Ziya Gökalp’in çok yönlü bir mütefekkir olduğu bilinir. Başta sosyoloji olmak üzere, felsefe, hukuk, edebiyat, din, folklor vb., dair pek çok makale yazmış ve yurdumuza yeni görüşler getirmiştir. Tarih ile de yakından ilgilendiğini bu sahadaki yayınları göstermektedir. Hatta, kendinin de işaret ettiği gibi[1] Gökalp’in, ilim ve fikir hayatında “tarih” konusunun ilk planda yer aldığını söylemek mümkündür. O, içtimai, felsefi düşüncelerinde daima tarihe başvurmuş; Türk, İslam ve Batılı milletlerin siyasi, sosyal, hukuki, dini faaliyetlerinden sağladığı malzemeyi, inşaya çalıştığı çağdaş Türkiye içtimai ve siyasi yapısında hayrete değer bir maharetle kullanmıştır. Buna rağmen onun hakkında yapılan araştırmalarda tarihçiliğine pek dokunulmamıştır[2]. Dolayısıyla mütefekkirimizin bu cephesi oldukça ihmal edilmiş görünmektedir.
Meseleye açıklık getirebilmek için, önceden belirtelim ki, Gökalp başlı başına bir tarih kitabı hazırlamadığı gibi, bir tarihi hadiseyi, usulüne uygun şekilde, inceleyen bir tetkik yazısı da kaleme almamıştır. Bu itibarla Gökalp’in tarihçiliği hususunda bizi kesin hükme götürecek herhangi bir belgeye sahip bulunmuyoruz. Fakat, onun tarih metodu sahasında belirli bir kanaat beslediği ve ayrı bir tarih görüşünü temsil ettiği, bir nevi tarih felsefesi yaptığı ve hepsinin üstünde, kendi telakki ve felsefesini Türk tarihine uygulamaya çalıştığı gerçektir. Ancak
Gökalp’in düşünce sistemini felsefi, sosyolojik vb. cephelerini tanıtmaya yönelik pek çok makale, kitap vb., yazıldığı halde [3], tarihçiliği üzerinde yeteri ölçüde ehemmiyetle durulmamıştır. Biz de bu noktayı incelemeye değer görmekteyiz.
Ziya Gökalp tarih ile ilgili yazılarını daha çok iki dergide yayınlamıştır: Teni Mecmua (haftalık dergi, İstanbul, Temmuz 1917 - Aralık 1918) ve Küçük Mecmua (haftalık dergi, Diyarbakır, Haziran 1922 - Mart 1923). Yeni Mccmua’daki ilk yazısı “Yaradılış {Türk kozmogonisi)” adındadır[4]. Aynı dergide yayınladığı 14 makaleden kurulu seri yazısı “Aile ahlâkı” umumi başlığını taşır[5]. Burada Türk ailesindeki gelişme safhaları belirtilmeye çalışılmıştır. Aynı dergide 3 makale halinde “Eski Türk Devleti” (İlk Türk kahramanı, Türk birliği, Türk harsı)ni ve 4 makale halinde “Eski Türklerde din”i bahis konusu eden Gökalp[6], “Kajıı sülâlesinin eskiliği ve şerefi” adı ile ayrı bir makale de yazmıştır[7].
Konumuzla ilgili tetkiklerinin büyük bir kısmını Küçük Mecmua'da toplamış olan Gökalp’in bu dergide “Türk devletinin tekâmülü” umumi başlığı altında 24 yazısı yayınlanmıştır[8]. Yine bu dergide “Milletimizin tarihi nereden başlar?” adında çok ilgi çekici bir makalesi vardır[9].
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Gökalp’in bütün bu araştırmalarında klasik manada tarihçiliğin gerektirdiği kıstaslar pek mevcut olmadığı için, onun gerek Türk tarihinde, gerek yabancı milletlerin tarihlerinde ulaştığı sonuçları çağdaş ilim açısından kritik etmekte fayda yoktur. Buralarda çok kere kesin hükümler halinde ortaya konan bilgilerle, bu bilgileri çerçeveleyen tasnifleri toptan ihmal etmek caizdir. Mesela Türk ailesinin tarihi hakkındaki görüşler daha ziyade tasavvuri bir vasıf taşımaktadır. Eski Türk dinine dair fikirleri de (totemcilik, şamanlık, toyunculuk) gerçekle bağdaştırmak güçtür. “Türk devletinin tekâmülü"ünde izaha çalışılan “vaha" teorisi[10] ve boy, küçük il, orta il, büyük il, tudunluk, yabguluk, hakanlık, sultanlık vb. gibi kademelendirmeler Türk tarihi ve sosyal yapısının gelişimi ile ilgili görünmemektedir[11].
Bu durumun 60-70 yıl önce tarih kaynak ve vesikalarının azlığından ileri gelebileceği söylenmiş ise de[12], o zaman da hiç olmazsa, yalnız elde mevcut malzemenin gerekli kıldığı “sahih” neticelere varmak elbette mümkün olurdu.
O halde Gökalp’te metod eksikliği mi vardı? Böyle bir düşüncenin tamamıyla yersiz olduğunu hemen söylemeliyiz. Çünkü Batı ilim anlayışını yurdumuza getirdiği haklı olarak kabul edilen büyük mütefekkirimizin tarih metodolojisinden habersiz bulunması imkân harici idi. O, sosyolojinin olduğu kadar ilmi tarihçiliğin usullerini de çok iyi bilmekte idi. Nitekim bunu yazıları ile ortaya koymuş ve zamanımız tarihçiliğindeki prensipleri en doğru şekilde tesbit etmişti. Bu konuda kaleme aldığı ilk makale 1915’de yayınlanmış[13], “Tarih ve içtimaiyat" adlı diğer bir incelemesi[14] onu takip etmişti. Daha sonra Gökalp çağdaş tarihçilik metoduna dair Küçük Mecmua'da neşrettiği 4 makalede[15] araştırma yollarını göstermek suretiyle, evvelce tesbit ettiği şu prensipleri tam açıklığa kavuşturdu:
- - Tetkik nazarî (speculative = theorique) olmalıdır,
- - Tetkik hissi olmamalı, aklî olmalıdır,
- - Tetkik istidlali [deductive = tümdengelimci] olmamalı, is- likraî [inductive = tümevarıma] olmalıdır, ve bu üç şart şöyle özetlenmiştir: Tetkikler “nefsi” (sübjektif) olmamalı, “şefi” (objektif) olmalıdır[16].
Bütün bunlara rağmen Ziya Gökalp’in, tarih araştırmalarında, bizzat tanıtmaya çalıştığı ilmi usullere niçin fazla sadık kalmadığı sorulabilir. Kanaatimizce sebep pek karanlık değildir: İçtimai meselelerle sıkı ilgisi bilinen Gökalp, herşeyden önce, çok kuvvetli bir sosyoloji kültürü almış ve üstelik devrin en büyük sosyologu durumunda olan E. Durkheim (ölm. ıgıyj’in, sosyal hadiseleri değişmez, kesin kaideler gözü ile değerlendiren teorilerine bağlanmıştı. Bunlar arasında konumuz bakımından en önemlisi “hükümler” teorisi idi. Durk- heim’e göre cemiyette iki türlü “hüküm” mevcut olmuştur: “Juge- menls de realiti” (Şe’niyet hükümleri = Gerçeklik yargıları) ve “Ju- gements de valeur” (Kıymet hükümleri = Değer yargıları). İkisi arasındaki farkı çok iyi kavrayan ve aynı zamanda, her ikisini aynı sosyal vakıanın iki cephesi halinde birleştirebilen Gökalp[17], “şe’niyet” hükümlerini objektif ilme ayırmış, “kıymet” hükümlerini ise milli kültür belirtilerine uygulamıştır. Dolayısıyla, tarihçilikte de iki cephe göstermiştir: Herhangi bir araştırıcı, başka milletlerin mazilerini ve kültürlerini, bir ilim adamı olarak, tarafsızlığın emrettiği şekilde ortaya koymakla vazifelidir. Fakat, aynı araştırıcı kendi milletinin tarihi ve kültürü karşısında “kıymet” hükümlerinin baskısı sebebiyle objektif (tarafsız) olamayacağı için ister istemez sübjektif davranış çerçevesine girer. Muhakemesi, yorumu, yazış tarzı buna göre olur. Böylece milli tarihler “sübjektif” görüş mahsulü olmak durumundadır.
Gökalp tarih araştırmaları ve öğretiminden beklenen faydalara temas ederken, yapıcı bir sübjektifliğin çok yerinde ve yararlı olduğu sonucuna varmıştır. Bu da, Türk cemiyetinin içinde bocaladığı bataklıktan kurtarılması için, Gökalp’te zaten mevcut olan mefkûreciliğe uygun düşmüş[18] ve o, Türk milli mefkûreciliğine hizmet edecek malzemeyi Türk tarihinden ve milli kültür belirtilerinden sağlamak yoluna girmiştir. Fakat, bu düşünce kadrosunda yapılan araştırmalar tarihi, ilim olmaktan ziyade bir edebiyat haline getirebilirdi. Gökalp bunun da idraki içindedir ve, hiç olmazsa, milli tarihlerde, sübjektifliğin hâkim olması gereğine inanan Gökalp’a göre tarih, daha çok bir edebi sanat vasfında ele alınmalıdır. “Tarih ilim mi, yoksa san'at mı?" adlı makalesinde bunu açıkça ifade etmiştir[19]. Esasen Gökalp bu yazısından çok önceleri (1911’de) yayınlanan meşhur “Turan” manzumesinde bu düşünce ve eğilimini dile getirmiş bulunuyordu. Manzume bilindiği üzere, şöyle başlar:
“Nabızlarımda vuran duygular ki, tarihin birer derin sesidir, Ben, sahifelerde değil-, güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın, Bütün zaferlerini kalbimin tanîninde, Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil".
Daha aşağıda şu mısralar yer alıyor:
“Nabızlarımda. Evet, çünki ilm için mübhem kalan Oğuz Han'ı kalbim tanır tamamiyle".
Görülüyor ki, Gökalp Türk tarihini gerçekleri ihtiva eden “sa- hifeler” de (yani tarihi vesikalarda) değil, damarlarında aramakta; milli tarihimizin henüz iyi araştırılmadığı o devirde “güzide, şanlı Türk ırkı”nın zaferlerinden bahsedebilmekte, ilmi açıdan “mübhem” olduğunu kaydettiği Oğuz Han’ı gönlü, duygusu yolu ile çok iyi tanıdığını söylemektedir. Gökalp’in bu tarih anlayışından inhiraf ettiği pek görülmemiş ve o, hep sübjektif kalmayı tercih etmiştir[20].
Ziya Gökalp, sübjektif tarihçiliğin yollarını biliyor, malzemesini de iyi ayırt ediyordu: Bir cemiyette sübjektif kıymetler, yani değer yargıları “hars” da (kültürde) yatmakta idi. Halkın örfünde, inancında, folklorunda ham materyal halinde (destan, efsane, masal, hikâye, türkü, mani vb.) mevcuttu. Bu materyal, gerek mazinin derinliklerinden, gerek halk arasında yaşayan geleneklerden derlenip, toplanıp işlenirse, “milli” bir tarih yazılmış, hatta, Gökalp’e göre, ilmi bir tarih tesbit edilmiş olurdu. İşte bu sebeple Z. Gökalp, daha çok destanlarla, masallarla, aşk “ustûre”leri ile uğraşmış, “Türk devletinin tekâmülü” gibi incelenmesi fevkalade güç bir konuyu bile inanç esaslarına bağlayarak, ona göre bir tasnif içinde vermeği uygun görmüştür.
* *
*
Şimdi de Gökalp’in felsefi tarih anlayışına kısa bir göz atalım. Bu bakımdan kısaca tesbiti mümkün hususlar şöyle özetlenebilir.
- — Gökalp, “determinist” bir tarih görüşüne sahipti. Durkheim gibi o da herhangi bir cemiyetin oluşunda, bütün insan toplulukları için geçerli, aynı sosyal kanunların varlığını kabul ettiğinden, Türk ve İslam milletlerinin tarihi gelişmesi ile Batının büyük sosyal ve kültürel hareketleri (Rönesans, Rcformasyon vb.) arasında benzerlikler bulmaya ve mesela, eski Türk sosyal yapısı ile, bazı ilkel cemiyetler, Eski Roma ve Câhiliye devri Arap toplulukları arasında paralellik kurmaya[21] çalışmıştır.
- —Gökalp “pluralist” (“çokçu”) idi. Yani tarihin oluşunda determinizmi (tayin edici sebebi) birden fazla sosyal vakıalara bağlıyor, cemiyette 4 “şc’niyet” (gerçeklik)’in mevcut olduğunu müdafaa ediyordu[22].
- —Gökalp “optimist” (“iyimser”) idi. Cemiyetlerin sürekli bir gelişme içinde olduklarına kaani bulunuyordu[23]. Bundan dolayı İslam tarih felsefecisi İbn Haldûn (ölm. I4o6)’un ünlü “Tavırlar" nazariyesine itiraz etmişti[24].
- — Gökalp tarih yazıcılığı bakımından “Expressioniste” [yorumcu] olduğu kadar[25], “Pragmatiste” [faydacı] idi. O, pragmatik tarzın kurucusu sayılan eski Grek tarihçisi Thukydidcs (M.Ö. 5. asır)’i tanıyor[26] ve esasen malum mefkûreciliği (ülkücülüğü) bunu gerektirmekte idi[27].
Hulasa olarak diyebiliriz ki:
Z. Gökalp teorik mahiyetteki ilmi tarihçilik görüşleri ile yurdumuzda çağdaş manada tarih araştırmalarına doğru en tesirli hamleyi gerçekleştirmiştir. Bugün Türkiye’deki objektif tarihçilik o hamle izinde gelişmiştir.
Ayrıca Gökalp, memleketimizdeki tarih araştırmalarına yeni bir yön vermeyi başarmış daha önceki devirde asırlarca hâkim olan, Osmanlı “Hânedan” tarihçiliğine ve, îslam-dışı Türk tarihini incelemeye layık görmeyerek bütün tarihimizi sadece dini açıdan değerlendirme alışkanlığına karşı, mazimizi M.Ö. yüzyıllara ulaştıran milli Türk tarihçiliği'nin lüzumunu ortaya koymuştur[28]. Kendisinden sonra bu gerçekçi tesbit büsbütün kuvvet kazanmıştır.
Üçüncü olarak da o, Türkiye’de, bir nevi “vak’a-nüvis’lik” demek olan siyasi tarihçilik yerine, tarih tetkiklerini hukuk, iktisat, din, sosyal hayattaki gelişmeler vb., sahalarına yaymak suretiyle çağdaş kültür tarihçiliğinin sağlam temelini atmıştır[29] ki, günümüz I ürk tarihçiliğinde bu çığır, milli tarihin İslam öncesi ve İslami devrin her sahasına şamil olmak üzere, süratle gelişmekte ve genişlemektedir.
Ziya Gökalp herhalde mütebahhir (erudit) bir tarihçi değildi, fakat Türkiye ilim ve irfan hayatının hemen bütün cephelerinde olduğu gibi, tarihçilik alanında da şüphesiz gerçek bir rehber olmuştur.