Onsekizinci yüzyılda gerek devlet hizmetinde aldığı görevlerle gerek Türk ve Arap edebiyatına armağan ettiği sefâretnâme, ata sözleri şerhleriyle tarih ve biyografyaya dair eserleriyle tanınan Ahmed Resmî Efendi’nin onsekizinci yüzyıl devletler arası ilişkilere dair kaleme alarak Sadrazam Muhsin zade Mehmed Paşa’ya takdim ettiği bu makalesi, bu yüzyıl sonunda devletin çeşitli hizmetlerinde bulunan Viyana ve Berlin sefaretleriyle Avrupa ülkelerini, devletlerini; toplumlarını tanımak fırsatım elde etmiş olan aydın bir Türkün görüşlerini ihtiva etmesi itibariyle çok entresandır.
Millî kütüphane yazmaları arasında rastlanan on sayfalık bu makale “Moskov Keferesi kuvve-i istidraciye ile üç dört sene Bender ve Bucak ve Boğdan ve Eflak’ta yerleşib etraf ü eknafa tasallutta müstemir olmağın fi mâ - ba’d bu taife rızasiyle bu mahalden çekilmek müşkil ve zor ile ihracı muhal görünür diyenlere vcch-i tecribeyi iraet ve ale’l - husus bu vahime ile perişan - hatır olan Sadrâzam Muhsin zade Mehmed Paşa hazretlerine tevsi-i daire-i tesliyet ve ten- vır-i basıra-i mekanet için kaleme alınan makaledir” gibi uzunca bir ad taşımaktadır.
Gerçi eserin üzerinde makaleyi yazana ait her hangi bir kayıt yoksa da üslubu, Ahmed Resmî Efendi’nin eserleriyle karşılaştırıldığında bu makalenin onun kaleminden çıktığı kanaatini rahatlıkla vermektedir. Kaldı ki, Ahmed Resmî Efendi’nin bu mahiyette bir risalesi olduğunu Topkapı Sarayı Kütüphanesi Türkçe Yazmaları katalogundan (İstanbul 1961. I. 508) öğrenmekteyiz. Ancak burada ٠ 15b yaprağında pek muhtasar bir makale şeklinde görülen risale ile fotokopisini ve de sadeleştirilmiş metnini verdiğimiz makalenin aynı olmadığı fakat, konu itibariyle birleştiği anlaşılmaktadır.
Ahmed Resmî Efendi, bu makalesinde Osmanlı devletinin çöküş dönemine girdiğini bir varsayım olarak kabul etmekte ve fikirlerini bu varsayıma dayayarak açıklamaktadır. Ayrıca Osmanlı devletinin Lehistan’ın bölüşülmesiyle ilgili olarak Rusya ile giriştiği savaşı da (1768-1774) gereksiz, ve yersiz bulmakta ve sonuçlan üzerine de Moğol İmparatorluklarından, Osmanlı tarihi'nin çeşitli devrelerdeki politi- kalarından, Osmanlı - İran münasebetlerinden örnekler vererek görüşlerini dillendirmek istemiştir.
Yine makalenin incelenmesinden görüldüğü gibi o yıllardaOsmanlı aydınları ortamında hakim olan düşüncelerin kadercilik, yıldızların kişiler üzerine etkinlikleri vb. dünya anlayışlarının Avrupa'yı görmüş olduğu halde Ahmed Resmi Efendi de değişmez bir kanaat olarak yaşadığını tesbit etmek mümkündür.
Bulunduğu mücelledin 43-53 sayfalarında 21 satirli güzel talik bir hatla yazılmış olan bu makalenin sadeleştirilmiş metni ile fotokopisini vermek suretiyle Onsekizinci yüzyıl ikinci yarışında Türk aydınının dünya görüşlerini ve politikalarım, devletler arası ilişkileri nasıl değerlendirmiş olduklarım açıklamak istedik.
Ahmed Resmi Efendinin hayatı hakkında ise, F. Babinger’in gerek GOW 309-312 ve çevirisi Osmanlı Tarih yazarları ve Eserleri (Çev. C. üçok. Ankara 1982. 337-340) ile İslam Ansiklopedisi’ndeki makalesinde ve de I. Hakki Uzunçarşılı. Osmanlı Tarihi (Ankara 1959. IV. c. 2. Kusun dizin) inde yeterli bilgi bulunduğundan bunların tekrarına gerek görülmedi.
“Moskof Keferesi üç dört yıldan beri yavaş yavaş kuvvet bularak Bender, Bucak, Boğdan ve Eflak’ta yerleşip dört bir çevreye saldırmaya devam etmekle, bundan sonra onların gönül rızalarıyla bu bölgeden çekilmelerinin olasılığı bulunmadığı ve bunların zor kullanarak dışarıya atılmaları da olmaz görünür diyenlere deneyimlere dayanarak, özellikle bu kuşku İçinde akil başından giden Sadrazam Muhsin zade Mehmed Paşa [1] hazretlerine gönül ferahlığını genişletecek, görüşlerine aydınlık verecek ve katacak bilgileri derleme amacıyla kaleme alman makaledir.
Ulu Tanrının yüce iradesiyle ömürleri uzun ve adlan yaygın olan devletler çöküş yaşlarına yaklaştıkları sıralarda bilgilice kendi topraklarıyla yetinmek ve öylece davranmak zorundadırlar. Kaldı ki Cenab-ı Hak ve levla defe'Allahu'n-nâse bazehum bi-bazin li-fesedetı’larz [2] buyruğuyla yer yüzünün düzenini ve üzerinde olan yaratıklarının güvenlerini ve davranışlarını savunmayı devletlere bağlamakla yer yer en basit bahane ile bir devletin bir devlete, bir tâifenin başka bir taifeye hücum ve saldırılarını yaradılışları gereği haline koymuştur. Padişahlardan uzak görüşlü olmayanlar, kimi yeni yetişmiş, tecrübesiz, hırslı ve hevesli devlet adamlarının aldatmacalarıyla güvenliği sarsacak ve haddini aşacak girişimlere kalkışarak şan ve şöhret almak için, ülkelerini genişletme tasarılarına yersiz yol verdikçe halklarını ve uyruklarını sıkıntılara, tehlikelere atmış olurlar. Bakımlı topraklarında refah ve bolluktan bir şey bırakmadıkları gibi, nice zamandan beri tedarik ettikleri ve toplaya geldikleri hazineler ve yığdıkları mühimmat ile edevatta yok olup en son bu girişime başladıkları andaki duruma razı olurlarsa da, bazı kere, hükümleri altında olan beldeler ve topraklarının çoğu elinden gitmekle yaptıklarına nâdim ve elden çıkarmanın üzüntüsüne tutulurlar. Bu, devlet kuruluşunu bilen, çağın gereklerine yönelik aklî ve naklî tecrübeyi geçirmiş, tarihten ders alanlar için bilinen ve teslim edilen bir gerçektir. Bu dediklerimizi ispatlamak için geçmiş çağlardaki devletlerin durumlarından kimi sonuçları örnek olmak üzere anlatmaya kalksak, kimi dinleyenler üzerinde nice ters tepkiler yapacağı aşikârdır. Onun için elli altmış yıl içinde herkesin gördüğü ve bildiği olayları ele alarak iddiamızı belgelemeyi daha uygun ve yerinde bulduk.
Böylece söze başlarken, 1132 C1729) tarihlerinde Safevî devleti adıyla ün salmış olan İran devletinin bünyesinde kimi hastalıklar ve bozukluklar yüz göstermekle İran’ın bir ucunda bulunan Kandehar’- dan Mir Uveys[3 ]adında bir kişi ortaya çıkarak sel suları gibi çevresine bir takım kabileler ve aşiretler toplanmakla yavaş yavaş Safevîlerin taht kenti olan İsfahan’a girerek, İran devletini yıkarak çevreye epeyce velvele salmıştı. Çünkü zamanımızda iki yüz yıldan beri yeni devletlerin kuruluşu çağın gereği olarak ortadan kalkmış bulunuyordu. Böyle bir davranış çok geçmeden toplum yapısında bir boşluğun doğmasına ve toplum yapısının çöküşüne yol açmakla, kolay yoldan, meydanda kalmış toprakları ele geçirmek hevesi de çevre devletlerde egemen olmak arzusunu yaratıyordu. Nitekim İran topraklarına batı yönünden Osmanlı devleti, doğu tarafından Nadir Şah’ın[4 ]kuvvetleri, kuzeyden de küçücük Rusya saldırdılar. Osmanlı devleti gerçekte nice kere hükmü altına almış olduğu Tebriz, Hemc- dan, Gence ve Revan ülkelerine, Nadir Şah’ın Türkmenleri de Faris, Isfahan, Huzistan ve Horasan topraklarına, Rusya ise ikiyüz yıl evvel bağımsız bulunan Geylan memleketine el koymuştu. Bu olayların çıkışıyla başlayan savaşlar yirmi yıl sürdükten sonra başlangıcındaki durumuna yavaş yavaş dönerek, önce Mir Uveys toplumu, az zamanda tepelenip yok edilmişti. Sonra Osmanlı devleti eline geçirdiği topraklan, Rusya’da Geylan ülkesini, İran şahı Unvanını alan Nadir Şah’a bırakmak zorunda kalmışlardı. En son Nadir Şah hükümeti zamanın uygun oluşuna güvenerek, beş on yıl yerinde duramayıp ve de Hindistan fethiyle öğünerek Kars, Bağdat ve Kerkük’e gelip yirmi beş yıl kadar Osmanlı doğu illerine sıkıntı vermişken, sonunda 1160 (1747 Muharrem) başında Osmanlı devleti ile Sultan IV. Murad’ın saptamış olduğu eski hudut üzerinden barışıklığa ve andlaşmaya geçmeye kalkışmış iken, Nadir Şah ömrü ve saltanatı yirmi yılı doldurmamışken, sürekli savaşlar yüzünden canından bezmiş olan beyleri tarafından öldürülmüştü. Hükümdarların hasretle göz diktikleri İran toprakları yirmibeş yıldan beri süren talan ve yağmalarla harap, halkı da şaşkın ve dermansızdır.
Yazıldığı gibi İran’daki kargaşanın sürüp gitmesi ve Osmanlı devletinin o taraflara egemen olma isteğiyle savaş halinde bulunmasını fırsat bilen Rusya ve Nemçe devletleri Osmanlı devleti üzerine hareket etmekle Rusya dört yıl boyunca bunca meşakkatle ele geçirdiği kale ve yerleri karşılıksız bırakmakla, Nemçe devleti ise Belgrad’ı boşaltarak sermayeden de zarar etmişti. Nemçe devletine bu savaştan arız olan yorgunluk ve güçsüzlük, hazine ve askerce uğradığı zarar onu zayıflatmakla Brandeburg[5] kralı yerinden oynayarak Avrupa’nın çoğu topraklarını ele geçirmek için onbeş yıl durmadan sürdürdüğü savaş ve kavganın Fransa ve Rusya devletlerini de nasıl sardığını ve yayıldığını açıklamaya gerek yoktur, işin sonunda Brand-
eburg kralının kendi kişiliğine duyduğu gurur ve onurun bir ürünü olarak Silezya topraklarıyla yetinerek ordusunu güçlendirmek için bugün bile ne gibi ağır yükler altında kaldığını bu konuları bilenlere gizli değildir.
Leh memleketi üçyüz yıldan beri Tatar ve öteki akıncı kavimlerle komşu olmakla Tatarlardan ve çevresindekilerden çeşit çeşit saldırılarla karşılaşmıştır. Sözgelimi Kamaniçe eyaleti 1083 (1672) ten 1110 (1698) tarihine gelince yirmi beş yıl Osmanlı egemenliğinde kaldıktan sonra basit bir bahane ile eski hükümetine döndüğünden gayrı, kral seçimi dolayısıyla Lehistan’a komşu olan devletler görünüşte Lehistan kralının seçimi, ama kilim altından Lehistanda nice çıkarlar elde etmek amacıyla nice kez ceng ve bu ülkeyi savunmaya girişmişlerdir. En son her devletin statükoyu korumaya karar verdikleri yazılmış ve yayılmıştır.
Bunun sırrı budur ki, Cenab-ı Hak “inne’l - arza li’llahi yarisuha men yeşa’uhu[6]sözünden de anlaşılacağı gibi yer yüzünü çeşitli milletlere bölüşmüş, ülkeleri, dağlar, ırmaklar, deniz ve kıtalar gibi hudutlarla biribirinden ayırarak, soy kıskançlığı ve komşuluktan doğan düşmanlıklar gereği ortada dururken rahmen li’l-ibad ve ta’miren li’l-bilad [7] zaman zaman barışıklığa ve dostluğa yüz gösterip, hırs ve kinlerini bastırarak, herbirini bir ötekinin saldırısı ve düşmanlığından korur.
Kıssadan hisse ve bu girişten alınacak sonuç budur ki dört yıldan beri Rusya devletinin Osmanlı devletinin hudutlarına saldırı ve hücumları akıl ölçülerine ve de deneyimlere ters düşmekle buna, filozoflar katında galat-ı tabi’at[8] denilir. Olay kıran-ı nahseyn seretanı[9] hükmüyle olup Rusya çariçesinin[10] bahtı ve yıldızının desteğiyle ortaya gelmiş bir yıldırım ya da sırf bir kasırga ile karışık bir fırtına hükmünde olup sözü edilen kıranın geçiş süresi ya da yıldız sahibinin yok olup fena bulunmasıyla ortadan kalkacağı olunmaz. Bu kez Rusya devleti akıllı, iş bilir ve önlem alır devlet adamlarına sahip olmakla kurucuları ve temelleri atanlar etraflı himmet ettiler. Şöyle ki Baltık denizinden, Septe boğazına ve oradan Akdeniz’e donanma dolaştırıp, yaz ve kış savunmada kalmamıza ve Gürcistan taraflarını da kışkırtmada pek çok gayret sarf ettiler diyenlere de şöyle karşılık verilir.
945 (1538) tarihlerinde Portekiz gemileri Hind kıyılarını tutmakla Gücerat Padişahı Mahmud Han[11] dinî bağlantılar gereğince Sultan Süleyman merhumdan yardım istediği zaman, Sultan Süleyman’ın devleti en parlak günlerinde ve yıldızı da göğün en yüce katında olmakla Gücerat hakiminin dileğini kabul edip Süveyş ve Basra sularında donanmalar hazırlattıktan sonra seraskerler tayin etmişti. Bu arada İstanbul halkından pusula fenninde becerili ve coğrafya konularında bilgili, eşi az yetişir Şeydi Ali[12] adındaki kimseyi de donanma seraskeri edip Hindistan’a yollamıştı. O sıralarda Akdeniz’de İspanya ile savaş halinde olan Fransa kralına yardıma Hayreddin Paşa[13] ve Turgutça Bey’i[14] gönderdikten başka, kendisi bizzat, İran Şahının kardeşi olup Şirvan hakimi iken
“Muti oldu Süleyman-ı zamana Mirza Elkas” dizesinde de belirlendiği gibi kendisine iltica eden Elkas Mirza’yı[15] Isfahan tahtına oturtmak niyetiyle büyük hazırlıklardan sonra yola çıkmıştı. Bu arada Yemen toprakları da bir kaç yıl içinde Osmanlı ülkeleri arasına alınmıştı.
Ne var ki bu denli gösterişler doğal yasaların dışında kalmakla çekilen zahmetlere denk sonuçlar vermedi. Şeydi Ali denilen dertli 962 başlarında (Kasım 1554) Portekiz gemilerine karşı her ne kadar başarılı olduysa da sonra donanmasını yitireyazıp Hind, Kandehar, Horasan ve İran topraklarını dolanıp dört yıldan sonra İstanbul’a gelip serüveniyle ilgili bir de kitap yazarak sunmuştu. “Başına Şeydi Ali halleri geldi” atasözü ondan bir anı olarak kalmıştır. Yemen topraklarının fethi Sultan Süleyman merhumun bahtı gücüyle gerçekleşmişse de, kendisinden az sonra çevrede bulunan Haricî ve mü- tegallibelerin hücumları sonunda durum eskisine dönüşmüş ve bilindiği gibi bu maşakketler heba olmuştur.
Cengiz[16] 620 (1223) tarihlerinde İran ve Turan’ı ele geçirip, dört çocuğundan Cuci[17] adlı oğlu Kıpçak bozkırından, Demirkapı- dan Leh, Saksonya, Nemçe ve Macar ülkelerine âfetler salmış iken, otuz yıl geçtikte çevresi bürülüp dürülüp, 650 (1253) tarihlerinde Cuci’nin oğlu Batu[18] ve ikinci oğlu Berke[19] Kırım yarımadasına sığınarak ve Bahçesarayı kurarak Kıpçak bozkırıyla yetinmek zorunda kalmış oldukları tarihlerde yazılıdır. Cengiz’in ikinci oğlu Tolu[20] Horasan yöresinin hakimi idi. Kendisinden sonra oğlu Hülâgû[21] Kuhistan’da Habbabiye[22] mülhidlerini temizleyip Isfahan ve Bağ- dad’ı ele geçirmişti. Hûlâgû’dan sonra çocuk ve torunları, Abaka, Argun, Gazan ve Muhammed Hüdabende[23] tahta çıkarak Sind’e, Sistan’dan bu yana İran ve Irakayn’e malik olup, Şam, Halep, Diyarbakır, Sivas ve Konya yörelerindeki nice meliklerin hanedanlarını söndürmüşler, görkemleri de gökleri tutmuştu. 700 (1300/01) tarihinde Gazan Han görkemiyle dünyaya ün salmış ve saltanatları en olgun döneme girmişken, Bahadır sanıyla tanınan ve bilinen Hüdabende oğlu Ebu Said Han'ın [24] ölümünün ardından baş gösteren Arpa Han[ 25] kargaşası sonunda 736 (1335/6) tarihinde Cengiz soyu epeyce sarsılmış ve perişanlığa düşüp sözü edilen ülkeler başkaları- nın eline geçtiği gibi, devletlerinin de otuz kırk yıl içinde ortadan kalkmışcasına yıkıldığı tarih görenlerin katında bellidir.
Buraya Cengiz soyu ile ilgili kısa bilgiyi almaktan maksat budur ki, Iran topraklarını ele geçiren Hülâgü ve orduları Bağdat ve Isfahan'ı taht kenti edindikten sonra Bağdat gerilerine değin olan topraklarla yetinmeyip, tamahkârlık belasıyla Anadolu ve Mısır'a da hakim olmak için Halep ve Şam taraflarına ağır seferlere girişmişler ve gereksiz yere halkın kanları dökülüp, ev ve yurtlarının yıkılmasına yol açtıklarından, hükümleri altına giren memleketlerin de ardı açılıp kendileri Anadolu'da uğraşırlarken Horasan, Luristan, Faris ve Buhara'da harici ayaklanmaları ve boyun eğen halkın başkaldırmaları arasında, Cengiz çocuklarının biribiri üzerine isyanları sonunda doğan kargaşa ile kalabalık ve kıyıcı bir ulus olmalarına rağmen kısa sürede devletlerinin yıkılıp yok olması gibi bir olayla karşılaşmışlardı.
Sözün özeti şudur ki Rusyalı'nın şu sırada Leh memleketine gösterdikleri istek kendilerine yeter iken, Osmanlı topraklarına saldırmaktan başka Akdeniz'e donanma dolandırmak ve Gürcistan yörelerini bulandırmak onlar için yararlı değil belki, büyük zararlar verecektir. Bu tutum deveye taşıyabileceğinden fazla yük yüklemeye benzer. Sonra arkası yagu olup hiç işe yaramaz. Ayrıca asır masraflara neden olmakla ele geçirilen memleketin ürünleri ve halkın gelirleri düşmekle asıl amaç olan memleketseverlik düşüncesi kayb olur. Devletin uğrayacağı za'af ile devlet adamları ve önde gelenleri arasında zorluklardan ve parasızlıktan doğan anlaşmazlıkların çıkması- na ve çevrede bulunan, fırsat kollayan bazı komşuların tekrar savaşa yönelmeleri gibi bir durum yaratır. Akdeniz'de donanma bulundurmak, Rusya devletinin coğrafi konumuna ters olmakla devamlı olarak bu donanmayı techiz ve beslemekte karşılaşılacak zorluklar en sonunda donanma askeri arasında yaratacağı yılgınlıkla çekilip gitmeye ya da bir fırtınaya yakalanıp yok olmaya yol açaca- ğı hiç kuşkusuzdur. Gerçekte Akdeniz Rus topraklarından gayet uzak olmakla bunun sürdürülmesinin mümkün olmayacağı bellidir.
Rusya’nın Lehistanla geniş bir sınırı olduğu, Leh topraklarıyla Osmanlı topraklarının bitişik bulunduğu gözönünde tutularak durum tartışılmak istenirse şöyle cevap verilebilir. Hani halı ve ortasındaki altın torbası öyküsü meşhurdun Halıyı çekip torbayı ele geçirmek mümkündür. Fazlaca düzen severlikle dünya düzeni kurulamaz. Dikkatle davranılıp Lehistan’ın bölüşülmesine bir düzen verilmelidir. Eski köyde yeni âdet uygulamaları güçlüklerinden kaçınmalı kimi sert, kimi yumuşak tutumlarla kendi topraklarını kontrol ve yönetimini sağlamadıkça öteki yörelerde hüküm sürdürebilmek akıldışı bir iştir. Şöyle ki yeni ülkeler yeni askere ihtiyaç getirir. Yeni asker ise epeyce masrafa ve zahireye gereksinme doğurur. Yabancıların ayaklarıyla ezilmiş topraklardaki halkın üretimlerinde düşüklük olmamak mümkün değildir. Cenk ve savaş, kıtlığı, kıtlık, taun ve iç ağrısı gibi salgınları getirmektedir. Yeni asker bu iki âfetin ya birisine ya da ikisine yakalanıp telef olmakla ülkenin korunması işlerinin aksayacağı bir gerçektir.
Bu geniş ve akla yatkın düşünceler belirlendikten sonra işin sonu yüce Allahın takdiri perdesinde şöyle görülür. Sözgelimi Osmanlı devleti bu savaşa girmeyerek sadece kendi sınırlarını koruyucu önlemler almakla gerekli yerlerde yığınaklarını yapmış olsa, Rusyalı elbette barış ve andlaşmalara bağlı kalmak zorunda olacak ve hem denizden hem de karadan kendi topraklarına çekilmeyi yeğleyecektir. Inşa’Allahu’l - azizi’l - müstean, Sene 1186 (1772).