Türkler'in İslâm medeniyetini kabûlünden önce, Oğuzlarca ozan denilen halk şâirleri, bu medeniyeti benimsemelerinden sonra da pek tabiî olarak devâm etmiştir. İslâm medeniyetinin dil, vezin, nazım şekli, fikir, v.b. bakımından te’sirindc kalan Divân edebiyâtı mensûblannın, mahallilik nüfûzunun ve millî fikirlerin muhtelif asırlarda azalıp çoğalmasıyla ölçülü olarak, halk şâirlerini ve eserlerini çoğu küçümsedikleri, hakaretle karşıladıkları, ba’zan da onları taklid yolunda örnekler verdikleri görülür.
Fuad Köprülü, Mübâhasâl-ı edebiyye ve Lisâniyye umûmî başlığıyle 3 Nisan — 6 Haziran, 1914’de neşrettiği makale dizisinde, yalnız sazşâirlerini değil, tasavvuf! halk edebiyâtını, tekye edebiyâtını, halk hikâyelerini de ele almıştır. Halk edebiyâtının bu muhtelif zümrelerini meydana getiren tarihî ve içtimâi sebebler, bu zümre edebiyâtlannın başlangıcı, eserlerinde nasıl bir hayâtı yansıttıkları, kullandıkları dil, vezin ve nazım şekilleri bakımından husûsıyetleri üzerinde durduğu görülür. Bu makale dizilerinin hemen hepsinde, daha çok 1,7 ve 9'uncusunda, Divân edebiyâtı’nın kuvvetlenip geliştiği asırlarda bu sınıf mensûblannın, Halk edebiyâtı’nı muhtelif husûsıyetleri bakımından küçümsemeleriyle, tahkirleriyle ilgili örneklere de rastlarız; her iki sınıf şâirlerinin, hangi tarihî ve İçtimaî sebeplerle biribirleri üzerindeki karşılık te’sirleri mes’elesine de dokunulmuştur [1]. Bu makale dizisi, Fuad Köprülü’nün ilerideki, yıllarca sürecek araştırmalarının verimi mühim makale ve eserlerinin temeli sayılabilir.
Fuad Köprülü bu makale dizisinden bir yıl sonra yayımladığı Aşık Tarzı’nın Menşe' ve Tekâmülü hakkında Bir Tecrübe başlıklı, üç-dört formalık bir eser teşkil edebilcek kadar etraflı incelemesinde, Türk kelimesine verilen alçatıcı ma’nâlan, sâde Türkçe yazanların küçümsenmesini, halk vezni ve eserlerine karşı duyulan nefret yüzünden sazşâirlerinin, Âşıklar m eserlerine de hisse isabet ettiğini, koşma, destan, v.b. şiirlerinin tahkirini, Hece vezni’yle İlâhiler yazan hakikî mutasavvıfların da bunlar gibi, Divân edebiyatı mensûblannca şâir sayılmadıklannı anlatan bilgi ve örnekler vermiştir. Bu arada, xvıı. asırdan başlayarak gittikçe kuvvetlenen mahallîleşme, millîleşme cereyânlarının te’siriyle, halk şâirleri tarzında koşma, türkü, destanlar yazan Divân, Tanzımât devri şâirlerinden Nedim’in, Âkif, Pertev, Ziyâ, Münıf Paşalar’ın v.b. şahsiyetlerin bu yoldaki şiirleri de ele alınmıştır; müellifimizin kaydettiği üzre, “Hâşim Bey Mecmuası gibi şarkı mecmualarını dolduran birçok türküler Âşık Tarzı’nın âlim ve câhil bütün halk sınıflan arasında nekadar,, beğenildiğinin, üstün görüldüğünün en kuvvetli bir delilidir [2]. ..
Buraya kadar üzerinde durduğumuz bu mes’elelerle ilgili çalışmalarını ömür boyunca sürdüren Fuad Köprülü, bunlara kattığı yeni bilgi ve örnekleri içine alan araştırmalannı yine ıgıs’de kısmen Türk Edebiyâtı’nın Menşe’i[3], 1928’de Milli Edebiyât Cereyânının İlk Mübeşşirleri ve Dıvân-ı Türki-i Basil[4], 1932’de Ozan [5], 1962’de Türk Sazşâirleri[6] adlı makale ve eserlerinde yayımlamıştır.
Tanzımât Devri Edebiyâtı’nda Halk Şâirleri’nin Tahkiri başhkh incelememizde, Fuad Köprülü’nün bu konudaki esâsh çalışmalarına ba’zı yeni bilgi ve örnekler katmağa çalışmıştık ; o makalemizde Ziyâ Paşa, Nâmık Kemal, Recâ’î-zâde Ekrem ile Muallim Nâcî’nin bir yandan sazşâirleri, Aşık Tarzı aleyhinde fikirleri, öte yandan o zümre edebiyâtı te’sirindeki şiirleri ele alınmıştır[7]. Divân edebiyâtı mensûblarının bu husûstaki fikirleri Fuad Köprülü tarafından esaslı, derin olarak incelendiği için, bu makalemizde, o devirle ilgili yeni bilgiler epeyi azdır; bu yüzden, Tanzimat, Servet-i Funûn, Millî Edebiyat devirlerine âid malzemeye daha çok yer verebilmiş bulunuyoruz.
Gelibolulu Mustafâ Ali, ağızlarına düşmeyecek şeyler üzerinde konuşmağa kalkışanlardan, böyle câhillerin ekâbir ve zürafanın meclislerine alınmamasından, bu gibi kimseler arasında, “însân-ı kâmil’e mahsûs olan nazm-ı beliğden dem urmağ,, isteyenlerin o rindler meclisinde gazel okumağa bile yeltendiklerinden bahsetmiş ve bunların şiirden anlamadıklarını ortaya koyan konuşmalarının bir örneğini de vermiştir 88]: Cür’et edip okudukları gazel dolayısıyle, “humakâ fırkasına rast gelüb inandırabildikleri takdirce, bu sözleri biz dedik fesânesin dahi derler[9]. Kat kalursa [10] Karaca Oğlun’a isnâd olunur ve Halil Abdal’ındır deyu rağbet kıhnur nice Varsağılar vardır. Husûsâ Mülk-i Ermen, Diyânbekir Zemmîleri’nden lezzeti bin nicmete benzer nice Hayalîler bisyârdır; biz ol denlu da mı olamazız güftesin söylerler. Eğer bu sözler mevzûn değildir denilse, hadd-i zâtında vezn eylemedik cevâbın verirler. Baczı mısrâlan kanı uzuıı ancak deyu sebebi sorulsa, fi nefsü’l-emr endâze urub ölçmedik deyu guftârı ile i'tirâf kılurlar ve eğer macnâları yok ve yanlış lafızları sâyir uyûbundan çok denilse, belki sevâd-ı lafz altında basılmış ola derler ve yâhûd macnâlart işte turayorur deyu macnâ lafzının hurûf-i müfredesin işâret ederler. Muhaşşıl-ı kelâm gazel'de nükte lâzımdır dine; işte nükte deyu nokta gösterirler. Sanâyicden lâ-buddür sözin söylense, biz bu sözleri bulunca, yazıp bu sûrete koyunca nice sancatlar hare etmişüz edâsını telaffuz kılurlar;
“Böyle nâ cinslerin mecal isini
“Bir görür dûzah^ile ehl-i vakar
“ Yalvarub Hakk'a biz dahi diyelim “
Ve kına Rabbena ^azâbe'n-nâr [11] „
Âli’nin bu ifâdelerinden halk şâirlerini nasıl küçümsediği, Divân gazeller’inden birşey anlamadıkları, câhillikleri yüzünden Karaca Oğlan, Halil Abdal gibi şâirleri beğendikleri, Bayalî, Varsağı denilen halk şiirlerinden zevk aldıkları, vezin ve kâfiye, edebî san'atlardan habersiz oldukları v.b. husûsıyetleriyle nasıl alay ettiği açıkça anlaşılır; haysiyetli, ağır-başh kimseler için bunların meclisinde bulunmağı Cehennem ateşine eşit saymaktadır; bu ateşin azâbından kendilerini korumasını Tanrı’dan dileği de, böyle şâirlerden nekadar çok nefret ettiğini gösterir.
Bir güzel derdiyle fâni dünyâda
Şu lallı canımdan bezdim, usandım
Gezer oldum dostlar çölde, sahrâda
Leylî’sın aldırmış Mecnûn’a döndüm
dörtlüğünün başındaki Şarkı-i Ayucu kaydiyle, koşmalar'ın kıymetsizliği belirtilmiştir. Nâbî’nin,
Yâr söyletti bana bû gazel’i ey Nâbî
Söyleye-söyleye ey taze zebânım diyerek
makta'lı şiirindeki fikirleri çürütmek, alaya almak için, Havâyî tarafından yazılan Nazire’deki,
Geveze etti gazeller’le Havâyî beni yâr
Söyleye-söyleye ey yanşak^ozân’ım diyerek
beytinde ozan, yanşak sıfâtıyle, ağzı yavan, tatsız sûrette geveze olarak vasıflandırılmıştır. Muhyî’nin Müsaddesinde’inde, baştan sona, sazşâirleri alay konusu edilmiştir; Muhyî, tanbur çalarak şiir okuyan, bakla salıp fal bakan, zarif ve azametli görünmeğe çalışan, Macni açmaktan, Muamma1 seçmekten hoşlanan halk şâirleri ile alay ederek, gönlünün bunlardan değil, şehirliden yana olduğunu anlatmıştır [11a].
İran edebiyâtının te’siriyle san’atlı gazeller yazan şâirlerimizin, halk şâirleri aleyhinde besledikleri küçümseme hissi ve tahkirin pek tabiî görülmesi gerekli olduğunu öne süren Fuad Köprülü’nün, halkın da şâir denilince kendilerini değil, sazşâirlerini anladığına dâir verdiği bir örnek de üzerinde durulmağa değer:
“Vehbî, Manisa’ya Nâib olduğu zamân, ahâlî, onun tanınmış bir şâir olduğunu haber alarak çok sevinmişler. Bir akşam, Manisa’nın en meşhûr a'yânından Kara Osman-zâde Ömer Ağa, bütün vilâyet ileri gelenleri ile berâber şâiri de konağına da'vet etmiş: Meğer herkes, İstanbul’dan gelen bu büyük şâirin sazını dinlemek merâkında imiş.. Hâne sâhibi münâsib bir fırsat getirerek, bütün orada bulunanlar nâmına, biraz saz çalmasını recâ edince, Vehbî, kendisini âşık zannettiklerini anlamış ve kendisinin saz değil, söz şâiri olduğunu anlatmağa çalışmış ; fakat buna karşı, sazsız şâir olabileceğine ihtimâl vermeyen Haci Ömer Ağa, muttasıl, gümüş telli sedefkârî tanburasını takdim ederek birkaç nağme niyâz edermiş... Mihnet-i Keşân'ında. bu vak'ayı mahâretle nakleden Keçeci-zâde İzzet Molla, evvelce yalan ve mubâleğaya hamlettiği bu vakcanın Keşan’da aynen başına geldiğini hazin bir edâ ile anlatır:
“Keşan camidinde imâm-î sağır
Sağır idi gerçi sığırdan kebir
Dedi: Bir-ikî müh sabr eyledik
Dil-i zâre sabr ile cebr eyledik
İşittik ki siz Şâir-i şâhsız
Masarif semâvâtınâ mâhsız
Değil haddimiz gerçi çaldırma saz
Gönül bır-ikı nağme eyler niyaz
Aleh-i rüzede elti ibrâm-ı tâm
Bana durma meşk el deyü bir makâtn
Dedim: Bedce çıkmıştı avazımız
Silanbul’da terk eyledik sazımız [12]„
İzzet Molla'nın bu mısraları, halkın, kendi zümresine mensûb şâirlerden zevk aldığını, şâir denilince sazşâirlerini anladığını ortaya koyduğu gibi, Divân şâirlerimizin de onları nasıl küçümsediğini aydınlatır. Bu karşılıklı küçümseme düşüncelerinin te’siri xvııı’inci asırda kaybolmağa başlamıştır; Divân şâirlerinin Hece vezni ve halk nazım şekilleri ile ; halk şâirlerinin de Arûz’la, Divân nazım şekilleri ile eserler verdikleri görülür. Nedim gibi, Keçeci-zâde îzzet Molla da halk şâirleri tarzında türkü yazmıştır [13]; Âşık Ömer’in mısrâlarını tazmin sûretiyle yazdığı beyitleri de vardır [14]; Gazellerinden birinde çağdaşlarının hoşlanmadığı Yunus İlâhîleri'ni beğendiğinden bahsetmiş ise de, bir başka halefindeki,
Cönk’üne Âşık Ömer anı yazar izzet’â
Böyle perişan söze defter-i divân galat
beytinden anlaşılacağı üzre, Âşık Ömer’in şiirlerini fikirce darma-dağınık, ma’nâsız, perişân olarak vasıflandırmıştır [15] .
XIX. Asrın ilk yarısında yaşayan şâirlerimizden Şeref Hanım,
Şeref â sencileyin bı-mâye
Ne cesâretle alur şfri dile
Senin^efâr-i perişanından
Yeğdir^, Âşık Ömer’in şicri bile
kıt’asında, kendisinin cevhersiz, rûhsuz biri olduğunu, şiir söylemeğe cesâret etmemesi lâzım geldiğini yazmış, tertibsiz, fikirce darmadağınık şiirlerinin yanında, Âşık Ömer’in nazmının bile daha üstün bulunduğunu öne sürmüştür ; bu fikri ile, îzzet Molla gibi, Şeref Hanım’ın da, Âşık Ömer’in şiirlerini düzensiz, perişân olarak vasıflandırdığını söyleyebiliriz. Bir Gazel'inin,
Asrımızda bunca şâir vâr iken bilmem neden
Gevheri vadisine bû itibâr olmak neden
maktac beytinde, Gevherî’ninki gibi, o yoldaki şiirlere, yaşadığı çağda kıymet verilmesini yadırgadığını, dolayısıyla böyle şiirlerden pek zevk almadığını ifâde etmiştir[16].
Klasik şâirlerimizin, rakiblerinin beğenmedikleri şiirlerini Geyik Destanı’na benzetmeleri gelenek hâlini almıştır ; xvı’ncı asırdan başlayarak, yalnız Tezkireler'ımıv.de değil, başka kaynaklarda da beğenilmeyen şiirler için istihza maksadıyle benzetilen şeylerden biri de Geyik Destanı'dır[17]. Mustafa Ali, “Aydın vilâyetinden kopan Monla Siyâhî ki şehir-oğlanından peydâ olmuş, muhalled hezliyyâtı Geyik Destanı'ndan ezdiyâd yutmuş bir gümrâh idi,, diyor ; onun bu ifâdesi, beğenilmeyen, hezeyân, saçmasapan sayılan şiirlerin, istihzâ maksadıyle Geyik Destanı'na benzetilmesinin xvı’ncı asırda sürdürüldüğünü isbât eder [18].
Hâfız tlyas, lakayt1'-i Latâ’if-i Enderün adlı, 1227-44 Y1*1 Ramazan’ları (1812-31) arasındaki, II. Mahmud devri'ne âid ondokuz senelik vak’aları içine alan eserinin 1235 (1820) yılı sonlarıyle ilgili vak’aları arasında Suitâniyye’ye Beşiktaş’tan hareket eden Saltanat binişi’nden, Pâdişâh’ın Boğaz-içi'ndeki bu gezinti yerine nasıl eriştiğinden, pehlivan güreşleri, tüfenkle nişan atma eğlencelerinden, mûsikî fasıllarından bahsetmiştir. Okunan şarkıları; bunları okumakta kimlerin usta olduğunu anlatırken, âdî şarkılar’dan,
Bir mecliste ol yâr ile bulundum
N’eylerim âh tâ ciğerden uruldum
'Şarkı sının, Suyolcu-zâde Sâlih ile nây-zen Mustafa Efendi ve Mülâzim Rifat Efendi’nin çağırmakta,, o devrin eşine az rastlanılır ustalarından olduğunu kaydetmiştir. Hâfız llyas, aslında hece vezniyle bir türkü olduğu verdiği iki mısrâdan anlaşılan bu besteli halk şiirini âdî şarktlar’dan saymaktadır; Arûz’la olan şarkılar için âdî sıfatını kullanmamış olması dikkati çekmekte, halk türkülerini küçümsediğini göstermektedir.
Hâfız llyas’ın kaydettiği bir başka vak’a, Seferli-odası ağalarından şâir Şemsî hakkındadır: Değersiz, hakir görülen gazeller'ı çalıp-çağırmakta epeyi şöhret kazanan, Odalar’da ufak-tefek fasıllara karışan Şemsî’nin çuhadârhk’a yükseltilmesinden beş-on gün sonra, Pâdişâh’ın huzûrundaki fasıllarda da çalmasına irâde-i seniyye çıkmıştır ; 7 Rebı I., 1240 (1 Kasım, 1824) Pazartesi gecesi katılmış olduğu fasılda, “beş-on nevc gazel ve dâstân gibi şeyler okuyarak saz çaldığı,, Pâdişâh tarafından görülünce, Ser-Kurenâ Baş-ağa, Saray’ca âlimlerden daha iyi bilen (Aclem-i culemâ) sayıldığı hâlde, hâtır için şâiri medhe mecbûr olmuştur. Pâdişâh’ın, bu medihler üzerine, şiirin nasıl olması lâzım geldiğini bilip anlayanları şaşırtıp aldatıcı, garibsenen yolda, “Uşbu güne fesâhat ve belâğat üzre nazm olunmuş eşcâr-i âbdârı mecmeanıza kaydetseniz dahi ziyâde kadr-şinâslığınız zahir ve âşikâr olur idi,, yollu latıfeleri üzerine, hemen o sâatte emr ve irâdeyi yerine getirdikten sonra, bu güftelerin ma’nâsı olmayan her sözü benim hâlimin ifâdesidir demesi, utancından perişân olan “bî-ziyâ Şemsî’yi,, neş’elendirip canlandırdıktan başka, Çakırcı Silâhdârh’ğına getirilmesine, dolayısıyla, “ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli,, veyâ çuhadan yapılmış perdenin dışında kendisine verilecek emri bekleyen, bir nevc hademelikten, Çukadarlık sınıfına mensûb olmaktan da kurtulmuştur. Bütün bunlar, o mûsikî ve eğlence gecesinde sazıyle gazeller, destanlar okuyup çalan Şemsî’nin himâye gördüğünü anlatmakla berâber, böyle şâirlerin Pâdişâh’ın bulunduğu meclise alınmasının, üstelik öğülmesinin yadırgandığı, şiirlerinin orada bulunanlarca küçümsendiği de anlaşılır [19].
Halk şâirlerinin küçümsenilip tahkir edilmesine, xıx’uncu asrın ikinci yansında da tanık olmaktayız: Hacivad ile Karagöz arasındaki bir konuşma tarzında tertiblenen yazıda, Hacivad’a göre Karagöz, şâir denilince Tavuk -pazan’ndaki, kahve-hânelerdeki saz çalan şâirleri anlamaktadır. Hacivad ona, Kalem şâirlerinden birinin,
Çıkub ebhâş-i hürriyyet miyâne Yayıldı bizde deyüzbin dehâne Bilir-bilmez girişti imtihâne Cemili herze-gûyân-î zamane Vatandır bunda uğrayan ziyâne
kıt’asını okur. Karagöz buna karşılık,
Çıkub ortaya bir şahs cavcavâne Kodî ığrâğıni tekrar miyâne Seni birgün çekerler imtihâne Sanursam uğradırlar çok ziyâne Neler icâb eder hükm-ı zamâne
naziresini okur[20]; kendisinin de Arûz’la böyle şiirler söyelyebileceğini anlatan bu kıt’ası Hacivad tarafından beğenilir. Yine Karagöz’ün, “Sen veznine, kâfiyesine bak !„ diyerek okuduğu,
Eğer uğrar isen birgün çibâne
Sakın bulma havasına bahane
Bahâyimken gelüb şimdi lisâne
Neler söyler hasedden yüne-yüne
dörtlüğüyle, bunun gibi yine Arûz’la, kâfiyece düzgün olan diğer kıt’alarını beğenmeyen Hacivad, “Karagöz, bunlar olmadı,, der. Neden beğenmediği sorusuna karşılık, “Canım, veznine tacnz etmiyorum ; lâkin sözleri âdeta kahve şâirleri şivesinde, ser-â-pâ saçma !„ cevâbını verir[21].
Abdü’l-Kerim Sâbit tarafından, İstanbul’da 1302-1303’de yayımlanan Berk mecmuasına taşradan, Mahmud Kemâleddin Fenâri’nin yolladığı mektupta, bulunduğu çevrenin câhilliğinden, taassubundan bahisle, Berk gibi mecmualar bir yana, “âdeta Âşık Ömer saçmaları bile kimyâ hükmündedir,, denilmektedir[22].
Müstecâbî-zâde İsmet Bey’in 1894’de yayımlanan, şiir için vezni, kâfiyeyi yeterli sayan, ma’nâ umurunda olmayan birini hicvetmek için dayandığı fikir, onun Âşık Ömer Divânı’nı okuduğu, onları şiir zannedip aklandığıdır[23] .
BİR MÜTEŞÂİR'E
Okumuş Aşık^ömer Divân'tn Anlan şfr sanub aldanıyor Hiç kaydinde değildir ma'-nâ Şifi mevzun ve mukaffa sanıyor
Servet-i Funûn, bir başka deyişle Edebiyât-ı Cedide devrinde, en çok Cenab’ın şiirleriyle ma’nâsı açıkça anlaşılamayan birçok terkipler dilimize girmeğe başlamıştır; böyle şiirler, biraz da, Fıransız sembolistlerinden nakledilen, fakat tam bir ifâde şekli bulamayan mübhem, açıkça belirtilmeyen fikirler yüzünden edebiyatımızda bir gerileme örneği sayıldı. Bu gibi şiirlerden bir ma’nâ anlaşılmadığı hakkında münâkaşalara yol açan, elimizdeki malzemeye göre, yanılmıyorsak Ahmed Midhat’in bir makâlesi oldu; onun i Mart, 1313 (13 Mart, 1897)’de, Sabah gazetesinde yayımlanan Dekadanlar başlıklı makâlesi, epeyi uzun süren münâkaşalara yol açmıştır [24]. Bu sıralarda, Mehmed Emin’in Türkçe Şiirler adh eserinin 1898’de yayımlanmasından sonra, yüzyıllar boyunca sürüp giden Sâfî Türkçe, Sâde Türkçe, Hece vezni’yle sazşâirlerimiz yolunda şiirler yazma fikir ve temâyülünün kuvvetli bir cereyân hâlini alması, bu yoldaki münâkaşaların sürüp-gitmesi de, Dekadanlar münâkaşasıyle ayni yıllara rastlar [25]. Mehmed Celâl’in Edebiyât-ı Cedide adlı epeyi uzun hicviyesinde ma’nâsız ve sazşâirlerinin şiirlerine benzer eser verenler Âşık Ömer’e benzetilmiş, dolayısıyle o zümre şâirleri küçümsenmiştir [26]:
Sen ner’desın^ey debdebeli şanlı Fuzûli
Kaldır başını, aç yüzünü bak neler^oldu
Şicrin —ne tuhaf-— kalmadı bir zevki, usülü
Halkın kimi Verlaine, kimi Âşık ömer^,oldu
Sen ner’desin^ey Hazret-i Rühı-i suhanver
Aşâr-i ğarıbâne-ı ruhun unutuldu
Hicviyeleriyle ün kazanan Eşref, Nâmık Kemal için, “Zannolunduğu kadar âlim değildir,, fikrinde olanlara karşılık, “Âlim olmak başka, edıb olmak başkadır ; benim i’tikâdımca şâir olmak da yine başkadır ; fakat hepsinde derece-derece feyz-i cÂli-i İlâhî lâzımdır. Âlim olmak, edıb olmak çalışmakla olur ; fakat şâirlik bahsine gelince, bu meslekin tabakât-ı 'âliyâtında neşr-i envâr-ı kemâl eden Ziyâ Paşa merhûm ve emsâli gibi hem âlim, hem şâir olmak caliyyü’l-aclâ ise de, ervâh-ı ezelde feyyâz-ı tabiat biraz bezl-i âtıfet etti mi bir câhil de nasibi kadar şâir olur; misâli ben’im !„ diyor. Tabıatin biraz lutfu ile kaderince şâirlik payı düşmeyen câhil müteşâirler demekle, halk şâirlerini kasdetmiş, bu münâsebetle bir otel kahvesindeki müşâareyi kaydetmiştir:
Birisi — Yârim hamamdan çıkmış terlemiş
Diğeri — Mendiliyle evvel terini silmiş
Kahvenin üstündeki otel odasında bulunan, bu mısrâları dinleyen Deli Mehmed’in bu şâirleri tahkir eden müstehcen bir mısrâ’ını, bundaki fikri fi’len de yerine getirdiğini yazan Eşref, karşılıklı şiir söyleyen iki şâirin, “Vay, bizi tahkir ediyor diye, Deli Mehmed’i yaka-paça tutup Cezâ Reisi’nin huzuruna,, götürdüklerini, Reis’in emriyle elli sopa vurulmasına karâr verildiğini anlatıyor. Bu örneğin dikkate değer tarafı, Deli Mehmed’in, kabâhatim nedir diye yakınmasına karşılık, Reis’in verdiği cevaptır : Reis, onun okuduğu mısrâ’ı, buna uygun müstehcen fi’lî hareketini, o müşâaredeki mısrâları tahkirini hafif bulduğu için Deli Mehmed’i cezâlandırdığını anlatan, “Neye s..madın kerata !„ demesidir [27].
Yine şâir Eşref, Gibidir başlıklı şiirinde Sultân Abdü’l-Hamıd’den, Seyhü’l-îslâm’dan başlayarak o devrin muhtelif Nâzırlar’ını, bu arada Maârif Nâzın Zühdî Paşa’yı da hicvetmiştir; Zühdî Paşa’nın Tûti-Nâme, Âşık Kerem, Köroğlu hikâyelerini beğenmesini, câhilliğini anlatmak için onlara ne bakımdan benzediğini hiciv ve istihzâ unsuru olarak kullanmıştır [28]:
Bu ne kudret ki Elif-Bâ’jı okur ezberden ;
Tûti-Nâme onun Rindinde Gülistan gibidir !
................
İlm ve cehlin hele birleşti vucûdü,cademi !
Vakt-i tactile şebıh etti bu kıymetli dem’i !
Olarak yâd-i selef hazretinin mültezimi :
Dâhil-ı cedvel^eder Vak^a-ı Âşık Kerem’i ;
Nâzımın bû eseri ders-i debistân gibidir !
Varsa handân-ı cihan : Onda tevali elmiş ;
Bir şakı sanki vegârelle temalı etmiş !
Sanki Kör-oğlu maârifle lehallı etmiş !
Kahve-kahve dolaşan ha'zı gazel-han gibidir !
.................
llm ve irfanda da Kör-oğlu’na akran gibidir !
Mehmed Emin’in üslûbu te'sirinde, sazşâirlerinin eserlerine benzetilerek yazılan şiirlere xx’nci asrın başlarında yine rastlarız ; Süleyman Nazif ile Faik Reşad’ın karşılıklı mektuplarından, böyle şiirlerden yana olmadıkları anlaşılır :
Filorinah Mehmed Nâzım’ın Sünbülistân-ı Mûsiki adlı eserinin başındaki takrizlerden biri, Faik Reşad’ın müellife yazdığı 25 Teşrinisani, 1322 (8 Aralık, 1906) tarihli mektubudur; bu takrizde, şarkıların ma nâ, dil, ifâde bakımından herkesçe anlaşılacak tarzda olması lâzım geldiği, hangi şâirlerimizin bu yoldaki eserlerinin böyle olup-olmadığı, eskiden pek mükemmel şarkı mecmuaları bulunduğu, son zamanlarda neşredilen böyle eserlerde ise, “birtakımı şarkı nâmına vezin ve ma’nâ ve hattâ imlâdan,, yoksun sözlerden, birtakımı da kanto denilen acâyip şiirlerden ibâret olduğu üzerinde durulmuş, Sünbülistân-ı .Mûsikî gibi ele alınmağa, okunmağa değer edebî eserleri içine alan şarkı mecmualarının, bu sâhada esâslı bilgiye sâhip olanlar tarafından çıkarılması beklenildiği öne sürülmüştür[29].
Süleyman Nazif, Fâik Reşad’a Bursa’dan yolladığı 27 Eylül, 1323 (10 Ekim, 1907) tarihli mektubunda, tarihî, içtimâi, edebî şarkılar’ı içine alan bir mecmua tertip etmesini teklif etmiş, bunlara örnek olarak verdiği ba zı türkü ve şarkılar'm değerli, mühim olduğunu da belirtmiştir: Geçen Yunan savaşında (1897) söylenilen,
Eğil dağlar eğil üstünden aşanı
mısrâıyla başlayan türkünün bütün memleketin duygularını uyandırdığından bahseden Süleyman Nazif'e göre, bir köylünün yarattığı.
Al, yeşil bayrağı gelin mı sandın
mısrâ’ı kolayca söylenilmiş gibi görünen, fakat güçlükle söylenilebilecek bu schl-i mümtenic pek çok duygu ve tasviri içine almaktadır. Şarkı mecmualarına alınması gerekli böyle tarihî savaş türküleri yle ilgili başka örnekler de vermiştir: “Geçen Rus muharebesi i’lân olunurken (1877) sekiz -dokuz yaşında bir çocuktum. Bizim diyarın dağ ve vadilerini inleten türkülerden hatırda yalnız şu iki parça kalmış; birisi şöyle başlıyordu :
“Bu dağın ardında Redif sesi var
“Açın çantasını bakın nesi var
“Bir çift kundurası bir dal fesi var
“Bu üç mısra, o kahraman Anadolu ordusunun o zamânki şekil ve hâlini, Levâzım dâirelerinin en sahih kayidlerinden daha vâzih ve mükemmel tacrıf ediyor,, demektedir. Verdiği öteki örnek,
Silâhları çatlılar
Gölgesinde yattılar
Dediler aylık çıkmaz
Çantaları sattılar
dörtlüğüdür. Süleyman Nazif, bu sözlerde ne bir ta’riz fikri, ne bir kırgınlık belirtisi bulunmadığına dikkati çekmiş, bu tabiî türkülerin unutulup gittiğinden dolayı yakıntnıştır. Arûz’la yazılan savaş şarkısı'na verdiği örnek, Yavuz Sultan Selim’in Arabistan seferlerinin sürdüğü sırada îbn Kemal’in okuduğu, Orduy-ı Humâyûn’da sıcağı-sıcağına bestelendiğinden bahsedilen dörtlüktür [30]:
Nemiz kaldı aceb mülk-i
Ar ab'da İşimiz ne bizim
Şâm ü Haleb’de
Bütün yaranımız zevk ü tarabde
Gel__ey dil, gidelim Rûm illeri’ne
Fâik Reşad, ayni konuda, Süleyman Nazif e yazdığı mektuplarından 17 Ekim, 1907 tarihlisinde edebiyâtımızda tamâmıyla Acem zevkına, Acem tarz ve şivesine mağlûb olduğumuz için, Nazifin verdiği örnekler yolunda söylenilenleri gözden uzak tuttuğumuz, değerlendirmediğimiz için, “şimdi onları bulup meydâna çıkarmak müşkil..,, diyor ; daha çok Mehmed Emin’in, onun te’sirinde yazılan Türkçe şiirlerin bayağılığı, kabalığı üzerinde durmuştur: “...her neden ise böyle nâ-mevzûn, ya’ni Arûz-ı rna'rûf evzânına gayr-i mutabık sözlere merak etmemiş olduğu,, için, Hece vezni’nin kullanıldığı şiirleri beğenmediği, dolayısıyle, halk şiirlerini, Türkçe şiirleri beğenmeyişinin bir sebebi de, Arûz vezni ile yazılmayışları olduğu anlaşılır[31].
Halk şiirlerinin küçümsenmesine yol açan fikir cereyanlarından bir başkası, xx’nci asrın başlarında da yer alan dilde Tasfiyecilik münâkaşalarıdır. Süleyman Nazif, 9 Eylül, 1909’da neşredilen makalesinde, halk ile okumuş zümrenin ayni olmadığı için, dilin halk seviyesine indirilmesini yersiz bulduğu üzerinde durmuştur. Halk edebiyâtını inkâr etmiyor; onların eserlerinin halk diliyle olmasını tabiî buluyor[32]. Her ilerileyişin, olgunlaşmanın o çevreyle ilgili birçok sebeplerin te’siriyle kendini gösterdiğini, buna ayak uyduran okumuş zümre ile, bu terakkinin dışında kalan halk şâirlerinin eserleri arasında fikir, hayâl bakımından da farklar olduğunu öne süren Süleyman Nazif, bu düşüncesini isbâtlamak için, Kemal'in Vatan Kasidesi’nden aldığı iki beyitle, bir Koşma’dan seçtiği dörtlüğü örnek vermiştir:
Biz__,ol '-âli-himem erbâb-ı cidd ü içtihadız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten
Biz_ol ulvi-nihâdânız ki mtydân-î hamıyyelle
Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelleten
“bedıcası„ nın,
Yağıların bizden koparken ödü Yine durmaz bize verir öğüdü Sönük durur Ertuğrul’un Söğüd’ü Mum, dibine ışık vermez demişler
Koşma’sının karşılaştırılmasını tavsiye ediyor [33]. Bu fikrini öne sürdüğünden dokuz yıl sonra da, halk şâirleri gittikçe kıymet kazandığı, onların te’sirinde pek çok şiirler yazıldığı sıralarda bile düşüncelerinde bir değişme olmadığı görülür: Eserlerin devirlere ayrılmasından hoşlanmadığını söylüyor; “Fuzûlî’yi, Nedim’i seviyoruz da, n’için,
“Vermem sana (ek benden^elin ey Melekü’l-mevt
“Cananıma nezr eylediğin cana dokunma
“beytinin kâ’ili olmakla meşhur bulunan Âşık Ömer’e o iki üstadın sarây-ı iştiharında bir kapuculuk olsun vermiyoruz,, ; “eskilere hissen fazla bağhyınıı, ilk zevk ve idrâkimi onlar geliştirdi. Kırksekiz yaşındayım; artık zevk değiştirmem, ne yazık ki mümkün değildir,, diyor[34].
Ali Ernirî, xıx'uncu asır şâirlerinden, saz çalmakta usta olan Cedidî’yi epeyi mizahi ifâde kullanarak tanıtmıştır: “‘Âmiyâne nazm-ı mevzûn inşâd eden kahvehane şâirlerindendir. Libâs-ı hünerden câri bir ümmî olduğu hâlde haylice sözler yazmıştır,, diyor. Tanıdığı başlıca şâirler arasında Âşık Ömer’i üstün tuttuğu, Gevherî'yi, Âşık Garib’i çok beğendiği, Emrah’ı candan arkadaş bildiği Cedidî'nin, “sazının tellerinin sadâsı kahvehânenin içini dolaşmağa başladıkça san’atindeki mehâreti,, kahvehâne köşesinde oturanlarca takdir olunduğunu, şiirler tanziminde uzun süre uğraştığı için tabiî bir isti’dâd kazandığım, “ba’z.an güzel sözlerine de tesadüf,, edildiğini anlatıyor; böyle güzel sözlerine verilen örnek ise, halk edebiyâtına mahsûs bir şiir değil, Arûz’la olan bir .ça^e/’inin birkaç beytidir [35].
Rizâ Tevfik’m Âşıklar[36], mutasavvıf ve tekye halk şâirleri, sazşâirleri hakkındaki makale ve musâhabelerinin çoğu 1914'de yaımlanmıştır[37]. Bunlardan Hikemî Destanlar başlıklısında, halk şâirlerinin muhtelif konulardaki destanlarından birkaçını ele almıştır. “Geçenki makalelerimin birinde epique, ya’ni kahramanlığa müteallik destanlardan başka, tuhaf destanlar söylenmiş olduğunu bilmiyorum demiştim,, dedikten sonra, zen -perest ve başkaca konularda destanlara son günlerde rastladığını anlatmıştır: “Garibtir ki onbeş senedenberi devâm eden tahkikatımda bir dânesine rast gelemediğim hâlde, bundan sekiz-on gün evvel elime geçen, parça-parça birkaç mecmuada altı-yedi dânesine rast geldim ki hakikaten ehemmiyetli şeylerdir. Birisi insan hakkında, birisi kuşlara dâir, birisi nasihat makamında, ilâ âhire... Biri de Saçmaviyâl destanı’dır ki zâhiren saçma sözler manzumesinden ibâret göründüğü hâlde hakikatte hiç öyle değil ; ğâyet kinayeli bir edâ ile nasihat veriyor.,, Konu bakımından değişik destanların birkaçından daha bahseden Riva Tevfık, Âgâhî’nin muhtelif kuş nevi’lerini ele aldığı destanı ile, Rahmi Baha’nın Saçmavıyât destanını neşretmiştir. Verdiği dip-notta, böyle destanları içine alan defterin çok câhil biri tarafından yazıldığım, birçok yerleri bozulmuş olduğunu, birçok kelimelerin okunamadığını da yazmıştır [38]; bunlar neşrettiği metinlerden de anlaşılmaktadır.
Bir Cevâb—Rigâ Tevjik Bey’e başlıklı tenkıd, yanılmıyorsak, Ömer Seyfeddin tarafından bu makale üzerine yazılmıştır: İstihzâlarla, alaylarla dolu bu tenkıdde, onun kendisini büyük görmesinden, Avrupa’daki dostları ile mektuplaşmaktan öğündüğünden, kendisine filolog süsü vererek destanlar neşrettiğinden bahsedildikten sonra, deslanlar’ı küçümseyici şu fikirlere yer verilmiştir :
“Destanlara eser diyorsanız bıravo size.. Behçet Efendi’yi, Eyûblu Şükrî’yi, Tanburacı Niyâzî, Kıvırcık Emin, Deli Sıdkî ve arkadaşları gibi külhanbeylerini bulunuz. Onlarda, hem okunaklı bir sûrette yazılmış binlerce destan var. Her gün birini kopya,, edersiniz: “îşte, benim istifâde edemediğim bir menbac„ deniliyor [39].
Rizâ Tevfik’ın, kendisiyle bir mülakatta bulunan Ruşen Eşrefe Ömer Seyfeddin hakkında hemen-hemen hiçbir şey söylemeyişi, onun bu düşüncelerinden, istihzalarından oldukça alındığını gösterir[40]. Rifat Celâl'e, 1914'de yayımlanan Felsefe Dersleri adlı eseriyle birlikte yolladığı mektubunda, “Âşık tarzında ba’zı şiirler yazdım idi; hâlbuki böyle demokratik bir teveccühe mazhar olacak kadar da âdî şeyler değildi,, demesi, bu yolda en başarılı örnek verenlerden biri olan Rizâ Tevfik’ın bile, o şiirlerinin, halk tarafından beğenilecek kadar bayağı, aşağı seviyede olmadığını söylemesi, bir bakıma yakınması da ovie şiirleri küçümsediğini ilâdc eder[41]. Onda bu düşünceyi uyandıran şeylerden biri, Niğde’nin Kil ise-Hisar köyünde,
Felâket bağını gezdim serseri
Feryâd ve zânmı duyan kalmamış
mısrâları ile başlayan bir Âo/ma’smın, bir sazşâiri tarafından çalınıp söylenilmesi olsa gerektir[42].
Halk şiirinin beğenilmeyişi, küçümsenmesi yalnız ma'nâ bakımından değildir ; onlarda kullanılan nazım şekillerinin, Hece vezni’nin ma’nâyı geniş ve derin olarak ifâdeye elverişsizliğinin, şiirden beklenilen âhengi sağlamağa yeterli bulunmadığı düşüncesinde olanlar da vardır. Mehmed Emin Y’urdakul’un, Halk edebiyatında kullanılan nazım şekillerinden. Hece vezni nin ba zı kalıplarından yana olmadığı, bunun sebepleri, kendisine bu husûsta sorulan şeylere verdiği cevâbından anlaşılır :
Zamânla dilimiz sâdeleştiği için, “bu tasfiye edilmiş lisânla yazılacak şiirlerin tabiî vezni,, Aruz olmadığından ve olamayacağından, “kendi veznimizi kullanmak icâbediyordu. Kendi millî, ya’ni Hece vezni’mizse, dervişlerin ilâhiler'inde, nefesler'inde, Âşıklar’ın koşmalar'ında, destanlar \nda ve halkın türküler'inde vardı. Tabiî biz bunu kabûl ettik ve buna bir genişlik, bir inkişâf vermeğe çalıştık.,,
“Rizâ 1 evfık Bey’le, İhsan Râif Hanım’ın şiirleri şüphesiz çok makbuldür; fakat biz eğer yalnız o şekillerle iktifa etmiş olsaydık, heyecânlanmızı terennüm edecek sâha çok dar kalacaktı; hâlbuki istedik ki hangi şekil heyecânlanmızı edâ edebilecekse o ihtiyâr olunsun. Bunun içindir ki biz muhtelif şekiller ihtiyâr ettik. Şekil rûha tâbi’dir, değil mi? O ruhların terennümü neyi icâbettiriyorsa, ona, o vezni kullanmak lâzım gelir. Nitekim, en büyük Şâir-i Tabiat’in çaldığı saz da tek telli değildir; onun nice bin teli ve nice bin nağmesi vardır. îşte bunun içindir ki biz türlü-türlü şekiller aldık[43].,,
Hece vezni’yle bir tek şiiri bulunmayan, halk nazım şekillerini kullanmayan Ahmed Hâşim, mâzîye dönüşten, eski şeylerin canlandırılmasından yana olmadığını yazmış, Millî Edebiyât devri’ne âid şiirleri de ba’zı bakımdan ele almıştır: “Tatarca, Uygurca veyâ Arabca olmayan ve sırtında sekizyüz-dokuzyüz senelik ihtiyâr bir mâzî taşımayan her eser, mütefekkirlerimiz tarafından artık ciddiyetle telakki edilmeğe lâyık görülmüyor ; yaşım-başını almış şâirler, Sone’den GazePe avdet etti; körpe nâzımlar eski Âşıklar tarzında Koşmalar ve Mâniler düzüyor,,; “Genç şâirler parmak hisâbıyle Afâni düzmeğe başlayalı...,, cümleleriyle Hece veznini, okumuş sınıf şâirlerinin sazşâirleri te’sirindeki şiirlerini beğenmediğini kasdetmiş, fakat dolayısıyle halk şiirlerinden zevk duymadığım, onların te şirinde kalınmağa, taklid edilmeğe değer eserler olmadığını da anlatmıştır[44].
Bu incelememizin başlangıcında kaydettiğimiz gibi, tarihî hâdiselerin, Islâm medeniyetinin kabûlünden sonra içtimâi bünyemizdeki ba’zı değişme ve gelişmelerin, siyâsî Tanzimat’tan sonra Garb medeniyeti nufûzunun gitgide artmasının her sahada olduğu gibi fikir hayâtımızda, dolayısıyle edebiyâtımızda da te’sirleri görülür. Yabancı te’sirlerin kuvvetlenip artmasıyle at-başı olarak mahallilik, milliyetçilik cereyânlan benliğimizi bulmağa yönelik tabiî yolunda ileriledikçe halkta sakh kendimize öz kavnaklar değerlendirilmeğe başlanılmıştır. XVIII’inci asırdan i’tibâren sâde Türkçe, Hece vezni, halk nazım şekillerini kullanma temâyülleri daha yaygınlaşmış, Tanzımât devrinin başta gelen şâirlerinden birkaçı, az da olsa, bu sâhada şiir yazmağı denemişlerdir. Milliyetçilik cereyânının kökleşmesinde, her sınıf halkı bütünleştirip kaynaştıran savaşların, 1877 Türk-Rus, 1897 Yunan Savaşı’nın te’siri de vardır. Garb te’sirini yayma bakımından Tanzımâtcılar’dan daha ileri giden Servet-i Funûn şâirlerinin, başta gelenlerinden çoğu tarafından halk şâirlerimiz lâyık olduğu ilgiyi göremedi; buna karşılık, 1896-97’den sonra, xx. asnn ilk yıllarını da içine alan kuvvetli bir mahallilik, milliyetçilik cereyânı görülür: bundan yana olanları, Mehmed Emin’in Türkçe şiirlerinin ve sazşâirlerimizin üslûbuyle eser verenler olmak üzre ikiye ayırabiliriz.
1908’den başlayarak kurulan Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve bunun devâmı Türk Ocağı’nın ; Tırablus, Balkan, Birinci Dünyâ savaşlarının milliyet fikirlerinin dal-budak salmasında mühim te’siri olmuştur. Îçtimâî bünyemize, millî tarih ve edebiyâtımıza âid araştırmaların, ileri sürülen fikir ve nazariyelerin uygulanması yolunda verilen edebî örneklerin te’siri de mühimdir. Bu arada, halk edebiyâtı üzerindeki araştırmalar da bu sınıf şâirlerinin, eserlerinin kıymetini ortaya çıkarmış, onların küçümsenmesini önlemiş, takdir ile karşılanmasının, bu millî kaynaktan faydalanılması gerekli bulunduğunun anlaşılmasını sağlamıştır. Millî Edebiyât devri şiirinin başlıca vasıflarından birini çok sâde Türkçe, halk nazım şekilleri, Hece vezni ile, yarım kâfiyeler, halk teşbih ve ta’birleri kullanılarak verilmiş eserler, dolayısıyle üslûb bakımından halk şiiri te’sirinin zaferi teşkil eder. Bu zafer, daha çok Balkan Harbi yıllarından başlayarak birkaçı dışında hemen bütün şâirlerimizin en çok Âşık Tarzı olmak üzre tekye ve tasavvufi halk şâirleri üslûbunda, mâni, türkü, destan, koşmalar ve Nefesler, İlâhîler yazmalarına yol açmış [45], halk şâirleri ile onların üslûbu te’sirindeki şiirlerin asırlar Boyunca küçümsenip hakir görülme düşünceleri de artık ortadan kalkmış, o geçmiş yıllara gömülmüş bulunmaktadır.
Ankara—5 Nisan, 1983