Osmanlı Devleti, Cezayir’in 1830’da Fransa tarafından istilâ edilmesi üzerine, Garb Ocaklarına karşı takip ettiği geleneksel politikayı değiştirmek zorunda kalmış, Tunus ve Trablusgarb Beyliklerini daha sıkı bağlarla merkeze raptetmek maksadı ile harekete geçmiştir. İstanbul, ilk aşama olarak Karamanlı Ailesi arasındaki savaş ve ahalinin anarşiden usanmasından yararlanarak, 1835 yılında gönderdiği bir filo ile duruma hâkim olmuş Trablusgarb’ı merkezden gönderilen valiler aracılığı ile idare edilen bir vilâyet şekline sokmuştur.
Osmanh Devleti Karamanlı sülâlesini bertaraf ettikten sonra, devlet otoritesini vilâyetin her tarafında geçerli kılmayı gaye edinmiştir. Bunu sağlamak için, Karamanlıların son dönemlerinden beri âdeta bağımsız hale gelmiş olan iki güçlü mahallî şeyhi yola getirmek gerekiyordu. Bunlardan Sirte ile Fizan arasına hâkim bulunan Evlad-ı Süleyman kabilesi Şeyhi Abdülcelil silâh zoru ile yola getirilmiş; Cebel bölgesinin dişli hâkimi Beni Nüveyr kabilesi reisi Şeyh Guma bin Halife ise Trabzon’da ikamete mecbur edilmek suretiyle, devletin otoritesi Gadames ve Murzuk’un ötesine kadar götürülmüştü.
Aslında Osmanh Devleti’nin T rablusgarb’daki otoritesi, ancak 1858’de Guma’nın kesin bir surette bertaraf edilmesinden sonra yerleşir ve İtalyan istilâsına kadar ciddi bir ayaklanma olmaz. Bu itibarla Guma ayaklanması, Trablusgarb’daki ikinci Osmanh Döneminin önemli bir safhasını teşkil eder. Şüphesiz ki bu hadisede iç sebeblerin yanı sıra, bölge ile ilgili devletlerin tutumları da büyük ölçüde etkili olmuştur. Olayla ilgilenen iki büyük devletten Fransa’nın tutumu özellikle önemlidir. Zira Fransa, Cezayir komşuluğu ve Tunus üzerindeki hassasiyet ve nüfuzu dolayısıyla, ayaklanmanın gelişmesini ciddi bir şekilde etkileme imkânlarına sahipti. İşte bu tebliğde, arşiv belgelerine dayanılarak Fransa’nın Guma ayaklanması öncesindeki tutumuna ışık getirilmeğe çalışılacaktır.
Bilindiği gibi, Fransa, Garb Ocakları ile özellikle 1830’dan sonra ilgilidir. Zira Fransa 1830’dan itibaren Cezayir’e kesin olarak yerleşmiş, bu ülkenin çevresi ile yakından ilgilenerek bir Kuzey Afrika politikası oluşturma yoluna girmiştir. Haliyle Trablusgarb’ın bu siyasetin içinde yeri ve rolü vardır. Acaba Fransa’nın Trablusgarb politikasına yön veren faktörler nelerdir? Bunlardan hangileri özellikle ağırlık taşımaktadır? Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı takip etmekte olduğu genel politika ile Trablusgarb’daki tutumu arasında bir fark varımdır? Varsa bunun sebebleri ve sonuçları ne olmuştur? Guma isyanının bu meseleler içindeki yeri ve etkisi nedir? İşte bu tebliğin dar çerçevesi içinde bahis konusu sorulara arşiv belgeleri ışığında, cevaplar aranacaktır.
1850’lerde, Trablusgarb’da Fransız ekonomik çıkarları henüz yeterince önem kazanmamıştır. Vilâyetteki Fransız ticaret ve yatırımı ehemmiyetsizdir. Gerçi Fransa Sahra’ya nüfuz bakımından Trablusgarb’ın Sahra ticaret yolları ile ilgili görünmekteyse de, bu politika henüz belirgin ve kararlı hale gelmemiştir. Ancak bu dönemi takip eden yıllarda, Sahra ticaret yollan meselesi Fransa ile Osmanlı Devleti arasında, 191 ı’e kadar uzayan siyasi ve ekonomik bir problem haline gelecektir[1]. 1850’lerde, Fransa’nın Trablusgarb ile ilgilenmesine sebep olan en önemli etken şüphesiz ki vilâyetin Tunus ve Trablusgarp ile komşuluğudur. Fransa, Cezayir’e yerleşmeye karar verdikten sonra, bu ülkenin yakın çevresini dikkatle kollamağa başlamış, hatta İslâm âlemindeki her türlü hareketi dikkatle izlemeğe koyulmuştur [2]. Bu tutumun bir sonucu olarak Cezayir’in en yakın komşusu olup Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında bulunan, fakat çok geniş bir muhtariyetten yararlanan Tunus’u kendisinin bir uydusu haline getirmeyi amaç edinmiştir, öyle ki, Fransa’nın Cezayir’deki hakimiyeti güçlendiği ölçüde, Tunus’daki nüfuzu da artmıştır. Fransa’ya göre, Tunus Cezayir’i Trablusgarb’dan ayırdığından, İstanbul’a mümkün olduğu kadar gevşek bağlarla bağlı kalmalıdır. Bu statü quo’nun devamı Fransa için hayati önemi haizdir[3]. Fransa, bu temel görüşün ışığında, Osmanlı Devleti’nin
Tunus’la ilgili her türlü hareketini sıkı bir gözetim altına almış, Osmanlı Donanmasının Mağrıp sularına yöneldiği her seferde, son derece enerjik ve kararlı bir tavır takınmak suretiyle, Tunus’da statü quo’nun değişmesine asla müsaade etmiyeceğini açık seçik bir şekilde ortaya koymuştur[4]. Fransa’yı Cezayir bakımından ilgilendiren diğer bir husus, Trablus- garb’dan Tunus’daki durumu değiştirmek maksadıyla askeri bir sefer düzenlenmesi ihtimalidir. Fransa’nın vilâyetteki ajanları Tunus’daki en küçük askeri hareketleri dikkatle takip ederek Paris’i uyarmaya çalışırlar[5], özetle, Fransa hem Cezayir’in güvenliğini sağlamak ve hem de Tunus’da statü quo’nun muhafazası bakımından Trablusgarb ile yakından ilgilidir. Genel olarak ifade etmek gerekirse, Fransa Osmanlı Devleti’nin otoritesinin vilâyette güçlenmesini istemez. Başka bir değişle, Fransa’nın genelde Osmanlı Devleti’ne karşı uyguladığı politika ile Trablusgarb’daki davranışı arasında her zaman tam bir uyum olduğu söylenemez. Ayrıca bu politikanın yürütülmesinde Fransız diplomatik ajanlarının kişisel karakter ve davranışları zaman zaman etkili olmuştur. Bilindiği gibi büyük devletlerin diplomatik temsilcileri, aynı zamanda kapitülasyonların uygulayıcıları olduklarından güçlüdürler. Genellikle güçlerini aşırı ölçüde kullanmaktan hoşlanırlar. Hadiseleri mübalağalı bir şekilde büyüterek vali, komutan, defterdar veya kendilerine karşı çıkan yetkilileri görevden aldırmak suretiyle, şahsî prestijlerini artırmayı, mahalli otoriteleri yıldırmayı ve kendilerine karşı koyamaz hale getirmeyi âdet edinmişlerdir. Bu hususta ileri gitmede birbirleri ile âdeta yarış halindedirler. Fransa’nın vilâyete karşı olan tavrında orada görevli bulunan diplomatik ajanlarının şahsi tutumfarının da etkileri vardır. Guma isyanı öncesinde Fransız ajanlarının aynı yolları kullandıkları görülmektedir.
Guma isyanı öncesi, Fransız politikasını hangi tarihten itibaren gözden geçirmek gerekir. Bunun için en iyi zaman 1850 başlan olmalıdır. Zira, Fransa’da rejim değişikliği 10 Aralık 1848 Louis Napoleon’un Başkan seçilmesiyle şekillenme yoluna girmiştir. Bu tarihlerden 1870’e kadar Fransa'nın siyasetini L. Napoleon belirliyecektir. Diğer taraftan 1850 Ocak ayında, Trablusgarb’da yeni bir Fransız Başkonsolosu göreve başlamıştır. Bu Pellisier de Reynaud’dur[6]. Pellisier orduda kurmay binbaşı rütbesine kadar terli etmiş Cezayir’de Arap Büroları Müdürlüğünü yapmış, bu görevde iken çıkan anlaşmazlık üzerine istifa ederek Dışişlerine transfer olmuştur. Kuzey Afrika’yı iyi tanıyan Pellisier Trablusgarb’a geldikten sonra, mağrur davranışları, eski hesapları karıştıran tutumu ile kısa bir zamanda mahalli otoritelerle çatışmaya girmiştir.
Pellisier’nin Trablusgarb’da çatıştığı ilk insanlardan biri defterdar Ahmed b. Hamdan b. Osman Hoca’dır[7]. Ona göre, Defterdar Fransa’ya ve özellikle kendisine, eski olaylar dolayısıyla, kin beslediğinden Trablusgarb’da bulunan Cezayirlilerin evlenmelerini, evlat edinmelerini engellemekte, Fransa’ya düşman olanlarla işbirliği yapmakta ve Cezayir’de karışıklıklar çıkarma gayreti içinde bulunmaktadır. Başkonsolos bir yandan
Cezayirlilere, Fransız vatandaşı muamelesi yaptırmaya [8], çalışırken diğer taraftan Defterdar’ın alınması için, Fransa’yı İstanbul üzerine baskı yapmaya zorlar. Nitekim onun ısrarlı takibi neticesi olarak Fransız Büyükelçiliğinin Bâbıâli üzerindeki baskısıyla, defterdar görevden alınır, valiye de konsolosla olan ilişkileri için özel talimat verilir[9]. Fransız Başkonsolosunun dikkatle üzerinde durduğu konulardan biri de Bâbıâlice Trablusgarb’da alman askeri tedbirlerdir. Başkonsolos Paris'e gönderdiği i o kadar raporunda ısrarla vilâyetten I unus’a karşı, mevcut statü quo yu değiştirmek maksadı ile yoğun askeri hazırlıklar yapıldığı görüşünü ileri sürer. Fakat Fransa Dışişleri Bakanlığı, durumu başka kanallardan incelettiğinde, böyle bir ihtimalin olmadığı kanaatine varır ve 4 Şubat 1852 tarihli direktifinde, başka kaynakların, başkonsolosun görüşünü teyit etmediğine dikkati çekerek bu konuda özel bir talimata ihtiyaç olmadığını belirtir [10].
Cezayir den kaçarak müslüman olan iki Fransızla ilgili olaylar Pellisier ile mahalli otoriteler arasındaki gerginliği son noktasına götürür. Başkonsolos un isteği üzerine, Fransa, Trablusgarb önlerine bir donanma gönderir ve mültecilerin iadesini ister. Valiye vekâlet etmekte olan Defterdar tehdit karşısında hransızları geri verir. Aslında Başkonsolos’un düşündüğü bu vesile ile gelen filonun yardımı ile Trablusgarb'ın statüsünü değiştirmek ve l835’den önceki durumuna getirmektir. Bunu hükümetine ısrarla hatırlatır[11]. Donanma geldiğinde Amirali de bu fikre imâle etmeğe çalışır, fakat Amiral iki Fransızı almakla görevini bittiğini belirterek Başkonsolos’un telkinlerine uymaz [12] .
Bütün bu olayların sonucunda Vali Ahmet İzzet Paşa başka bir göreve tayin edilmiş, Pellisier de Reynaud'da görevden alınmıştır. Ancak Bâbıâli nin Tunus’un statüsünde her hangi bir değişiklik yapmıyacağı yolunda vermiş olduğu yazılı teminat üzerine, ilişkiler yumuşamıştır[13]. Fransa’nın yeni Başkonsolosu da asker kökenlidir[14]. Orduda Arapça tercümanlığı yapmıştır. Güzel arapça konuşmakta, hatta kendisinin müslüman olduğu rivayetleri ortalıkla dolaşmaktadır. Mahalli lisanı akıcı bir şekilde konuşması, çevreye, âdetlere yabancı olmaması, insanlarla kolay ilişki kurması sonucu olarak Leon Roches kısa bir zamanda olumlu ilişkiler geliştirdi, nüfuzlu yerli şeflerle irtibat haline girdi. Eski valinin sayım yaptırması, vergileri artırması, yeni vergi kaynakları araması, yerli halkta hoşnutsuzluğu artırmıştı. Roches 12.4.1853 tarihli raporunda “...yerliler silâhlanıyor, tüfek fiatı üç misline çıktı. Yerli şefler isyan halinde Fransa’nın tutumunun ne olacağını soruyorlar. Arabın karnı tok, anbarı dolu, atı ve silâhı da varsa, sükûnet onu rahatsız eder” demekteydi[15]. Kasım 1853 tarihli raporda ise özetle, Trablus civarında ağaç sayımı yapılması ölke ve tepkiye yol açtı. Bazı Arap Şeyhleri görüşmek istediler. Kabul etmedim. Dışarda iken geldiler ve dediler ki “Fransa Türkiye’nin en iyi dostu çıktı... Ayaklanmak zamanı geldi. Atımız, barutumuz, tüfeğimiz buğdayımız var. Şeyh El-Medani yeminimizi kabul edecek, idareyi Karamanlı Ailesine vereceğiz. Bundan iyi bir zaman olmaz, Cebel halkı ayaklandı. Senden istediğimiz, başarımızdan sonra hükümdarınız bizi himayesine alsın, Tunus Beyine yaptığı gibi bizi müdafaa etsin, yenilirsek bize Cezayir’de veya Tunus’da bir iltica yeri (versin). Rehine olarak analarımızı, karılarımızı Fransa’ya gönderebiliriz... Başka taraflardan gelen bilgiler de bunu teyit ediyor. Kendilerine, hükümdarımız beni gönderirken buradaki tebaasının şahıslarını ve menfaatlerini korumaya memur etti. Dostluk münasebetimiz dolayısıyla âsilere iltica hakkı veremeyiz. Olmayacak hallerle uğraşmayınız. Fransa daima siyasi mültecilere sığınak olmuştur. O ancak bir olup bittiyi kabul edebilir. Fakat bir müttefikine karşı isyanı asla destekliyemez... ” [16]. gibi ifadelerle yaklaşmakta olan fırtınayı haber verir.
Fransa Başkonsolosu, görünürde yanlış yorumlanmaya müsait bir hareketten kaçınmaktadır. Esasen Fransa Dışişleri Bakanı da Araplara yardımın mahalli otoritelerin şüphesi celbedilmeden dikkatlice ve ihtiyatla yapılmasını istemektedir[17]. Ancak Roches el altından yörenin nüfuzlu şeflerinden eski Belediye Reisi Muhsin ve onun kayın biraderi Medaniye tarikatı Şeyhi El-Medani aracılığı ile isyan tasavvurunda olanlar ile yoğun bir diyaloga girişmiştir. Eldeki Fransız Arşiv belgeleri Şeyh El Medani’nin Başkonsolosa, Trablusla ilgili geniş bilgi verdiğini, hatta Fransanın Cezayir’de yayınladığı gazeteleri vilâyette dağıttığını açık bir şekilde göstermektedir[8]. Görünüşe göre Şeyh Başkonsolos ile isyana hazırlanan yerliler arasında irtibat vazifesi görmektedir. Nitekim bazı Arap Şeyhleri Padişaha hitaben yazdıkları şikâyetnameyi Şeyh El-Medani’nin tavsiyesiyle Başkonsolosa ulaştırmışlardır. Yerliler bu dilekçelerinde adli ve idari alandaki yoğun şikâyetlerini belirttikten sonra özellikle idarede süreklilik üzerinde dururlar. İstedikleri ömür boyu kalacak ve memleketi kendi memleketi addedecek, türkçe ve arapca bilen ve ancak haksızlığı sabit olduğu zaman azledilecek bir valinin tayin edilmesidir. Bu valinin yanında önemli şeyleri karara bağlıyacak bir divan olmalıdır. Şikâyetçiler vali adayının adını da bildirirler. Bu İstanbul’da yaşamakta olan Karamanlı Ali Paşa’nın oğlu Süleyman Beydir[19]. Görüldüğü gibi, bu temenni, Fransız ajanlarının daha önce ısrarla hatırlattıkları temenniye uygun düşmektedir.
Bu olgun ortamda Beni Nüveyr kabilesi reisi Şeyh Guma Bin Halife ikâmete tâbi tutulduğu Trabzon’dan kaçar veya kaçması kolaylaştırılarak Tunus’a dönmesi sağlanır[20]. Böylece oluşmakda olan, hareketi cesaret, tecrübe ve başarıyla sürükliyebilecek Şefde ortaya çıkar. Guma önce validen Trablus topraklarına girmek için müsaade ister. Vali sürgünden kaçması sebebiyle vilâyete girmesine müsaade etmenin elinde olmadığını, fakat Tunus topraklarında sakin kalması ve ailesi ile birlikte Trablusgarb şehrinde ikâmet etmesi halinde, Bâbıâli nezdindeki şefaat edebileceği cevabını verir[21] . Aslında Guma bütün kabilelerle temas haline girmiş, arzu ettiği anda hareketi başlatabilecek hale gelmiştir. Bu arada Roches’un Araplar nezdindeki nüfuzu da gittikçe çoğalmaktadır. Roches müsait bir zamanda bu nüfuzun (devletine) faydalı bir şekilde kullanılabileceği kanaatındadır. Keza Roches, 7 Mayıs 1855 tarihli raporunda, valinin ayaklanmaya karşı hiç bir tedbir almadığını, buna mukabil isyanın eh kulağında olduğunu bildirir[22]. 5 Haziran 1855 de ise, Şeyh El-Medani ile Sidi Muhammed Muhsin'in kendisine ülkede olan biten her şeyi öğrenmesi için ne lâzımsa yaptıklarını hizmetlerini ödemesi lâzım geldiğini, bu arada diğer haberciler ve daha az önemli kişiler içinde bir meblağ ayrılmasını ister [23]. Bu arada Arap memnuniyetsizliğinin en yüksek seviyeye ulaştığını, Araplarca çevrilmeden dışarı çıkamadığını her vasıta ile kendisine şikâyetlerin gönderildiğini bildirir ve bir isyan halinde Hıristiyanlar için korkacak bir şey bulunmadığını, zira Arapların işlerinin Türklerle olduğunu vurgular [24]. Beklenen ayaklanma 12 Haziran 1855’de patlak verir. Guma’nın bir habercisi, Fransa imparatoruna, Ingiltere Kraliçesine, Padişah Abdülmecid’e hitaben yazılan şikâyetnameler ile kendisine yazılan iki mektubu, Roches’a verir. Fransa Başkonsolosu bunları, âsileri desteklediği intibaını vermesine rağmen alır ve 21 Haziran’da büyük gösteriler içinde Trablus’dan ayrılır. Maltaya vardığında Tunus Başkonsolosluğuna tayin emrini bulur. Roches hükümetine son durumu bildiren 24 Haziran 1855 tarihli raporunda, vilâyette sükunetin teessüsü için yapılacak ilk iş, vali Mustafa Nuri Paşa’nın derhal alınması ve şayet Karamanlı ailesinden biri vali yapılmazsa, hiç değilse, halen Girit Valisi olan Mehmet Emin Paşa’nın tayin edilmesi ve genel bir af çıkarılmasıdır. Şayet bu yapılırsa, Fransa’nın temsilcisi, gayrı memnunları (ayaklananları?) Türk yönetimine celbedebilecektir. Fransa Başkonsolosu, ayrıca âsilerin Fransa’nın merhametine lâyık olduklarını, Cezayir hakimi Fransa’ nın yerlilerin gözündeki kurtarıcı görünümünün silinmemesini, onlar için yapılacakların boşa gitmeyeceğini savunur[25]. Valinin takibatına uğrayan ve Şeyh El-Medani’nin yardımı ile Konsolosluğa sığınan birTrablusluyu da beraberinde götürür. Bu ifadelerden, Roches’un olan bitenlerin dışında olmadığı görünümü ortaya çıkmaktadır. Roches’a vekâlet etmekte olan Ispanya Konsolosu Ortiz de Zugasti’nin 22 Haziran 1852 tarihli raporundaki ifadeler, Vali ile İngiliz Konsolosunun Frablusgarb daki ayaklanmayı Roches’un şahsi hırs ve prestiji için düzenlediğine inandıklarını göstermektedir [26].
Esasen Fransa Dışişleri Bakanlığının Roches’un tutumunu onayladığı, kendisini Tunus Başkonsoluğuna tayin edip gelişmeleri yakından takip etmek üzere, acele görev mahalline gitmesini istemesinden de anlaşılmaktadır. Fransa’nın Trablusgarb’daki ayaklanmayı antipatik olmı- yan bir gözle takip ettiğini gösterir başka bir delil de; Tunus Beyi, Osmanlı Devletine ayaklanmanın bastırılması için yardımcı olmak istediğinde, Fransa’nın kararlı bir şekilde buna karşı çıkarak engellemesidir[27]. Buraya kadar verilen bilgilerden Fransa’nın bir taraftan Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmak için Kırım Savaşma girerken, diğer taraftan Cezayir ve Kuzey Afrika ile ilgili mahalli bir politika izlediği anlaşılmaktadır. Bu politika, Cezayir’in güvenliği bakımından Tunus’ta statü quo’nun mutlaka devam etmesi[28], keza aynı gerekçelerle Trablus- garb’da da Osmanlı yönetiminin güçlenmemesi, hatta mümkünse 1835’ ten önceki statüye dönüşün sağlanması, şeklinde özetlenebilir.
***
Ek no:1
Fransa'nin Trablusgarb Baçkonsolosunun Fransa Dijijleri Bakanina raporu
Monsieur le Ministre,
Le 5 Juin 1854, No: 33
Dans ma dépêche du 9 Mai dernier (Dir. PoL no: 32) je transmettais à Votre Excellence une lettre qu’écrivait le Scheick Médani à un chef arabe qui m’avait été communiquée par Sidi Mohzen. Sid El Médani y disait que Hassan Pacha l’avait chargé de réconcilier les gens de la petite ville de Ghat avec les Touaregs qui voyaient d’un très mauvais oeil la détermination, prise par quelque chefs de cette bourgade, de se placer sous la domination turque, le Scheick El Médani étant de retour de son excursion. Voici les résumés des renseignements qu’il m’a fait donner confidentiellement, par sidi Mohsen, son futur beau frère.
“Selon les instructions de notre ami consul général de France, lui a-t-il dit, j’ai remis aux chefs principaux des tribus que j’ai traversées des exemplaires du journal arabe d’Alger qui parle de l’union intime existant aujourd’hui entre la France et l’Angleterre et la Turquie. Je n’ai négligé aucune occasion de faire connaître à ces chefs la ferme intention du Gouvernement français d accorder aux Turcs 1 assistance dont ils peuvent avoir besoin, contre tous leurs ennemis intérieurs et extérieurs. Ce qui les a surtout impressionnés c’est la nouvelle que vous m’avez transmise et que je leur ai donnée de l’envoi en Grèce, d’un corps d’armée français, destiné à réprimer les tentations d'agression de ce peuple contre les provinces turques. Aujourd hui les arabes de la Régence de Tripoli, quoique de plus mécontents par suite des exécutions de leurs chefs turcs et du nouvel impôt dit volontaire qu’ on réclame d’eux pour la troisième fois, depuis deux ans, et quoique en apparence du moins, parfaitement décidés à saisir la première occasion de se soustraire à la domination turque, les arabes de la Régence, dis-je, paraissent parfaitement décidés à ajourner leurs projets de révolte. La récente arrestation d’un cadi très influent des Ourfellah, pourrait bien amener un soulèvement partiel, mais une révolte générale parait beaucoup moins probable, d’après tout ce que j’ai vu et entendu, notre ami le consul peut donc être à peu près tranquillisé.
L état de surexcitation dans lequel sont les Touaregs, par suite du projet qu ils attribuent à Hassan Pacha de placer Ghat sous la domination turque, n a empêché de me rendre moi-même dans cette ville pour m’y rencontrer avec les chefs influents des Touaregs. Je suis persuadé que malgré l’influence que j’exerce sur eux “à titre de Scheick el Oueredé” (chefd’une congrégation réligieuse), jamais échoué dans la tentative quej’avais faites pour les amener à accepter la domination des Osmanhs, je erois que pour le moment, tout essai de ce genre compromettrait la sécurité du commerce, sans avoir de résultats avantageux.”
Sid El Medani n’ayant aucun intérêt à m’induire en erreur et ayant un caractère sérieux et loyal qui lui a attiré l’estime générale je suis porté à croire à l’exactitude des renseignements fournis par lui. Je ne cesserai pas du reste, de faire tous mes efforts pour être au courant de l’état des esprits dans la province pour apaiser autant qu’il dépendra de moi l’effervescence qui se manifeste depuis dix huit mois parmi les tribus de la Tripolitaine.
Ek No: 2
Fransa Dışişleri Bakanı'nın Fransa’nın İstanbul Büyükelçisine talimatı
A. E.
Turquie: 321
1855 Juillet-Août
Le, 18 Août 1855
No. 59
M. Roches m’informe par une dépêche en date du 18 Juillet dont je vous envoie ci-joint copie, que le bey de T unis avait le désir d intervenir dans la Régence de Tripoli. Il affecte de craindre que la Porte ne lui demande de l’aider à combattre Ghouma, et témoigne au contraire combien il serait heureux de pouvoir rétablir par une intervention pacifique le calme et la paix dans la province révoltée. La question soulevée par cette disposition du Bey présente des aspects divers, et elle est fort délicate. \ raisemblablement les simples moyens de conciliation ne suffiraient pas pour amener les Arabes à faire leur soumission et l’insuccès d'une intervention pacifique conduirait à une intervention militaire. Il est naturel que le Bey de Tunis désire être chargé d’apaiser une révolte dont le voisinage pourrait devenir un danger pour son gouvernement et qu’il ambitionne un succès qui aurait pour effet d'étendre son influence sur les Arabes. Nous ne pouvons non plus méconnaître l’efficacité de service qu'en procédant ainsi le gouvernement tunisien rendrait à Turquie. Mais si nous nous plaçons au point de tue de notre politique traditionnelle, il y a une considération qui doit surtout nous diriger. Nous avons eu déjà l’occasion de constater que le Bey actuel n avait que trop penchant à montrer à l’égard du Sultan une déférence qui pourrait altérer la substance de ses droits politiques et transformer en vassal de la Porte le chef à peu près indépendant du Beylik de Tunis. Il y aurait donc à craindre qu’une intervention armée de Bey dans les affaires de Tripoli n'eût pour première conséquence de placer ce prince vis-à-vis du Sultan dans une situation de subordination à laquelle ses prédécesseurs avaient toujours su à se soustraire. S’il marchait contre les populations soulevées de Tripoli, il aurait l’air d’agir moins en ami qu’en sujet du Sultan; il ne serait plus en quelque sorte que son lieutenant. D’un autre côté, les Arabes révoltés nous ont adressé leurs doléances; ils nous ont suppliés de les appuyer auprès de la Porte sans nous croire le droit d’exiger du gouvernement ottoman qu'il s’est fait droit à leurs griefs, nous sommes autorisés à lui demander qu’il soit mis un terme à leur maux; aux yeux de ces peuples, la France est considérée comme tutrice du souverain de Tunis et il n’y a aucun doute que si les troupes tunisiennes marchaient contre eux pour les comprimer et les châtier, ils nous rendraient responsables de cette répression violente; nous verrions peut-être diminuer l’ascendant que nous exerçons sur eux, et auquel nous ne saurions entièrement renoncer sans porter préjudice à l’influence que devons désirer de conserver sur les populations arabes, dans l’intérêt de notre domination en Algérie.
Les exigences de la guerre que la Turquie soutient avec nous contre la Russie et dans laquelle elle a besoin du concours énergique de tous ses alliés ont dû naturellement multiplier les témoignages de dénoument que la Régence de Tunis a donnés, dans ces derniers temps, à la politique du Sultan. Sous ce rapport, je ne puis que donner mon approbation à l’esprit qui a inspiré votre dépêche en date du adressé à M. Roches. Mais vous n’ignorez pas avec
quelle persistence la Porte s’est efforcée en toute circonstance d’obtenir des souverains de Tunis des actes de déférence qu’elle pût interpréter comme des actes de soumission. Sans faire bien entendu, aucune démarche qui aurait pour effet de refroidir lezèledu bey à seconder les efforts de la Turquie vous jugerez certainement comme que, surtout au début d’un nouveau règne, il importe extrêmement que le souverain actuel de Tunis évite de montrer une tendance qui serait de nature à éveiller à Constantinople des espérances que nous ne devons pas encourager. C’est dans cet esprit que j’ai rédigé mes instructions à M. Roches et que je continue de lui écrire.