğunun doğu kapısı konumundaydı. Anılan kente, Çin ve Hindistan üzerinden gelen uzak doğu malları, bu kent üzerinden Anadolu ve Suriye’ye buralardan da Akdeniz limanlarına, buradaki limanlar yoluyla da Avrupa’ya nakledilirdi[179]. Roma ise bunun karşılığında, Yakın Doğu’ya keten kumaş, gümüş kaplar, altın ve şarap göndermekteydi. İranlılar kendi ülkeleri için özellikle Çin’den demir, kaysı ve şeftali ithal ederken, uzak doğuya nar, asma ağacı, Nesa atı ihraç etmekteydiler[180]. 642 yılında Medâ’in kentlerini ele geçiren Araplar, bu kentlerin soylularının altın ve gümüş kaplarla dolu evlerini görünce oldukça şaşırmışlardı. Bu kapların çoğu kâfur[181] ile doluydu[182]. Hattâ bu altın ve gümüş kapların içindeki kâfûrları tuz zannederek ekmek yapımında kullanan Araplar, bunun tuz olmadığını anlayınca oldukça şaşırmışlardır[183]. Araplar, Sâsânî ülkesini ele geçirdikten sonra, buranın başkenti Medâ’in’de uzak doğudan getirilmiş olan çok miktarda ipekli elbise, kumaş, baharat, misk, amber, öd ağacı ve kâfur ele geçirmişlerdir[184]. Medâ’in kentlerinin düşmesinden önce III. Yezdicürd, Sâsânî hazinesini yanına alarak on bin hizmetlisiyle birlikte kaçmasına rağmen, Arap ordusundaki her askere 12 000 dinarlık hisse düşmesi şehrin zenginliğini ve ticaretteki yerini açıkça ortaya koymaktadır[185]. Medâ’in kentleri önemli bir tarım potansiyeline ve gelirine de sahipti. Dicle ve Fırat nehirlerinin sulamış olduğu geniş düzlüklerde önemli tarım alanları yer almaktaydı[186]. Bu kentler, Mezopotamya’da en fazla nüfus yoğunluğuna sahip bir bölgede bulunmaktaydı. Buraya bağlı tarım arazilerinden elde edilen ürünler bütün Sâsânî ülkesine yetecek miktardaydı. Şehrin Erken Ortaçağlarda özellikle Sâsânîler döneminde dünyanın en önemli tahıl ambarı olduğu söylenmektedir. Sâsânîlerin en büyük ziraat alanı Tisfun kentinin kuzeyinde bulunan Diyala bölgesi ile Huzistan’da idi[187].
Medâ’in şehirler topluluğu önemli sulama sistemleri ve kanallara da sahip bulunuyordu[188]. Bu kentler, Fırat ve Dicle’nin birbirine yakın olduğu bir bölgede kurulduğu için, kentlere yakın noktalarda bu iki nehrin suları ticari ve ziraî nedenlerle açılan kanallarla birleştirilmişti[189]. Bu kanallar, Mezopotamya’nın diğer şehir ve kasabalarına kadar ulaşmaktaydı ve bu yerleşim merkezlerinin su ihtiyacını karşılamakla beraber tarım alanlarını sulamaktaydı. Sâsânîler döneminde Fırat ve Dicle nehirlerinin havzalarında büyük bir kazı faaliyeti yapılmıştı. Hattâ Sâsânî şahlarının bu kazılar sırasında Dicle nehrinin bazı yataklarını değiştirdikleri de söylenmektedir[190]. Yapılan bu tarım çalışmaları sayesinde artan tarım gelirleri Medâ’in kentlerinin nüfusunun artmasına neden olduğu gibi, bu gelirler; Sâsânî imparatorluğunun idari ve savunma ihtiyaçlarına büyük ölçüde cevap verecek kapasiteye ulaşmıştı. Bölgenin ekonomik ilerlemiş hali Sâsânîler’den sonra da etkisini göstermiştir. Sâsânîler, Medâ’in kentleri ve civarında elde edilen arpa, buğday, saman ve hayvan yemi gibi ürünleri Medâ’in kentlerinin batı tarafında bulunan Firuzşâpûr şehrindeki depolarda saklarlardı[191]. Araplar şehrin bu depolama özelliğinden dolayı daha sonraları bu kente “Anbar” adını verdiler. İslami dönemde Abbâsîler’in merkezi durumunda olan Mezopotamya toprakları Abbâsîler için de önemli bir tarım ve ticaret merkezi durumundaydı[192]. Abbâsîler bölgenin önemli konumundan ötürü Tisfun şehrinin kuzey batısında Bağdâd kentini kurarak ülke merkezini buraya taşımışlardır[193]. Ekonomik ve ticari öneminden dolayı bu bölgeyi terk etmek istemeyen Abbâsîler Medâ’in’den vazgeçseler bile, Mezopotamya bölgesinden kopamamışlardır[194]. Yine bölgenin ekonomik önemi Bağdâd şehrinin de kısa bir zamanda bir dünya şehri olmasına zemin hazırlamıştır[195].
Iustinianos döneminde Bizanslıların ipek böceği yetiştirmeye başlamalarında, Tisfun’da bulunan Nestûrî kilisesinin rolü büyüktür[196]. İran Nestûrî kilisesi başpiskoposu Mar Yaballa’nın Hoten bölgesine misyonerlik amacıyla yollamış olduğu rahipleri burada ele geçirdikleri ipek böceği yumurtalarını gizli bir şekilde Tisfun’a, oradan da İstanbul’a ulaştırmışlardır[197]. Bizans’ın Hristiyanlığı kabulünden sonra Sâsânîler aradaki mezhep farklılıklarından istifade ederek Nestûrîleri Bizans’a karşı kullanmak istemişlerdir. Fakat patrik Mar Yaballa ile Bizans arasında din birliğinden doğan bu yakınlaşma, Erken Ortaçağların en kıymetli mübadele aracı ve ticari ürünü olan ipek böceğinin, Konstantinopolis’e gelmesini sağlamış ve Bizans’ın ipek böceği yetiştiriciliğini başlatmasına yardımcı olmuştur. İpek böceği yetiştiriciliği gibi çok kârlı ve lüks ticaretin, Sâsânî devletinin tekelinde olması, Bizanslılar için önemli bir ekonomik kayıp meydana getirmekteydi[198]. İpek böceği kozalarının Suriye’ye getirilmesi ve buradan Konstantinopolis’e taşınması, ipek böceği yetiştiriciliği alanındaki Sâsânî tekelinin kırılmasını beraberinde getirmiştir[199].
Medâ’in Şehirler Topluluğunun Sosyal, Kültürel ve Dinî Yapısı
Medâ’in’e ait kentlerin, sağlıklı, temiz ve ılık havasından dolayı Part ve Sâsânî hükümdarları kış aylarında bu kentlerde ikâmet etmekteydiler[200]. Bu kentler birçok yol sayesinde, Sâsânî ülkesinin diğer şehirlerine göre önemli bir ulaşım ağına sahipti. Bu kentler, Yahudilerle Nestûrîler için önemli merkezler arasında sayılmaktaydı. Partlar döneminde şehirde baskın bir Yahudi nüfusu bulunmaktaydı, fakat Sâsânîler döneminde Nestûrîlerin faaliyetlerinden dolayı Medâ’in kentlerindeki Hristiyan varlığı artmaya başlamıştır[201]. Bu kentler, ilk dönemler çoğunlukla Yunanca, Aramca ve Pehlevice konuşan, Pers, Rum ve Süryânilerden meydana gelen karmaşık bir nüfusa sahipti. Halkının büyük bir kısmı Yahudi, Hristiyan ve Mecûsî dinlerine mensuptu[202]. Strabon bu şehir nüfusu içerisinde Part nüfusunun yanında çok sayıda Sakalı olduğunu da rivayet etmiştir[203]. Selevkoslar’dan itibaren Part döneminin ortalarına kadar ise bu şehirde mevcut bulunan Babilli, Süryani, Yahudi ve Yunanlılar arasında en çok konuşulan dil ise Yunanca idi[204]. Sâsânîlerin son dönemlerinde buradaki Türk nüfusun azımsanamayacak kadar yoğun olduğu da belirtilmektedir. Arapların, Medâ’in şehirler topluluğunu ele geçirmek için Sâsânîlerle yapmış oldukları savaşta, bir rivayete göre Sâsânî ordusunun sayısı yüz otuz bin kişiyi bulmaktaydı. Bu orduların başında Azerbaycanlı Rüstem komutasında altmış bin Azerbaycanlı askerin yanı sıra Cevanşîr komutasında elli bin kişilik Fars birliği ve bunların yanında Birzân (veya Berzân) adlı Türk’ün komutasında yirmi bin Türk’ün bulunduğu da ifade edilmektedir[205]. Bu rakam, Medâ’in kentlerinde azımsanamayacak kadar önemli bir Türk nüfusunun varlığını işaret etmektedir.
I. Şâpûr ve I. Hüsrev’in Roma Seferlerinden sonra binlerce Antiokheialı esiri Medâ’in kentlerine getirmeleriyle beraber şehrin sosyal yapısında önemli bir değişim meydana gelmiştir[206]. Bu davranışın altında yatan sebep, Partlar döneminde Septimus Severus’un yapmış olduğu benzer bir girişimin bunda etkili olduğu ihtimalidir[207]. Part başkenti Tisfun’u işgal eden Roma imparatoru Septimus Severus buradan 100.000 kişiyi esir alıp, Roma’ya köle olarak götürmüştür[208]. I. Şâpûr ve I. Hüsrev muhtemelen Romalıların anılan uygulamalarına aynı uygulamayla karşılık vermek istemişlerdir. Elde edilen bu esirler sadece Sâsânî ülkesinin imarı işlerinde değil aynı zamanda Roma, Bizans, Arap ve Türklere karşı yapılan savaşlarda da piyon olarak kullanılmışlardır. Sâsânî hükümdarı Hüsrev Anûşirvan, Medâ’in kentlerinde geniş ve düzgün yollar inşa etmiş ve burayı temiz ve yaşanılır rahat bir şehir haline getirmek istemiştir. Anûşirvan döneminde Medâ’in’in bütün kentleri ilim ve irfan merkezi haline gelmiş ve her tarafta okullar ve kütüphaneler kurulmuştur[209]. Özellikle Şâpûr’un Vehantiok şehrini kurması ve buraya otuz bin kadar Romalı’yı getirerek yerleştirmesi, Medâ’in kentlerinde Hrisitiyanlığın filizlenmesine yol açmıştır. Burada artan Hristiyan nüfusu, aynı şekilde Cündişâpûr ve Bihşâpûr şehirlerine getirilen esirler sayesinde oldukça artmış ve bu gelişme Zerdüştîliğe mensup Sâsânî şahlarını oldukça ürkütmüştür. Bu olay ise, II. Şâpûr döneminde, Sâsânîlerin Zerdüştî olmayan tebaya özellikle Hristiyanlara yönelik baskıları beraberinde getirmiştir[210]. II. Şâpûr ülkesinde bulunan Hristiyanlara yönelik büyük bir kıyıma başlamış ve yapılan katliamdan Tisfun şehrinde bulunan Babilonyalı Yahudiler de nasibini almıştır[211]. II. Şâpûr, Romalılara karşı yürüttüğü istila faaliyetleri için gerekli olan ekonomik masrafları, Hristiyanların üzerine yükleyerek yükümlü oldukları savaş vergisini iki katına çıkarmıştı[212].
Yukarıdaki olumsuz politikaya rağmen, Tisfun şehrinde kişisel becerileri ile ön plâna çıkmış yabancılar iyi bir konuma sahip bulunuyorlardı. Örneğin Medâ’in kentlerindeki doktor ve bilim adamlarının çoğu Hristiyanlardan oluşmaktaydı[213]. Bunlar Sâsânî sarayında dahi görev yapabilmekteydiler. Ayrıca I. Hüsrev’in, Tisfun kentinde açmış olduğu felsefe okulunda onlarca Yunanlı filozof görev yapmaktaydı[214]. Bizans imparatoru Iustinianos tarafından okulları kapatılan bu filozoflara Anûşirvan kucak açmış ve onları Tisfun kentinde kurmuş olduğu felsefe okuluna davet etmiştir[215]. Üstelik bu filozofların birçoğu pagan olmakla beraber Zerdüştlük de dâhil birçok dine karşıydılar. Fakat bu durum onların sahip oldukları konumlarına herhangi bir zarar vermemekteydi. Bunlara ek olarak yabancı ülkelere elçi olarak gönderilen İranlı olmayan yabancılar da bulunmaktaydı. Bu elçiler genelde Hristiyan Nestûrîlerden oluşurdu.
Dualist bir inanç ortaya koyan Mani, Tisfun şehrinde doğmuştur[216]. Bütün dinleri çok iyi bilen ve doğuya yapmış olduğu bir sefer sırasında Budizm ve diğer doğu dinlerini iyi tanıma fırsatı elde eden Mani, Tisfun’a döndüğü zaman kendi inancını burada ilan etmiştir[217]. Ortaya koymuş olduğu inanç, Hristiyanlıktan Budizme kadar birçok dinin sentezi gibi görünmekle beraber, kendi felsefesini, varlığın karanlık ve aydınlık arasındaki bir savaşımdan ibaret olduğunu varsayan dualist bir temel üzerine oturtmuştur[218]. Bir anda Tisfun kentini etkisi altına alan bu inanç, Sâsânî sarayını da etkilemiş ve I. Şâpûr ile halefi I. Hürmüz bu inancı benimsemiştir[219]. İran milli inancı Zerdüştlüğe aykırı bir yapıya sahip olan Maniheizm, diğer Sâsânî şahları tarafından kabul görmemiştir. I. Behram döneminde yaymış olduğu fikirlerden dolayı yargılanan Mani, yine Behram tarafından Tisfun kentinde asılarak idam edilmiştir[220].
Sâsânî imparatorları, yapmış oldukları icraatları yıllıklar halinde yazdırırlar ve bunlara çizdirmiş oldukları kendi portrelerini ekleyerek beraber saklarlardı. Anûşirvan, Tisfun’da meşhur sarayını yaptırdıktan sonra yapılan bu çalışmalarla portreleri saray hazinesinde saklama geleneğini başlatmıştır. I. Hüsrev’e ait parlak bir taş üzerine resmedilmiş portresi ile Erdeşîr Papakan’a ait portrelerin tasvirleri el-Mesudî, Hamza ve Aghitas tarafından anlatılmaktadır[221]. Sâsânîler bayram törenlerini Tisfun kentinde Dicle nehri kenarında büyük sofralar kurarak kutlamaktaydılar[222]. Genel olarak Nevruz ve Mihrican bayramları sarayın Dicle nehrine bakan kısmında saray ile nehir arasında kutlanır, Kisrânın tahtı nehir kıyısındaki meydana kurulur, insanlar için şölen düzenlenerek büyük ve geniş sofralar kurulurdu. I. Hüsrev, Mazdek tehlikesinden yine Dicle kenarına kurulmuş bir Mihrican bayramı ziyafeti sırasında kurtulmuştur[223].
Sâsânî imparatorluğunun son dönemlerinde Tisfun’da halı dokumacılığının önemli bir yere sahip olduğunu Herakleios’un 628 yılında Tisfun üzerine sefer yapmasından sonra kıymetli birçok halıyı yanında Konstantinopolis’e götürmesinden ve Arapların 642 yılında Medâ’in kentlerini zaptından sonra ele geçirmiş oldukları mücevherlerle süslenmiş büyük halılardan anlaşılmaktadır[224]. İran’ın fethi esnasında Sâsânî hükümdarı Hüsrev Anûşirvan’ın “Bahar-ı Kisra” adı verilen meşhur halısı parçalara ayrılarak Medinelilere dağıtılmıştır[225]. Bu parçarlardan her birinin kıymeti 10.000 dirhem tutmaktaydı. Hz. Ali’nin payına düşen halı parçasının 20.000 dirheme satıldığı rivayet edilir[226]. Tisfun’un ele geçirilmesinden sonra Arapların eline geçen diğer kıymetli kumaşlardan bir tanesi Fars ırkının milli bayrağı olan Direfş-i Kabiyan’dır[227]. Bu bayrağın Sâsânîler için önemli bir anlamı vardı ve genellikle ölüm kalım mücadelesi verilen savaşlarda Sâsânîler bu bayrağı açarak insanların milli duygularını galeyana getirmeye çalışırlardı[228]. Tisfun kentinde muhafaza edilen bu bayrak şehrin düşmesi ile beraber Arapların eline geçmiş ve bayrak üzerindeki değerli mücevherler alınarak yırtılmıştır[229].
Medâ’in Şehirler Topluluğunun Mimarisi
Medâ’in şehirler topluluğu yönetim, ticaret ve endüstri merkezi özelliğiyle MS. IV. yüzyılda dünyanın en büyük metropolüydü. Şehrin her tarafı saraylar, köşkler, merasim alanları yakınına kurulmuş muhteşem binalar, anıt mezarlar ve bayram kutlamaları için oluşturulmuş geniş meydanlarla donatılmıştı[230]. Bu yapılardan en meşhuru bazı kalıntıları günümüze kadar ulaşabilen Tâk-ı Kisrâ’dır. Bu eser aynı zamanda Sâsânî dönemi mimarisinin tipik örneğini teşkil eder. Tâk-ı Kisrâ, I. Şâpûr tarafından inşâ edilmiş fakat I.Hüsrev tarafından yeniden restore edilmiş muhteşem bir mimari eserdir[231]. Eyvan adı verilen avlusunun tavanı dünyanın en büyük tuğla kemeri olarak kabul edilmektedir. Saray kemerinin, batı tipi zafer taklarını anımsattığı yönünde bir görüş vardır[232]. Bu yapı günümüzde büyük oranda yıkık durumda olmasına rağmen, yine de Sâsânî imparatorluğunun görkemini ortaya koyacak kadar dimdik ayakta durmakta ve savaşların getirdiği yıkıma rağmen ayakta durmaya çalışmaktadır[233]. Bu yapıda klasik şark mimari tarzı olan düzgün ufkî plân yerine, batı tipi kapalı dikdörtgen mimari tarz kullanılmıştır[234]. Sarayın iç kısımlarında zemin ve duvarlar mermerlerle kaplıydı. Bunun dışında duvarları kesme taşlar, renkli mozaik sıva ve mermer heykellerle süslenmişti. Sarayın duvarları Anûşirvan’ın 565 yılındaki Antiokheia zaferini simgeleyen mozaik süslemeler ile kaplanmıştı. Sarayın kuzey ve doğu kısımlarında MS. VI. yüzyılda yapılmış özel binalar bulunmaktaydı ki, bu evlerin temelleri üzerinde henüz herhangi bir kazı çalışması yapılmamıştır. Tisfun şehrinde 1928–1932 yılında Amerikan ve Alman arkeologlar tarafından yapılan kazılarda Sâsânîler dönemine ait çok sayıda gümüş kaba ulaşılmıştır[235]. Bu kapların üzerinde Sâsânî Kisrâlarının gücünü gösteren tasvirler, vahşi ve mitolojik hayvan figürleri bulunmaktaydı[236].
Tâk-ı Kisrâ şekil olarak üzeri beyzî bir tâk ile oluşturulmuş bir avlunun her iki tarafına bina edilmiş iki binadan oluşmaktaydı. Avlunun genişliği 25.50 m, derinliği ise 43.50 m’den oluşmaktadır. Avlunun yüksekliği ise 46 m olmakla beraber yanlarında bulunan binaların yüksekliği 35 m’dir. Sarayın tamamı tuğla ve beyaz kireç taşından yapılmış olup, binasının ön yüzeylerindeki duvarlar yukarıdan aşağıya örülü bir şekildedir[237]. Sarayın yapımında kullanılan tuğlalar, uzunluğu 30–32 cm, eni 7–8 cm olan kalıplardan oluşmaktadır[238]. Modern dönemlerde yapılan kazılarda sarayın yapımında demir ve bronz metallerin de kullanılmış olduğu tespit edilmiştir[239]. Tisfun kentinin sembolü haline gelmiş olan Tâk-ı Kisrâ, Anûşirvan dönemi Tisfun’unun görkemini ve zenginliğini göstermesi açısından da önemlidir. Anılan muhteşem yapı Anûşirvan’a “ölümsüz ruh” lakabının takılmasına neden olmuştur[240]. Sarayın yapımında I. Hüsrev Bizanslı mimarlardan yararlanmıştır. Anılan hükümdar, çağdaşı olan Bizans imparatoru İustinianos’dan bu konuda kendisine yardımcı olabilecek mimar ve işçiler göndermesini talep etmiş, İmparator da ona kraliyet mimarlarını yollayarak sarayın yapımına katkıda bulunmuştur[241]. Saray her ne kadar Tisfun şehri ile özdeşleşmiş olsa da, Sâsânî yönetiminin idâri birimi olarak kullanılan bu bina Medâ’in kentlerinden Aspanbar’ın kuzeyine inşa edilmiştir[242]. Sarayın bu kentin kuzeyine inşa edilmesinin sebebi, Medâ’in şehirler topluluğunun en merkezi yerinin burası olmasından kaynaklanmaktaydı[243]. Bu saray aynı zamanda Dicle nehrinin batı yakasında kurulmuş olan Veherdeşîr şehrinin tam karşısındaydı ve nehir anılan şehirle bu yapının arasından akmaktaydı. Raşid Halifeler dönemi valileri bu sarayı hükümet konağı olarak kullanıyorlardı. Medâ’in şehirler topluluğunu hilâfetleri döneminde ziyaret eden Hz. Ali ve oğlu Hz. Hasan kısa bir süre bu sarayda ikamet etmişlerdir[244].
Şehir mimarisinin önemli bir kısmı Sâsânîler dönemine aittir. Zaten Medâ’in şehirler topluluğunu oluşturan kentlerin birçoğu Sâsânîler döneminde inşa edilmiştir. Bu şehirlerdeki mimari yapıların çoğunluğu saraylar, köşkler, yol ve köprüler; heykeller, resim ve kabartmalardan meydana gelir[245]. Sâsânî sanatının temelinde Eşganiler döneminin sanat zevki yatmaktadır. Daha açık bir deyişle, Sâsânîler dönemi sanatı, Eşganî-Selevkos karışımı bir Pers-Yunan sanat anlayışından oluşmaktadır[246]. Genelde bu mimari eserler üzerinde kabartma ve resimlere rastlanır. Sâsânî şahları çeşitli dönemlerde yapmış oldukları savaşları, av törenlerini, bayram merasimlerini ve özel günleri saraylarına, kayalara yontarak ölümsüzleştirmek istemişlerdir. Bunun yanında, Medâ’in kentleri de diğer Sâsânî şehirleri gibi, Kisrâlara ait heykel ve kabartmalarla doluydu. Sâsânî saraylarının en tipik özelliği ise taştan yapılmış yuvarlak uzun kuleler etrafına dikdörtgen şekilde inşa edilen binalardır[247]. Özellikle I. Hüsrev’in, Medâ’in’de inşa etmiş olduğu Rumegân kenti yuvarlak taş sütunlar üzerine bina edilmiş dikdörtgen yapılardan oluşmaktaydı. Bu tarz, erken dönem Asur yapılarında dinî amaçla kullanılan binalarda yer alan tarzın bir benzerinden ibaretti. Üstelik bu yapılar, daha önceki Pers imparatorluğu döneminde veya İskender imparatorluğu ve onun devamı olan Selevkoslar döneminde görülen yapılara benzememektedir[248]. Bu şehrin binalarının yapımında kullanılan iri kesilmiş dörtgen taşlar sağlamlıkları açısından benzersizdirler. Öyleki Bağdâd şehri kurulduktan sonra bu şehirdeki binaların taşları sökülerek Bağdâd şehrine taşınmış ve anılan şehrin binaları bu taşlarla inşâ edilmiştir[249]. Tisfun şehrinin kuzeyinde şehir duvarına bitişik olarak çok geniş bir alanda Bostân-ı Kisra adı verilen bir bahçe kurulmuştu[250]. Bu bahçenin içerisinde çok farklı türlerde bitkiler ve hayvanlar yetiştirilmekteydi. Sâsânî hükümdarları aileleri ile birlikte bu bahçeyi gezmek ve dinlenmek amacıyla kullanmaktaydılar.
Sâsânîler, Roma mimari tekniğinden ve işçiliğinden de geniş bir şekilde yararlanmışlardır. Özellikle Medâ’in şehirler topluluğunu oluşturan kentlerden Tisfun, Vehantiok ve Rumegân’da, Roma tekniği ve işçiliği belirgin bir biçimde kendini gösterir[251]. Sâsânîler döneminde II. Şâpûr ve I. Hüsrev, Bizans’tan getirmiş oldukları mühendisleri ve savaş esirlerini yol, köprü, saray ve askeri tahkimat alanında çalıştırmışlardır. Girişmen, Sâsânîlere ait bu yapılardaki kireç taşı işçiliğinin de, Roma tarzı olduğunu iddia etmektedir[252]. O dönemde Vehantiok, Cündişâpûr, Rumegân şehirlerinin mimari yapılarında çalıştırılmak üzere getirilen Yunan duvar ustalarının Medâ’in kentlerinde ikamet etmelerine izin verilmekteydi[253]. Fakat anılan ustaların soyundan gelen çocukları ve torunları daha sonraları sınır dışı ediliyordu ve Medâ’in’deki kentlerde uzun süre oturmalarına hiçbir şekilde izin verilmiyordu. Aynı şekilde ipek işçiliği, ziraat ve ticaret alanlarında uğraşan yabancılar ve savaş esirlerinin çalışmış oldukları alanlarda tekelleşmelerine de izin verilmemekteydi. Bizans imparatorlarının, İran şehirlerinde ve hattâ Tisfun’daki Sâsânî sarayında çalışmaları için göndermiş olduğu usta ve sanatkârların büyük bir kısmı devletleri lehine casusluk yapıyorlardı[254]. Bundan dolayı Sâsânî ülkesine çalıştırılmak için getirilen bu işçiler sıkı bir gözetim altında tutulur ve daha sonra bunların çocukları kendi ülkelerine geri gönderilirdi.
Sâsânîler döneminde Tisfun kentinde sadece küçük birkaç ateşgede bulunması ilginç olsa gerektir[255]. Zerdüşt din adamları tarafından yönetilen bir nevi din devleti konumundaki Sâsânî imparatorluğunun merkezi olan Medâ’in kentlerinde ana tapınak bulunmamaktaydı. Sâsânîlerin, Zerdüştlüğün kâbesi olarak kabul ettikleri Taht-ı Süleymân[256] (Azer Geşnesb), Atropaten (Azerbaycan) topraklarında bulunmaktaydı[257]. Sâsânî hükümdarları, Medâ’in kentlerinde taç giyme töreni yaptıktan sonra hükümdarlıklarını takdis etmek amacıyla Azer Geşnesb tapınağına giderler ve burada dinî bir tören daha tertip ederlerdi[258]. Sâsânî başkenti Medâ’in’in, sadece yönetim başkenti olarak kullanıldığı ve dinî amaçlı bir kent olmadığı burada bulunan küçük çaplı bir kaç tapınaktan anlaşılmaktadır. Bunun yanında “mobad-ı mobadân”[259] adı verilen Sâsânîlerin en yüksek rütbeli din adamı da saray divân üyelerinden birisi olduğu için başkent Tisfun’da ikamet etmek zorundaydı[260].
Sonuç
Mezopotamya’dan bütün dünyaya yayılan insanlığın, değişik coğrafyalarda farklı uygarlıklar halinde biçimlenmesinden sonra, tekrar Mezopotamya topraklarına yönelerek bu topraklar üzerinde egemenlik mücadelesi vermiş oldukları görülmektedir. İlkçağların son bin yılında Turanî, Arî, Yunan, Roma, Sami, Kafkas ırklarının başlattıkları Mezopotamya’ya yöneliş hareketleri, Erken Ortaçağlar’ın başlarında Tisfun şehrinde farklı toplulukların yerleşmesiyle baraber karmaşık bir demografik yapı meydana getirmiştir. Bu dönemin güçlü imparatorluklarından Sâsânîler, bölgeye yakın olmalarının verdiği avantajı kullanarak Mezopotamya’yı ele geçirdiler ve Tisfun’u başkent yaparak egemenlik alanlarını Orta Doğu’nun her tarafına yaymayı başardılar. Sâsânîler diğer imparatorlukların iskân politikalarının aksine Medâ’in’de yapmış oldukları kentlere Farsların yerine, esir olarak almış oldukları Romalıları yerleştirmişlerdir. Bu politikada, Seleukeia ile Tisfun’da ikamet eden ve Romalıların yakın düşmanları, aynı zamanda da Makedon-Helen imparatorluğunun varisleri olan Yunanlılara karşı, Romalı nüfustan istifade etmiş olabilecekleri kuvvetli bir ihtimaldir. Sâsânîlerin bu çalışmalarından dolayı, Sâsânî başkenti Tisfun’da İran milli dini Zerdüştlük yerine, Hristiyanlık ve Yahudilik en yaygın din haline gelmiştir. Farklı bir politika uygulayan Sâsânî imparatorları, bu şehrin çok uluslu yapısından istifade ederek, şehirdeki farklı toplulukların kendi aralarındaki ayrılık ve çekişmeleri yine onlara karşı iyi bir şekilde kullanmak suretiyle Tisfun merkezli Mezopotamya topraklarını uzun bir süre ellerinde tutabilmişler ve böylece halklarının yönetimlerine karşı ciddi bir muhalefet oluşturmalarını engellemişlerdir. Bu politikadan ötürü, Irak topraklarının Farslaşması mümkün olmamış, Sâsânîlerin yıkılışından sonra bölge yoğun bir Arap akınıyla Araplaşmıştır. Nitekim Araplar, Sâsânî imparatorluğu döneminde onların Hîre merkez güney komşuları olmakla beraber kimi zaman en sıkı düşmanları kimi zamanda en yakın müttefikleri olmuşlardır.
Sâsânîler, Seleukeia ile antik Opis kenti harabeleri üzerine kurulmuş olan Tisfun şehirlerinin etrafına irili ufaklı birçok kent kurmuşlardır. Dicle nehrine bakan ve mimari tarz olarak “at nalını” andıran bu kentlerin gemi taşımacılığı açısından önemli ticari yönleri bulunmaktaydı. Bu ticari yönleri Medâ’in şehirler topluluğunun inkişafında önemli bir rol oynamıştır. Sâsânîler hayran oldukları Roma mimari tarzını kurmuş oldukları bu şehirlerin genel yapısına ve binalarına olduğu gibi yansıttılar. Sâsânîler, sadece Romalıların mimari tarzı ve şehirciliklerinin değil, aynı zamanda Roma sosyal yaşamının da hayranıydılar. Her ne kadar Sâsânî imparatorlarının Medâ’in’de kurmuş oldukları kentlere, Romalıları yerleştirmelerinin temelinde politik sebepler aransa da, eski Arap tarihçilerin de ifade ettikleri gibi, Sâsânî imparatorları, Roma insanlarına hayran olduklarından esir aldıkları Romalıları Sâsânî başkentine yerleştiriyorlardı. Başında Sâsânî şahların bulunduğu ve din adamları ile yüksek rütbeli askerlerin meydana getirdiği bir sınıf tarafından yönetilen imparatorluğun başkenti Tisfun doğal olarak askerlerin ağır bastığı bir orduşehir görünümündeydi. Sâsânî imparatorluğunun gerçek tebasını oluşturan Fars unsurunun, Tisfun şehrinin asli sakinleri olmamasından dolayı, şehirdeki otoritelerini buraya yığmış oldukları askerler aracılığıyla sağlayan Sâsânîlerin yüksek rütbeli subayları aynı zamanda ekonomik, sosyal ve sanatsal (örneğin mimari) birçok faaliyetleri kendi ellerine almalarına neden olmuştur. Ülkenin gelirlerini ellerinde bulunduran askerler ve din adamları, bütün ticari faaliyetleri kendi tekellerine almışlar, bu vesileyle de ülkenin askeri ve dini vasfını ülkenin geneline yaymışlardır.
Sâsânî başkenti Tisfun, coğrafi konumundan dolayı Sâsânî ve Bizans devletleri arasında çoğu zaman bir sınır şehri konumunda olmuştur. Bu nedenle bu şehir, sürekli olarak iki imparatorluk arasında yapılan savaşların odak noktasını teşkil etmiştir. Bizanslılar hiçbir zaman Tisfun şehrini aşıp İran topraklarına giremediler. Sâsânî imparatorluğunun mantıklı politik yaklaşımının önemli sonuçlarından birisi de, Tisfun’un başkent olarak seçilmesiyle birlikte Fars unsurunun asıl ikamet alanı olan İran topraklarının istilalardan uzak kalabilmesidir. Roma, Bizans ve Arap orduları ile yapılan savaşların merkezi genelde Irak toprakları olmuştur. Bu önemli strateji sayesinde, İran topraklarının istila ve savaşlardan uzak kalması sağlanmıştır. Sâsânî hükümdarları sadece Tisfun ile yetinmemiş buranın dışında birkaç şehri ülkenin başkenti olarak kullanmışlardır. Sâsânî imparatorlarının Tisfun’u başkent olarak seçmiş olmalarının sebebi buranın temiz ve ılık havası ile şehrin stratejik öneminden kaynaklanıyordu. İstilalara açık bir konumda olan bu şehrin her an imparatorluğun elinden çıkması ihtimaline karşılık Sâsânîler ülke merkezi olarak birkaç tane şehir seçmişlerdir. Sâsânîlerin sürekli olarak başkentlerini, Tisfun ve İranşehr arasında götürüp getirmelerinin sebebi, Tisfun’un, Roma ve Arap istilasına açık bir konumda olmasından kaynaklanmaktaydı.
Sonuç olarak Medâ’in şehirler topluluğu ile ilgili anlatılacak çok şey olmasına rağmen biz bu makalemizde konuyu uzatmamak için bu şehirlerle ilgili genel bir değerlendirme yapmış olduk. Aslında Medâ’in şehirler topluluğunu oluşturan bu kentlerle ilgili çok kapsamlı bir çalışma yapılabileceğini ve Medâ’in’in buna değeceğini de sonuç olarak ifade edebiliriz.