Uzun yıllar süren bir arşiv taramasının getirdiği yeni verilerin Osmanlı Anadolusu \ şehirleri üzerindeki bilgilerimizi zenginleştirdiğine hiç şüphe yok. Faroqhi ihtiyatla Osmanlı şehirleri üzerinde bir tipoloji denemesinden kaçınıyor, örneğin 76. sh. den itibaren yer alan Karadeniz limanlan ve İstanbul bölümüne göz atıldığında yazarın bu tutumu anlaşılıyor. Kendi arşiv bulgulan ve Osmanistlerin monografileri ile yetinen yazar Osmanlı öncesi veya Ceneviz, Venedik araştırmalarına başvurmamış. Çünkü Braudelvarî bir tipoloji denemesine girmek istemiyor. Hatta İstanbul bizzat yazarın bilinçle itelediği bir konu gibi, bu yolla Balkan iktisadiyatına girmek konu dağıtacaktı. Yazann bu daraltıcı tutumuna hak vermek gerekir. İstanbul için yazann (15.sh.de) herhalde 17. asırdaki yarım milyonu aşkın figürü üzerindeki tartışmasına da katılmak gerekir. İstanbul kenti bir bakıma Anadolu kentlerinin iktisadiyatından daha zor araştınlacak durumdadır, malzeme dağınık, yanıltıcıdır.
Faroqhi Başbakanlık arşivindeki mühimmeltr, mâliyeden müdevver ve diğer tasnifler yanında Orta Anadolu kentlerinin Kadı sicilleri ve önemli miktarda Tahrir defterlerini kullanmıştır. Bu tarama nedeniyle benzeri konulardaki çalışmalara göre; Faroqhi’nin kitabı, 16-17. yüzyıl Osmanlı kentleri üzerinde uzun zaman başvurulacak bir el kitabı sayılmalıdır.
Faroqhi (sh. 40 dan itibaren) bütün ekonomik aktivitenin yoğunlaştığı ve tayin edici rolü olan şehir merkezlerinde Ayverdi-Barkan ve (nalcık teorisini vakıfların etkinliği tezini kabul ediyor. Burada yazar Anadolu kentleri için örneklemeler ve sayım tabulalan da vermiş. 16-17. yüzyıl ekonomisi için çok spekülatif bir konu olan kumaş manifaktürü, gelişimi, kent ve çevresindeki etkileri ele alınmış. Daha önce ö. Ergenç’in Ankara için yaptığı belirlemelerin muhtelif yerlerdeki tesbiti, özellikle pamuk tarımına bağlı olarak ele alınan pamuk dokuma merkezleri, ipek ve sonra boya ile ilgili madenler ve maddeler bu bölümde sözkonusu. 16. yüzyıl kent tarihçilerimizin Ergenç, Halaçoğlu’nun yaklaşımının geniş biçimde verilerle sınanıp saptandığı bir bölüm ise sekizincisi; tarımsal üretimle kent nüfusu ve büyüme arasındaki bağlantıya işaret ediyor. Burada Faroghi daha çok Konya-Akşehir ve civarını örnek olarak almış. Göç ve kentin gelişimi adlı bölümde Celâli kargaşası ve benzeri anarşi dönemlerine ait palankaların yapımı ve savunma tedbirleri üzerinde durulmuş. Burada 9 nolu foto üzerinde durmalıyız. Sur üzerine ev yapma'nın böyle bir savunma dönemiyle ilgisi olduğu şüphelidir. Kent surları bitişiğine ve üstüne ev yapmak memnuattandl. Bu gibi bir mimari 16-17. yüzyıllar ve daha öncesinin değil, 19. yüzyılın kalıntısı olmak gerekir.
Faroghi’nin adıgeçen çalışması Türkiye’de özer Ergenç, Y. Halaçoğlu, Musa Çadırcı gibi tarihçilerle başlayan şehir monografileri geleneğinde yeni bir aşama bir toparlama ve herhalde, 16-17. yüzyıl Anadolu tarihi araştırmalarına değerli bir katkıdır.
İI.BER ORTAYLI
BERNARD LEVIS, The Jews of İslam, Princeton 1984, 245 sh.
A.IV/8274
Osmanlı musevfliği tarihçiliğin en az işlenen konulanndan biri. Hiçbir ülkede musevi cemaati Osmanlı imparatorluğunda olduğu kadar renkli ve değişik boyutlara sahip değildir. Bu renklilik cemaatin menşei kadar yaşayan folklorunda, dilinde, zamandan zamana değişen iktisadi durumunda görülür. Osmanlı musevtliğinin tarihini yazmak, bizzat Osmanlı tarihini yazmak kadar güç ve karışık bir iştir.
Bernard Levvis, Islâm ülkelerinde islâmdan sonra Yahudileri ele alıyor. Bu geniş konu içinde Osmanh yahudiliğinin yeri gene göreli olarak azalacaktır. Nitekim eldeki kitabın yansı bu konuya tahsis edilmiş. Ancak yazann geniş literatür bilgisi, arşiv çalışmaları ve edibane uslûbu, okuyucuya sorunun yeni boyutlarını tanıtıyor ve ortaşark musevî tarihinin global bir görünümünü verebiliyor. Doğru bir giriş olarak, I.ewise göre; ortaçağla birlikte museviliğin kültürel, mali gücü hatta nüfus Avrupaya kaymıştır. Uygarlıkla birlikte Musevi hayatı ve kültürü de doğudan batıya doğru temerküz etmiştir. Judaeo-Islam geleneği başlıklı bölümde Yahudi ve İslam dini, tatbikat ve uygarlıkta ikisi arasında büyük benzerlikler vardır. Yahudi- islam arasındaki çatışma (var olduğu zaman) dini akaîdden çok maddi hayat pratiğinde yatan nedenlere dayanır. Oysa hıristiyanlıkta antisemitizm Hıristiyan akaidinden ileri gelir. Gerçekten de 325 Nicea konsülünün bu karan 1960 lara kadar sürdü.
Osmanh Museviliğinin kaynaklan Avrupa, Osmanh-Türk, Arap ve hahambaşıhk arşivleridir. Bu zengin kaynak henüz başlangıç etüdleri halindedir. Osmanh fütühatının ilk asırlannda İstanbul ve Akdeniz adalarındaki Romanyot dediğimiz Yunanca konuşan Yahudi kolonisi bu dili az zamanda kaybetmişti. Bizans mirası olan bu grup dışında Ortadoğudaki (Mezopotamya ve yukan Mezopotamya) Arapça-Aramice konuşan ve nihayet Osmanh döneminde 15. asır sonunda ispanyadan ve diğer Avrupa ülkelerinden gelenler hesaba katılmalıdır. Böyle rengarenk bir gurubun etüdünün kolay olmayacağı, bir çok meslek grubunun ortak uğraşıyla anlaşılabileceği açıktır. Musevi cemaati Avrupa da baskı görüp kovuldukça, Osmanh ülkesine kabul edilmişlerdir. Yazara göre bu sadece bir lütuf değildir, hatta çağrılmışlar bu tarafa göçmeye teşvik edilmişlerdir. İlk yüzyılda Avrupa tababeti, matbaa, fen bilgisi, muhasebe ve malî becerileri, para meselesindeki, ticaretteki tecrübeleriyle toplum hayatına önemli katkıları olan Yahudiler, Osmanh imparatorluğunda seçkin bir azınlık grubu sayılabilirlerdi: ama 17. yüzyıl ortalarından itibaren bu statülerini kaybettiler ve özellikle Rumlar ve nihayet Ermeniler lehine iktisadi içtimai bir gerileme dönemine girdiler. Ticari, iktisadi gerilemeyi Avrupa ile ilişkilerin kopması ve mesela Avrupa elçilikleri nezdindeki tercümanlık gibi görevleri kaybetme süreci izledi. B. I.cwis’in kitabında İstanbul Musevi folkloru, günlük hayatın akışı konusunda çok zengin bilgiler bulamıyoruz; bu onun bir kusuru olmaktan çok, araştırılmayan ve gittikçe kaybolan bu fenomenin karşısında genelde Judaıstlerin ve Judeo-turkologların elan hareketsiz ve ilgisiz kalmalarından ileri gelmektedir. Bildiğimiz nadir istisnalardan biri bir romanist olan ve İstanbul Musevilerine dil tetkikleri yoluyla yönelen Marie Christine Varol’un basılmayı bekleyen saha tetkikleridir. Lewis, yazılı kaynaklar ve ikincil literatürün aslında son derece ustalıklı bir derleme ve değerlendirmesini yapmaktadır.
Osmanh imparatorluğunda özellikle Rumeli kıtasındaki Yahudi cemaati ile Rum- ortodokslar arasında belirgin bir çatışma vardı. Mahalli Rumların malûm iğneli fıçı söylentileriyle Yahudi cemaatini sık sık idari otoritelere şikâyet ettikleri de görülür, Hükümet ve şer i mahkemeler bu gibi şikâyetleri dikkate almıyor ve davanın görülmesini reddediyordu. ( yazann zikrettiği Uriel Heyd in. Otlaman Crimina/ Law undaki bir kayıt gibisi daha aynntıh olarak Mühimme defteri 78, sh. 616 da bulunabilir. 25 muh. 1018) Tanzimattan sonra da bu gibi olaylar geniş ölçüde devam etti. 1850 yılında Rumeli vilayetleri bir olayla çalkandı. Güya bir Rum kadını ve meczub bir çocuk rüyalannda Meryem Anayı görmüş:, onlara Yahudilerden alışveriş etmemeleri ve Türklerle iyi geçinmeleri, yıkık manastın onarmaiannı tenbih etmiş. Bu rüya üzerine Selânik, Tırhala, Yanyadan cemaatler dilekçe yağdırmağa başlamıştı, ikinci Meşrutiyette mebuslardan Cosmidi Efendinin Filistindeki kolonizasyon yüzünden hükümeti eleştirdiği ve bazı nazırlan siyonizmle itham ettiği biliniyor.
B. Lewis’in kitabında aranan bir bahis Kırım Hanlığındaki Yahudi cemaati veya cemaatleridir. Dilleri, menşeleri, ekonomik durumları, aralarındaki itikadi ayrılmaları ile, Osmanlı coğrafyasının bu köşesindeki Musevilik, Lewıs’in kitabından sonra da halen meçhul bir konu olarak kalmaya devam ediyor.
ÎLBER ORTAYLI