İlhanlı (İran Moğolları) hükümdarlarının Müslüman olmalarını konu alan çalışmalar, henüz başlangıç aşamasındadır. Bunun yanında, İlhanlılarda meydana gelen İslâmlaşma hakkında teferruatlı ve geniş yığınları kapsayan bir çalışma yapmak zor gözükmektedir. Zira, kaynakların bu konuya dair aktardığı rivâyetler seyrek olup, genel mahiyette bilgiler vermektedirler. Bilindiği üzere, Farsça yahut Arapça telifte bulunan kentli Müslüman vakanüvisler, göçebe halk arasında veya taşrada ne olup bittiği ile çok az ilgilidirler.
İlhanların yahut İran Moğolları hükümdarlarının İslâm’a geçiş süreçlerinde Türk popüler dinî şahsiyetlerin önemi bilinmekte ve vurgulanmakta ise de bu konu üzerinde derinlemesine bir çalışma henüz yapılmamıştır. Bu makalemiz ile konuya bir giriş yapmaya, meselenin umumî bir çerçevesini çizmeye; İlhanların İslâm’a dönmelerinde önemli rolleri bulunduğu aşikâr bazı Türk sûfî şeyhlerini, tarihi perspektifte ele almaya çalışacağız. Ancak, Moğolları İslâm’a yönelten amiller olarak yalnızca bu şahsiyetleri takdim etmek amacı gütmediğimizi hatırlatmak, yerinde olacaktır. Bununla birlikte, İlhanların İslâm’a girmelerinin -kabul edileceği üzere- çok boyutlu, karmaşık ve bir makale çerçevesinde izah edilemeyecek bir süreç olduğunu söylemeye gerek yoktur.
Bazı cümlelerimizde Müslüman olma, İslâmiyet’i kabul etme anlamlarında, her ne kadar tarafsız olmayan bir manaya sahip ise de, ihtidâ terimini kullanmayı tercih ettik. Ayrıca, heterodoks yahut antinomian (extreme), ılımlı (moderate) ve popüler (volk) [1] terimlerini kullanmak ile birlikte, herhangi bir grubu veya kişiyi bu tasniflerden birine dâhil etmenin güç bir iş olduğunu ifade etmek isteriz.
Popüler sûfî şeyhlerin Moğollar ile olan ilk ilişkilerine dair rivâyetlere, hagiografi tarzındaki bazı eserlerde rast gelmek mümkündür. Bunlardan, ihtiva ettiği bilginin çeşitliliği bakımından en önemlisi Hacı Baktaş Velî Velâyetnâmesi’dir. Velâyetnâme’ye göre, İslâm’ı Moğollar arasında yaymak amacı ile İlhanlı hükümdarları nezdine ilk giden şeyh, Karadonlu Cân Baba’dır[2] . Cân Baba, Kilu Han (Hülegü)’ın Anadolu’yu ele geçirme teşebbüsünün haber alınması üzerine, bizzat Hacı Bektaş Velî tarafından Han’a gönderilmişti. Gönderilme sebebi ise, Kilu Han ve askerlerinin sünnet olup Müslümanlığı kabul etmedikleri sürece Anadolu’ya giremeyecekleri; aksi takdirde başlarına gelecek belânın kendilerine bildirilmesi idi[3] . Verilen görevi kabul eden Cân Baba, Hülegü huzuruna giderek Müslüman olmaları şartı ile Anadolu’ya girebileceklerini bildirmişti. Hülegü, hizmetindeki rahibine durumu danışmış; o da Cân Baba’nın kaynar suyla ve ateşle imtihanına[4] karar vermişti. Yapılacak imtihanlardan sağ çıkması halinde, Kilu Han ve etrafındaki Moğollar Müslümanlığı kabul edeceklerdi. İmtihanları sırayla geçen Cân Baba, bir de İlhan’ın hatunu tarafından verilen güçlü bir zehri içmiş, hayatta kalarak son imtihanı da geçmişti. Bunun üzerine o sırada Hıristiyan olan Kuli Han, emîrlerini toplayarak istişarede bulunmuş ve Müslümanlığı kabul etmişti[5] .
Velâyetnâme’de adı geçen ve Hacı Bektâş Velî tarafından Tatarlara gönderilen diğer bir şeyh ise Hoy Ata’dır[6] . Hoy Ata, Müslüman olduktan sonra gizlice eski adetlerini sürdüren Moğollara,[7] bundan vazgeçmeleri ikazında bulunmak için gönderilmişti. Hoy Ata İlhanlı sarayına vardığında Kilu Han ölmüş yerine oğlu şâh (Abaka Han [1265-1282]) olmuştu. Rivâyete göre Hoy Ata, gizlice kendilerine ibadet edilen putları bularak yakmış ve ardından ateşin üzerine oturarak kerâmetini sergilemişti. Buna şahit olan Tatar hükümdarı Müslüman olmuş, diğer emîrler de imanlarını tazelemişlerdi[8] .
Popüler sûfî şeyhlerinin Moğollar üzerindeki tesirlerine dair bilgi veren diğer bir kaynak, Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı manzum Menâkıb elKudsiyye fî Menâsib el-Ünsiyye’dir. Eserde, Şeyh Alay adındaki bir Türk dervişinin, başta Cengiz Han olmak üzere tüm Türk ve Hıtay’ı cezbederek Müslüman yaptığı [9] ve Cengiz’in onun adını sürekli zikrettiği kaydedilmiştir[10]. Esere göre Moğollar, bu erenlerin açtığı yolda Müslümanlığı kabul etmeleri sayesinde bir asır boyunca devlet sahibi olabilmişlerdi. Ayrıca, Menâkıb elKudsiyye’de adı zikredilen ve Moğolların Müslüman olmaları için çaba sarf eden diğer bir Türk şeyhi de Sarim el-Dîn Saruca’dır[11].
Velâyetnâme’nin Karadonlu Cân Baba ve Hoy Ata hakkında verdiği bilgilerin tarihsel gerçeklerle uyuşmadığı açıktır. Zira Hülegü Han, ne öncesinde Hıristiyan’dır; ne de Karadonlu Cân Baba’nın ziyareti sonrasında Müslüman olmuştur. Abaka Han’ın Müslümanlığı kabul etmediği de malumumuzdur[12]. Söz konusu durum, Menâkıb el-Kudsiyye’de verilen bilgiler için de geçerlidir. Bunlara ilave olarak Cân Baba, Hoy Ata ve Şeyh Alay adlı şahısların bu Moğol hükümdarlarını ziyaretleri, muasır kaynakların hiçbirine yansımamıştır.
Hüseyin Hüsâm el-Dîn tarafından telif edilen Amasya Tarihi başlıklı eserde, Aybek Baba adlı bir Türk şeyhinin Abaka Han ve Moğolların muhitinde bulunduğu, onları İslam’a yönelttiği kaydedilmiştir. Hüsâm el-Dîn’e göre Behlül Baba’dan sonra Amasya’daki Hankâh-i Mes‛ûdî’nin şeyhi olan Aybek Baba[13], 670/1272’de ünlü Selçuklu veziri Mu‛în el-Dîn Pervâne’nin (öl. 1277) Amasya’da kendisine karşı Mevlevîleri desteklemesi ve Baba İshâk gibi hareket ettiğinin ileri sürülmesi üzerine Mısır’a firar etmek zorunda kalmıştı [14]. Aybek Baba, Mu‛în el-Dîn Pervâne’yi Selçuklu Sultanı IV. Rükn el-Dîn Kılıç Arslan’ın (1262-1266) ölümünden sorumlu tutmakta ve ona kin beslemekte idi. Mısır’a firar eden bu şeyhin, 676/1277-78 yılında yeniden Amasya’daki hankâhına dönerek burayı tekrar faaliyete geçirdiği kaydedilir[15]. Hüsâm el-Dîn’in bildirdiğine göre kuvvetli bir hitabeti olan Aybek Baba, Arapça ve Farsçayı da mükemmel biçimde konuşmaktaydı [16].
Konumuz açısından bizi ilgilendiren kısım, Aybek Baba’nın Mısır’a gidişinden tekrar Amasya’ya dönüşüne kadar geçen sürede yaşadıkları hakkında Hüseyin Hüsâm el-Dîn tarafından verilen bilgilerden oluşmaktadır. Müellife göre Aybek Baba, Mısır’a gitmesinden sonra da “hulûl ve ittihâd”a dair sözler sarf etmiş; bunun üzerine ulemadan müteşekkil bir heyet tarafından muhakeme edilmiş; ardından da “darben te’dîp” olunmuştu. Şeyh, yemiş olduğu bu dayağın müsebbibi olarak Pervâne Mu‛în el-Dîn’i bilmektedir. Hem bu vezirden, hem de Mısır sultanından intikam almak isteyen Aybek Baba, çareyi Abaka Han’a sığınmakta bulur. İlticâ ardından Abaka Han’ın itimadını temin eden Aybek Baba, “orada ‛ulemânın teveccühünü kazanıp Tatarların tenvîr-i efkârına hizmet ederek onları dâire-i İslâm’a takrîb ediyordu” [17]. Aynı zamanda “Abaka Han’ın câsusu olan” Aybek Baba, Anadolu’da Pervâne ile Mısır Sultan’ı Baybars arasındaki mukâtebeyi İlhan’a bildirerek vezirin sonunu hazırlamış ve böylece intikamını almıştı [18].
Efsanevî (ustûrevî/mythic) mahiyete sahip bu bilgiler ardından, İlhanlılar üzerindeki dinî nüfuzları bariz olan; kaynakların varlıkları ve faaliyetlerinde ittifak ettiği Türk sûfî şahsiyetlerinin tasvirine geçebiliriz.
Avrasya konar-göçerlerinin, İslâm topraklarına gelmelerinden önce ve sonra İslâm’a geçmelerinde, Asyatik şamanlar ile benzerlikler gösteren popüler mistiklerin etkisi büyük olmuştu. Bunların uzlaştırmacı (syncretic), kitabî olmayan (non-orthodox) yapıları ve şamanları andıran kıyafetleri, kabileler arasında İslâm’ın yayılmasını hızlandırmıştı [19]. Ancak İlhanlı Devleti’nin tesisinin hemen ardından, İlhanlı hükümdarlarının bu popüler sûfîlere mesafeli durduklarını bilmekteyiz. Fuvatî’nin rivâyetinden İlhanlı Devleti’nin ilk hükümdarı Hülegü (1256-1265) zamanında, Kalenderîler gibi heterodoks/antinomian derviş gruplarının iyice tanınmadıklarını, endişe ile karşılandıklarını anlıyoruz. Rivâyete göre Hülegü 658/1260 yılında, Harran düzlüklerinde bir grup Kalenderî dervişine rastladı. Güvendiği danışmanı ve ‛âlim Nasîr el-Dîn Tûsî’ye bunların kimler olduğunu sordu. Bu soruya karşılık Tûsî, “dünyadaki fazlalıklardır” cevabını verdi. Bunun üzerine Hülegü hepsinin öldürülmesini emretti ve Kalenderîler öldürüldüler[20]. Hülegü, ancak hepsinin idamından sonra, Nasîr el-Dîn Tûsî’ye bu sözünün ne anlama geldiğini sormuş ve Nasîr el-Dîn: “İnsanlar, emaret, ticaret, sınaat ve ziraat (olmak üzere) dört tabakadırlar; bunlardan olmayanlar, (diğerlerine) yüktür”[21] cevabını vermişti. Rivâyetten anlaşıldığı üzere, bu heterodoks dervişlerin -en azından görünüşleri itibariyle- şamanlara benziyor oluşları, Hülegü için bir şey ifade etmemişti. Ancak Hülegü’nün bu tutumunun aksine, bir dönem sonra tahta geçen ve onun oğlu olan Tegüder (1282-1284), bu tür dervişlere karşı farklı, hatta tezat oluşturan bir davranış sergileyecekti.
İlhanlı tarihinin ilerleyen yıllarında Moğol eliti tarafından kabul gören ve o çevreye yaklaşabilenler, yerli devlet adamlarının hoş gördüğü ve kurumsal (yahut kitâbî) İslâm’ı benimsemiş muhite yakın, ılımlı (moderate) sûfîler idi. Ancak İlhanlı sarayı etrafında iki derviş grubu bulunmaktaydı: Bunlardan ilki heterodoks veya antinomian olup, dervişler yahut fakîrler olarak bilinirlerdi; ikincisi ise ılımlı (moderete) ve kurumsal (established) şeklinde tanımlanabilmektedir[22]. Gerçek dünyadan kendilerini soyutlama, sefillik-sefalet, sosyal normlara karşı gelme ve tuhaf elbiseler giyme fakîrlerin genel karakterleri idi. Bu dilenci dervişler şeriata karşı gelmek, felsefî ve dinî olarak aykırı düşünceler yaymakla itham edilmekteydiler[23]. Nisbeten daha kurumsal ikinci grubun,
Tegüder’in İhtidâsı ve Sonraki Süreçte İki Önemli Türk Şahsiyet: Kemâl el-Dîn ‛Abd el-Rahmân Kevâşî/Râfi‛î ve Îşân Hasan Mengli (Meňli)
Tegüder’in İslâmiyet’i kabul etmesi mevzusu ve süreci, daha önce yapılan bazı çalışmalarda teferruatıyla ele alınmıştır[25]. Bu sebeple, o konuya girmeyecek, Tegüder’in İslâm olmasında; -her ne kadar akim kalsa da- devletin İslâmîleştirilmesi sürecinde rol alan Türk sûfî şahsiyetleri tanıtmaya çalışacağız.
Zehebî’nin Ta’rîh el-İslâm isimli eserinde, Tegüder’in daha çocuk (tıfl) iken Ahmediyye tarikatı ile tanışıp bu sayede Müslüman olduğuna dair bir kayıt yer almaktadır. Rivâyete göre Ahmediyye şeyhlerinden bazıları, yanlarına Tegüder’i de alıp Hülegü’nün huzurunda ateşin içine girerek (…dahale el-nâr kuddâm Hûlâkû…) doğaüstü özelliklerini sergilemişlerdi. Gösteriden etkilenen Hülegü, Tegüder’i onlara vakfetmiş, bu sayede o, daha çocukken İslâm ile tanışmıştı. Yine Zehebî’de, Müslüman olduktan sonra Ahmed ismini almasının sebebi olarak da, tarikatin ismi olan Ahmediyye gösterilmektedir[26]. Bu rivâyetin gerçekliği ve buradaki Ahmediyye isminin Rifâiyye ile ilişkisi tartışılsa[27] da Tegüder’in, küçük yaşlardan itibaren popüler sûfîlerin etkisinde kaldığına dair fikir vermesi bakımından önemlidir.
Tegüder’in Müslümanlığı kabul etme sürencini yönlendiren şahıs olarak kaynakların üzerinde ittifak ettiği kişi, Kemâl el-Dîn ‛Abd el-Rahmân elKevâşî’dir. Kemâl el-Dîn ‛Abd el-Rahmân, Abbasî Halifesi Musta‛sım Bi elAllâh (1242-1258)’a ait Karaca adlı bir memlûkun oğlu idi; kaynaklara göre, kendisi de bizzat İlhanlı hanedanının hizmetine ferrâş olarak girmişti[28]. Buna ilaveten el-Nüveyrî ve el-‛Aynî, onun bir dülger olduğunu söylemektedirler[29]. ‛Abd el-Rahmân’ın menşei hakkındaki bu rivâyetler, onun Abaka’nın sarayında sonradan yükselişini, aşağıda anlatılacağı üzere, ustalıkla yaptığı hile ve kandırmacaya bağlamaktadır. Rivâyetlere göre Tegüder, bu hileler sayesinde ‛Abd el-Rahmân’ın etkisine girmiş ve Müslüman olmuştu.
‛Abd el-Rahmân’ın Musul’un önemli mistiklerinden Şeyh el-İslâm Muvaffak el-Dîn Ahmed b. Yûsuf el-Kevâşî’den (öl. 680/1281) eğitim aldığını bilmekteyiz. Bu yüzden Şeyh ‛Abd el-Rahmân, İbn el-Sukâ‛î’in Tâlî Kitâb Vefayât el-A‛yân adlı eserinde Kevâşî nisbesiyle anılmaktadır[30].
Memlûk kaynakları, Tegüder’in daha çocuk veya genç iken bu şeyhin nüfuzuna girdiğini ve Müslüman olduğunu söylemektedirler[31]. ‛Abd elRahmân, kaynağın ifadesine göre, sadece şehzade Tegüder’i değil, birçok Moğol gencini de nüfuzu altına almıştı [32]. Öyle ki “tüm Moğol kavmi onun iki eli arasında idi”[33]. Memluk kaynaklarının birçoğu, ‛Abd el-Rahmân’ı şarlatan ve hokkabaz, hile ile Moğolları kandıran ve İslâm’a yönelten bir şahıs olarak tasvir eder[34]. Moğol hanımları (havâtîn) üzerindeki etkisinin menşeini teşkil eden sihrin (‛ilm el-sîmiyâ) ‛Abd el-Rahmân’a, şeyhi Muvaffak el-Dîn Kevâşî tarafından öğretildiği rivâyet olunmaktadır[35].
‛Abd el-Rahmân, İlhan Abaka zamanında, Moğol elitinin ve özellikle de saray hanımlarının teveccühünü kazanarak yönetici tabakaya yaklaşmayı başarmıştı. Çevresine girdiği hatunlar arasında, Tegüder’in annesi de bu lunmaktaydı [36]. Onun bu teveccühü kazanmasında, elbette güçlü ve karizmatik bir kişiliğe sahip olması önemli bir faktördür. ‛Abd el-Rahmân, sahte bir şahsiyet olmamakla birlikte, ne bir ‛âlim ne de karizmasını ve nüfuzunu artırmak için hile ve el çabukluğu kullanan biri idi. Anlaşıldığına göre bu şahıs kurumsal, Ortodoks yahut kitâbî bir ekolün üyesi olmadığı gibi ‛ulemâdan da değildi[37]. Tegüder, hükümdar olduktan sonra da bu tip sûfîler ile ilişkisini devam ettirmiştir[38]. Hatta, aşağıda görüleceği üzere, birden daha fazla karizmatik kişiliğin, onu İslâm’a döndüren nüfuzu altında uzun süre kaldığına dair malumata sahibiz[39].
Yukarıda anlatılanlarda bariz olan şey, Tegüder’in İslâm ile ilk tanışmasının popüler sûfî bir çevrede cereyan ettiği ve bunun, tahta oturmasından bir süre önce gerçekleştiğidir. Bu konuda kaynaklardan elimize geçen küçük bilgiler ışığında, yeni İlhan’ın bu çevrede vakit geçirdiği ortaya çıkmaktadır. Şeyh ‛Abd el-Rahmân’ın, Tegüder üzerinde uzun süreli bir nüfuza sahip olduğu bilinmektedir. ‛Abd el-Rahmân, İlhan’a dinî danışmanlık yapmış, dinî yönetim ve devlet işlerinde büyük itibar kazanmıştı [40]. Tegüder ona hürmetinden ötürü, Türkçe baba diye hitab etmekte idi[41]. Başının üzerinde, hakikatte bir hükümdarlık alameti olan çetr (citr) taşıması, ‛Abd elRahmân’ın yüksek bir mevkide bulunduğunu teyit etmektedir[42].
Ayrıca ülkenin tüm vakıfları, otoritesi genişleyen ‛Abd el-Rahmân’ın nezaretine verilmişti[43]. Bunun yanında, yetki ve sorumlulukları açıkça belli olmamak ile birlikte, Şeyh el-İslâm payesini de almış idi[44].
Şeyh ‛Abd el-Rahmân, Ahmed Tegüder dışında Moğolların çocuklarını da nüfuzu altına almaktaydı [45]. Diğer bir deyişle, Moğol genç neslinden bazıları İslâm’ın söylemini cazip bulmaktaydı ki bu durum, Moğol eliti arasında huzursuzluğa sebebiyet verecekti[46].
‛Abd el-Rahmân’ın Tegüder üzerinde sadece dinî değil, siyasî etkilerinin de olduğu kaynaklara yansımıştır. Şeyh ‛Abd el-Rahmân’ın siyasî manadaki görevi, Tegüder tarafından Memlûk sultanı Kalavun’a elçi olarak gönderilmesidir. ‛Abd el-Rahmân, Rebî‛ el-Evvel 682/Haziran 1283’e tarihlenen ve İlhan Tegüder’e ait bir mektupla Tebriz’den Dımaşk’a doğru yola çıktı. Bu şeyhin riyaset ettiği heyet, 12 Zî el-Hicce 682/2 Mart 1284 tarihinde Dımaşk’a ulaştı. Kalavun’un kendileri ile görüşmeyi ertelemesi üzerine heyet, 12 Cemâzî el-Âhir 683/26 Ağustos 1284 tarihine kadar Dımaşk’ta bekletildi[47]. Bu sırada İlhan Ahmed Tegüder ile yeğeni Şehzâde Argun arasında vuku bulan çekişme sonuçlanmış; Argun (1284-1291), amcasını öldürerek tahtı ele geçirmişti[48].
İlhan Tegüder’e ihtidâ etmesi fikrini veren, bu Türk şeyhi idi. Tegüder’in ihtidâsı ardından getirdiği mektuba, Memlûklerin, artık Müslüman olan Moğollara itaat etmeleri önünde bir engel kalmadığı mesajını da yine o dikte ettirmişti. Getirdiği mektupta barış çağrısından daha ziyade ülmatom mesajı veren bu şeyh, Memlûklarca hiç de iyi karşılanmamıştı [49]. Kendisine, Memlûk hükümeti tarafından iyi muamele edildiği yönünde verilen bazı malumat, İbn ‛Abd el-Zâhir’in rivâyeti ve hapsedildiği zindanda 28 Ramazân 683/8 Aralık 1284 tarihinde öldüğü gerçeği ile çelişmektedir[50]. Buna ilaveten, İbn ‛Abd el-Zâhir’e göre Şeyh ‛Abd el-Rahmân kibirli ve gururlu bir şekilde sultanın huzuruna gelmiş, adet olduğu şekliyle yere eğilmemişti. Bunun üzerine, yere doğru o derece şiddetle eğilmeye zorlanmıştı ki, “nerede ise uzuvları parçalanacaktı”[51].
Şâfi‛ b. ‛Alî, Tegüder’in Memlûk sultanı Kalavun’a elçi göndermesini, 1281’de Hums’taki yenilgiden sonra “kötü durumda bulunan Moğol ordusunun hatrı için”, ‛Abd el-Rahmân’ın yaptığı tavsiyeye dayandırır[52]. Bu girişim, İlhan’ın tahta oturmasından birkaç ay sonra gerçekleşmiş olup kısa süren dönemi boyunca alakadar olabildiği tek haricî mesele idi[53]. Farsça kaynaklardan edindiğimiz malumattan, Şeyh ‛Abd el-Rahmân ile birlikte Sâhib-i Dîvân Şems el-Dîn Cüveynî’nin bu hamlede belirleyici bir rol oynadığı, diplomatik girişim yapması konusunda İlhan’ı beraberce etkiledikleri anlaşılmaktadır. Reşîd el-Dîn, hadiseyi özetle zikretmekte, heyet reisinin ismini vermektedir[54].
Burada, bir parantez açılarak, şu soru sorulabilir: Acaba bu sûfî kişilikler haricinde Tegüder’in muhitinde ve Moğolların genelde istihdam etmeyi yeğledikleri İranlı-yerli bürokrasi içinde, ihtidâ hadisesini yönlendirecek Müslüman kimseler yok muydu? İlhan’ın çevresinde Müslüman şahsiyetler elbette var idi: Bunların en önemlisi, yukarıda ismini zikrettiğimiz Sâhib-i Dîvân Şems el-Dîn Muhammed el-Cüveynî’dir. Ancak, Tegüder’in ihtidâsında ve İslâmî eğitim sürecinde onun etkin olmadığını görmekteyiz. Tegüder’in iktidara gelmesi öncesinde, Cüveynî kardeşlerin onunla hususî bir ilişkisi olduğuna dair ikna edici bir delil de yoktur. Ne İlhanlı içinde ve ne de dışarıdan bir müellif, Şems el-Dîn’in bu konudaki rolüne değinir[55].
‛Abd el-Rahmân’ın, heterodoks dervişlere daha yakın bir pozisyonu bulunduğunu, kuralcı/normative değil, ılımlı/moderate[56] bir meşrebinin olduğunu varsaydığımızı daha önce söylemiştik. Peki, böyle bir varsayıma, yani ‛Abd el-Rahmân’ın heterodoks gruplara daha yakın olduğu sonucuna ulaşmamızı sağlayan husus nedir? Cevabı, yine bir Türk şahıs ve bir heretik olduğunu anladığımız Îşân Hasan Mengli’nin Ahmed Tegüder’in yakınında bulunması ile verebiliyoruz.
Reşîd el-Dîn’e göre Îşân[57], İbn Bezzâz’ın zikrettiği şekliyle ise Hasan Mengli (Meňli)[58], bir Kalenderî şeyhi olan Babi Ya‛kûb’un müritlerindendi[59]. Îşân Hasan Mengli’nin ikametgâhı, Ahmed Tegüder’in saray çadırının bitişiğinde yer almaktaydı; Ahmed Tegüder, devlet umûrunu hiçe sayarak, devamlı bir şekilde Mengli’nin çadırında sema‛lara katılmaktaydı [60]. Îşân Mengli’ye karındaş [61] diye hitap eden ve hürmet besleyen Ahmed Tegüder, onun etkisi ile 683/1284 yılında Babi Ya‛kûb’u ve müritlerini ziyaret etmiş, Argun’a karşı olan mücadelesinde yardım istemişti[62].
Îşân Hasan Mengli’nin İlhan’a olan yakınlığı ve onun üzerindeki nüfuzu, hükümdarlık çevresinden uzak durmayı fazilet sayan sûfî Zâhidîler tarafından hoş karşılanmamaktaydı. Bir Zâhidî olduğunu bildiğimiz müellif İbn Bezzâz[63], Mengli’nin Zâhidîlere iftira ederek İlhan Ahmed Tegüder’i onlara karşı kışkırttığından bahsetmektedir. İbn Bezzâz’a göre Mengli, Tegüder’e, Şeyh Zâhid’in oğlu Cemâl el-Din ‛Alî’nin, Kalenderîlerden kırk kişiyi öldürttüğünü söylemişti. Bu yolla İlhan Ahmed Tegüder’i Zahidîlere elçi gönderip kısâs talebinde bulunmaya ikna etmeye çalışıyordu. Hatta kaynağa göre, Mengli’nin İlhan üzerindeki etkisi o derece idi ki Tegüder ona, Argun isyanı bertaraf edilir edilmez, bizzat kendisinin gidip “Zahidîler sülalesinin kökünü kazıyacağı” sözünü vermişti[64].
Ahmed Tegüder’in Kemâl el-Dîn ‛Abd el-Rahmân ile Îşân Mengli’ye olan ilgisi ve Babi Ya‛kûb’u ziyaret etmesi göz önüne alındığında, İlhan Hülegü devrinde var olan heterodoks karşıtı tutumun artık terk edildiği görülür. Ahmed Tegüder’in heterodoks ve popüler düzeydeki bu çevrelere yakınlığı, yine Müslüman olan sivil bürokrasi ile ilişkilerinin bozulmasına sebebiyet verecekti. İhtidâ ardından heterodoks dervişlere karşı babasının benimsediği tutumu terk etmesi, Tegüder ile Moğol elitinin arasını açacak idi[65].
Bu Türk sûfîlerinin Ahmed Tegüder üzerindeki kültürel nüfuzları, daha önce söylediğimiz üzere, sadece dinî eksenli olmamıştır. Kendisinin Müslüman olması hasebiyle, Tegüder’in çocuklarının da Müslüman olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Türkçe de bilen Ahmed Tegüder’in, çocuklarına Arapça yahut Farsça isimler yerine Türkçe isimler vermiş olduğunu görüyoruz. Üç oğlundan ikisinin adları Aslancı ve Kaplancı olup, büyük kızlarının isimleri ise Küçük, Köncek[66] ve Çiçek idi[67].
Bu iki önemli dervişin ömürleri pek uzun olmamış; hâmileri Tegüder’in, Argun tarafından öldürülmesi ile son bulmuştur. Yukarıda söylediğimiz üzere ‛Abd el-Rahmân, diplomatik bir görev ile Memlûk sultanı Kalavun’a gönderilmiş, Ahmed’in öldürülmesinin duyulmasından sonra hapsedilmişti. Daha sonra hapsedildiği bu hücrede ölmüştür. Îşân Hasan Mengli de Argun’un tahta oturması sonrasında, imtihan bahanesi ile “kaynar suda haşlanmak” suretiyle idam edilmişti[68].
Türk dinî kültürünün Moğollar üzerine olan tesirlerini, payitaht dışındaki bölgelerde de tespit etmek bazen mümkün olabilmektedir. İlhanlı hakimiyeti altında, ancak merkezden uzak bazı idarî birimlerde, dinî müesseselerin işleyişi içerisinde Müslüman-Türk ayân ve ileri gelenleri ile birlikte Moğolları da görmekteyiz. Bunun bir örneği, 1272 tarihli, Kırşehir Nûr elDîn b. Caca vakfiyesinde[69] karşımıza çıkmaktadır. Müessesenin Moğolca ve Arapça hazırlanan vakfiyesi, bazı Moğol kumandanları tarafından da imza edilmişti. Burada dikkati çeken husus, Moğol kumandanlarının, bu kurumun işlerine müdahale ettiklerinde ebedî tanrının cezasına çarptırılmak gibi bir ibareyi onaylayarak imzalamalarıdır[70]. İslâmî çerçevede düzenlenen bu tarz bir belgeyi tasdik etmeleri, Müslüman olmamakla birlikte bu Moğol emîrlerinin Türk-Müslüman çevre ile yakın kültürel ilişkide bulunduklarını bize göstermektedir.
Diğer taraftan, Geyhatu’nun (Budist ismi ile İrincin Turci [1291- 1295]), tahta oturduğunda Müslüman olmadığı ve sonrasında da ihtidâ etmediği malumumuzdur. Ancak onun, bazı Türk şahsiyetler vasıtası ile dervişleri rüsûm ve angaryadan muaf tuttuğunu bilmekteyiz. Geyhatu, bir fermân ile, Erdebil yakınlarında bulunan Nusret-i Fakîre’ye ait derviş dergâhından vergi alınmamasını emretmiş idi. Fermânda, Türk emîri Bayıtmış Aka’ya ait olup vakfa dönüştürülen Mendişîn köyünün, her türlü resm ve angaryadan muaf tutulduğu ifade edilmektedir. Fermânın hatîmesi, “Böylece bu köy mamur olarak mahsulü dervişler ile, gelen-geçenin sofrasına harcansın (ki), bunun sevâbı ebedî devletimizin devamı üzerine olsun!” şeklindedir[71].
Yine Geyhatu döneminde, konumuzla alakalı olarak ilginç bir detay gözümüze çarpmaktadır. Geyhatu’nun kızı Kutluğ Melik, Safevî hanedanlığının kurucusu Safî el-Dîn Erdebilî’nin pîri Zâhid İbrâhim’e hürmet beslemekte idi. Bu sebeple, bir defasında bu şeyhe yiyecek ve bir hırkadan (câme) müteşekkil hediyeler göndermişti. Ancak bu hediyeler, -kaynağa göre, neft madeninden sağlanan, helâl gelir ile satın alınmışlardı- Zâhid İbrâhim tarafından kabul edilmemiştir. Hediyelerin reddedilme sebebi, şeyh tarafından şöyle açıklanmıştı: “…(hediyeler) helâldir, ancak Türkleşme, padişah soyuna ait olma ve emîrlik-askerlik kokmaktadırlar, (bunları almaya) gönlüm razı olmamaktadır...[72]” Burada, “Türkleşme”den kastedilenin ne olabileceği sorusu akla gelmektedir. Şeyhin ifadesinden İlhanlı hanedanı ve elitlerinin, Zâhid İbrâhim ekolüne nisbetle daha ılımlı (moderate) yahut heterodoks olan, hükümdarlık çevresine girmekte beis görmeyen dervişlere ve özellikle de Türk sûfîlerine yakınlıklarının kastedildiği anlaşılmaktadır.
Gazan Han’ın İslâmiyet’i Kabulü Sürecinde Etkin İki Şahıs: Emîr Nevrûz ve Sa‛d el-Dîn Kutluğ Hâce Halidî Kazvinî
İslâm’ı kabul eden diğer bir önemli İlhanlı hükümdarı, Gazan Han (1295-1304)’dır. Gazan Han’ın Müslümanlığı kabulü ve yaptığı geniş çaplı reformların da etkisi ile İlhanlı Devlet’i, artık İslâmî bir döneme geçmiş bulunuyordu[73]. Gazan Han, Demâvend Dağı’nın kuzeyindeki bir kasaba olan Lâr’da, 2 Şa‛bân 694/17 Haziran 1295’te büyük bir tören ile İslâmiyet’e girdi. Onun İslâmiyet’e geçme törenini gerçekleştiren şahıs, Necm el-Dîn Kübrâ’nın (1145-1221) ekolünden yetişen Sadr el-Dîn İbrâhim b. Sa‛d elDîn Muhammed Hammûye’dir (öl. 1322)[74].
Gazan’ın İslâmiyet’i kabul etmeden önce herhangi bir sûfî çevre ile irtibatının olup olmadığı, kaynaklara yansımamıştır. Ancak, Gazan’ı İslâmiyet’i kabul etmeye ikna eden kişi, onun Horasan’daki nâibi ve kudretli emîri Nevrûz’dur (öl. 1297)[75]. Gazan’ın İslâmiyet’e geçişi sırasında icra edilen tören, en ayrıntılı biçimde el-Cezerî’nin Havâdis el-Zamân isimli eserinde yer almaktadır. el-Cezerî, hadiseyi bizzat Sadr el-Dîn İbrâhim’in ağzından nakletmektedir. Sadr el-Dîn İbrâhim’e göre Nevrûz, Gazan’ın veziri olup bir Türktür[76]. Tören sırasında, Gazan’ın Nevrûz ile Türkçe konuştuğu da göze çarpmaktadır[77]. Fakat Nevrûz’un, Moğolların Oyrat kabilesinden Argun Aka’nın (öl. 1275) oğlu olduğu malumumuzdur[78]. Memlûk müverrihlerinin Türk ve Moğol/Tatar ayrımını yaptıklarını bildiğimizden, bu iki terimin birbiri yerine kullanıldığı, yahut birbirine karıştırıldığı gibi bir sonuca ulaşamıyoruz. Buradan, babası da dâhil, uzun süre Horasan’da, Türk muhitinde görev yapan Nevrûz’un artık, kültürel bakımdan Türkleştiği yahut en azından Türk olduğu şeklinde izlenim verdiği kanısındayız. Ayrıca el-Cezerî, bu Türk’ün Farsça yanında İslâm tarihini ve hikâyelerini, zühdiyâtı ve ezkârı iyi bildiğini söyler[79]. Nevrûz’un kendisi bir sûfî şeyhi olmamakla birlikte, bulunduğu kültürel coğrafyada Türk sûfî şeyh ve dervişlerine pek de uzak bulunmadığını, onların kültürel nüfuzları altında kaldığını söylemek, yanlış olmayacaktır.
İslâm’a geçme merasimini yürüten Sadr el-Dîn İbrâhim’in, Gazan’a herhangi bir dinî eğitim verdiğine dair bilgi bulunmamaktadır. Buna dayanarak Melville, dinî eğitimini Nevrûz’dan alması dolayısıyla Gazan’ın, Hanefî eğilimli olmasının daha muhtemel olduğunu söylemektedir[80].
Müstevfî’nin eserine göre, Gazan Han ile birlikte birçok Moğol’un İslâmiyet’i kabul etmesini sağlayan bir diğer önemli şahıs [81], Türk asıllı ve ailesi sûfîlikte yüksek bir merhaleye ulaşmış olan Sa‛d el-Dîn Kutluğ Hâce Halidî Kazvinî’dir[82]. Bu Türk şeyhinin hayatı hakkında çok fazla şey söyleyememekteyiz. Sa‛d el-Dîn Kutluğ Muharrem 728/Kasım 1327 tarihinde, yetmiş üç yaşında iken vefat etmiştir. Onun akrabalarından olup ve vezirlik görevi ile Gazan Han’ın hizmetinde bulunan Sadr el-Dîn Ahmed Hâlidî Zencânî (öl.1298) de İlhan’ın İslâmiyet’e geçmesinde etkisi olan şahsiyetlerdendi[83].
İhtidâsında etkin olmamakla birlikte, bazı Türk sûfî dervişlerinin de Gazan’ın muhitine girdikleri görülmektedir. İyice bilindiği üzere Gazan Han, 703/1303 tarihinde karşılaştığı Türk şeyhi Barak Baba’ya (1257-58- 1307)[84] özel bir ihtimam göstermişti.
Gazan Han döneminde, İlhanların İslâmiyet’e geçiş süreçlerinde ılımlı şahsiyetlere yakın oluşlarının sebebini açıklayan iki önemli vakıa meydana gelmiştir. Bunlardan birincisi Gazan Han’ın, babası İlhan Argun’un eşlerinden Buluğan Hatun ile nikâhına cevâz verilme biçimidir. Moğol geleneği, babanın eşlerinden biri ile evlenmeye izin verirken, İslâmî gelenek bu tarz bir evliliği reddetmekteydi[85]. Müslümanlığı kabul eden ve İran memleketinde “İslam’ın bayrağını” tekrar yükselten “Padişâh-i İslâm”, çok istediği Buluğan Hatun ile bu tarz bir evliliği nasıl gerçekleştirecekti?
Burada ılımlı, katalizör mahiyetteki şahsiyetler devreye girerek bir çözüm üretmişlerdir. Çözüm, şudur: “Babası Argun, Müslüman değildi; bu yüzden Buluğan Hatun ile arasındaki nikâhı meşru olmayıp geçersizdir ve Gazan’ın bu hatun ile evlenmesinde şer‛en sakınca yoktur.”[86] Bu çözüm, kaynağın ifadesine göre, hatunla evlenmeyi çok isteyen Gazan Han’ın, “tekrar eski dinine dönmesine engel olmuştu”[87].
İkinci örnek ise, Gazan Han’ın, Müslüman olduktan sonra eski Moğol dinî adet, gelenek ve ritüellerini sürdürmesine rağmen, İslâmî geleneğe bağlı muhitten menfî bir tepki almayışıdır. Onun, önceki dinine uygun biçimde, bir ağaca nişâneler bağlayıp ağacın etrafında askerleri ile birlikte dans ettiği (bâ leşkeriyân zîr-i ân deraht der raks âmed), eski tanrısına (bâ hodâ-yi kadîm) zafer için yakardığı, sonrasında ise İslâmî usulde dua ettiği, Reşîd elDîn tarafından kaydedilmiştir[88]. Daha sonraları, onun senkretik yapıdaki bu inancı, kardeşi ve halefi olan Olcaytu Hüdâbende (1304-1316) tarafından Memluk Sultanı’na gönderdiği bir mektupta şöyle ifade edilecekti: Gazan, “zâhiren Müslüman, fakat gerçekte ‘kâfir’ idi”[89].
Benzer durumlar, Ahmed Tegüder’in tercihlerinde de etkili olmuştur. Sözgelimi, Ahmed Tegüder’in şarap içmekten kaçınmakla birlikte, kımız içmeye devam ettiğini[90], ancak bu âdetinin dinî muhiti için bir sorun teşkil etmediğini görüyoruz[91].
Sonuç olarak şunları söylemek mümkündür: Tanımladığımız süreçte bazı Moğolların, yani İlhanlı Devleti’nin kurulmasından sonra doğan gençlerin, giderek artan bir şekilde tâbilerinin hâkim kültürüne ve dinine yöneldikleri anlaşılmaktadır. Bu ihtidâ süreci, bir karizmatik sûfî şeyhinin olduğu kadar başka Müslümanların iknasının yahut süregiden ilişki ve evliliklerin sonucu da olabilir; ancak bu, Arapça-Farsça konuşan halkın değil, daha ziyade “yerli” Türk dinî, siyasî ve askerî eliti sayesinde olmuştur. Bu vakıanın boyutlarını belirlemek güçtür; ancak Tegüder ve Gazan’ın İslâm’a dönmesi; Gazan’ın İlhan olduktan sonraki İslâmî siyaseti, elbette tamamıyla izole bir ortamda gerçekleşmemişti[92].
Gazan’ın Müslüman bir hükümdar olarak tahtı ele geçirip “İslâm Bayrağını dalgalandırırken” ve dönemi boyunca bu hususta hiçbir ciddi iç problem yaşamazken, Tegüder’in hal edilip öldürülmesi hadisesi, ancak kültürel değişim ve dönüşümün safhaları ile izah edilebilir. Tegüder-Argun çekişmesi sırasında ileri gelen Moğol kumandanlarının İslâm karşıtı hisleri, Argun tarafından maharetle kullanılmıştı; bu da İslâm’ın henüz Moğol toplumunun yukarı tabakasına tamamen ulaşamadığını göstermektedir. Bu Moğol eliti, 1250’lerde Hülegü’nün İran’a gelişine eşlik eden emîrler ve ileri gelenler idi. Bu elit 1280’lerin başında yaşlanmalarına rağmen Moğol ordusunda baskın unsur olmaya ve geleneksel Moğol dinine bağlı kalmaya devam etmişlerdi[93]. Yarım nesil sonra ileri yaş, savaşlar ve iç çekişmeler sebebiyle bunların sayıları giderek azaldı; sonrasında ise, Türk dominant kültürüne temas ile kültürel dönüşümün nesnesi olan evlâd el-moğol, çoğalarak ordunun ve devletin başlıca dayanağı haline geldi. Gördüğümüz üzere, İslâmlaşmanın tohumları Tegüder zamanında atılmış olup Gazan’a ise bunların meyvelerini toplamak kalmıştı [94].