Arap Yarımadasına Nasrâniyetin giriş tarihini tam olarak tespit mümkün olmamakla birlikte; Kilise ricali bu tarihi, Hıristiyanlık tarihinin ilk günlerine kadar götürmeye çalışmışlardır [1]. Fakat bu, yine de araştırılmaya muhtaç bir konudur. Bununla birlikte çok erken devirlerde Hıristiyanların Arap Yarımadasına gelip yerleştikleri veya Hıristiyan davetçilerinin Araplar arasında müntesipler temin ettikleri konusunda kaynaklarda bilgi verilmektedir [2]. Buna rağmen Araplar arasında Hıristiyanlık, geniş halk kitlelerine intikal etmemiştir. Bunun sebebleri arasında, Arapların “Putperestliği Milli Bir Din” olarak benimsemeleriyle, hürriyetlerine bağlı oluşlarının tabiî sonucu, yabancı dinlere iltifat etmeyişlerini gösterebiliriz[3] .
İslâmın zuhurundan önce, Arap Yarımadasında Hıristiyan topluluklarının bulunduğu belli başh merkezler Tağlip, Gassân ve Kudâa, Eyle, Dumetul-Cendel, Tayy kabilelerinin yaşadığı bölgelerdi. Ayrıca yarımadanın güneyinde Necran, Hıristiyan merkezlerinin en güçlüsü ve etkili olanı idi[4]. Bilhassa Necran’da Hıristiyanlar, inanç itibariyle çok zor şartlar altında kalmış olmalarına rağmen; varlıklarını, İslâmiyetin ilk devirlerine kadar sürdürebilmişlerdir[5].
İslâmın zuhuru anında Arabistan’da bulunan Hıristiyan cemâatleri yalnız bunlar değildir. Bu belli ve çok önemli merkezlerin yanında ayrıca Mekke’de köle, tüccar veya misyoner olarak yaşayan bir Hıristiyan Cemaâtinden; Mekke’ye bilhassa dil yönünden tesiri olan EHABtŞ Kabilesinin arasında bulunan Hıristiyan Topluluğundan ve Hire Hıristiyanlarından da bahsedilmiştir [6].
Arap Yarımadasında bulunan Hıristiyanlar konusunda dikkatimizi çeken bir diğer konu da, itikad yönünden çok farklı gruplara ayrılmış olmalarıdır. Daha IV. Milâdi asırda sayısız fırkalara bölünmüş olan şark Hıristiyanları, bu tefrikalarını İslâm futûhatı altında bile sürdürmüşlerdir. İslâmın zuhûru anında bilhassa Hire’de ve Güney Arabistan’da yaygın olan Nesturi[7] fırkası ile Gassan ve Şam havalisinde yaygın olan Yakubiye ve diğer bölgelerde nüfuzu görülen Melkitler (Milkaniyye) dikkatimizi çekerler[8]. fakat bu fırkalar arasında, Arabistan’da en çok yayılma şansını Nesturiler bulmuşlardır. Nesturi Hıristiyanlığı, Kuzey ve Güney Arabistan’a çabucak nufuz etmiştir[9].
Hz. Muhammed (S.A.V.)’in risaletle vazifelendirildiği VII. asrın başında Arap Yarımadasındaki Hıristiyanların durumu aşağı yukarı bu merkezde idi. Hz. Muhammed, İslâm Peygamberi sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta vahyin ilk günlerinde Hz. Haticeyi ve Hz. Muhammed’i teselli eden Varaka b. Nevfel de Incil’in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyandı[10] .
İslâmiyetin beşiği olan Mekke'de daha başlangıçtan itibaren Hz. Peygamberin Hıristiyanlarla münasebeti, dostane hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risaletten üç yıl gibi kısa zaman sonra, Ehl-i Kitap Bizans’ın, mecusi İran’a mağlubiyeti, Mekke’de Müslümanları üzmüş, Allah’da kendilerini teselli eden ilahi vahyini göndermişti[11] .
İbn tshak oldukça karışık bir ifadeyle, Hz. Muhammed (S.A.V.) daha Mekke’de iken yirmi kişiye yakın Habeşli Hıristiyanın Kabe’de Peygamberle karşılıklı konuşup, münakaşa ettikten ve Kur'an-ı Kerim dinledikten sonra kendi kitaplarında tavsif edilen gelecek Peygamberin Hz. Muhammed olduğunu kabul ederek İslâmiyete girdiklerini ve Ebu Cehl’in bunlarla münakaşa ettiğini nakleder [12]. Sonra da “Denilir ki bu Hıristiyanlar Necran ehlindendir”. diyerek bunlar hakkında nazil olan ayetleri sıralar[13].
İslâm Peygamberinin, Hicretten önce ilk sempati duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği ilk Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Hz. Muhammed, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan’a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmişti: “İsterseniz ve elinizden gelirse Habeşistan’a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allâh a’sân edinceye kadar orada kalın” [14].
Hz. Peygamberin bu isteğine hemen Allah Resulünün sahabelerinden bir kısmı uymuştu. Bunların içinde Hz. Muhammed'in amcazadesi Ca’fer de vardı. Burada Hz. Peygamberin, onlara: Necâşiye hitaben yazılmış bir tavsiye mektubu yazmış olmasını düşünmek mantıkî olur. Bu mektupta Hz. Muhammed (A.S.), önce İslâmın tevhid inancını, Allah telakkisini ortaya koymuş sonra İslâmın Hz. İsa’ya bakışını belirtmek üzere “ve tasdik ederim ki, Meryemoğlu /sa, Allah’ın Ruhul-K'udusû ve bakire,faziletli, kendisine dokunulmamış Meryem’e bıraktığı kelimesidir. Allah, Ademi (A.S.) kendi eliyle yarattığı gibi onu da Ruhu ve üflemesiyle yaratmıştır” demiştir. Ayrca Necaşiye hitaben yazılan mektupta, Necaşi İslâma davet edilmiş, amcazadesi ve beraberindekilere misafirperverlik yapılması istenmiştir[15].
Fakat Mekke müşrikleri bu hicretten memnun olmamışlar ve derhal Habeşistan’a bir murahhas heyet göndererek Müslüman mültecilerin iadesi için harekete geçmişler bu işin tahakkuku için de Abdullah b. Ebî Rabiâ ile Amr İbnü’l-Âsı seçmişlerdir[16]. Habeşistan yöneticilerini kendi lehlerine çekmek, mültecilerin iadesini sağlamak için bol miktarda hediyelerle Habeşistan’a gelen Mekke müşrik elçileri, ilk anda kendilerinin destekleneceğine dair teminat almışlar ve Necaşi’nin huzuruna çıkma imkânını elde etmişlerdi[17]. Fakat yapılan konuşmalardan sonra, Necâşi bir defa da Müslümanları dinlemek istemişti [18]. Necâşi’nin huzuruna gelen Müslüman mültecilerden Necâşi, dinleri hakkında bilgi istemişti. Necâşi’nin sorularına Hz. Peygamberin amcazadesi Ca’fer cevap veriyordu [19] . Necâşi, İslâm hakkında Ca’fer’in verdiği izahattan sonra Hz. Peygamberin Allah’tan getirdiğinden bir şeyler okumasını da istemişti[20]. Câ’ferde “Meryem Suresi”nin[21] baş kısmını okumuştu.
Verilen izahlar ve okunan ayetler karşısında tatmin olan Necâşi hislenmiş ve şöyle demiştir: Bu nûrun kaynağı Hz. İsa’nın tebliğininkinin aynıdır. Sulh içinde gidiniz, ben sizi asla bu müşriklere teslim etmeyeceğim [22]”.
Durumdan son derece üzülen Mekke Müşrik elçilerinden Amr İbnu’l As, bir taktikle Necâşi’ye gelerek “Müslümanların Hz. İsa hakkındaki inançlarının Hıristiyanlar gibi olmadığını ve onun kul olduğuna inandıklarını bildirdi. Müslümanları çağırarak İsa hakkında kendilerine sormalarını istedi[23]. Yeniden toplanan Müslüman mültecilere, Necâşi şöyle demişti: “Söyleyin bakalım, Meryemoğlu İsa hakkında ne dersiniz?” Tekrar söz alan Ebu Talip oğlu Ca’fer: “Biz İsa hakkında Peygamberimizin bize getirdiklerini söyleriz: İsa, Allah’ın kulu, elçisi, ruhu ve onun bakire Meryem’e verdiği (ol) emri (kelimesi)dir”. Bunları duyan Necâşi yere eğilip bir çöp almış ve Tanrıya andolsun ki, senin Meryemoğlu İsa hakkında söylediklerin şu çöp kadar onun gerçeğinden farklı değildir; demiştir[24].
Necâşi’nin bu sözlerinden ve Hz. Peygambere yazdığı mektuptan dolayı Hz. Muhammed (A.S.) onun Müslüman olduğu neticesine varmış, Necâşi’nin vefatında Medine’de givabi olarak cenaze namazını kıldırmıştır[25].
Müslümanların Habeşistan’a yaptıkları bu Hicret çok sayıda Habeşlinin İslâma gelmesine vesile olmuştur. Habeş mültecilerinin kesin sayısı bilinememekle beraber, Hz. Peygamberi ziyaret etmek üzere bindikleri (birçok geminin) batmış olması, muhtedilerin çokluğunu gösterir. Sağ-sâlim hedefine ulaşanlar arasında Necâşi’nin bir oğlu da vardır. Hz. Ali ile kardeş olan bu prens, Habeşistan tahtının varisi olmak hakkından dahi vazgeçerek Habeşistan’â dönmeyi reddetmişti [26].
İslâm-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülür. Hz. Peygamber, Medine İslâm Devletinin temellerini attıktan ve Medine halkını bu Devlet yapısı içinde teşkilatlandırdıktan sonra, komşu kabilelerle birtakım temaslar kurmayı hedef almıştı. Komşu kabilelerle yaptığı anlaşmalar[27] ve savaşlar neticesinde İslâm Devletinin güvenliği iyice sağlamlaşınca; giriştiği temasları; daha da ileri götürmüş ve birtakım Devlet reislerine ve kabile reislerine “İslâm Dâveti” çağrısında bulunmuştur. Hz. Muhammed’in, komşu hükümdarlara mektuplarla yaptığı bu İslâm daveti, Bizans’ın Ninova’da îranlılan, mutlak bir hezimete uğratışlarından sonraya rastlar[28].
Hz. Peygamber bu vesile ile Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısına Hatip İbn Ebi Belta [29] ile bir mektup göndermişti [30]. Bu mektupta Allah’ın elçisi, Mukavkısı ve teb’asını İslâma çağırıyor ve Âl-i îmran 64. ayetin muhtevası içinde Allah’tan başkasına tapmamaya O’na hiç bir ortak koşmamaya, Allah’ın dışında birbirlerini Rablar edinmemeye çağırıyor[31].
Mukavkıs, Allah resulüne verdiği cevapta beklenen peygamberin Araplar arasından çıkmayacağına işaret ederek, elçiye ikramda bulunduğunu ve bazı hediyeler gönderdiğini bildirir[32].
Aynı şekilde Hz. Peygamber H.VI. yılda[33] Gassâni hükümdarı el- Hâris ibn Ebi Şamir’e de bir mektup göndermiştir[34]. Allah’ın elçisi, el- Haris’e yazdığı mektubunda “İslâm’a geldiği takdirde” mülkünün kendisine bırakılacağını bildirmişti. Bir Hıristiyan olan el-Hİris bu davet karşısında hiddetlendi ve Medine’ye hücum edeceğini bildirdi[35]. Hz. Peygamberin diğer bir elçisi, el-Hâris ibn Umeyr ise Basrâ valisine bir mektup götürürken, Şurahbil ibn Amr isminde diğer bir Gassâni reisinin arazisinden geçerken şehit edildi. Hz. Peygamber bunun intikamını Mûte’ye gönderdiği 3000 kişilik bir müfreze ile almak istemişti [36]. Gassânilerin diğer bir reisi olan Cebele ibn Eyhem’e de aynı gaye ile yazılmış bir mektuptan bahsedilir[37]. Fakat, Gassânilere yazılmış olan mektuplar hiçbir başarı sağlayamamıştır[38]. Hz. Peygamber Gassânileri cezalandırmak üzere H VIII. ve IX. yıllarda Mûte ve Tebuk seferlerini düzenlemiş[39] ve İslâm Devletinin kuvvetini, Gassân bölgesinde ispatlamıştı[40].
İbn Sa’d’ın bildirdiğine göre, Hicri IX. yılda Gassâni Kabilesinden 3 kişilik bir heyet Medine’ye gelerek İslâmî kabul etmiştir[41].
Yine Bizanslıların Ninova zaferinden birkaç ay sonra Hudeybiye anlaşmasının hemen akabinde, Hz. Peygamberin Hıristiyan reislerine gönderdiği mektuplardan birisi de Herakliüs’e hitaben yazılmış olanıdır. Hz. Peygamberin mektubunu Dihyetu’l Kelbi götürmüştür. Hz. Peygamber mektubunda “Rumların büyük reisi Herakliüs’ü” İslâma davet ediyor ve yine Allahtan başkasına tapmamalarını, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamalarını istiyordu[42] .
Herakliüs Hz. Peygamberin durumunu tahkik ettikten sonra “Bunlar peygamberlerde bulunan sıfatlardır. Zaten ben onun zuhur edeceğini biliyordum. Fakat, Araplardan olacağını sanmıyordum. Onun hakkında bu söylediklerin doğru ise [43] o, şu ayaklarımın bastığı yere yakında hakim olacaktır. Eğer onun yanına varabileceğimi bilsem, kendisine kavuşmak için her zahmete katlanırım. Yanında olaydım ayaklarım yıkardım’’[44] demiştir. Buna rağmen, Hz. Peygamberin elçisine, bir sefire yapılacak bütün hürmet gösterildi; fakat vazifesi az rağbet gördü[45]. Hz. Peygamber, Tebük’e vasıl olunca Herakliüs’e tekrar bir mektup yazarak İslâmı kabul etmesini, hiç olmazsa Müslüman olan tebasını cezalandırmamasını, onların cizye vermelerine veya İslâma girmelerine mani olmamasını istemiştir[46].
Görünüşe göre imparator Herakliüs, Hz. Peygamberin isteklerine tam olarak cevap vermeyerek bir miktar altın hediye göndermişti. Fakat Hz. Peygamber gönderilen altınları “diplomatik bir hediye olarak değil, harp ganimeti olarak kabul etmiş olup, bunları İslâm ordusuna dağıtmıştır[47].
Hz. Peygamberin zamanında İslâm-Hıristiyan münasebeti yönüyle dikkatimizi çeken önemli bir olay da Hz. Peygamberin Zağatur Piskoposuna yazmış olduğu İslâm’a davet mektubudur[48]. Bu mektubun da hedefi, İslâmın; Hıristiyan itikad noktalarına bakışını belirtmek ve İslâmm geçmiş İlâhî dinlerin özleri itibariyle Hak olduğunu kabul ettiğini duyurmaktadır[49].
Hz. Peygamberin hayatında İslâm-Hıristiyan münasebetleri açısından en çok dikkati çeken konu Necrânlı Hıristiyanlarla giriştiği birtakım temaslardır. Bilindiği gibi Arap Yanmadasında en çok Hıristiyan topluluğunun bulunduğu bölge; Yemen’in Necrânındaki Mezhiç Kabilesinin halkından olan Belhâris Kabilesinin yaşadığı bölge idi [50]. Fakat, buna rağmen, bütün Necrân Vadisinin hatta Belhârislerin bütün kollarının Hıristiyanlığı kabul etmiş olduğu düşünülemez. Çünkü, Hz. Muhammed (S.A.V.)in muhtelif Belhâris reislerine göndermiş olduğu yazılarda onlardan, putperestlerle, yani henüz putperestliği terketmemiş olan ataları ile bağlarını koparmalarını istediğini; fakat Hıristiyan olan ebeveynlerine atıf yapılmadığını açık bir şekilde görmekteyiz[51] .
O halde Hz. Muhammed, Güney Arabistan’da İslâm dinini yaymak üzere faaliyete geçtiği zaman Necrân bölgesinde yaşayan Mezhiç Kabilesinin bir kolu olan Belhâris Kabilesi dışında, çok sayıda Hıristiyana sahip diğer bir Kabile yoktur. Habeş istilasından önce başlayan Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri neticesinde, Güney Arabistan’ın muhtelif yerlerinde kiliseler inşa edilmiştir. Buradaki kilisilerin en meşhuru, Belhâris Kabilesinin bir kolu olan Abdi’l-Meddan kabilesinin yaptığı ve Necrân Kâbesi diye bilinen kilisedir[52].
İşte Hz. Peygamber Necrân Hıristiyanlarıyla da ilgilenmiş, oraya İslâmî tebliğ etmek üzere Mugire b. Su’beyi göndermişti. Necrân Hıristiyanları Kur’an-ı Kerime karşı bazı itirazlar[53] ileri sürmüşler, Mügire’de bunlara cevap veremeyeceğini anlayarak geri dönmüştü [54]. Neticede Hz. Muhammed, Necrân keşişlerine hitaben bir mektup yazmıştır. Metni günümüze kadar intikal eden bu mektubun muhteviyatı şöyledir: Tanrı Elçisi Muhammed’den Necrân keşişlerine: İbrahim, İshak, Takub’un Allahının adıyla... Ben sizi yaratıklara tapma yerine Allah’a kulluk etmeye çağırırım. Ve yine sizi yaratıklarla olan ittifakınız yerine Allah’la ittifak etmeye çağırıyorum. Şayet onu kabul etmezseniz, insan başına cizye vereceksiniz- Cizyeyi reddederseniz sizinle savaşacağım, selâmlarımla... [55].
öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberin bu mektubu, Necrânlılann Medine’ye gelmesine sebeb olmuştur. Hz. Peygamberin bu davetinden sonra, Necrân Hıristiyanları Medine’ye 60 kişilik bir heyet gönderdiler, heyetin başında kendi midraslarınm (Mektep veya Mahkeme) papazı ve reisi olan Ebû Hârise b. Alkame, onun Akibi Abdu’l-Mesih ve kervana reislik eden el-Eyhem vardı [56]. öğleden sonra geç vakitte Medine’ye ulaşan Necrân heyeti, mescidde Hz. Peygamberin huzuruna çıkmışlardı. İbadet vakitleri hulûl ettiği zaman mescidde ibadet etmek istemişler, Ashâb buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara mescidi bırakmıştı. Onlar da Şark’a dönerek ibadetlerini yaptılar [57].
Yine İbn Hişam’ın bildirdiğine göre[58] Necrân heyetinin arasında itikat farkları da vardı. Onların bir kısmı Melkitî, diğerleri de başka mezheptendi [59].
Ertesi gün[60] Hz. Muhammed, Necrân heyeti adına konuşan dinî liderleri Ebû Harise ile başkanlar! Abdu’l-Mesih’i, İslâmiyet! kabule çağırdı. Onlar: '''Biz senden evvel Müslüman olduk” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber “ Yalan söylüyorsunuz, sizi İslâmiyeti kabulden üç şey alıkoymakladır. Bunlar: Domuz eti yemeniz, Haç’a tapmanız,, Allah’ın oğlunun bulunduğuna inanmanızdır. “Bu defa onlar:” “Yâ Muhammed! İsa’nın babası kimdir? diye sordular. Hz. Muhammed bu soruya hemen cevap vermeyip sustuğu, Hz. İsa’nın şahsiyeti, ve Hıristiyanlıkla ilgili birçok meseleyi içine alan, Al-i imran sûresinin baştan 80’den fazla ayetinin nazil olduğunu bildirmiştir[61]. Necrân heyeti, ölüleri diriltmesi, hastalan tedavisi, gaibden haber vermesi ve çamurdan kuş yapması gibi mucizelerden dolayı” İsa'nın “Allah” olduğuna kail olmuşlardır. Yine babasız olmasından dolayı da ona “Allah’ın oğlu” diyorlardı. Ayrıca yaptık, emrettik, yarattık, hükmettik” gibi Allah kelamlarından da Allah’ın, İsa'nın “Üçün Üçüncüsü” yani Allah-tsa-Meryem üçlüsünden biri olduğuna kanaat getirmişlerdi[62].
Al-i imran sûresinin ilk seksen âyetini Necrânhların bu kanaatleri içinde değerlendirirsek, aşağıdaki sonuçlan elde ederiz:
- Sûre, Allah'ın ezelî ve ebedî hayatta bakî olduğunu, zât ve kemal sıfatlan ile herşeye hâkim bulunduğunu ifade ederek başlıyor. Bu ifadelerde, İsa’nın Allah olduğuna, buna rağmen Haç üzerinde öldüğüne inananların düştükleri tezadâ bir imâ vardır[63].
- Sonraki ayet, Hz. Muhammed’e indirilen kitabın, Tevrat ve Incil’i tasdik ettiğini ve Allahın tek ve Kadiri mutlak olduğunu bildiriyor[64].
- Daha ileride ise şöyle buyruluyor: “onlara de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün... Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah o kâfirleri sevmez. Gerçek Allah, Ademi, Nuhu, Ibrahım hanedanını ve tmrân hanedanını âlemlerin üzerine mümtaz kıldı [65].
- Bundan sonra Kur'an-ı Kerim, İmran ailesinden, Allah'a adanmış olan Meryem'den, O’nun doğumundan, sonra da Hz. Isa'nın mucizevi doğumundan bahseder. Burada Hz. Isa’nın babasız oluşundan, O’nun ilahhğına hükmedenlere kendi mantıklarıyla Hz. Adem’in babasız ve annesiz yaratılışından bahisle O’nun ilâhhğa daha lâyık olduğunu, halbuki ne Adem ne de başkası bu harika meydana gelişten dolayı Adem'e ilâh demediklerini imâ eder[66].
- Hz. Isa’dan sadır olan birtakım harikulade hadiselerin O’nun ilâhlığına değil, ancak Isa’nın Allah’ın peygamberi olduğuna delil teşkil ettiğine işaret vardır. Çünkü Hz. Isa’nın gösterdiği mucizeler, sadece Allah’ın izni ile meydana gelmiştir[67].
Necrân heyetine karşı Kur’an-ı Kerimin bu kat’i emirlerini alan Hz. Peygamber nihayet davasında haklı olduğunu daha kesin göstermek için emr-i İlâhî gereğince; Necrânhları Mubahaleye (Lânetleşmeye) davet etmişti. Çünkü yapılan tartışmaların sonu gelmiyordu. Böylece davasında haksız olanın üzerine, Allah’ın lâneti istenecekti[68].
Hz. Peygamberin Mubahale teklifi[69] karşısında Necrân heyeti özel müşavere için çekilmişler ve bu müşaverede Akib Abdu’l-Mesih: “Ey Hıristiyan cemaati! Hepiniz, çok iyi biliyorsunuz ki, peygamber Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir. Ve yine biliyorsunuz ki, peygamberlerle lânelleşen bir kavmin zürriyeti kesilir. Onunla lânetleşmeyi kabul etmeyiniz ve kendisiyle bir antlaşma yaparak dininizde kalınız” demiştir. Bu görüşe iştirak eden heyet mensupları Hz. Peygambere gelerek “Ey Ebu'l-Kasım, seninle lânetleşmemeye karar verdik. Seni kendi dininle başbaşa bırakacağız. Biz de kendi dinimize döneceğiz. Bizim hakkımızda islediğin gibi hükmet. Biz sana istediğin şeyi verelim. Seninle anlaşma yapalım. î'alnız bize ihtilaflarımızı halletmesi için bir Müslüman hakim gönder”. [70] demişlerdir.
Hz. Muhammed, İslâmın “genel dini müsamahasının” bir gereği olarak Necrânhların tekliflerini kabul etmiş, cizye karşılığında maddî ve manevî güvenliklerinin İslâm Devletine ait olduğunu bildirmişti [71]. Ayrıca ihtilaf konularını halletmek üzere de Ebu Ubeyde’yi vazifelendirmişti [72].
Görülüyor ki, Hz. Peygamber devrinde İslâm-Hıristiyan münasebetlerinde hâkim olan ruh, İslâmın genel din politikası içindeki müsamaha ruhudur. Hz. Peygamberin yazdığı mektuplarda veya Necrânlılarla bizzat karşılaşmada Hz. Peygamberin Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hakk olan inancın tebliğini yapmaktır. Hz. Peygamberin giriştiği MUBÂHELE ile hedefi, doğru olduğunu iddia ettikleri yanlış inançları sarsmak ve onları İslâmın açık ve seçik itikat esaslarına çağırmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. Hz. Muhammed’in, Necrânlıları Mescid-i Nebeviye alması, onlara ibadete izin vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslâmın genel din politikası içindeki müsamaha ruhu [73] ile izah edilebilir.