Türkler, Müslümanlığı dinleri olarak kabul ettikleri gün, İslâmî kendi varlığı için büyük bir tehlike sayan Hıristiyanlık dünyasınca damgalı bir halk olarak görülmeye başlanmışlardı. Papa II. Pius’un çabalarına karşın,[1] Türklerin Hıristiyanlığı kabullenmemeleri; siyasî ve dinî sahada büyük ölçüde bir çatışma niteliğinde olan Haçlı seferlerinde İslâm davasına (sav) katkıda bulunmaları, onları Batı Hıristiyanlarına hiç de sevdirmemişti.
Din uğrundaki bu savaşlar, Müslümanlık ve Hıristiyanlık arasında yüzyıllarca süren kin, nefret ve düşmanlık yaratmıştı. Hıristiyanlık, İslâmî bir sapıklık, bir umacı olarak görüyor, onun, İsa’nın verasetini ortadan kaldırmak amacı güttüğüne inanıyordu; dolayısıyla, halifeliği üstlenerek (deruhte) İslâmın davasını benimseyen Osmanlı Türkleri, Hıristiyanlığın bu nefret ve düşmanlığına hedef olmuşlardı.
Hıristiyan Batı’nın ruhanî ve sivil önderleri, Türkleri, Hıristiyanlığı kabulü reddettikleri yeniden şahlanan yabancı bir dine katıldıkları ve Hıristiyan Batı’nın mücevheri olan İstanbul’u ele geçirerek, yıpranmış ve çürük Ortodoks Hıristiyan Bizans imparatorluğuna son darbeyi (çarpı) vurdukları için, onları asla affetmemişlerdi. Anglikan (İngiliz) Piskoposu William Barry, Hıristiyanların bu nefretini dile getirirken, Türklere yönelttiği yersiz suçlamalarda, kendi seleflerine oranla daha mutedil davranmıştı. Bu Piskopos, 1919 yılı Ağustosunda şunları yazıyordu:
“Türk yönetiminin lânetli suçu, uygarlığı yıkıp, yıkıntıları üzerine uzanmakla Barbarlıktan başka asla hiçbir şey olmayışı olamayışıdır... Gladstone’la birlikte şunu kabullenmek zorundayız: ...O
(Türk), ‘insan ırkları arasında tarihte büyük Hıristiyan düşmanı’ olarak görünür”.[ 2]
Osmanlı imparatorluğu Doğu Avrupa’ya yayılmaya başlayınca, birçok Hıristiyan Padişahın yönetimi altına girmişti. Batı Dünyası, Islâmın ilerleyişi yüzünden küçülmekle kalmıyor, aynı zamanda, Doğu’nun kârlı kaynaklan ve pazarları şimdi dünya çapında güçlenen bir İslâm devletinin eline geçmekle Batı’nın dış ticaretini kısıtlıyordu.
Türkler Viyana surları önüne gelerek, tesanüdünü yitirmiş Hıristiyan Avrupa’nın kalbine saldırmaya hazırlanınca, bunun getirdiği şok etkisi, Hıristiyan devletleri, Hıristiyanlıkla bağdaşmayan, önemsiz ve bencil çıkarlarını o süre için bile olsa bir yana bırakarak birleşmeye, Balkanları da içine almak üzere Doğu Avrupa’da Anadolu ve belki tüm Ortadoğu’da İslâmı ortadan kaldırmak için yeni bir Haçlı Seferi başlatmaya sevk etmişti. [3]
Kimi İslâm alimlerinin -Ortadoğu’nun bugünkü durumu gözönünde tutulursa- hâlâ sürmekte olduğuna inandıkları Müslümanlığa karşıcıl bu akım Anadolu’nun Müslüman ve gayri Müslim halklarının uğradıkları büyük felâketin tek nedeni değilse bile başlıca nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Oysa Türkler, Woodhouse, Dakin, Maier, Lewis, Shaw ve öteki birçok Batılı bilim adamlarının da doğruladıkları gibi, [4]fethettikleri ülkelerin Hıristiyan halkları tarafından çoğu kez iyi karşılanmışlardı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri, özellikle bu devletin yükselme döneminde, onun hudutları içinde yaşayan ırksal ve dinsel azınlıklar, köken, kültür ve inanç ayrımı yapılmadan, Osmanlı hoşgörülüğünden, ayrıca güçlü ve iyi dilekli büyük bir devletin sağladığı tüm öteki yararlardan epeyi faydalanmışlardı. Onlara hayat, özgürlük ve mülkiyet güvenliği, sosyal, eğitim ve dil özerkliği ve ekonomik refah sağlanmış; Osmanlı millet sistemi[5] içinde ırkî ve dinî hüviyetlerini barış ve düzen içinde koruma fırsatı verilmişti. Bu, yansız ve yetkili tarih yazarları arasında gittikçe çoğalan bir zümre tarafından doğrulanmaktadır. Bu yazarlar, Osmanlı İmparatorluğunun, esasında, kendi gayri Müslim uyruklarına ezgi yaparak onları istismar eden müstebit bir teokrasi olmadığını; bunun aksine, onlara büyük ölçüde yerel, toplumsal ve bölgesel özerklik verdiğini ve o günkü Avrupa ile kıyaslanırsa, kendi hudutları içinde yaşayan çok sayıdaki etnik ve dinsel gruplara karşı, örnek oluşturacak biçimde tolerans gösterdiğini kabul etmektedirler. [6]
Bunu, özellikle Padişah Abdülmecit’in, tüm uyruklarının dinsel ve hukuksal eşitliklerini onaylayan Islahat Hatt-ı Hümayunu’nu 18 Şubat ı856'da yayınlamasından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli illerinde görev yapan kimi İngiliz diplomatik ve konsolosluk temsilcileri de doğrulamışlardır. 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra, Osmanlı İmparatorluğundaki Hıristiyanlar, kimi anlaşmalar ve silâhlı müdahalelerle Çar’ın koruyuculuğu altına girmişlerdi. Ama 1856'da imzalanan Paris Antlaşması, Padişahın Hıristiyan uyruklarının, o tarihten sonra, tek bir devletin koruyuculuğu yerine toplu (kollektif) olarak, tüm büyük devletlerin koruyuculuğu altında olması hükmünü koymuştu.[7 ]Dolayısıyla, Türkiye’deki İngiliz diplomatik ve konsolosluk temsilcileri, kendilerini, Osmanlı Hıristiyanlarının çıkarlarını gözetlemekle ve bu Hıristiyanlara yapılan işlemler konusunda kendi yönetimlerini ve Türk makamlarını (kat) uyarmakla görevli saymaya başlıyorlardı.
Onların aydınlatıcı birçok raporlarında açıkladıklarına göre, Hıristiyan milletlerin genel durumu, özellikle 1830’lardan beri büyük ölçüde bir gelişme kaydetmişti. Pek az bir miktar sayılabilecek olan askerden muaf vergisi (bedel-i askeriye) ne karşılık, kendilerine verilen askerî muafiyetten yararlanan bu Hıristiyan milletler, Müslümanların zararına zengin oluyorlardı. Müslümanlar, hayatlarını imparatorluğun savunmasında yitirmemişlerse, evlerine dönünce, yerel koşulların değiştiğini, sürülmemiş ve verimsiz bir duruma gelen topraklarının Hıristiyan tefecilerce gaspedildiğini görüyorlardı.[8] Dinlerine bağlı ama pek konuşkan olmadıklarından, suskunluk içinde ezgi çekmeyi, sızlantılarını Osmanlı başkentindeki katlara duyurmayı yeğ tutuyorlardı; oysaki Hıristiyanların, gerek İstanbul’da, gerekse İmparatorluğun öteki tüm bölgelerinde, sızlantılarına çare bulunmasını talep eden konsolosluk, acentelik ve büyükelçilik gibi birçok temsilcileri vardı. İngiliz Konsolosu Palgrave'in ı866'da bildirdiği gibi, onların şikâyetleri İncelenmekle kalmıyor, şikâyetleri yoksa onlar için şikâyetler uyduruluyordu. [9]
Arada sırada, kimi Hıristiyanlar, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküntü devresinde, yayılgan ve sömürgeci devletlerin, İmparatorluğun çökmesi için onun bazı azınlıklarıyla düzen çevirmeye başladıkları sırada, kötü bir yönetime katlanmak zorunda kalmışlarsa da, çoğu kez kendi önderlerinin ezgilerine maruz kalmışlardır; çünkü bu önderlere, toplumlarını yönetmede büyük ölçüde özerklik verilmişti, ama bu yetkiyi kötüye kullanmışlardı. Devlet onların içişlerine pek az karışıyordu. Dolayısıyla Hıristiyanlar bazan, Osmanlı yönetiminin kötü idaresinden değil, kendi önderlerinin kötü idarelerinden ezgi çekiyorlardı. Bununla birlikte, Padişahın Müslüman ve gayri Müslim uyrukları, ulusalcılık ve ihtilâlci fikirlerin 19. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’ni sarsmaya başlamasına değin, millet sistemi sayesinde, nispeten barış ve güvenlik içinde yaşamışlardır. [10]
Onların bu durumu, o günkü Avrupa’da yaşayan etnik ve dinsel azınlıkların statü ve kaderleriyle kıyaslanırsa, Avrupa’da yaşayan Musevilerin İrlandalı Katoliklerin, Fransa ve Silezyah Protestanların, Macaristanlı Kalvinistlerin ve daha birçok azınlıkların, kendi dinsel inançları için zulme uğradıkları ve çoğunun, ancak Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmakla teselli bulduğu görülür. Batılı kimi bilim adamlarının da doğruladıkları gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman, Hıristiyan ve Musevi, yan yana, ahenk içinde yaşıyorlardı. Alexander Powell’e bakılacak olursa, aslında Osmanlı tarihinde, dinî nefretten kaynaklanan ezgi ve taassup, Avrupa devletlerinin 13. ve 16. yüzyıla kadarki tarihlerine kıyasla çok daha azdı.[11]
17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başlayınca özerklik ve bağımsızlık emeline kapılan kimi Hıristiyan azınlıklar, büyük devletlerle, özellikle Hıristiyan Ortodoks Rusya ile düzen çevirmeye başladılar. Rusya, Osmanlı ülkelerine karşı beslediği askeri ihtiraslarında, bu denli azınlıkları değerli bağlaşıklar veya aletler olarak görüyor; Akdeniz’in ılık suları doğrultusunda yayılmak amacı güden düşlerini gerçekleştirmek için, Padişahın, özellikle kendileriyle Ortodoks dini verasetini paylaştığı Hıristiyan uyruklarının dinî duygularını ve ulusal emellerini kışkırtarak, Osmanlı gücünü içeriden yıkmaya çalışıyordu.
Bu arada, Katolik ve Protestan misyonerlerin 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na akın etmeye başlamaları, ülkeye iyilikten çok kötülük getirmişti. Bu misyonerler, Osmanlı Hıristiyanlarına yalnız kendi tarih, dil ve edebiyatlarını öğretmekle kalmıyor, aynı zamanda onlara liberal ve ihtilâlci fikirler de aşılayarak onları kendi etkileri altına almaya başlıyorlardı. Protestan misyonerler, öteki tarikatlara yaptıkları gibi, Müslümanları da tanassurla (dinlerini değiştirmekle) etkilemek için gizlice çalışıyorlar; Katolikler, Ortodoks Hıristiyanları Vatikan’dan yana çekmek için uğraşıyorlar; Ortodokslar ise dindaşlarını, kendi kiliselerine sadık kalmaya zorluyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan azınlıkların hamileri kesilen bu misyonerler, hem kendilerini hem de himayeleri altındaki (protégé)leri korumak amacıyla, büyük devletlere, müdahale etmeleri için başvurmaya başlıyor ve böylece birçok diplomatik olaylar çıkmasına neden oluyorlardı[12].
Batı Hıristiyan Dünyası, Türkiye’deki durum hakkında bu misyonerlerden bilgi alıyor, Türkiye’yi onların gözleriyle görüyordu. Misyonerler, Türkleri kötülüyor ve onları tüm dünyaya “Hıristiyanların katilleri” olarak tanıtıyorlardı. Onların geniş ölçüdeki etkin propagandaları, Batı’da Türklüğe karşı olan düşmanlığı (Turkofobi) körüklemeyi başarıyor ve böylece Hıristiyanlığın verasetini yıkmak için her türlü çabayı harcayan “kana susamış, vahşi Türk” eski imajını sürdürüyorlardı.
Türkiye’deki Katolikler genellikle Fransa, İtalya ve Avusturya’ca, Protestanlar, İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nce ve Ortodokslar da Rusya’ca korunuyorlardı. Böylece Hıristiyan azınlıklar, büyük devletlerin kendi gizli maksatları için bu devletlerce bölünmüşlerdi. Rusya, İstanbul, Boğazlar ve doğu illerini ele geçirmek için Ortodoks ve Gregoryen Hıristiyanlarını kullanıyor; Britanya, Ortadoğu, Mısır, Arabistan ve Mezopotamya (Irak)’daki etkisini korumada ve daha da yaymada Protestanları alet ediniyor; Fransa ise Kilikya, Lübnan ve Suriye’deki çıkarları için Katolik ve Gregoryenleri kullanıyordu.
Tüm bu büyük devletler, çeşitli Hıristiyan mezhepleri arasında, pek şuurlu olarak veya dolaylı ve dolaysız biçimde, düzensizlik yaratıyor; onları hatta ihtilâle körüklüyorlardı. Bu durum onlara, Hıristiyan azınlıkların sorunlarıyla ilgiliymiş gibi görünerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine karışmak fırsatını veriyordu; oysaki gerçekte, büyük devletler, bu imparatorlukta etki sağlamak için veya “Avrupa’nın hasta adamı” ölünce onun mirasına konmak için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Onun çökmesini çabuklaştırmak için, imparatorlukta, özellikle Balkanlarda gittikçe yayılmakta olan ulusalcılık (milliyetçilik) akımını teşvik ediyorlardı.
Trakya’da Yunanlılar, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da Sırplar ve Slavlar, daha sonra da Anadolu’da Rumlar ve Ermeniler, Ortadoğu’yu egemenlikleri altına almada birbirleriyle yarışan büyük devletlerin gizli veya açık yardımlarıyla, özerklik veya bağımsızlık talebinde bulunmaya başlıyorlardı. Büyük devletlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine sık sık yaptıkları müdahaleler, o İmparatorlukta düzensizlik yaratan güçlere, kötülüklerine bugün hâlâ katlanmak zorunda kaldığımız ihtilâl ve terörizme büyük ölçüde katkıda bulunuyordu.
Osmanlı Hıristiyan toplumlarının ruhanî ve sivil kimi önderleri, kendilerine Osmanlı Devleti içinde verilen ve devlet içinde devlet olma (imperium in imperio) niteliklerine sahip geniş ölçüde hak ve imtiyaz (ayrıcalık)lardan yararlanarak, yabancı devletlerle düzen çevirmeye başlıyorlardı, özerklik veya bağımsızlık sözleriyle aldatılan bu önderler, Osmanlı İmparatorluğu’nu bölerek ortadan kaldırmak için çalışan o devletler ve güçler tarafından ustalıkla alet olarak kullanılıyor, böylece kendi etki ve yetkilerinin artacağını sanıyorlardı. [13] Osmanlı Devleti’nin gücünü zayıflatmak için ve daha çok bu devlet bir savaş durumunda iken, ellerine geçen her fırsattan yararlanarak kargaşalık ve olaylar çıkarıyor,
bunlardan pay koparır umuduyla, kendi ülkelerinin düşmanlarıyla sık sık işbirliği yapıyorlardı.
Son zamanlarda Arşivlerden sağlanan belgelere ve yayınlanan birçok yapıtlara göre, bu Hıristiyan azınlıklardan kimilerinin, Osmanlı İmpara- torluğu’nun parçalanmasında önemli bir rol oynamış oldukları kanıtlanmış bulunmaktadır. Bu azınlıkların amaç ve ihtirasları tümüyle gerçekleşmiş olsa, Osmanlı imparatorluğu bütün bütün ortadan kaldırılacak ve onun yerini, hamileri büyük devletlere itaatkâr, kukla Hıristiyan devletler alacaktı; oysaki bu Hıristiyan azınlıklar, Anadolu’nun hiçbir ilinde toplam nüfusun yüzde i5'inden çoğunu oluşturmuyorlardı.
Bununla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çeşitli Hıristiyan mezheplerden bazıları, 1880’lerde başlayan, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nda doruk noktasına eren ilişkilerinin henüz ilk devresinde, emellerine nail olmak için birbirleriyle işbirliği yapmaları gerektiğini kavrıyorlardı. Aynı zamanda, Osmanlı imparatorluğu içindeki ve dışındaki denge bozucu güçlerle işbirliği yapmanın, bu imparatorluğun parçalanmasında çıkarları olan devletlerin aletleri olarak çalışmanın, herhangi bir Osmanlı krizinden (bunalım) yararlanmanın veya bu devletler azınlıklar için müdahalede bulunur umuduyla, böyle bir krizi bizzat yaratmanın ve her şeyin üstünde Türkiye ve Türk Ulusuna karşı bir propaganda kampanyası başlatmanın -önemini benimsiyorlardı. Dünyanın dört bir yanında, özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki güçlü, kaynaklı ve aldatıcı Hıristiyan propaganda örgüt ve araçları tarafından maharetle kullanılan safdil Hıristiyanlık dünyasını kandırıyor, ondan yardım görüyorlardı[14].
Propaganda sahasında Osmanlı Hıristiyanlarıyla kimse yanşamazdı. Büyük devletlerin büyükelçilik ve konsolosluklarında yaptıkları tercümanlık görevlerinden yararlanarak o devletleri, kendi masallarına ve onların refah memurlarını, misyonerlerini ve ruhanî liderlerini, kendi davalarının gerçek olduğuna inandırıyorlardı. Çoğu kez, Batılı ve safdil bir gazeteci onların çığırtkanlıklarıyla tuzağa düşüyor, hikâyelerini çevreye yayıyordu. Dahası, Osmanlı ülkelerindeki Avrupalı diplomatlar ve gezginciler, kendileri gibi aynı dinden olan ve ekseriyetle yabancı dilleri bilen bu kişilerin tuzağına düşerek onların yalanlarını geniş ölçüde yayıyorlardı.
Şimdi Boğaziçi Üniversitesi olan İstanbul’daki Amerikan Robert Koleji’nin ilk başkam, Rahip Dr. Cyrus Hamlin’e bakılacak olursa,
Türklere karşıcı! tüm haberlerin dış ülkelerde yayılmasını sağlamak amacıyla, 1870’lerde Londra’da bir propaganda bürosu kurulmuştu. Hamlin’in de kabullendiği gibi, herhangi bir halk hakkında bu denli “tek yanlı ve güvenilmez enformasyon” propagandası, birkaç yıl sonra, kolayca giderilemeyecek düşmanlık ve nefret kışkırtır. Hamlin ayrıca şöyle der:
“Doğu hakkında bilgi veren bir gazeteyi elime her aldığımda şöyle dua ederim: Tanrım, bu haberlere inanmamam için bana yardımcı ol”. [15]
Türkler dindar ve ağırbaşlı oldukları için; boşboğaz olmadıkları ve sessizlik içinde ezgi çekmeyi çığırtkanlık yapmaya yeğ tuttuklarından, Osmanlı Hıristiyanları ve onların hamileri, Türkler ve öteki Müslümanlar aleyhinde akla hayale gelmeyen efsane ve nefret duygularını çevreye yaymada meydanı boş bulmuşlardır, öne sürdükleri iddiaları kanıtlamak için belgesel kanıtlara gerek olduğunda, hiçbir sorumluluk veya vicdan duygusu duymadan, sahte belgeler öne sürmüşler veya bunları sahteleştirmişlerdir. Onların, var olmayan belgeleri varmış gibi göstermedeki etkinlikleri, bir bakıma siyahın beyaz olduğunu kanıtlamaya çalıştıkları ve çoğu kez bunda başarı sağlamış oldukları, bu biçim “beyin yıkamasına” (brain ıvashing) sık sık maruz kalmış olan devletlerin arşivlerinde bulunan çeşitli ilk kaynaklardan saptanmış bulunuyor.[16]
Hıristiyanların kışkırtmaları ve Rusya, Britanya, Fransa ve öteki büyük devletlerin bazılarıyla düzen çevirmeleri yüzünden, 1913 yılı başlarında Anadolu’daki durum o kadar kötü bir duruma geliyordu ki, İngiltere Dışişleri Bakanlığı görünürde, Türk İmparatorluğu’nun gerek Asya, gerekse
Avrupa’daki ülkelerinin parçalanmasının gün, saat meselesi olduğu kehanetinde bulunuyordu. [17]
Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’na girince, padişahın Hıristiyan uyrukları, ülkenin düşmanı Bağlaşıklar hesabına casusluk yapmaya ve onlarla gizlice işbirliğine girişerek Türkiye’nin savaş gücünü yıpratmaya inandırılıyorlardı. Bu Hıristiyan azınlıklar yalnız casusluk yapmakla kalmıyor, aynı zamanda, kışkırtıcı ve ihtilâlci davranışlarda bulunuyor ve onların kimi önderleri, düşmanlar hesabına çalışmaya söz veriyorlardı. Savaşan ülkelerin arşivleri özellikle Londra’daki İngiliz Devlet Arşivi (Public Record Offıce), birçok Osmanlı Hıristiyanlarının, Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak İslâmî Ortadoğu’dan kaldırmak amacını güden devletlerle yapmış oldukları işbirliğinin derecesini gösteren belgelerle doludur. Bu gizli belgelerin kimileri ilk kez meydana çıkarılarak benim kaleme almış olduğum birkaç monografide ve 1 ürk Tarih Kurumu nun Belleten adlı dergisinde ve ayrı risaleler halinde yayınlanmıştır. [18]
Anadolu’nun Müslüman ve gayri Müslim halkının, bilmeyerek, gönülsüz veya gönüllü olarak büyük devletlerin aleti ve kurbanı oldukları arşiv materyallerinin ışığı altında açıkça saptanmıştır. Büyük devletlerin, Osmanlı halifeliğini bölmek için I. Dünya Savaşı sırasında kendi aralarında imzalamış oldukları gizli anlaşmalardan da görüleceği gibi, onların tek bir amaçları vardı: Kendi kişisel çıkarlarım sağlamak. Onların, Osmanlı İmparatorluğundaki gayri Müslim uyruklara vermiş oldukları sözleri bu gizli anlaşmalarda ve hatta Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye eden Lozan Antlaşmasında bulmaya çalışmak boşunadır, çünkü o devletler, azınlıklara vermiş oldukları sözleri, kendi çıkarları sağlanır sağlanmaz unutmuşlardır [19].
Anadolu halkını büyük bir felâkete sürüklemiş olan başlıca devletler: Rusya, Britanya ve Fransa, ayrıca Yunanistan, İtalya, Almanya, Avusturya
ve Amerika Birleşik Devletleri, bu felâketin sorumluluklarından kaçınamaz- lar; ama buna, yetersiz kimi Osmanlı yönetimleri de katkıda bulunmuşlardır. öte yandan, Osmanlı Hıristiyan toplumlarının bazı önderlerinin de bu konudaki sorumlulukları unutulmamalıdır. Bu önderler hem kendilerini, hem de kendi halkını büyük devletlerin aleti yapmakla bu felâkete büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır.