‘Aliya, Yahudilerin kalıcı olarak yerleşmek amacıyla bir bölge ya da ülkeden Filistin‟e yaptıkları göç anlamına gelmektedir. Modern dönemlerde Siyonizm idealini gerçekleştirmek amacıyla yapılan göçler için kullanılmaya başlayan terim, ortaçağlarda bir Yahudinin tekrar bir araya gelmeye çalışan milletin bir üyesi olarak manevî derecesini yükseltmek amacıyla “Filistin‟e yaptığı mukaddes yolculuk” anlamında kullanılmıştır[1] . Misyonu İslâmiyet‟teki “hicret”e çok benzeyen bu göç, nitelik ve sonucu açısından, normal göçlerden farklılık arz etmektedir. 1948 yılında kurulan İsrail Devleti, XIX. yüzyıldan itibaren siyasî Siyonizm hareketiyle teşvik edilen bu göçlerin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Filistin‟e ilk toplu Yahudi ‘aliyası, I. Siyonist Kongre‟den çok önceleri, 1882 yılında gerçekleşmiştir. Filistin‟e göçü organize için Bilu (ו''בילו (adlı bir örgüt kuran bu siyonistler Filistin‟e geldiklerinde, günümüzde her biri büyük şehirler halini alan Petah Tikva (Umuda Açılış) ve Rişon Le-Tsiyon‟da (İlk Siyon) çiftlikler kurmuşlardı[2] . Bunlara 1890-1891 yıllarında Rus zulmünden kaçan Yahudiler de katılmıştır[3] . Osmanlı hükümeti, bu ilk ‘aliyanın Siyonist bir girişim olduğunu anlamakta gecikmemiş, Temmuz 1882‟de Doğu Avrupa Yahudilerinin Filistin‟e göçünü yasaklayarak toprak satın alma ve inşaat faaliyetlerine sınırlama getirmişti[4] .
Filistin‟e ikinci toplu ‘aliya 1904 yılında başlamış, I. Dünya Savaşı‟na kadar da devam etmiştir. 1909 yılında Tel Aviv‟in temelini atan bu yerleşimcilere zamanla yenilerinin de eklenmesiyle 1914 yılında bölgedeki Yahudi nüfus 85.000‟i bulmuş; dönemin başında Filistin‟deki toplam nüfusun % 5‟ini oluştururken, 1914‟te bu oran % 11‟e çıkmıştı. 1909 yılında Filistin‟deki Yahudilerin güvenliği için ha-Şomer (Muhafızlar) adı verilen bir örgüt de kurulmuştu[5] .
Filistin‟e üçüncü büyük Yahudi ‘aliyası 1919 ile 1923 yılları arasında gerçekleşmiştir. ha-Haluts (Öncü) örgütünün organize ettiği bu göç dalgası ile de on binlerce Yahudi Filistin‟e gelmişti. Üçüncü ‘aliyadan sonra (1920), daha önce kurulan güvenlik gücü ha-Şomer lağvedilerek Hagana (Savunma) adlı örgüt oluşturulmuş; 1948 yılında modern İsrail ordusunun (Tsahal) kurulmasına kadar Yahudilerin güvenliğini bu örgüt sağlamıştır[6] .
1924‟de Filistin‟e dördüncü bir ‘aliya dalgası yaşanmış, özellikle Polonya‟dan gelenlerin oluşturduğu bu dalgada Filistin‟e 34.000 civarında Yahudi yerleştirilmişti[7] .
Filistin‟e beşinci toplu ‘aliya ise 1929‟larda başlamış, 1933‟lerde Hitler‟in Almanya‟da iktidara gelmesi ile hız kazanmıştır. 1936 yılına gelindiğinde Filistin‟deki Yahudi nüfus 400.000‟i aşmıştı[8] . Gelen Yahudilerin çoğunluğunu Aşkenazlar oluşturmuştur. Genel Yahudi nüfus içerisinde Sıfarad Yahudilerinin nüfusu ise % 15 civarında kalmıştır[9] .
İsrail Devleti‟nin kurulmasından önce başlayan göç dalgası, kuruluşu ile birlikte hızlanmış, özellikle Mısır, Suriye, Irak, Yemen ve Kuzey Afrika‟daki İslâm ülkelerinden toplu ‘aliyalar vuku bulmuştur. Bu toplu göçlerin ilki Yemen‟den gerçekleşmiştir. 1900‟lerden itibaren 40.000 civarında Yahudinin geldiği Yemen‟den 1949-1950 yıllarında Kartal’ın Kanatlarında (On Eagle’s Wings) ve Uçan Halı (Magic Carpet) operasyonları ile 48.818 Yahudi daha Filistin‟e getirilmiştir[10]. İslâm ülkelerinden toplu göçlerin yaşandığı bir diğer ülke de, II. Dünya Savaşı sırasında 90.000‟i Bağdat‟tan (şehir nüfusunun % 25‟i) olmak üzere 140.000 kadar Yahudinin yaşadığı Irak‟tır[11]. 1950 yılında Irak‟tan Ezra ve Nehemya adı verilen bir operasyonla, 120.400 Yahudi İsrail‟e göç ettirilmiştir[12]. 1940-1950 yılları arasında Fas, Cezayir ve Mısır‟dan da İsrail‟e kitlesel Yahudi göçleri yaşanmıştır. Bu göçler neticesinde Cezayir‟den gelen 135.000 Yahudi Filistin‟e yerleşmiştir. Yine bu göçlerden sonra Fas‟ta 300.000 Yahudiden geriye 18.000, Mısır‟da ise 75.000 Yahudiden sadece üç-beş yüzü kalmıştır[13]. 1960-1990 yılları arasında ise daha çok Sovyet Bloğu ülkelerinden (Polonya, Romanya, Rusya) göç alan İsrail, son yılların en büyük göçünü, 1990-1993 yılları arasında almıştır. Bu yıllarda Sovyetler Birliği ve Etyopya‟dan 500.000 Yahudi göç etmiştir. İsrail‟in 1948‟den 2000‟li yıllara kadar çoğunluğu Avrupa ülkelerinden olmak üzere, 130 değişik ülkeden iki milyon üç yüz elli bin Yahudiyi ülkesine kabul ettiği belirtilir[14] .
O tarihten itibaren ülkede doğan Yahudiler de göz önüne alındığında bu sayı bölgeden sürülerek gayri menkullerine el konan Filistinli mültecilerin sayısı ile de örtüşmektedir. İsrail Devleti‟nin kurulmasından bu yana, kanunsuz bir şekilde sistematik olarak vatanlarından uzaklaştırılan üç buçuk milyon civarında Filistinli Lübnan, Mısır, Suriye ve Ürdün gibi ülkelerde çok zor şartlar altında mülteci olarak hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktadır. Öte yandan geride bıraktıkları topraklar İsrail hükümetleri tarafından açılan yeni yerleşimlerle küçültülmektedir.
Günümüzde idarecilerinin her fırsatta dile getirdiği “İsrail Yahudi Devleti”nin (Medinat Yisrael, Medinat Yahudit) bekası hâlâ, Filistinlilerden gasp edilip yeni yerleşim birimleri açılarak yurtdışından getirilen Yahudi göçmenlerde („olim hadaşim) görülmekte; Filistinli mültecilerin memleketlerine dönmeleri konusunda Birleşmiş Milletler‟in 14 Haziran 1967 tarih 237 sayılı kararı uygulanmadığı gibi, mülteciler meselesi müzakereler sırasında İsrail tarafından gündeme dahi alınmamaktadır[15]. Bu yönüyle modern dönem “‘aliya”sı Yahudiler için siyasal önemini hâlâ muhafaza etmektedir.
Yukarıda anlatılan göç hareketleri ve sebepleri modern dönemlerin konusudur. Elinizdeki araştırmada ise modern dönemlerden önce, fethinden Haçlı Seferlerine kadar İslâmî dönemde (638-1099) Yahudilerin Filistin‟e göçleri ile bu göçlerdeki etkenler üzerinde durulacaktır.
1. İslâmî Döneme Kadar Yahudiler ve Filistin
1.1. Yerleşmelerinden Sürgünlerine Kadar Yahudiler ve Filistin
Adını milattan önce XII. asırda Kavimler Göçü sırasında deniz yoluyla buraya gelen Filistler‟den (Pelustiyu) alan Filistin‟de[16] yaşayan kavimler ile işgal ya da istilâlarla bölgede hakimiyet kuran siyasî güçlerin tarihi, çok eski zamanlara dayanmaktadır.
Filistin‟in adı bilinen ilk sakinleri, Tevrat‟a göre dünyanın en eski milleti olan ve İslâm tarihçilerinin Arapların atası olarak kabul ettiği Amâlika kavmi idi. Milattan önce üçüncü bin yıldan itibaren Filistin‟de yine Sami kavimlerden Ken‟anlılar, sahil kesimlerinde Fenikeliler, arkalarından da Aramîler görülmeye başlamıştır[17] .
Tarih içerisinde Filistin ile İbranîlerin kaderi ilk kez Ken‟anlıların bölgeye hakim olduğu dönemde kesişir. Batı Samileri ya da Amori olarak isimlendirilen aşiret gruplarının Mezopotamya‟dan Akdeniz‟e doğru göç etmeye başladığı M.Ö. ikinci binin ilk yarısında (yaklaşık M.Ö. 1900‟ler), İsrail‟in atası İbrahim (Avraham) Peygamber de Harran‟dan Ken‟an ülkesine doğru yola çıkması için Tanrı‟dan emir almıştı. Ken‟an diyarına geldiğinde bu bölge (Filistin) Tanrı tarafından İbrahim‟in nesline vaat edilmiştir[18] .
Arkeolojik bulgulardan anlaşıldığı kadarıyla İbrahim Peygamber‟in geldiği dönemlerde Ken‟an diyarında bölgenin iklimi ve düzensiz topoğrafik yapısı nedeniyle siyasal ve ekonomik birlikten yoksun aşiretler yaşamakta idi. İsrail‟in üç büyük atası İbrahim, İshak (Yitshak) ve Ya‟kub (Ya’kov) Filistin‟de göçebe bir hayat sürmüş; bu dönemlerde İsrail aşiretleri kurak mevsimlerde güneyde Nil Deltası‟na kadar inmek, Ken‟an toprakları nemlendiğinde de tekrar Filistin‟e dönmek şeklinde bir hayat tarzı benimsemişlerdi[19] .
İslâm ve Yahudi kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla, İsrailoğulları‟nın Mısır‟a yerleşmeleri de Filistin‟de yaşanan böyle bir kıtlık neticesinde gerçekleşmiştir (M.Ö. 1700‟ler). Kardeşler arası bir kıskançlık sonucu Mısır‟a köle olarak satılan Yusuf‟un (Yosef), Sami kökenli Hiksos hanedanlığında ekonomiden sorumlu bakanlığa getirildiği dönemlerde Mısır‟a yerleşen İsrailoğulları, burada 430 yıl kalmış[20]; Mısır‟da yönetimin Hiksoslardan Firavunlar hanedanlığına geçmesinden sonra, Samilere düşman olan bu hanedanın baskı ve şiddetinin artması üzerine Musa (Moşe) Peygamber‟in önderliğinde Mısır‟dan çıkmışlardı[21] .
Tevrat dışı kaynaklara göre Filistin bölgesinde İsrail adında bir kavmin görülmesi ancak M.Ö. 1300‟lü yılların sonuna rastlamaktadır[22]. II. Ramses‟in oğlu Mernepta Yazıtı‟nın yazıldığı yıllarda (M.Ö. 1220‟ler)[23] İsrailoğulları da Filistin çevresinde ölüm-kalım savaşı vermekte idiler[24] .
Musa Peygamber tarafından Mısır‟dan çıkarılarak Sina‟ya getirilen İsrailoğulları, disiplinsiz davranışları ve emre itaatsizlikleri sebebiyle kırk yıl çölde dolaştırılmış; Ken‟an diyarına yeni bir nesille ancak Yeşu‟nun (Arapça kaynaklarda Yuşa) liderliğinde girebilmişlerdir[25]. Musa Peygamber Ken‟an diyarına girilmesinden önce her kabileye bir reis tayin etmiş; bölgeye girildikten sonra da her kabilenin nereye sahip olacağını önceden tespit edip İsrail boyları arasında taksim etmişti[26] .
İsrailoğulları‟nın Filistin‟e kalıcı olarak yerleşmeleri, Yeşu‟dan sonra başlamıştır. Yeşu, Musa‟nın emri gereği Ken‟an topraklarını İsrail boyları arasında dağıtmıştır[27]. Ken‟an‟a giriş süreci tamamlandıktan sonra İsrailoğulları göçebe yaşam şeklinden, küçük ve çevresinde sur bulunmayan merkezlerde, geçim kaynakları tarıma dayanan yerleşik düzene geçmişlerdir. Ancak Hakimler ve Samuel kitaplarında da bahsedildiği üzere, İsrailoğulları‟nın Filistin‟e yerleşip İsrail krallığının kurulduğu tarihler arasında kalan düzensiz dönemlerde Yahudiler, bölgede varlığını devam ettiren kabileler ve yerel kültürler karşısında var olma ve ayakta kalma mücadelesi vermişlerdir[28] .
Filistin, Yahudi tarihindeki önemini Davud (David) ve Süleyman (Şlomo) peygamberler zamanında kazanmıştır. M.Ö. XI. asırda ilk İsrail devletini kuran Davud‟dan sonra başa geçen oğlu Süleyman, başarılı fetihlerinin yanında siyasî, ekonomik ve diplomasi alanında büyük aşama kaydetmiş; Davud zamanında yapımına başlanan Büyük Mabed‟i (Bet ha-Mikdaş) tamamlayarak Ahid Sandığı‟nı yerleştirmiş ve Kudüs merkezli güçlü bir krallık kurmuştu[29] .
Kudüs‟ün başkent olması ile İsrail geleneğinde Musa‟nın vahiy aldığı Sina Dağı‟nın yerini Kudüs‟teki Siyon Dağı almıştır[30] .
1.2. Hasreti Çekilen Topraklar Olarak ve Filistin ve Yahudiler
Süleyman‟ın ölümünden kısa bir süre sonra krallık Yahuda ve İsrail olmak üzere ikiye ayrılmış (M.Ö. 931)[31]; Kudüs, Süleyman‟ın torunu Ebiya‟nın krallığında Yahuda ve Bünyaminoğulları‟nın elinde kalarak Yahuda Krallığı‟nın başkenti olmuş; kalan on İsrail boyu ise krallığın kuzey topraklarında Süleyman‟ın azadlısı Yeroboam‟ın (İslâm kaynaklarında Yurbeam b. Nâbıt) idaresine girmişti[32] .
İki krallığın birbiriyle ilişkisi genelde mücadele ve düşmanlık şeklinde gelişmiştir. Birçok hükümdar ve sülale değiştiren İsrail Krallığı uzun müddet yaşayamamış; sürekli olarak yabancı devletlerin akınlarına maruz kalmıştır. Özellikle Omri Hanedanlığı sırasında Asurlular‟ın(*) İsrail üzerindeki baskıları iyice artmıştı. Asur imparatorlarından V. Salmanasar (M.Ö. 727- 722) zamanında İsrail Krallığı‟na karşı başlatılan taarruzlar II. Sargon (M.Ö. 722-705) tarafından tamamlanmış ve nihayet krallık yıkılmıştır (M.Ö. 722)[33]. Krallığın yıkılmasından sonra İsrailoğulları Asur topraklarının çeşitli yerlerine sürgün edilmiştir[34] .
Kuzey İsrail Krallığı‟nın yıkılmasından sonra, Yahuda Krallığı da Asur İmparatorluğu‟na bağlı yarı bağımsız bir krallık haline gelmiştir. Yahuda, Bâbilliler tarafından yıkılıncaya kadar Mısır ve Bâbil devletleri arasında bir rekabet unsuru olmuş, her iki devlet de bu krallığı nüfuzu altına almaya; Yahuda da birine karşı diğeriyle ittifak kurmak suretiyle varlığını devam ettirmeye çalışmıştır[35]. Ancak Yahuda, İsrail Krallığı‟ndan iki asır kadar sonra (M.Ö. 586) Bâbil imparatoru Buhtunnasr (Nabukodonosor)(*) tarafından yıkılmış, Mabed yerle bir edilmiş, pek çok Yahudi öldürülmüş, geriye kalan Yahudilerin çoğu da sürgüne gönderilmiştir[36] .
Yahudilerin Kudüs ve Filistin‟e özlemleri, işte tarihlerinde yaşadıkları bu sürgünlerle başlamıştır. Sürgün dönemlerinde kaleme alınan kutsal metinlerde Filistin toprakları çeşitli kereler İsrailoğulları‟na ebedî mülk ve miras olarak vaat edilmiş; ancak bu vaat onların belli hususları yerine getirmeleri şartına bağlanmıştır. Tanrı olarak sadece O‟nu tanımaları, O‟nun emir, kanun ve şeriatinin (Tora/Tevrat) gereklerini yerine getirmeleri, Tanrı ile İsrailoğulları arasında yapılan çeşitli ahitlerde hatırlatılmış ve yenilenmiştir[37]. Ahitler yerine getirilmediği takdirde, Tanrı‟nın İsrailoğulları‟na verdiği himaye kalkacak, İsrailoğulları korkunç belalara maruz kalacak, sayıları azalacak ve mülk edinmek için girdikleri ülkeden (Filistin) uzaklaştırılarak lânetleneceklerdir[38]. Ahit gereği Yahudiler hal, tavır ve davranışlarını ıslah etmeli, adaletli olmalı, garip, öksüz, dul ve yetimi mağdur etmemeli, suçsuz yere kan dökmemeli, tevhitten sapmamalıdır. Bunları yaptıkları müddetçe vaat edilen bu topraklarda kalacaklardır[39]. Zira bu topraklar dürüst ve iyi insanlara ait olup kötüler ve hainler burada barınamayacaktır[40] .
Ahd-i Atik‟te Hezekiel Peygamber‟in dilinden sürgünün geçici olduğu, Tanrı‟nın irade ettiği güne kadar onların sürgünde kalacağı ve İsrail yurduna bir gün mutlaka dönecekleri belirtilmiştir[41]. Hataları sebebiyle Filistin‟den sürülen, değişik halklar tarafından aşağılanan ve eziyet gören Yahudiler tarihlerinde hep anavatana kavuşma özlemi ile yaşamışlardır.
Sürgüne giden Yahudiler memleket özlemiyle Ken‟an diyarını mukaddesleştirmiş, Bâbil sürgününden dönüşten sonra Mabed‟in tekrar inşâ edilmesi, buraya yapılan ziyaretlere dinî bir şekil kazandırmış, Filistin‟de yerleşik olmak din adamları tarafından bir vecîbe olarak Yahudi inancına dahil edilmiştir. Daha çok Talmud‟da ifadesini bulan bu inanış ve kabullere göre din adamları Filistin‟de yaşayan bir Yahudinin ölüm sonrası hayatını garanti ettiği[42], Filistin‟de oturmanın Tevrat‟ın bütün vecîbelerini yerine getirmekle eş değer olduğu[43], Filistin‟de bir gayri menkulün Şabat‟ta (Sebt/Cumartesi) satın alınması durumunda dahi Şabat‟ın ihlâl edilmiş olmayacağı[44], evlilik hayatında erkek Filistin‟de (özellikle de Kudüs‟te) yaşamak ister karısı da bunu kabul etmezse, bu durumda kocanın ketubada yazılı hiçbir taahhüdü ödemeden karısını boşayabileceği; tersi durumda ise kadının kocasından tefrik edilerek ketubada yazılı olan tazminatını tastamam alacağı[45], Filistin‟e (Erets Yisrael) kaçan bir kölenin doğrudan hür olacağı[46] gibi, bölgeye özgü hükümler ihdas edilmiştir. Benzer şekilde malî bir vecîbe olan teruma, Mabed‟in yıkılmasından sonra sürgünde olunduğu müddetçe sadece Filistin‟de (Erets Yisrael) oturan Yahudilerin bir yükümlülüğü kabul edilmiş[47], Filistin‟de yaşayan kimselerin öte dünyada tekrar dirilmelerinin kesin olduğu ifade edilmiştir[48]. Din adamları sürgün ve Mabed‟in yıkılmasına üzüntünün bir tezahürü olarak haz kaynağı kabul edilen şarap ve etin yenmesini[49], düğünlerde bir enstruman eşliğinde neşeli şarkılar okunmasını yasaklamışlardı[50]. O tarihten itibaren Mabed‟in yıkılma zamanı olan 17 Tamuz‟dan Av ayının 9‟una (Tiş’a be-Av) kadar ki süre içerisinde düğünler yapılmaz olmuştur[51]. Hac[52] ve teruma[53] gibi bazı ibadetler mabede bağlı olarak düşünüldüğü için ilgâ edilmiş, kurban gibi ibadetlerin yerine ise günlük ibadetler[54] ya da daha önce mevcut olmayan bazı oruçlar ihdâs edilmiştir[55] .
Tanrı‟nın vaat ettiği dönüş günlerinin bitmesinin beklendiği sürgün psikolojisinin Yahudi tarihindeki bir yansıması da, bu topraklara sahip oldukları fikrinin, Yahudi düşüncesinde hep taze tutulmaya çalışılması; dinî ve edebî metinlerde işlene gelmesidir. Sürgünlerle yerlerinden ayrılsalar dahi Yahudiler kendilerini hâlâ Yeşu tarafından dağıtılan toprakların asıl sahipleri olarak düşünüyorlardı. O dönemlerde çoğu alışverişler sadece “toprağa bağlı” yapılabildiği için, her Yahudinin Kutsal topraklardan az da olsa bir miktar toprağa sahip olması gerektiği şeklinde hukukî bir kurgu geliştirilmişti. Abbâsîler dönemi gaonlarından Hayy (ö. 1038), arazi sahibi Yahudilerin topraklarını satarken satış sözleşmesine Filistin‟de (Erets Yisrael) sahip olduğu toprağın 4 zira‟ karelik (erba’ emot) (*) miktarını da devrettiği şeklinde sembolik bir cümle ilave edildiğini belirtir[56]. Geniza dokümanlarında “arazi devri” listelerinde sıkça rastlanan, bir tarafın diğer tarafa şu veya bu hakkıyla beraber kutsal topraklardaki hissesini de devrettiği şeklinde yüzlerce belgede yer alan bu ifadeler, tamamen kurgusal olup gerçeklikle herhangi bir alakası yoktu[57]. Ancak, Filistin‟e özlem gibi bir dürtüden kaynaklanan bu uygulama oldukça yaygındı ve Yahudiler arasında vuku bulan satışlarda bütün belgelere mutlaka yazılırdı. Müellifi meçhul bir responsada yer alan bilgiye göre Mısır‟da yaşayan bir Yahudinin Mağrib‟teki arazisini satmak üzere vasî tayin ettiği bir arkadaşına verdiği vesâyetnamesine bu ifadeyi (erba’ emot) yazmaması tepkiyle karşılanmıştı[58] .
Sürgünden sonra Filistin, Bâbil ve diğer Yahudi cemaatleri arasındaki irtibatlar kesilmeksizin devam etmiştir. Bundan sonra Siyon Dağı Yahudiliğin fizikî ve ruhanî gayesi haline gelmiş; Kudüs, Mabed alanı ve Filistin‟e ziyaretler de artmaya başlamıştır[59] .
II. Mabed döneminde pek çok Yahudinin bu maksatla Filistin‟i ziyaret ettiği bilinmekle beraber, Mabed‟in ikinci kez yıkılmasından sonra, Roma idaresinin baskı ve şiddet politikası nedeniyle diyasporadan Filistin‟e yapılan ziyaretlerde önemli azalmalar olmuştu[60] .
Talmudik dönemde Bâbil‟den Filistin‟e yapılan göçlerdeki esas etkenin, dinî ve ekonomik olduğu belirtilmelidir. Bu göçlerden sıradan halkın yaptığı göçler genelde ekonomik; din adamlarınınki ise dinî ve ilmî amaçlı idi. Bâbil yeşivalarında görev yapan din adamlarının ekonomik güvenceleri cemaat tarafından sağlanan menkul ve gayri menkullerle garanti altına alındığı için, bunların göçlerinde ekonomik sebepler etken olmamıştır. Talmud‟ta Rav Abba‟nın Filistin bölgesi ile ipek[61], Hanina bar Hama‟nın bal[62] ticareti yaptıkları şeklindeki bilgilerin, kuralı bozmayan istisnalar olduğu belirtilmelidir.
Yukarıda belirtildiği üzere, bu dönemde din adamları tarafından Filistin‟e yapılan göçlerdeki en önemli etken, Filistin‟de dinî tahsil görme amaçlı idi. Talmudik dönemde meşhur pek çok Bâbilli din adamı, Filistin‟de yaşayan din büyüklerinden ders almak amacıyla ilim yolculukları yapmışlardır. II. Mabed döneminde Medli Nahum ile Hilel, bu amaçla Filistin‟e göç eden meşhur kimselerdendir[63] .
Din adamlarının göçlerindeki bir diğer etken de, Filistin‟deki meslektaşlarının yetkilerine sahip olma, Sanedrin adı verilen dinî-idarî kurumda görev alma, senelik takvimin tespitine iştirak veya Filistin‟deki eğitim kurumlarından birine atanma amaçlı idi[64] .
Talmudik dönemde Filistin‟e yapılan göçlerdeki bir diğer etken de Sâsânîler tarafından Yahudilere yapılan zulüm ve baskılardı. Bâbil Talmudu‟nda yer alan bir pasajda Rav Kahana‟nın, Sâsânî idaresinin tutuklama kararı üzerine kaçtığı belirtilir[65]. Bu göçler Bâbil‟de ortaya çıkan dinî geleneğin (Minhag Bavlî) Filistin bölgesine taşınmasında da etkili olmuştur.
Bâbil‟den sıradan Yahudilerin ise daha çok ekonomik gayelerle göç ettikleri anlaşılmaktadır. Bu göçmenler genelde tekstil ve kumaş boyama endüstrisinde faaliyet göstermekte ve iki bölge arasındaki ticarî ilişkilerde aracılık yapmakta idiler[66] .
Kökeni sürgünlere dayanan Arabistan Yahudileri de[67] Filistin‟le irtibatlarını hep sürdürmüşlerdir. Medine Yahudilerinin dinî uygulamalar bakımından Filistin geleneğine (Minhag Yeruşalmi) bağlı olmaları[68] , Kaynuka‟, Nadîr ve Hayber[69] Yahudilerinin sürülmelerinden sonra Irak‟a değil de Filistin‟e göç etmeleri, Filistin‟le olan dinî, tarihî ve ticarî ilişkilerini devam ettirdiklerini göstermektedir.
2. İslâmî Dönemde Yahudiler ve Filistin
İlk İslâmî dönemde Yahudilerin Filistin‟e göçleri ile ilgili çok fazla bilgi yoktur. Zira İslâm öncesi dönemden Yahudilerin İslâm idaresine girişlerinden sonraki ilk iki veya iki buçuk asırlık dönem, bir diğer tabirle, hicretin ilk iki buçuk asrı, Yahudi tarihinin bilgi açısından en karanlık dönemini teşkil etmektedir. Bu dönemlerle ilgili olarak hem İslâm hem de kendi kaynaklarında Yahudilerle ilgili çok fazla bilgi yer almamaktadır[70]. Buna karşılık İslâmî dönem Yahudilerinin klasik çağı olarak kabul edilen Sa‟diya Gaon (ö. 942) ile Maimonides‟in oğlu Avraham (ö. 1237) arasındaki dönem hakkında ise çok fazla bilgi vardır. Bu bilgi bolluğu ise XIX. asırda keşfedilen Geniza dokümanlarından kaynaklanmaktadır. Yahudi tarihi araştırmacılarının “Geniza Dönemi” (950-1250) olarak tanımladığı bu devrede[71], bir diğer deyişle, Fâtımîler döneminden itibaren (969 ve sonrası) Yahudilerin Filistin‟e göçü ve sebepleri konusunda Geniza dokümanlarına kıymetli bilgiler yansımıştır.
Kaynaklara yansımasa da ilk İslâmî dönemde de çeşitli nedenlerle Filistin‟e Yahudi göçü devam etmiş olmalıdır. Zira, İslâm idaresinin Atlas Okyanusu‟ndan Orta Asya içlerine kadar uzanan geniş coğrafyaya hakim olması ve İslâm hukukunda gayri müslimlerin seyahat, taşınma ve ikâmetleri konusunda herhangi bir engel bulunmaması, Yahudilerin sadece Filistin‟e değil, İslâm dünyasının değişik yerlerine göçlerini kolaylaştırmıştır. Oysa, yukarıda da belirtildiği üzere, önceki dönemlerde siyasî amaçlarla Sâsânî ve Roma idareleri tarafından Yahudilerin göçleri zaman zaman engellenmişti[72] .
Pirkoy ben Baboy‟un Kuzey Afrika cemaatlerine gönderdiği bir mektuptan (800‟ler), Bâbil‟den Talmudik dönemde başlayan göçlerin İslâmî dönemde de devam ettiği anlaşılmaktadır. Ben Baboy, Filistin‟de, ibadetlerde okunan Kiduş berahasının Filistin ve Bâbil geleneğine bağlı cemaatler tarafından farklı zamanlarda okunduğunu belirtir[73] .
Müslüman hakimiyetinden önce Kudüs‟te hiç Yahudi yaşamamaktaydı. Şehri temsilen Hz. Ömer‟le anlaşma yapan Hıristiyan patrik, halifenin emriyle şehre yetmiş veya yüz Yahudi ailesinin yerleşmesini kabul etmişti[74] . Sonraki dönemlerde şehre yerleşen Yahudilerden Bâbil geleneğine bağlı olanların da bulunması[75], ilk İslâmî dönemde Filistin‟e göçün devam ettiğini gösteren bir diğer delildir.
Haçlı seferlerine kadar şehirdeki Yahudi nüfusun artarak devam ettiği anlaşılmaktadır. Müslüman müellif Mukaddesî (ö. 380/990) X. asırda Kudüs‟teki gayri müslim nüfusun şehre galebe çalmasından yakınır[76] .
İslâmî dönemde Yahudilerin Filistin‟e göç sebeplerini siyasî, dinî, mesihî beklentiler ve ekonomik olmak üzere dört başlık altında değerlendirmek mümkündür:
2.1. Siyasî Sebepler
Başlıktaki “siyasî sebepler” ifadesinin, Yahudilerin bir devlet kurmak için yaptıkları göçler için değil, Müslüman idarecilerin bölgedeki hakimiyetlerini güçlendirmek amacıyla iskân faaliyetleri çerçevesinde Yahudilerden de istifade etmeleri bağlamında kullanıldığı belirtilmelidir.
İslâm öncesi dönemde Filistin ve Suriye‟deki toplam Yahudi nüfusunun 1.5 milyondan fazla olduğu, bunun 1 milyonunun Suriye, kalanının ise Filistin‟de yaşadığı belirtilirse de[77] bu tahminin mübalağalı olduğu aşikârdır. Ancak kesin olan husus, bu bölgelerde yoğun bir Yahudi nüfusun yaşadığıdır.
Hulefâ-yi Raşidîn ve Emevîler döneminde Suriye ve Filistin‟in sahil kentlerine Bizans‟ın deniz baskınlarına karşı savunma amacıyla doğu bölgelerinden, özellikle de İran‟dan pek çok insan getirilip iskân edilmişti. Kıyı şeridine iskân edilen askerî güçler, Arap kökenlilerden ibaret değildi. İskân konusunda İranlılar, Kıptîler, Esâvire olarak adlandırılan Hint kökenli Zutt ve Seyâbice (Seylanlılar) gibi, Yahudilerden de istifade edilmişti[78] .
Hz. Osman döneminde fethedilen Trablusşâm‟a Muaviye tarafından askerî amaçla pek çok Yahudinin yerleştirildiği bilinmektedir[79]. Bu Yahudilerin kökeni hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Ancak, bunların İran bölgesinden getirildiğini söylemek mümkündür. Zira IX. asır Müslüman coğrafcılarından Ya‟kubî, Muaviye tarafından Trablusşâm‟a yerleştirilen kimselerin İran‟dan getirildiklerini (Fürs) nakletmektedir ki[80], bu bilgiden muhacir Yahudilerin kökeninin de İran olduğu ve Filistin‟e iskân faaliyetleri neticesinde getirildikleri anlaşılmaktadır.
2.2. Dinî Sebepler
İslâmî dönemde Filistin‟e Yahudi göçündeki bir diğer sebep de dinîdir. Filistin, Yahudilere ait dinî, tarihî ve kültürel mekânlara sahip olması sebebiyle mukaddes kabul edilip göç almıştır. Yahudiler nezdindeki bu konumundan dolayı Filistin‟de Yahudilere ait kurumlar, başta Irak‟takiler olmak üzere, diğer bölgelerdeki kurumlara nazaran daha prestijli kabul edilmiş ve bazı yetkileri de tekelinde tutmuştur. Meselâ Yahudiler arasında senelik takvimin tespit ve duyurulması Filistin‟deki Yahudi otoritelerin yetkisinde kabul edilmişti. Mabed‟in ayakta olduğu dönemlerde yeni ayın doğumu ve takvim tespiti yetkisi Büyük Kohen‟e (Kohen Gadol) ait iken, Mabed‟in yıkılmasından sonra bu yetki Sanedrin kurumuna geçmişti. Yıla ay eklenip eklenmeyeceğini düzenli olarak kurumun “nasi” adı verilen “başkan”ı ya da onun tayin ettiği görevliler tarafından ilân edilirdi[81] . İslâmî dönemde bu yetkiler Filistin Yeşivası‟nın sorumluluğunda bulunuyordu. Bu dönemde takvim düzenlemeleri Zeytin Dağı‟nda (Har ha-Zeytim) yeşiva üyelerinin de katıldığı bir toplantı ile ilân edilir; bu ilânlar yerel cemaatlere şehirlerdeki bet dinler vasıtasıyla duyurulurdu[82]. Fâtımîler döneminde yaşanan bir iktidar kavgasında Filistin Yeşivası, 1082-1094 yılları arasında Mısır‟da (Fustat) cemaat liderliğine soyunan David b. Daniel‟in gerçek manada lider olamayacağını; zira takvim tespitinin bir liderlik meselesi olduğunu belirterek konuyla ilgili yegâne otoritenin kendileri olduğunu duyurmuştu[83] .
Bu kutsiyetinden dolayıdır ki Irak bölgesinde, cemaatleri ile sıkıntı yaşayan din adamları da yerleşmek amacıyla genelde Filistin‟i tercih etmişlerdir. Meselâ, Emevîlerin sonu ile Abbâsî idaresinin başlarında yaşamış Yahudi din adamı Ahay, bunlardan biridir. 680 yılında Basra yakınlarındaki Sebha beldesinde doğan Ahay, 730‟lu yıllarda re’sü’l-câlûtluk meselesi yüzünden yeşivalar arasındaki tartışmalara(*) iştirak etmemiş, 748‟de Pumbedita Yeşivası‟nda boşalan gaonluk koltuğuna oturmayı beklerken, kurum başkanlığına kendisinin değil de yetiştirdiği öğrencisi Natronay‟ın (Kahana ben Emuna) atanmasını kabullenmediği için Irak‟ı terk ederek Filistin‟e yerleşmişti[84] .
Filistin Yeşivası Yahudiliğin doğduğu merkez olmasından hareketle Irak (Bâbil) yeşivalarından daha üstün ve mukaddes olduğunu iddia etmekteydi. Bu sebeple ekonomik açıdan sıkıntı yaşadığı dönemlerde diyaspora cemaatlerinden yardım talebinde bulunurken bu tarihî geçmiş ve prestijine vurgu yapmayı ihmal etmezdi[85] .
Bölgenin mukaddes olması dolayısıyla, buraya yerleşmek amacıyla bazı adaklar da yapılmıştır. İslâmî dönemin meşhur müstensihi (sofer) Yisrael ben Sahlun aslen Fustatlı olmasına rağmen, Bizanslı bir hanımla evlenmiş; Bizans‟ta yaşadığı sırada başından geçen bir meseleden dolayı hapse girmişti. Müstensih, hapiste iken sağ-salim kurtulursa Kudüs‟e gidip yerleşmeyi adamıştı. Hapisten kurtulan müstensih 1051 yılında Kudüs‟e gelip yerleşmiş ve ölümüne kadar da burada kalmıştı[86]. 1061 yılına ait bir Geniza dokümanında da Bizans‟tan gelip Anadolu ve Filistin üzerinden Mısır‟a gitmek üzere yola çıkan bir Yahudinin Kudüs‟te ikamet etmeye karar vererek şehre yerleştiği belirtilir[87] .
Genelde Filistin, özelde ise Kudüs‟ün dinî gayelerle ziyareti daha çok hac yolculukları vasıtasıyla gerçekleşiyordu[88] . Roma ve Bizans döneminde Yahudilere Kudüs‟e giriş yasağı konmuştu. Bu sebeple Yahudiler şehre senede sadece bir gün (Tiş’a be-Av‟da) girebiliyorlardı[89]. Filistin‟in Müslümanlar tarafından fethiyle beraber Yahudilerin dinî maksatlarla bölgeyi ve Kudüs‟ü ziyaretlerinin önündeki bütün engeller de kalkmıştır. İslâmî dönemde Bizans ve diğer yerlerden pek çok Yahudi hac yapmak üzere Kudüs‟e gelirdi[90]. 1026 tarihli bir dokümanda İslâm dünyasının dışından Kudüs‟e gelen Yahudi ziyaretçilerin giriş kapısında (şa’ar) iki buçuk dinar (şiney zahovim ve hatsi) ödedikleri belirtilir[91]. Ancak devletin tebaası Yahudiler ise cizyelerini ödemeleri sebebiyle böyle bir vergiden muaf idiler[92]. Nahoray b. Nıssim gibi zengin ve dindar Yahudi tüccarlar genelde her yıl Kudüs‟e hac ziyareti yapardı[93]. O dönemde şehirlerarası yolculuğa çıkan kimselerin yanlarında vergilerini ödediklerine dair “berat” adı verilen bir “belge”yi taşıma zorunluluğu vardı. Normal şartlarda çok sıkı takip ve kontrol edilen bu beratlar, Müslüman idareciler tarafından Kudüs‟e ibadet maksadıyla gelen hacılardan sorulmuyordu[94] .
Kudüs sadece hac aylarında değil, bu aylar dışında da ziyaret edilirdi. 1059 tarihinde kış mevsiminde şehre yolculuk yapan Yahudi Şlomo ben Moşe Safaksî, patronu Nahoray ben Nıssim‟e yazdığı mektupta başından geçenleri şöyle anlatır: “Şükürler olsun! Tanrı bu günleri de gösterdi… Muhterem Efendim, dün sağ-selamet Kudüs’e ulaştım. Ancak yolda şiddetli bir kar ve dolu fırtınasına yakalandım. Gıda ihtiyaçlarımı karşılamak için Remle’ye gideceğim. Orada ne kadar kalırım bilemem; ama şehirdeki (Kudüs) fırtına henüz dinmiş değil. Şimdi de biteviye yağmur yağmakta.” [95]
Kudüs‟ü ziyaret için adaklar da yapılırdı. Akdeniz‟de batan bir gemiden sağ olarak kurtulan bir Yahudi, izinsiz girmesi dolayısıyla Müslüman idareciler tarafından cezalandırılmak istenmiş, ancak İskenderiye cemaatinin tavassutuyla ceza almaktan kurtulmuştu. Yahudi, olayların yaşandığı sırada bu zorlu şartlardan kurtulması halinde Kudüs‟ü ziyaret edeceğine dair adakta bulunmuştu[96] .
Kudüs‟te yapılan duaların makbul olduğuna inanılması, şehre yapılan ziyaretlerin bir diğer önemli sebebidir[97]. Yahudiler Mabed‟in bulunduğu sahada, Kudüs‟ün doğu kapılarından Bâbürrahme (Şa’ar ha-Rahamim) [98] ile Zeytin Dağı ve Kohen Kapısı‟nda (Şa’ar ha-Kohen) yapılan duaların makbul olduğuna inanırdı[99] .
Filistin ve Kudüs‟ün kutsiyetinin bir tezahürü de, diyasporadan aldığı yardımlardı. Sürgündeki Yahudiler gerek İslâm öncesinde[100] gerekse İslâmî dönemde[101] Kudüs‟e yardımlarını hiçbir zaman kesmemişlerdir. Kudüs Yahudilerinin ticaret ve hac maksatlı ziyaretlerden başka gelir kaynakları yoktu. Ancak şehrin Yahudiler nezdindeki kutsiyeti dolayısıyla Kudüs‟teki yeşiva ve cemaate yardım etmek, Mabed‟in ayakta olduğu zamanlarda yapılan yardımlar kadar makbul görülüyor; karşılığının öte dünyada bolca alınacağına[102] , yardım edenlerin de ilahî affa mazhar olarak cennete gireceğine inanılıyordu[103]. Kaynaklarda Kudüs‟e yapılan yardımlar hakkında IX. asra ait bir bilgi dışında daha eski örnekler yer almamaktadır. Bu örnek dışındaki diğer bilgiler ise çoğunlukla Geniza dokümanlarına dayanmaktadır. Geniza‟da konuyla ilgili oldukça fazla bilgi bulunmaktadır.
O dönem Yahudi dünyasında Kudüs‟e yardım için özel kampanyalar düzenlenirdi. Bazı dokümanlarda bu kampanyalardan “tefrikatü’l-makâdise” (mukaddes şehrin payı) şeklinde bahsedilmektedir. Bu yardımlar genellikle hac bayramlarından kısa bir süre önce toplanır ve dağıtılmak üzere Kudüs‟e gönderilirdi[104] .
Filistin ve Kudüs‟ün bir diğer gelir kaynağı da buralar için yapılan adaklardı. Oria cemaatine mensup Güney İtalyalı Ahima’ets isimli bir Yahudi, Kudüs‟e farklı zamanlarda üç kez ziyarette bulunmuş (IX. asır), her seferinde de Tevrat talimi yapan öğrencilere, Mabed‟in yıkılmasına gece gündüz ağıt yakan sofulara (Aveley Zevul/Aveley Tsion) yüzer dinar bağışta bulunmuştu[105]. Yine İtalya cemaatinden Rav Paltiel, Yom Kipur‟da (Kefâret Günü) beş bin dinar vermeyi adamış, bunun bin dinarını (Filistin) yeşiva(sı) ve başkanına, bin dinarını Mabed‟in yıkılmasına gece gündüz ağlayanlara, bin dinarını Irak‟taki yeşivlara, bin dinarını değişik cemaatlerdeki fakirlere, kalanını ise Tevrat talimi yapılan yerlerin yağ ihtiyaçlarına ayırmıştı[106] . Aynı aileden bir asır sonra (X. asır) Samuel isminde bir başka Yahudi, Kudüs‟e gelirken yirmi bin dinar (darkomonim) para getirmiş, bu parayı Tevrat talimi yapan öğrenci ve ilim adamlarına, Batı Duvarı‟ndaki (Kotel haMa’aravi) mabede yağ alımına, bölgedeki sinagog ve cemaatler ile Mabed‟in yıkılmasına gece gündüz ağıt yakanlara bağışlamıştı[107]. Bir başka dokümanda ise Palermo‟da meskûn Bündâr isimli bir Yahudi, mal varlığının dörtte birlik kısmı olan 35 dinarı Kudüs için vasiyet etmişti. Ölümünden sonra söz konusu vasiyet, Filistin Yeşivası görevlilerinden Samuel b. Hoşa‟na‟nın girişimiyle Yeşua el-Halebî isimli bir Yahudi tarafından şehre ulaştırılmıştı[108].
Kudüs‟ün önemli gelir kaynaklarından biri de şehre yardım için kurulan vakıflardı. Bu vakıflar hakkında Geniza‟ya kıymetli bilgiler yansımıştır. Fustat, Remle ve zengin Yahudi cemaatlerinin yaşadığı diğer şehirlerde Kudüs‟ün fakirlerine yardım için kurulmuş hayır kurumları bulunuyordu[109]. Fustat‟ta Kudüs için vakfedilen evlerden Geniza dokümanlarında dâru’l-makâdise (mukaddes diyara ait evler) şeklinde bahsedilmektedir[110] . Yardımlar şehre genelde Akdeniz‟de ticaret yapan tüccarlar veya ziyaret gayesiyle gelen Yahudiler vasıtasıyla ulaştırılıyordu[111]. Zenginlerin ölüm döşeğinde iken mallarının bir kısmını Kudüs fakirleri için vasiyet ettiklerine dair dokümanlar da ulaşmıştır. Meselâ, Tuleytulalı (Endülüs) Avraham ben Nahum, mirasından 10 dinarlık bir kısmı suftece şeklinde Kudüs‟ün fakirlerine ulaştırılmak üzere Fustat cemaat lideri Sahlan‟a göndermiş, o da bu sufteceyi Gaon Şlomo ben Yahuda‟ya iletmişti[112]. 1059 tarihli, Eli haKohen b. Yehezkiel‟e ait bir mektupta ise İbn Kureyş isimli bir Yahudinin mirasından 80 dinarlık büyük bir meblağı Kudüs‟teki iki Yahudi cemaatine (Karaîler ve Rabbânîler) vasiyet ettiği belirtilmektedir. Aynı mektupta Fustat‟ta Kudüs için vakfedilen evlerin gelirlerinin henüz ulaşmadığı da kaydedilmiştir[113]. Aynı asra ait bir başka dokümanda ise azatlı bir köle olan Bündâr‟ın malını hayır olarak dağıtmak istediğinde, dörtte birlik kısmını fakirlere dağıtılmak üzere Fustat‟tan Kudüs‟e gönderdiği belirtilir[114] .
Filistin‟in mukaddes kabul edilmesi, Yahudilerde buraya defnedilmenin sevap olduğu şeklinde bir inancın doğmasına da yol açmıştır. Kutsal topraklarda gömülmenin bağışlayıcı bir erdem kabul edilmesinin kökeni çok eskilere dayanmaktadır[115]. Geniza dokümanlarına İslâm dünyasının değişik yerlerinde yaşayan Yahudilerin ölümlerinden sonra Filistin‟e gömülmek için vasiyette bulunduklarına dair önemli bilgiler yansımıştır. İran‟ın Kazerûn şehrinde doğmuş ve Fustat‟ta yaşamış Harun isimli Yahudi bir tabibin, ölümünden sonra cesedinin Filistin‟e götürülüp defnedilmesini vasiyet ettiği belirtilir[116]. 7 Kasım 1006 (14 Kislev 1318) tarihli bir Geniza dokümanında Fustat‟ta bir kadının, ölümünden sonra yirmi dört hisseye taksim edilecek malının iki hissesini, cesedinin Kudüs‟e defnedilmesi için ayırdığı belirtilir[117]. 1020 tarihli bir başka dokümanda ise Kayravan Yahudi cemaati lideri (Nagid) İbrahim b. Ata, Yahudi tüccar Yusuf b. Avkal‟a, kardeşinin naaşının Kayravan‟dan Kudüs‟e taşınmasındaki gayretlerine müteşekkir olduğunu ifade eder[118]. Tarihi belli olmayan bir dokümanda Fustat‟ta yaşayan bir kadın, terekesinden kocası Hibe (Natan) ha-Levi‟nin kemiklerinin mezarından alınarak Filistin‟e defnedilmesi için 17 dinar ayırdığı kaydedilir[119]. Tarihsiz bir diğer dokümanda ise Gazze‟de (‘Aze) meskun Mevorah b. Natan isimli bir Yahudinin Feyyûm‟da (Mısır/Erets Pitom) ölen kardeşinin vasiyeti gereği naaşını Filistin‟e defnetmek üzere almaya gittiği belirtilir[120]. Bir başka dokümanda ise İran‟ın Âmül şehrinde ölümünün yaklaştığını anlayan seksen yaşındaki bir Yahudinin, öldüğünde daha önce Kudüs‟e defnedilen babasının yanına gömülmek üzere Kudüs‟e yerleştiği rivayet edilir[121] .
Abbâsîler dönemine ait bir responsada bir Gaon, ölen bir kimse naaşının Filistin‟e götürülerek defnedilmesini vasiyet etmiş ise, varislerinin bu vasiyeti yerine getirmesinin Tevrat‟ın emri olduğu şeklinde bir fetva vermiştir[122] .
Haçlılar döneminde Filistin‟deki Haçlı-Hıristiyan şiddet ve baskısı sebebiyle Yahudiler Kudüs dışında Atalar‟ın kabirlerinin bulunduğu el-Halîl (Hevron) veya Filistin‟de Müslüman hakimiyetindeki diğer şehirlerde defnedilmeyi vasiyet etmeye başlamışlardı[123]. Eyyûbî sultanı Melik Azîz‟in [sultanlığı: 589-595/1193-1198] hekimi, aynı zamanda Mısır Yahudi cemaati başkanı Ebû Zikri‟nin kardeşi olan bir Yahudinin, öldükten sonra Mısır‟dan, Filistin sınırları içerisinde bulunan Hayfa‟ya defnedilmeyi vasiyet ettiği; vasiyetinin de oğlu tarafından yerine getirildiği rivayet edilir[124] .
XII. asırda İslâm dünyasını gezen Yahudi seyyah Tudelalı Benjamin, el-Halîl şehrini ziyareti sırasında Atalar‟ın kabrinin bulunduğu mağarada Yahudilerin kemiklerinin saklandığı küplerden bahseder[125]. Benjamin‟in ifadesinden İslâmî dönemde Yahudilerin ölen yakınlarının kemiklerini getirip buraya defnettikleri anlaşılmaktadır.
2.3. Mesihî Beklentiler
İslâmî dönemde Filistin‟e göçlerdeki bir diğer etken de mesihî beklentilerdir. Mabed‟in Roma tarafından yıkılmasından sonra (MS. 70) Filistin‟e özlem ve dönüş hayalleri zirveye ulaşan Yahudiler, ülkeler fethedecek muzaffer bir önderin çıkıp kendilerini Filistin topraklarına götürerek eski ihtişamlarına kavuşturacak bir kurtarıcı beklemeye başlamışlardır. Ancak zaman zaman onlardaki bu ideali istismar ederek hareketlendirmeye çalışan bazı sözde mesihler de ortaya çıkmıştır[126] .
Gerek Hz. Muhammed‟in yeni bir toplum inşâsındaki fevkalade başarısı, gerek ilk İslâm fetihlerinde kazanılan olağanüstü başarılar[127], gerekse Emevîler döneminde başta İstanbul seferleri ile İslâm-Bizans arasındaki (İsmail-Esau/Edom) savaşlar[128], İslâm dünyasındaki Yahudilerde de mesih beklentisini artırmış ve mesihin çıkışının yaklaştığı umudunu doğurmuştu[129] .
Ancak cemaatin tarih boyunca maruz kaldığı ceza ve sıkıntılar, zamanla Rabbânî Yahudi din adamlarını mesihle ilgili konularda dikkatli davranmaya sevk etmiştir. Bu sebeple mesihlik iddiasıyla ortaya çıkanlar hep temkinle karşılanmış, çoğu zaman da istismar edildiği için, mesihten ziyade mesihî bir toplumun oluşturulmasına gayret edilmiştir. Bu ideal toplumun inşâsı için dinî emirlere sıkıca bağlanmak, günahların kefâreti için ibadet, oruç ve duaya ağırlık vermek gerektiği vurgulanmıştır[130].
Mesihî devirde bütün milletlerin Tanrı‟nın krallığını tanımak için Siyon‟a çıkacağına; Tanrı‟nın, dünyanın dört bir yanına dağılmış çocuklarını Kudüs‟te bir araya getirip onlar için bir devlet kuracağına[131] gönülden inanan Rabbânî din adamları, henüz vakti gelmediği için mesihî gayelerle Yahudileri Filistin‟e göç etmeye teşvik eden veya götürmeye kalkışan sözde Mesihlere karşı cemaatlerini her defasında uyarmışlardır. Pirkoy ben Baboy meşhur mektubunda Irak Yahudilerinin Tsiyon‟u (Siyon) bu anlamda değerlendirdiklerini şu sözlerle anlatır: “…Mesih günlerine gelince…(Iraklılar/Bâbilliler) mesih öncesi felâketleri kabul etmezler. Kitapta yazıldığı gibi, “Ey Tsiyon! Bâbil kızlarıyla otur. Kendini kötü Edom’dan uzak tut...” (sözleriyle Irak‟ta oturmaya devam ederler)…Tsiyon, Tora (Tevrat) ve dinî emirlerin (mistvot) öğrenildiği Bâbil yeşivalarından başka bir şey değildir” [132]. Bu sebeple, İslâmî dönemde Rabbânî Yahudilerde Filistin‟e göçte mesihî gayelerin herhangi bir etkisi yoktur. Zaten olmasına da gerek yoktur; zira Yahudilerde mesihî hareketler daha çok siyasî ve dinî baskıların arttığı dönemlerde ortaya çıkmakta idi. Yahudilerin dinlerini yaşama ve uygulamalarında herhangi bir sıkıntı yaşamadıkları o dönem İslâm dünyasında, mesihin gelişini hızlandırmak amacıyla yapılan kitlesel göçlerin olması için siyasî ve psikolojik ortam da söz konusu olmamıştır. Bu sebeple Rabbânî Yahudi liderlerin Kudüs‟e göçü teşvik ettiklerine dair Geniza dokümanlarına neredeyse hiç bilgi yansımamıştır. 960 yılında Rhine (Almanya) Yahudi cemaati Filistin Yeşivası‟na yazdıkları bir mektupta Sefer Zerubavel isimli (apokaliptik bir) eserde mesihin Mabed‟in yıkılmasından 890 sene sonra (M. 958) çıkacağını okuduklarını söyleyerek konu ile ilgili bilgi istemişti. Ancak yeşiva başkanı henüz mesihin çıkmadığını, hatta alâmetlerinin dahi görülmediğini söyleyerek cemaati bu tür lüzumsuz dedikodulara kulak vermemeleri konusunda uyarmıştır[133]. Rabbânîlerde siyasal maksatlarla Kudüs‟e göçün yapılmadığının bir başka delili de, Filistin Yeşivası gaonu Şlomo ben Yahuda‟ya Tısadeka ben Menahem tarafından yazılan bir mektuptur. Mektupta Ben Menahem Kudüs civarında yaşayan ailesinin Mısır‟a gönderilmesi konusunda gaonun yardımını rica etmektedir[134] .
Bu tutumun Yahudi nüfusun çoğunluğunu oluşturan Rabbânîlere özgü olduğu belirtilmelidir. Ancak onların bu tutumu, amaçları, mübarek/mukaddes kabul ettikleri Kudüs‟e göçü teşvik ederek mesihin gelişini hızlandırmak olan Karaîleri çok kızdırmıştır. Rabbânîleri pasiflikle suçlayan Karaî Daniel el-Kûmisî, onların bu öğretisini provakatörlük olarak niteler: “…(Onlar/Rabbânîler) ‘Rab, oradan dağıttığı gibi bizi orada tekrar toplayıncaya kadar kutsal topraklara (Kudüs) gitmek gerekmez’, derler. Bu sözlere kızılmaz da ne yapılır!?” [135] İşaya kitabındaki “Ey Yeruşalayim! Duvarlarının üzerine bekçiler diktim; gece gündüz hiç susmayacaklar. Ey Rabbe sözünü anımsatanlar, Yeruşalayim’i pekiştirene, onu yeryüzünün övüncü kılana dek durup dinlenmeden Rabbe yakarın; O’na rahat vermeyin” [136] pasajları, Kudüs‟e göçü teşvik eden Karaîlerin sloganı haline gelmişti. Bu sebeple Karaî din adamları pasajda bahsi geçen bekçilik görevini yapmak üzere müntesiplerini Kudüs‟e göçe teşvik etmişlerdi.
Aynı ifadelerden Rabbânîlerin Filistin‟e göçü dinî bir yükümlülük olarak kabul etmedikleri de anlaşılmaktadır. Söz konusu pasaj Abbâsîler dönemi din adamlarından Sa‟diya Gaon (ö. 942) tarafından farklı yorumlanmıştır. Gaon‟a göre bu pasajlarda Kudüs‟e göçü teşvik ve mesihin gelişini hızlandırmaktan ziyade, kurtuluş gününden önceki zor günler ile Yahudilerin dinî emirlere karşı gevşek tavırlarına çeki-düzen vermeleri konusunda bir uyarı vardır. Bu sebeple kurtuluş, Tanrı‟nın takdirine (be-yad Şamayim) bırakılmalıdır. Ona göre pasajda her Yahudinin yükümlülüklerini yerine getirmesi, tutum ve davranışlarına dikkat etmesi konusunda bir uyarı vardır[137]. Bu anlayıştan hareketle Sa‟diya, o dönemlerde doğu Yahudilerinde günlük ibadetlerde ‘Amida‟daki ilk Şem’a‟nın sonunda okunan[138] Siyon ve mesihin gelerek üçüncü ve ebedî Bet ha-Mikdaş‟ı (Süleyman Mabedi) bir an önce inşâsının konu edildiği “or hadaş ‘al-Tsiyon” (תציון על חדש אור] (Siyon‟a yeni ışık] berahasının okunmasına da şiddetle karşı çıkmıştır. Yahudilerde sebepsiz yere beraha okunmamaktadır (beraha le-vatala). Bu sebeple Gaon, mesih çağı gelmediğine göre, söz konusu berahanın gelecekte Mesih çağındaki gün için değil, her sabah doğan gün için okunması görüşündedir[139] . İslâmî dönemin bir diğer dinî otoritesi Maimonides‟in (Moşe ben Meymûn) (1138-1224) sistematize ettiği 613 Emir (TaRYaG mitsvot) içerisinde de “Filistin‟e göç ya da ikamet” hakkında herhangi bir vecîbe yer almamaktadır.
Karaîler arasında kutsal topraklara göçü teşvik, XI. asırda Benyamin en-Nihavendî ile başlamış[140], öğrencisi Daniel el-Kûmisî tarafından devam ettirilmiştir. Bizzat kendisi Horasan‟dan (Kûmis‟in Dâmeğân kasabası) gelip Kudüs‟e yerleşen el-Kûmisî, her şehirden Kudüs‟e en az beş kişinin gönderilmesini ve bunların nafakasının da cemaatler tarafından karşılanmasını emretmiştir[141] .
Karaî din adamlarının bu teşviklerinin sonuç verdiği anlaşılmaktadır. Zira, zamanla Kudüs‟te şehrin doğusunda bir Karaî mahallesi (Hâretü’lMeşârike/Şihunat ha-Mizrahim) kurulmuştur[142]. Karaîlerin Kudüs‟e göçleri IX. asrın ilk çeyreğinden itibaren başlamıştır. Ancak bu göçlerde dinî gayeler kadar Rabbânîlerin zulmünden kaçarak Tevrat merkezli yeni bir cemaat kurmak şeklinde cemaat içi rekabetin de etkili olduğu belirtilir[143]. Zira, elKûmisî, Müslüman idarecilerin Kudüs‟te dinî gruplara her konuda büyük özgürlükler verdiğini belirterek İslâm dünyasının değişik coğrafyasında Rabbânîlerin zulmünden kurtulmak isteyen Karaîleri Kudüs‟e göçe şu sözlerle teşvik eder: “Rabbânîlerin korkusundan ağzını açmaya korkanlar!...Müslümanlar (Yişmaelim) Musa’nın emirlerini tam manasıyla uygulayan Karaîlere her konuda yardımcı olmaktadır. Bu yardımlarından dolayı kendilerine medyûn-u şükrânız. Şu anda onların hakimiyetindesiniz. O halde silkinin ve Tanrı’nın buyruklarını bütün İsrail’e öğretin… Daniel kitabında buyrulan (11/33-34) kimseler gibi (Rabbânîler’e uyanlar) olmayın. Artık Müslüman krallığın sayesinde, Tanrı, Rabbânîlerin boyunduruğunu sizden kaldırmıştır.”[144]
Kudüs‟te Karaî cemaatinin idare binasına “Meclis” adı verilmekteydi. Meclis, Yosef ben Bahtavî‟ye ait bir alanda (hatsar) kurulmuştu[145]. Karaî âlim Sehl ben Matsliah‟ın verdiği bilgiye göre X. asırda Kudüs‟te Karaî nüfus 250 civarındaydı[146]. Ancak Karaî yeşivaya dışarıdan gelen öğrencilerden dolayı XI. asırda Kudüs‟te Karaî nüfusun 1000 civarında olduğu tahmin edilmektedir[147]. Karaîlerin Kudüs‟teki varlıkları Haçlı dönemine kadar kısmî artışlarla devam etmiştir.
Karaîlere özgü bir tavır olarak öne çıkan, nüfusları göz önüne alındığında çok da dikkate alınmayacak, hatta Rabbânîlerin baskısından dolayı Filistin‟i tercih eden Karaîlerin bu göçleri, Filistin‟e Yahudi göçünde çok da etkili olmamıştır. Yahudilerin çoğunluğunu teşkil eden Rabbânîlerin ise mesihî beklentiler ya da mesihin gelişini hızlandırma amaçlı göçleri kesinlikle söz konusu değildir.
2.4. Ekonomik Sebepler
Miladî IX. asırdan itibaren Yahudilerin doğu İslâm dünyasından batıya, bu bağlamda Filistin‟e göçlerinde fark edilir bir artış görülmeye başlamıştır. Bu göçlerdeki temel etkenin siyasî veya dinî değil, tamamen ekonomik amaçlı olduğu belirtilmelidir. Yahudilerin Talmudik dönemden beri ziraata dayalı toplumsal yapısı[148], ilk İslâmî dönemde de devam etmekle beraber, Yahudiler, hicretin ikinci asrından itibaren tarımsal faaliyetlerden yavaş yavaş el çekerek İslâm şehirlerine yerleşmeye ve şehirleşmenin getirdiği yeni imkânlarla zanaat ve ticarete yönelmeye başlamışlardır[149]. Bu yönelişte İslâm dünyasındaki sosyo-ekonomik hareketliliğin büyük etkisi olmuştur.
Yaygın bir şehirleşmenin, para ekonomisine dayalı canlı bir ticarî hayat ile yoğun nüfus hareketliliğinin yaşandığı devre olarak öne çıkan bu dönemde İslâm dünyasında bazı köklü değişimler de yaşanmıştı. Hicrî birinci asırda fethedilen bölgelere kabilelerin iskânı[150] yerleşik hayata geçişi hızlandırmış, fetihlerin bitme sürecine girmesi ganimet kurumunun sona ermesine sebep olmuştu. Yerleşik hayata geçiş ve ganimet kurumundaki bu köklü değişimler, İslâm dünyasında toprakların devlet mülkiyetinden özel mülkiyete dönüşümünü de hızlandırmıştı. Bu durum, İslâm dünyasında ziraat ve ticaret ekonomisine dayanan yeni bir düzenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur[151] .
III/IX. asırdan itibaren, devletin özellikle uç bölgelerde hakimiyetini yavaş yavaş kaybetmesi neticesinde ortaya çıkan yerel hanedanlıkların bu bölgelerden gelen gelirlere veya topraklara kısmen ya da tamamen el koyması;(*) vergi sisteminin ticaret merkezlerinin müreffeh sakinleriyle sıkıntı içinde kıvranan tarım toplulukları arasında âdil biçimde yeniden tanzim edilememesinden kaynaklanan isyanlar ve bundan muzdarip olan köylülerin kaçışı; siyasî ve askerî kadroların nüfuz ve iktidar mücadelesi sebebiyle kanal, bent ve barajların ihmali; köylerin yağma ve talanı; ülkenin göçebe kültüre sahip ordularca istilâsı neticesinde sulama sistemlerinin tahribi ve ticaret yollarının kapanması; geniş mülklerin müsaderesini önlemek amacıyla kamu arazilerinin vakıflaştırılması, İslâm dünyasında zirâî faaliyetleri olumsuz etkilemişti[152] .
Yukarıda bahsedilen etkenler o döneme kadar nüfusunun çoğunluğu tarımla uğraşan Yahudi cemaatlerini yavaş yavaş ziraattan, başta ticaret olmak üzere daha kazançlı iş sahalarına sevk etmiştir[153] .
Ancak bir yandan Abbâsî hakimiyetindeki doğu eyaletlerinde yaşanan siyasî, iktisadî ve sosyal karışıklıklar, diğer yandan da Tolunoğlu Ahmed‟in iktisadî açıdan Bağdat halifeliğine bağımlılığı azaltmak amacıyla başlattığı hamlelerle Filistin ve Mısır‟da başlayan ekonomik canlanma, Fâtımîlerle beraber Akdeniz ve Kızıldeniz üzerinden Hindistan‟la olan ticaretin ivme kazanması ile birlikte[154], doğudan başta Mısır olmak üzere Suriye ve Filistin‟e yoğun göçlerin yaşanmasına yol açmıştı.
Bu göç dalgasına Yahudiler de iştirak etmişlerdir. Gil, Yahudilerin batıya göçlerinde yaşanan artışın İhşidîler döneminde başlayarak doğu İslâm dünyasındaki kötüleşmeye paralel olarak zamanla arttığını kaydeder[155] . Irak bölgesinden batıya yapılan bu göçlere İslâm kaynaklarında da atıflar yapılmıştır. İbnü‟l-Cevzî 331/942 yılı olaylarından (halife Muttakî dönemi) bahsederken Bağdat‟ta ticaret yapan pek çok tüccarın Mısır ve Filistin‟e göç ettiğini kaydeder[156]. Mukaddesî X. asırda Filistin bölgesindeki cehbez ve sayrafîlerin çoğunun Yahudi olduğunu belirtir[157]. Yahudilerin bu mesleklere yönelmelerini, göçlerle gelen profesyonel tüccarlar ile Kuzey Afrika ve Mısır‟la artan ticarî ilişkilerden[158] kaynaklanan para değişim işlemlerinden kaynaklandığını anlamak zor değildir. Mukaddesî‟nin bu bilgisini teyiden Geniza‟da Yahudi cemaatlerinin malî işleriyle ilgilenen görevlilerin Kudüslü (Yeruşalmî), Halepli (Halebî) ya da Dimaşklı (Dimaşkî) nisbeleri ile anılmaları da dikkat çekicidir[159]. Filistin‟de Yahudilerin bu işe yönelmelerinin, İslâm dünyasında ekonomik olumsuzluklar nedeniyle doğudan batıya yapılan yoğun göçlerden kaynaklandığını tahmin etmek güç değildir. Yahudiler bu birikimlerini ticarî faaliyetlerini kaydırdıkları batı İslâm dünyasına da taşımışlardı[160] .
Geniza dokümanlarından anlaşıldığı kadarıyla X. asırdan itibaren Filistin‟deki Yahudilerin önemli bir kısmı ya göçmen ya da göçmen çocuğu veya torunu idi.
Ekonomik gayelerle göç eden örneklerin en meşhuru Fâtımîler döneminin kudretli veziri İbn Killis‟tir (318-380/930-991). Bağdat‟ta doğan ve küçük yaşlarda babasıyla birlikte Filistin‟e göç ederek Remle‟ye yerleşen İbn Killis‟in gençlik yıllarında Remle‟de tüccar vekilliği[161] ve simsarlık (komisyonculuk) yaptığı rivayet edilir[162] .
Filistin‟e Irak, İran, Semerkant ve Nişâbur gibi doğu eyaletlerinden; Endülüs, Tunus, Sicilya, Fransa, İtalya ve Bizans‟tan gelen kimseler vardı[163] . Irak bölgesinden gelen Yahudi cemaatlere Filistin‟in Remle ve Bâniyas (Mivtsar Dan) gibi değişik şehirlerindeki yerleşim birimlerinde de rastlamak mümkündü[164]. Geniza‟daki pek çok dokümanda (Mısır ya da) Filistin‟de ikâmet etmesine rağmen bu Yahudiler ha-Bavlî (Iraklı/Bâbilli), haBağdâdî (Bağdatlı/el-Bağdâdî), ha-Basrî (Basralı/el-Basrî), el-Ukberî (Ukberâlı), el-„Acemî (İranlı) veya el-Tüsterî (Tüsterli) gibi nisbelerini de kullanmaya devam etmişlerdir[165]. Irak bölgesinden gelip bahsi geçen şehirlere yerleşen Yahudi cemaatleri buralarda kendi örf, âdet ve ibadet düzenlerini (sidur) de muhafaza etmişlerdi[166 ].
Bağdat‟tan Filistin‟e yapılan kitlesel Yahudi göçlerinin en önemlisi ise 331/942 yılında (halife Muttakî dönemi) gerçekleşmiştir. Bu yıl Irak bölgesindeki veba ve haşerat istilâsı nedeniyle meydana gelen kıtlık ve Bağdat‟taki iç karışıklıklar ile bunun getirdiği düzensizliklerden kaynaklanan siyasî ve sosyo-ekonomik krizden dolayı Bağdat‟ta ticaret yapan pek çok tüccarın Mısır ve Filistin‟e göç ettiği belirtilir[167]. Bu göç hareketine, özellikle geçimini ticaretle sağlayan Yahudiler de katılmıştır[168] .
Irak bölgesinden gelen kimselerin yerleşmek amacıyla Kudüs‟ü değil de, kara ya da deniz ticareti güzergâhındaki şehirleri seçmeleri; hatta Filistin‟de imkân bulamadıkları takdirde Mısır‟a geçmeleri ilginçtir. Bu durum aynı zamanda İslâmî dönemde Yahudi göçlerindeki temel etkenin ekonomik olduğunu da göstermektedir. Meselâ Remle o dönemde Filistin bölgesinin en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Doğudan bölgeye göç eden Yahudiler hayat şartları çok ağır olduğu için Kudüs‟e değil, Taberiye ve Remle gibi ekonomik açıdan daha ucuz diğer şehirlere yerleşmeyi tercih ederlerdi. Mısır‟dan Taberiye‟ye gelen Mübârek b. Vehb isimli bir Yahudi, kayınbiraderi Halef b. İbrahim‟e gönderdiği, Geniza‟ya giren bir mektupta şunları yazar: “…Eğer Filistin’e yerleşmeye karar verirsen, Taberiye şehri en uygunu…Taberiye Remle’den de ucuz…Bir somunu 1 dirheme alabilirsin.”[169] 1038 tarihli bir dokümanda ise Mısır‟dan gelen tabip Avraham ha-Kohen b. Yitshak‟ın Kudüs‟e değil, Remle‟ye yerleştiği; 1050 yılında Mısır‟a tekrar dönünceye kadar da 20 yıl civarında kaldığı şehirden Kudüs‟e taşınmayı hiç düşünmediği belirtilir[170] .
Ekonomik sıkıntılar sebebiyle Filistin‟den diğer bölgelere, özellikle de Mısır‟a göç edildiğine dair pek çok örnek vardır:
1026‟lara ait bir Geniza dokümanında, Filistin Yeşivası gaonu Şlomo ben Yahuda, Kudüs‟te ekonomik sıkıntılar yaşayan Tsadeka ben Menahem isimli bir Yahudi için Mısır‟ın zengin Yahudilerinden Hesed el-Tüsterî‟ye bir tavsiye mektubu yazmış, Hesed‟ten Tsadeka‟ya yardımcı olması ve geçimini sağlayabileceği bir iş bulma ricasında bulunmuştur[171] .
Şlomo ben Yahuda‟nın oğlu Avraham tarafından Fustat Yahudi cemaat lideri Efrayim ben Şemerya‟ya yazılan 1035 tarihli bir başka mektupta ise, Kudüs‟te geçimini sağlayamadığı için evine dönmek üzere Filistin‟den ayrılan Mağribli Ben Moşe‟ye Fustat‟a ulaştığında yardım edilerek memleketine gitmesinin sağlanması rica edilir[172] .
Yine Avraham tarafından babası adına yazılan 1035 ya da 1036 tarihli bir başka mektupta ise Dimaşk‟taki verginin ağırlığı sebebiyle Filistin‟e gelip yerleşen bir Yahudiden bahsedilir. Ancak, yolda soyulan zavallı Yahudinin her şeyini kaybederek Kudüs‟e geldiği; Kudüs‟teki ekonomik şartların ağırlığı sebebiyle de Mısır‟a geçmeye karar verdiği belirtilir[173] .
Ravh ha-Kohen ben Finhas isimli Bağdatlı bir hazan(*) ise Fustat cemaat lideri Efrayim ben Şemarya‟ya yazdığı bir mektupta, şartlar düzelinceye kadar kışı Akka ya da Sûr‟da geçireceğini, şartların düzelmesiyle beraber Mısır‟a hareket edeceğini yazar[174] .
1030 tarihli bir dokümanda ise payesinden (ha-haver) Filistin Yeşivası‟nda görevli olduğu anlaşılan ve akrabaları hâlâ Filistin‟de meskûn Yeşu‟a (ha-Haver) ben Sabğa isimli bir din adamının, (geçici olarak) yerleştiği Fustat cemaatinden sürekli kalmak üzere kendisine izin vermelerini talep ettiği kaydedilmiştir[175] .
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Filistin Yeşivası, Yahudiliğin doğduğu merkez olmasından hareketle Irak (Bâbil) yeşivalarından daha üstün ve mukaddes olduğunu iddia ederek diyaspora cemaatlerinden yardım talebinde bulunurken bu geçmiş ve ihtişamına vurgu yapmayı ihmal etmezdi. Bu mektuplardan birinde Filistin cemaati “…ağır ekonomik şartlarla boğuşan ancak buna rağmen din için hizmet eden, geceleri ibadet ve ilme devam eden beş parasız meteliksiz insanlar…” şeklinde tasvir edilmiştir[176]. Ancak, her fırsatta tarihî ihtişamına vurgu yapan Kudüs merkezli yeşivanın gönderdiği mektuplarda Filistin ya da Kudüs‟e göçü teşvik etmesi hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Gil, Genizada yer alan yüzlerce dokümanın neredeyse hiçbirinde Filistin‟e göçün teşvik edildiğine dair bir bilgi ya da belgeye rastlamadığını belirtir[177] .
Geniza‟dan anlaşıldığı kadarıyla XI. asrın ortalarında Kayravân‟dan da Filistin‟e kitlesel bir Yahudi göçü yaşanmıştır. Bu göçteki temel etken ise, bölgeye hakim olan Benî Hilâl bedevîleri ile Berberîlerin 1057 yılında Kayravân‟ı ele geçirerek yağmalamalarıdır. Köken olarak Hicaz bölgesinden olan Benî Hilâl‟in bir kısmı Emevî halifesi Hişâm b. Abdülmelik tarafından kendileri gibi bedevî hayat süren Benî Süleym ile beraber Mısır‟a sürülmüştü (109/727). Fâtımî halifesi Müstansır-Billâh, geçimlerini yağma ile sağlayan bu kabileden kurtulmak için kendilerini 1052 yılında Kuzey Afrika‟ya göndererek ellerine geçen her şeyin ganimet sayılacağını söylemiş; bunu bir cezalandırmadan ziyade ödül sayan kabile, 1052 yılında Nil nehrinin batısına geçerek Berka‟dan (Bingazi) başlayarak Mağrib‟i istilâ etmeye başlamış; 1057 yılında ulaştıkları Kayravân‟ı da yağlamıştı[178]. Kayravân ve çevresinin yağmalanması ile beraber ticarî hayat bitme noktasına gelmiş, ticaret sadece Mehdiye, Sûse ve Münastır gibi liman şehirleri ile sınırlı kalmıştı[179]. Bölgeden kaçan Yahudilerin bir kısmı Mısır‟a bir kısmı ise Filistin‟e yerleşmişlerdi. Bu yerleşimde de ekonomik kaygıların ön planda olduğu anlaşılmaktadır. Zira göçmen Yahudilerin eski memleketleri ile ticarî faaliyetlerine dair kayıtlar vardır. 1065 tarihli bir dokümanda, Mağrib kökenli Yahudi tüccar Avon b. Tsadeka Fustat‟taki meslektaşına yazdığı mektupta, Filistin‟den çivit ve vesme (çivitin bir çeşiti) satın alarak Mısır‟a (Saîd) döneceğini yazar[180]. Bilindiği üzere İslâmî dönemde çivit en fazla Filistin‟in Eriha ve Beysân şehirlerinde bulunur[181]; yetiştirilmek ya da boyada kullanılmak üzere Yahudiler tarafından buralardan temin edilirdi. Filistin‟deki Yahudi tüccarların özellikle Mağrib‟e gönderdikleri malların başında da çivit gelmekte idi[182]. Bir başka dokümanda ise, Askalânlı Natan ha-Kohen, Fustatlı Eli ha-Kohen‟e yazdığı mektupta Şlomo ben Benyamin isimli Mağribli bir dindaşının Filistin‟e ulaşması için gerekli yardımın temin edilmesini rica eder[183] .
Sonuç
Araştırdığımız zaman dilimi olan fethinden Haçlı seferlerine kadar (638-1099) İslâmî dönemde Yahudilerin, modern dönemlerdeki Siyonist gayeler gibi Filistin‟e göç etmeleri söz konusu olmamıştır. “Siyasî Siyonizm hareketi” olarak isimlendirilebilecek bu tür girişimlerin olması için gerek de yoktu. Çünkü Müslümanların iyi muamelesi, Yahudileri modern dönemlerdeki gibi herhangi bir yurt arayışına sevk etmemiştir. Bu dönemde Yahudilerin İslâm dünyasının herhangi bir yerinde yaşamaları ile Filistin‟de yaşamaları arasında bir fark yoktu.
Abbâsî ve Fâtımîler döneminde Filistin‟e Yahudi göçündeki temel etken ekonomiktir. Hicri üç, miladî onuncu asırdan itibaren Doğu İslâm dünyasında siyasî ve sosyo-ekonomik düzenin bozulmaya başlamasıyla beraber, tüccar ve zanaatkâr pek çok Yahudi Batı İslâm dünyasına (Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika), bu arada Filistin‟e de yerleşmiştir. Ancak Filistin‟de de aradığı geçim şartlarını bulamayan Yahudiler buradan Mısır‟a geçmek suretiyle yeni imkân arayışına girmişlerdir. Yerleşimde Filistin‟in tercih edilmesindeki bir diğer etken de, Talmudik dönemden beri burada Bâbil geleneğine bağlı cemaatlerin bulunmasıdır. Yeni yerleşimciler ekmek parasını kazanırken alışa geldikleri dinî uygulamalarını da buradaki mezhebdaşlarının yardımı ile rahat bir şekilde yerine getirmek istemişlerdir.
Abbâsîler ve Fâtımîler döneminde Filistin‟e göçü teşvik eden yegâne mezhep Karaîliktir. Mesihin gelmesini hızlandırmak amacıyla özelikle Kudüs, doğu İslâm dünyasının değişik yerlerinden bazı Karaîlerin göçüne şahit olmuştur. Ancak Karaîlerin göçlerinde dinî gayeler kadar Rabbânîlerin zulmünden kaçarak Tevrat merkezli yeni bir cemaat kurmak şeklinde cemaat içi rekabetin de etkili olduğu belirtilmelidir. Aynı dönemlerde Rabbânîlerin mesihin çıkışını hızlandırmak amaçlı herhangi bir göç hareketi mevcut değildir. Hatta Sa‟diya gibi bazı gaonlar Filistin‟e göçe hiç sıcak bakmamışlardır. Rabbânîlerin dinî gayelerle, özellikle hac ya da mukaddes mekân kabul edilmesi dolayısıyla Filistin‟e bazı göçleri olmuştur. “Dinî Siyonizm” olarak isimlendirebilecek bu dürtü ile göç eden Yahudilere Emevî, Abbâsî ve Fâtımî idareleri tarafından herhangi bir zorluk çıkarılmamıştır. Hatta o dönemde şehirlerarası yolculuğa çıkan kimselerin vergilerini ödediklerine dair yanlarında bulundurmak zorunda oldukları ve normal şartlarda çok sıkı takip ve kontrol edilen “berat” adı verilen belgeler, Kudüs‟e ibadet maksadıyla gelen Yahudi hacılara sorulmamıştır. Bu durum, Müslümanların dinî gayelerle yolculuk yapan gayri müslimlere hoşgörülü davranarak herhangi bir engel çıkarmadıklarını göstermesi açısından da dikkat çekicidir. Öte yandan gerek Osmanlı[184] gerekse modern dönemlerde Filistin‟e İslâm ülkelerinden göçte de siyasî değil, daha çok dinî dürtüler etkili olmuştur[185] .
Sürgünlerden sonra kaleme alınan Yahudi kutsal metinlerinde Filistin topraklarının İsrailoğulları‟na mülk ve miras verildiği ifade edilmiştir. Ancak bu mülkiyet ve miras belli şartlara bağlanmıştır: Tevhid inancına bağlı kalmak, adaletli davranmak, kan dökmemek, garip, mazlum ve kimsesizleri himaye etmek ve Tanrı‟nın emirlerine sıkı sıkıya itaat etmek şeklinde özetlenebilecek bu şartlar yerine getirilmediği takdirde Tanrı‟nın bu vaadinin geçerli olmayacağı, Yahudilerin çeşitli belalara maruz kalacağı, sayıları azalacağı ve lanetlenip mülk edinmek için girdikleri bu topraklardan sökülüp atılacakları ifade edilmiştir[186]. Çünkü dürüst ve iyi insanlara ait kabul edilen bu topraklarda, kötüler ve hainler barınamayacaktır[187]. Ahd-i Atîk‟teki bu ifade Kur‟ân tarafından da teyit edilmiş, “yeryüzüne iyi kulların mirasçı kılındığı” ifade edilmiştir[188]. Kur‟ân‟la Ahd-i Atîk‟in birbiri ile uyum gösterdiği sayılı pasajlardan olan bu ifadelerden uzun vadede Filistin‟e iyilik, insanlık ve adalet sağlayan kimselerin hakim olacağı ifade edilmiştir. Tarih insanoğlunun her kuşağına bu konuda ayna tutmaya devam edecek; gelecek nesiller kutsal kitaplarda haber verilen bu gerçeğe şahit olacaktır.
Ek: Sözlük
‘Aliya: Kelime anlamı “yükselmek”. Arapça “hicret”. Yahudilerin dinî gayelerle kalıcı olarak yerleşmek amacıyla bir bölge ya da ülkeden Filistin‟e (Erets Yisrael) yaptıkları göç.
‘Amida: Kıyâm. Yahudi ibadetinde merkezi öneme sahip dua (beraha). Tefila ve Şimone Esre olarak da isimlendirilir.
Ahd-i Atik (veya Eski Ahit): Yahudi kutsal kitabı, Tevrat. Üç bölümden oluşmaktadır: Tora (Tevrat), Neviim (Peygamberler) ve Ketuvim (Kitaplar).
Atalar: İbranîce Avot. Yahudilerin, Tanrı‟nın kendileri ile ahit yaptığı üç atasına verilen isim: İbrahim, İshak ve Ya‟kub. Daha sonraki dönemlerde Tanrı, onlara hep bu ahdi hatırlatacak veya bu ahit sebebiyle lütuflarda bulunacaktır.
Aveley Tsiyon: Siyon ağıtçıları. Ortaçağlarda zahidane hayatı tercih eden, günlerini oruç ve ibadetle geçirerek Mabed‟in yeniden inşası için dua eden Yahudi sofular.
Bar: Aramîce “oğul”.
Beraha (çoğ. berahot): Bereket. Tanrı‟ya şükür ya da O‟nu yüceltme amaçlı okunan bilumum dualar.
Bet din: Yahudilerin örgütlendikleri merkezlerde bir başkan ve iki yardımcıdan oluşan idarî kurul, konsül. Bet dinler, yerel cemaatlerin her türlü meselelerinden sorumlu idi.
Bet ha-Mikdaş: M.Ö. 832 yılında Süleyman Peygamber tarafından inşâ edilen büyük Mabed.
Cehbez: İslâm dünyasında ilk dönemlerde bir çeşit bankacılık ve bankerlik yapanlar yanında sarraf, muhasip, vergi memuru, haznedâr ve vergi dairesi müdürleri için kullanılan; ancak zamanla devlet maliyesinde başta para ayarı olmak üzere iltizam ve kabâle gibi çeşitli malî işleri yapan kimseler için kullanılan terim.
Dinar: İslâm dünyasında genel olarak “altın para” karşılığında kullanılan para birimi.
Erets Yisrael: Kelime anlamı “İsrail yurdu”, “anavatan”. Yahudilerin Filistin için kullandıkları terim.
Gaon: Talmud‟un redaksiyonunu yapan (Tannaim) ve şerh eden (Saboraim) din adamlarından sonra yaşamış ilim adamları. İslâmî dönemde Sura ve Pumbedita yeşivalarının başkanları.
Geniza (veya Kahire Genizası): Sinagoglarda kullanılamayacak kadar eskimiş İbranîce dinî kitapların veya kutsal araçların saklandığı ahşap bir oda veya bölüm. 1897 yılında Fustat‟ta Karaî Yahudilere ait bir sinagogun genizasında İslâm dünyasındaki Yahudilerle ilgili pek çok bilgi ihtiva eden dokümanlar bulunmuştur. Bu dokümanlar ile yine Mısır‟ın el-Besâtîn beldesinin bir kabristanının genizası “Kahire Genizası” olarak meşhur olmuştur. Dokümanların özellikle Fâtımîler ve Eyyübîler dönemi için ilk elden kaynak olduğu kabul edilmektedir. Dokümanlar başta Amerika, İsrail ve İngiltere olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdadır.
Haver: Arapça‟daki karşılığı “hıbr” olan kelime, M.Ö. Ferisî mezhebine mensup kimselerden ilim tahsil edenler için kullanılan bir paye idi. Bu mezhebin ortadan kalkmasından sonra paye, Yahudilerde ilimle meşgul olan herkes için kullanılmaya başlamıştır.
Hazan: “Cemaat temsilcisi” anlamına gelen ve “şaliah tsibur” olarak da isimlendirilen bu kimse, Müslümanlardaki “cami imam”ı gibi, sinagogda ibadeti sevk ve idare eden din adamıdır.
Karaî/ler: İslâmî dönemde (VIII. asır) Irak‟ta ortaya çıkan ve Tevrat‟ı (Tanah) dinî hükümlerin yegâne kaynağı kabul eden Yahudi mezhebine mensup kimse/ler.
Ketuba: Kelime olarak “yazılmış” manasına gelen “ketuba”, evliliğin yazılı belgesi olup dinî nikâhı gerçekleştiren din adamının, iki tanık huzurunda damada imzalatıp gelin tarafına teslim ettiği “anlaşma belgesi.” Yahudilikte kocanın, boşanması ya da ölmesi durumunda hanıma vermek üzere taahhüt ettiği, kadının ekonomik güvencesini temin eden bu belge, tam anlamıyla kadın lehine hazırlanmış sosyal bir akittir.
Kiduş: Şabat ve bayram (yom tov) günlerinde bu günleri diğer normal günlerden ayırmak için yapılan takdis duası.
Kohen Gadol: “Büyük Kohen”. Bet ha-Mikdaş‟ta dinî rituelleri sevk ve idare eden baş kohen.
Kohen: Harun Peygamber‟in soyundan gelen, Mabed‟te (Bet haMikdaş) çeşitli ritüelleri yapmakla görevli kimse.
Minhag: Sözlükte “örf”, “usûl”, “âdet” ve “gelenek” anlamına gelmektedir. Yahudiliğin hayatın değişik alanlarında takip edilmesini emrettiği kurallar, tarihsel süreçte cemaatler tarafından farklı yorumlanmış, bu da Yahudilik içerisinde değişik anane ve geleneklerin (minhag ha-makom) ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Talmud‟ta bu yerel uygulamalar hukukun bir kaynağı olarak bağlayıcı kabul edilmektedir.
Mitsva (çoğ. mitsvot): Sözlükte “vecîbe”, “emir” anlamına gelmektedir. Yahudilerin uymaya mecbur olduğu 613 emirden her biri. Ancak dinen yapılması tasvip edilen herhangi güzel bir davranış da “mitsva” olarak isimlendirilebilmektedir.
Nagid: Fâtımî hakimiyetinde yaşayan Yahudilerin cemaat başkanı. Fâtımîler döneminde, Mısır‟da David b. Daniel b. „Azarya tarafından Irak‟taki re’sü’l-câlûtluğa alternatif olarak kurulan ve kendisine bağlı Yahudi cemaatlerinin Abbâsîlerle irtibatını koparmak isteyen Fâtımîler tarafından da desteklenen Yahudi cemaat liderliğinin başında bulunan kimse.
Nasi: İbranîce anlamı “ata”, “hükümdar”, “prens” ya da “cemaat başkanı”. Karaîlerde ise Kudüs‟te bulunan cemaat başkanı.
Rabbânî/ler: İslâmî dönemde Yahudi cemaatlerinin çoğunluğunu teşkil eden, hem o dönem hem de günümüzde geleneksel Yahudiliği temsil eden cemaat. Ortodoks Yahudiler.
Rav: Yeşivalarda görev yapan, ders veren din adamı.
Re’sü’l-câlût: Sürgün dönemlerinde Yahudileri yöneten, Davud Peygamber‟in soyundan gelen kimseler. İslâmî dönemde “Re‟sü‟l-câlût” (İbranîce Roş ha-Gola/הגולה ראש ;Aramîce Reş Galuta/גלותא ריש (olarak isimlendirilen bu kimseler, Yahudileri Müslüman idareciler nezdinde temsil eden siyasî cemaat liderleri idi.
Responsa: İslâm hukukundaki fetvalara tekabül eden, Yahudi hukukunda Şeelot u’Tşıvot (kısaca ŞuT) olarak isimlendirilen “responsa”, Talmud‟un derlenmesinden sonra başlayıp günümüze kadar gelişerek devam eden bir hukuk faaliyetidir.
Rıtıl: Arap dünyasında yaygın olarak kullanılan bir ağırlık birimi olup 400-500 gr.lık ağırlığa tekabül etmektedir.
Sanedrin: Yunanca “birlikte” anlamına gelen “syn” ile “sandalye” anlamına gelen “hedra” sözcüklerinden oluşan Sanedrin, Musa‟dan, MS. 350‟lere kadar Yahudiler arasında adlî ve idarî işleri tanzim eden kurumdur. Ayrıca bkz. “Yeşiva”.
Sayrafî: Dirhem-dinar, külçe veya darb edilmiş (kesilmiş) altın ve gümüş alım satımı yapan kimseler. Ortaçağlarda piyasada standart bir para tedavülü olmadığı için İslâm coğrafyasının değişik yerlerinde farklı paralar kullanılmakta ve bu paraların bozdurulması ya da takas edilmesi sayrafîler eliyle gerçekleştirilmekteydi.
Sebt: Şabat, yani Cumartesi günü. Yahudilerin dinlenme günü. Her Yahudinin bu günde işlerine ara verip dinlenmesi dinî bir vecibedir. Sebt günü dinlenme yükümlülüğü Musa‟ya indirilen Tevrat‟la başlamıştır. Tevrat‟taki 10 Emir‟in dördüncüsü Sebt‟i hatırlamak (zahor) ve gözetmektir (şamor) (Çıkış 20/8-10). Yahudi inancında Tanrı, Mesihin günü olarak kabul edilen Sebt‟te yer ve göklerin yaratmasına ara vermiş ve arşına uzanmıştır. Rabbânî anlayışta 10 Emir Musa‟ya senenin 3. ayında (Kislev) Sina Dağı‟nda bir Sebt günü verilmiştir. Sebt, Tanrı ile İsrailoğulları arasında yapılmış en önemli ahittir.
Sidur (veya seder): İbadet sırasında teşkil edilen düzen; ibadetlerde okunan duaların derlendiği kitaplar.
Sinagog: Yahudilerin ibadet ettikleri mekân. Yahudi mabedi.
Sofer: Talmud‟un emri gereği her cemaatte bulunması zorunlu din adamı. “Kâtip” veya “müstensih” olarak tercüme edilebilir. Yahudilerde önemli bir dinî hizmeti ifâ eden bu kimseler, SeTeM olarak ifade edilen Sefer Tora (Tevrat) Tefilin ve Mezuzaların istinsahını yapmaktadır.
Suftece: Ortaçağ İslâm dünyasında günümüz “çek”lerine benzer ödeme belgesi.
Şabat: Bkz. Sebt.
Şema’: Yahudi inancının temelini oluşturan, Tanrı‟nın birliğini ifade eden, Yahudi ibadetinde sabah (şahrit) ve akşam („arvit) ibadetlerinde Tevrat‟tan okunan dua pasajı.
Tsiyon: Kudüs‟te Süleyman Peygamber‟in yaptığı Mabed‟in bulunduğu yere yakın tepenin adı. Bu ad zamanla önce Kudüs‟ü sonra bütün İsrail‟i ifade eden bir terim haline gelmiştir.
Siyon: Bkz. Tsiyon.
Talmud: Tevrat‟ı tefsir eden, Yahudi geleneğinde Tevrat‟la beraber, hatta Tevrat‟tan daha fazla önem verilen sözlü gelenek derlemesi.
Teruma: “Bağış”. Tevrat‟ta kohenlere verilmesi emredilen “pay”.
Yeşiva: Akademi. Yunanca “Sanedrin” kelimesinin İbranîce karşılığı olan “yeşiva”, cemaat yöneticilerinin bir araya gelerek karar aldıkları “meclis” anlamına gelmektedir. İslâmî dönemde Irak‟ta Sura ve Pumbedita‟da, Filistin‟de ise, adını bölgeden alan (Filistin Yeşivası) yeşivalar vardı. Bu kurumlar cemaatleri dinî açıdan yönlendiren, problemlerine çözüm bulan ve cemaat işlerinde hizmet verecek din adamları yetiştiren, idarî fonksiyonu da olan en yüksek dinî eğitim kurumları idi.