ISSN: 0041-4255
e-ISSN: 2791-6472

FEVZİYE TANSEL

EKREM HAKKI AYVERDİ, Osmanlı Mi'mârisinde Fâtih Devri — 855-886 ( 1451 -1481 ), c. III., İstanbul Fetih Cemiyeti Enstitüsü, Nu. 69, İst., Bahâ Matbaası, 1973, s. VI + 544, 450 Lira.

Osmanlı Devri mi’marlık san’atı üzerinde yıllardanberi sürüp giden araştırmalarıyle ün kazanan Ekrem Hakkı Ayverdi, bu yoldaki çalışmalarının ilkini, bundan yirmi yıl önce, İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümü dolayısıyle hazırladığı Fâtih Devri Mi'mârîsi adlı, 1953’de yayımladığı eseriyle önümüze sermişti. Mevcûdü az zamanda tükenen bu eserinin basımından sonra çalışmalarını sürdürmüş, muhtelif seyahatleri sırasında, muhtelif kaynakları da taramak süreliyle Fâtih Devri’ne âit, yapıldıkları tarihleri tesbit edebildiği daha birçok eserlerin bulunduğunu görmüştür; Fâtih Devri Mi’mârisi-Zeyl adlı eseri, bu yoldaki malzemeyi içine almaktadır (İstanbul Fetih Cemiyeti-İstanbul Enstitüsü, Nu. 46, İst., Bahâ Matbaası, 1961, 40 sayfa). XIX. Asırda İstanbul Haritası (İstanbul Fetih Derneği-İstanbul Enstitüsü Yayımları, İst., Şehir Matbaası, 1958, 10 Lira) ile, Prof. Ömer Lutfî Barkan’la birlikte hazırladığı İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri-953 (1546) Tarihli (İstanbul Fetih Cemiyeti- İstanbul Enstitüsü, İst., Bahâ Matbaası, 1970, s. XL + 504, 150 L.) adlı eserlerin de yazarı bulunan Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bu kitaplarından bâzıları, daha sonra yayımlayacağı ve çalışmalarını geniş ölçüde içine alacak eserleri için hazırlık devresi sayılabilir. Dört büyük cilt tutacak olan mühim eserinin ilki, İstanbul Mi'mârî Çağının Menşe'i, Osmanlı Mi’mârîsinin İlk Devri, 630-805 (1230-1402) adını taşımaktadır (C. I., İstanbul Fetih Cemiyeti-İstanbul Enstitüsü, Nu. 57, İst., Bahâ Matbaası, 1966, s. XII + 566, 250 Lira). Eserin ikinci cildi, Osmanlı Mi'mârîsinde Çelebi ve II. Sultan Murad Devri, 806-855(1403-1415), ayni cemiyet ve enstitü tarafından altı yıl sonra basılmıştır (Nu.65, İst., Bahâ Matbaası, 1972, s. XI4-606, 450 Lira) ; bu iki cildi tanıtan yazımızı Ankara’da Turhan Kitabevi’nin yayımladığı Bibliyografya-Kitap Haberleri Bülteni'nde neşretmiştik (C. 1., nu. 4, Temmuz, 1972). Buraya kadar, asıl konumuza girebilmek için vermeği gerekli bulduğumuz bu bilgilerden sonra, şimdi, bu eserin, Osmanlı Mi'mârîsinde Fâtih Devri, 855-886 (1451-1481) adlı III. cildini tanıtmağa çalışacağız.

E. H. Ayverdi, eserinin 1. cildinin Mukaddime'sinde, bu kitabını şahsî çalışma ve maddî imkânlarına dayanarak nasıl hazırladığını, karşılaştığı maddî zorlukları küçümsemiyorsa da, kökleşen bir zihniyeti yenmenin bundan çok daha güç olduğunu yazıyor. Bu, makalelerine Osmanlı Devri Türkler İçin Karanlık Bir İstilâ Devridir başlığını koymaktan çekinmeyen, sırtını dıştan gelen te'sir ve kuvvetlere dayayan bir zümrenin zihniyetidir. İlmî araştırmalarıyle bu düşünceye karşı koyacak aydın zümrenin ise sayıca azlığından başka, ellerindeki malzeme de azdır; Osmanlı medeniyetinin küçümsenmesi düşüncesi karşısında gerek bu zümre mensuplarının verimsizliğini, gerek bunlardan sayıca daha çok olan bir zümrenin mânevi zenginliklerimizi ve millî hâzinelerimizi yok etmeğe çabalayan zihniyete karşı nasıl kayıtsız kaldıklarını, kendilerini o cereyâna nasıl kaptırdıklarını etraflıca anlatmıştır. Yine bu Mukaddime'de, Osmanlı mi’marlık san’atı üzerinde günümüze kadar kimlerin çalıştığına, bunların eserlerinin mâhiyetine, kendi kitabını hazırlarken nasıl bir yol tuttuğuna dâir bilgilere yer verildiğini de görmekteyiz. Eserin 11. cildinin Mukaddime'sinde ise, Umûmî Giriş ve Kaynaklar; Mi'mârî, Osmanlı’nın Milli Dehâsıdır; Osmanlı Mi’mârîsinin Emsaliyle Münâsebetleri ; Kitabın Yazılmasında Tutulan Usûl başlığı altında, dört esas ele alınmıştır. Müellif, ilk iki cildin Mukaddime’lerinde bütün bunlar üzerinde durduğundan, bu yolda aydınlanmak için, daha önce basılan iki cildin Mukaddime'lerine bakılmasını tavsiye etmiştir. Eserin I-IV, ciltleri zaman ve masraf bakımından tasarruf için ayni sürede yürütülmüş olduğundan, çalışma şartları yönünden I-II. ciltlerin Mukaddime'lerinde kaydedilenlere eklenilecek yeni birşey de bulunmamaktadır. İşte bu yüzden de, E. H. Ayverdi, III. cildin başında Mukaddime'yi lüzumsuz görmüş, Medhal başlığı altında bâzı hususları aydınlatmağa çalışmıştır.

Müellifimiz bu III. cildin Medhal’inde, içinde bulunduğumuz “taklidci, renksiz, şahsiyetsiz” devrin, bu Fetret Devri’nin sona ermek üzre olduğunu, “mânevi azığını saklamakta, tefekkürünü, mantıkini, yaşama ölçülerini, örf ve âdetini muhafaza etmekte” olanların, karşı tarafın küçümsediği az sayıda olmadığını, milletimizin benliğini bulacağı günlere yakında erişeceğimizi, millî benliğe sâhip nesillerin yetişeceğini yazıyor; bu kitaplarını da, “o nesillere lâzım olacak malzemeyi toplamak için, istikbâl için” hazırlamıştır.

Medhal kısmında bildirildiğine göre, Fâtih Devri’ne âit mi’marlık eserleri, bunların bulunduğu şehir, kasaba ve yer adlarının alfabetik sırasına göre sınıflandırılarak aydınlatılmağa çalışılmıştır. Bu III. cilt ile, daha önce yayımlanan I-II. ciltte sözü geçen şeyler arasındaki müşterek bâzı hususlara, tedâhüllere de dikkatimizi çeken E. H. Ayverdi, Fâtih Devri mi’marlık san’atının neler kazandırdığını, dokuz madde hâlinde, yine bu Medhal bölümünde kısaca tesbit etmiştir (S. III-VI).

Osmanlı Mi’mârîsi’nin üzerinde durduğumuz III. cildinde, başka deyimle Fâtih Devri mi’marlık san’atının bu birinci bölümünde, E. H. Ayverdi’nin, bu eserinin Medhal’inde de belirttiği gibi, verilen bilgiler, san’at eserlerinin bulundukları şehir adlarının alfabetik sırası gözönüne alınarak sınıflandırılmıştır. Çevresindeki kasaba, köy, v. b. yerleri de içine alan bu şehirler Afyon Karahisarı, Akşehir, Alaşehir, Amasra, Amasya, Ankara, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Çorlu, Edirne, Eğriboz, Gabela, Gelibolu, Hasköy, Hersek, İnegöl, İpek (Bec), İskenderiye (İşkodra), İstanbul’dur. Bu başlıca şehirlerdeki eserlerden herbiri ayrı birer numara ile işaretlenmiş, bu numaralar her cilde göre sınırlanmış, bu III. ciltte de 1’den başlayarak, sonuna kadar yürütülmüştür. Her yere âit eserlerin, birkaçı (meselâ Ankara, Çorlu) dışında hemen dâimâ kendi adlarına göre alfabetik sıralandığı da dikkati çekmektedir; buna bir örnek vermek istersek, İstanbul eserlerinin Acemi Oğlanlar, Acemi Oğlu, Ağalar adlı camilerle başlayıp Zeyrek Medresesi ile sona erdiğini söyleyebiliriz.

Eserin I. ve II. ciltleri gibi, bu III. cildinde de, binâ ve yapısı tedkik edilmiş, rölövelerin şekli karar altına alınmış, ölçü usûlünün ta’yini ile binâların mesâhası te’min edilmiş, restitüsyonlar meydana çıkarılmış, % 95’inin fotoğrafları çekilmiş ve bu çalışmalar sonunda elde edilen bilgiler, tarih, tezkire, vakfiye, v. b. kaynakların da yardımıyle kuvvetlendirildiği gibi, iz olmayan hususlarda aydınlatıcı da olmuştur. Bu ciltte bahsi geçen eserlerin sayısı 667, fotograflarınki 839’dur. Binânın yalnız bütününün değil, şekil husûsiyetlerine göre muhtelif katlarının, kubbesinin, v. b. ek kısımlarının ayrı ayrı plânları çıkarılmıştır. Ayni şeyi, fotoğraflar için de söyleyebiliriz; eserin muhtelif cebhelerinden bütünü ile görünüşünden başka, kubbesinin muhtelif kısımları, pencere kanadkarı, kapı, vakfiye kitabeleri, mihrâb, minber, sözün kısası her tarafının fotoğraflarına yer, hepsine dâir ayrı ayrı bilgi verilmiş, san’at bakımından değerleri aydınlatılmağa çalışılmıştır.

Kitabın sonunda, İstanbul'da Fâtih Devri Câmi’leri başlıklı bir cedvel vardır ; bunda, tesbit edilen 192 câmi ve mescidin kubbeli, çatılı, kiliseden bozma, yeniden inşâ olunmuş, namaza açık veyâ kapalı bulunduğu, hangilerinin günümüzde yok olduğu gösterilmiştir. Böyle bir cedvelden varılan sonuca göre, 192 câmi ve mescidden 14’ünün şekli bilinmemekte, inşa şekli 44’ünün kubbeli, 144'ünün çatılıdır; günümüzde 91’i namaza açık, 4’ü ise kapalı, 97’si yıkılmış bulunmaktadır (S. 538-541). Kitap, Fihrist ile sona eriyor (S. 542-44). Kitabın bundan önce basılan iki cildinde Bibliyografya, İndeks vardı; 1. cildindeki, mi’mârlık ta’birlerini içine alan Lugatçe'ye, ayni şeylerin tekrar edilmemesi düşüncesiyle, pek tabi’î olarak II. ciltte yer verilmemişti, üzerinde durduğumuz III. ciltte ise, bunlardan hiçbiri bulunmamaktadır. E. H. Ayverdi, bu cildin Medhal'inde, III. ve basılacak olan IV. ciltler bir bütün teşkil ettiği için. Bibliyografya ile İndeks'e IV. cildin sonunda yer vereceğini bildiriyor (S. IV) ; ayni mes’eleye, eserinin sonundaki bir notunda da dokunmuştur. Bu notunda, İstanbul bahsinin IV. ciltte de devam edeceğini, “medrese, mekteb, han, çarşılar, bedestenler, hamam ve su te’sisleri, Rumeli ve Anadolu Hisarı, eski saray ve Topkapı Sarayı, türbeler yer” alacağını haber veriyor; IV. cildin İstanbul bahsi ile tamamlanacağını, “harf sırasına göre bütün Osmanlı ülkelerinde bulunan şehirlerin âbidelerinin vesika, rölöve, restitüsyon ve izâhâtını orada” bulabileceğimizi de öğrenmekteyiz (S. 541).

Câmi, mektep, medrese, zâviye ve tekye, imâret, han, hamam, türbe, bedesten, köprü, çeşme v. b. şeylerin, çok def’a tanılmış kimseler tarafından, veyâ onlar adına yaptırıldığını düşünürsek, eserin, yalnız Osmanlı Devri mi’mârisinin zenginlik ve değerini aydınlatmakla kalmadığı anlaşılır. Bu san’at eserlerinin adlarına yapıldığı kimseler arasında devlet büyükleri, şâir, âlim, mutasavvıf ve tarikat mensupları, hemen her sâhada ün kazanmış şahsiyetler vardır. İşte bundan dolayı, eser, Osmanlı Devri tarihinin her kolunda çalışanlar için zengin malzemeyi içine alan bir kaynak teşkil etmektedir. Mi’mârlık ve san’at tarihi, bizim çalıştığımız sâhanın bir bakıma dışında kalıyor; fakat, E. H. Ayverdi’nin Osmanlı Mi’mârîsinde Fâtih Devri adlı eserinde, biz de, kendi araştırmalarımızla ilişiği bulunan pek çok malzemeye rastlamaktayız; bu yüzden, yukardanberi içindekileri tanıtmakla yetindiğimiz bu eseri, şimdi, kendi sâhamız bakımından ne gibi bilgiler edinebileceğimize dâir birkaç örnek vermek sûretiyle kıymetlendirmeğe çalışacağız.

1 — Fâtih Devri’nin başta gelen şâirlerinden Bursalı Ahmed Paşa tarafından yaptırılan mederese ve türbeye dâir, E. H. Ayverdi oldukça geniş bilgi vermiş bulunuyor: Bir kadı sicilline dayanılarak, “Eyne de denilen Ezine Pazarı’nda Geyikli karyesi”nin bu medreseye vakfedildiğini öğreniyoruz. Medrese ve türbenin iç, dış ve yapı husûsiyeti, harap iken 1950’de uzun süren ta’mir sonunda ihyâ edildiği, bu günki hâli anlatılmış, bütününden başka, makta’ının, avlu ve türbe kitâbesinin fotoğrafları basılmıştır. Ahmed Paşa’nın ölüm tarihini gösteren türbe kitâbesinin, bu Arapça tarih kıt’asının metni de, Arap harfleriyle basılmıştır. Müellifin bu münâsebetle kaydettiği, “Kitâbe: Medresede yoksa, türbe kitâbesi Ahmed Paşa’nın vefatından sonra yerine konmuştur. Hoca Sa’deddin Efendi kitabenin Eflâtun-zâde tarafından yazıldığını söylüyor ve metnini veriyor” (S. 118, not -2) cümlelerinden ilkinin ilk ibâresinde, herhalde, bir eksiklik, bir tertip yanlışı vardır. İkinci cümle dolayısıyle verilen dipnotunda da bir tertip yanlışı göze çarpıyor; bu not şöyledir: “Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcü't-Tevârih, 1. cildi, 1279, İstanbul. 2. c., 51. s. Tarihin kaaili Eflâtun-zâde’nin hüviyeti bulunamadı.” Hoca Sa’deddin’in, sözü geçen tarih kıt’asını yazan Eflâtun-zâde’den bahsi, eserinin II. cildinin 51’inci değil 511’inci sayfasındadır. Bu notun başında Tâcü't-Tevârih'in 1. cildinin basımı kaydedilmesi, yanılmıyorsak, II. cildin basım yılı bulunamayışından ileri gelmiştir. Gerçek olan birşey varsa, o da, bu ikinci cildin ne ilk, ne de son sayfasında, basım tarihini gösteren bir kaydın bulunmadığıdır; fakat bilindiği gibi, Hoca Sa’deddin, II. cildin sonuna, Selim-Nâme’sini eklemiştir; 600’üncü sayfada, kitabın Tab'hâne-i Amire’de, 1280’de basıldığı yazılmış, Selim-Nâme'ye 60l’inci sayfadan i’tibâren yer verilmiştir. Bu basım tarihi görülmüş olsa idi, not bu karışık hâlinden kurtulmuş olacaktı. Ahmed Paşa’nın türbe kitabesine dâir verilen ve yukarıda kaydettiğimiz bilgi dolayısıyle, bir-iki hususa daha dokunacağız: Hoca-Sa’deddin, Ahmed Paşa’nın ölüm tarihini tesbit eden kıt’anın şâiri, E. H. Ayverdi’nin kaydettiği gibi, Eflâtun-Zâde olduğunu bildirmekle yetinmiştir. Onun, tarihini yazarken faydalandığı başlıca kaynaklardan biri olan Şakâyık Tercemesi’nde, bu kimsenin, “Mahkeme-i Bursa’da nâ’ib ve kâtib olan Eflâtun-oğlu Mehmed” olduğu (İst., 1269, s. 218) yazılıdır; Bursah Belig’in Güldeste-i Riyâz-i İrfân'ında, buna ek olarak, Mehmed için Derviş sıfatı kullanılmıştır (Hudâvendigâr Vilâyeti Matbaası, 1302, s. 448). Sözü geçen tarih kıt’ası, bahsettiğimiz bu üç kaynakta vardır; her üçünde, E. H. Ayverdi basımının birinci mısrâ’ındaki ve doğru olarak tespit edilen mişkât (مدكات) kelimesi, (مذكرة ) şeklindedir. Bu kıt’anın, üçüncü nusrâ’ı çok farklı olarak Kâzım’ın Bursa Anıtları adlı eserinde de bulunduğu, bunun “latince” yazıldığı kaydedilmiştir; herhâlde matbaa tashihleri aceleye getirildiğinden, Latin harfleri ile basıldığı açıkça anlaşıhyorsa da, tashih sırasında bu “Latince” kelimesi gözden kaçmıştır.

2 — Göynük kasabasındaki Şeyh Ak Şemseddin türbesinin mi’mârî bakımdan hususiyetlerini anlatan E. H. Ayverdi’den, bunun 1952’de ta’mirinden sonra ne gibi değişikliklere uğradığına dâir bilgi ediniyoruz. Türbe ile sandukasının 1951’de; sandukasının baş aynası ile yan tarafının 1960’da alınan fotoğrafları basılmıştır. Ceviz ağacından yapılan sandukanın muhtelif kısımlarında kabartma oyulmuş Hadisler, hakimâne cümleler, türbenin inşâ kitâbesi, esere Arap harfleri ile nakledilmiş bulunuyor. Müellifimiz bu arada, “Ak Şemseddin Efendi hakkında milli düşünceyi nakleden şu kıt’ayı da dercetmeği de lüzümlu gördük; kıt’a ta’lik yazılıp bir levha hâlinde sandukanın yanına konmuştur” bilgisini verdikten sonra, olduğu gibi naklettiğimiz şu metni yayımlamıştır:

Bu metni müteakip, “Bu güzel kıt’anın şâiri, 1930’da vefat eden Muallim Cevdet Efendi’dir. Hattatı meçhuldür ve yazı vasattır” bilgisi verilmiştir (S. 279-80). Yeni harflerimize çevirince,

Kara gün dostu imiş Fâtih’in‿Ak Şemseddin
Ki yüzünden leme’ân etti anın feth-i mübin
Nusreti çeşm-i hakikatle görüb verdi haber
Böyle her kârı uzaktan görür‿erbâb-ı yakin

mısrâlarından ibâret olduğu görülür; sonundaki, Hâk-i pây-i akdâm-ı pâk-i Al-i 'Abâ bende-i bendegân-ı Mevlâna Rizâ ifâdesi kıt’aya dâhil değil, bunun dışında ve nesir şeklindedir. Yanılmıyorsak, bu ifâde, bu kıt’ayı levhaya yazanın Mevlevi tarikatı mensuplarından Rizâ olduğunu anlatmaktadır. E. H. Ayverdi’nin, bu kıt’anın Muallim Cevdet tarafından yazıldığını kaydederken, neye dayandığını bilmiyoruz. Kesinlikle bildiğimiz, bunun Keçeci-zâde İzzet Molla tarafından yazıldığıdır; Ak Şemseddin Efendi Hazretleri'nin Makamlarına Söylenmiştir başlıklı bu kıt’a beş beyitten ibâret, levhadaki ise, baştan ilk iki beyitidir (Divân-ı 'İzzet, Bulak, 1255, s. 42; bütünü, Türk-İslâm Edebiyatı — Türkçe Dini Metinler adlı kitabımıza da alınmıştır: C. II., Ankara Üniversitesi Basımevi, 1971, s. 147 v. d.).

3 — Eserde, Divân Edebiyâtı’nın oldukça mühim şâirlerinden Ahmed-i Dâ‘î adına Bursa’da Edincikli Yahşi Bey tarafından yaptırılan mescidin bulunduğu yer, ayni adı taşıyan mahalle, bu binânın mi’mârî ve yapı husûsiyetleri, iç ve dış görünüşü hakkında bilgi verilmiş, fotoğrafı, 876 Muharrem’i tarihini (1471 Haziran- Temmuz) gösteren Arapça inşâ kitâbesi yayımlanmıştır. Müellif bu münâsebetle, Ahmed-i Dâ'î’ye dâir, “.... Germiyanlı olup, Gâzi Süleyman Paşa hizmetinde bulunmuş, I. Sultan Murad Devri’nde vefât etmiş bir şâirdir” bilgisini veriyor; Sicill-i Osmânî’den edindiği bu bilgiye dayanarak, “Demek câmi’in inşâsına yetişmemiştir” hükmüne varıyor, Kâzım Baykal’ın Bursa ve Anıtları’nda verdiği bilgiyi de gözönüne alarak, aşağıdaki neticelere varmıştır: “Hâlbuki Kâzım Baykal Bey, Fâtih ve II. Bâyezid Devri adamlarından olup bir cenknâme yazdığını ve hatt-ı destiyle muharrer 816 tarihli Farsça Divân’ının II. Sultan Bâyezid’in Temliknâmesi hâvi olarak Orhan Kütüphânesi’nde 1196 No. da bulunduğunu yazıyor. Bir Farsî Divân tertib ve ikmâl edebilecek bir adam, en aşağı kırk yaşında demektir; seksenbeş-doksan sene sonra 130 yaşına varması gerekir. Bu tarihlerden herhâlde sicillin kaydi yerindedir ve II. Bâyezid’e yetişmemiştir. Söylenen eser de müellif hattıyle değil, bir istinsah olsa gerektir” (S. 65).

E. H. Ayverdi, Süreyyâ Bey ile Kâzım Baykal’ın verdiği bilginin biribirini tutmadığını görünce, son zamanlara âit ve pek de sağlam olmayan bu iki kaynağa dayandığı için, vardığı hükümlerin, ileri sürdüğü ihtimâllerin bâzılarında yanılmıştır. Müellifimizin kaydettiği gibi, Ahmed-i Dâ’î Fâtih ve II. Bâyezid devirlerine yetişmemiştir; fakat Sicill-i Osmânî’deki ve doğru olduğundan söz ettiği bilgi yanlıştır: Sicill-i Osmânî’de, daha önceki bâzı kaynaklarda da düşülen yanlış tekrarlanmış, Emir Süleyman ile Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa, II. Murad ile. I. Murad karıştırılmıştır. “820 hudüdunda” (1417-18), yıllarında öldüğü tahmin edilen Ahmed-i Dâ'î’nin, II. Murad Devri (1405-51) Emir’lerinden Timurtaş-oğlu Umur Bey’in emriyle yazdığı eserleri de vardır. Kâzım Baykal’ın Cenk Nâme olarak kaydettiğ eserinin adı Sicill'de ayni şekilde, doğrusu ise Çenk-Nâme’dir. II. Murad Devri başlarında da bir süre yaşadığı anlaşılan Ahmed-i Dâ'î'nin gerek bu eseri, gerek yaşadığı devir, Farsça Divânı, bunlara dâir yerli ve yabancı muhtelif kaynaklarda düşülen hatâler hakkında İ. Hikmet Ertaylan’ın eserine bakılabilir (Ahmed-i Dâ'i, Hayatı ve Eserleri, İst., 1952, s. 25, 79, 117 v. d.). Ahmed-i Dâ'â’nin ölüm tarihini kesinlikle tesbit için, ileride elimize geçecek vesikaları beklemek zorundayız; şimdilik varabileceğimiz en sağlam hüküm, Yahşi Bey rafından Ahmed-i Dâ’î adına yaptırılan mescidin inşâ kitâbesi tarihi 816 olduğuna göre, bu tarihte hayatta bulunmadığıdır, öte yandan, E. H. Ayverdi’nin bu mescid dolayısıyle verdiği bilgi, İ. H. Ertaylan’ın bu hususta kaydettiklerini düzeltmekte, tamamlamaktadır; buna örnek olarak, “Câmi’in kitâbesine nazaran câmi’in hâmisi Aydıncıklı Hızır Bey oğlu Yahşi Bey’dir. Tarihi 8. ...’dir” cümlesini (S. 27) gösterebiliriz.

4 — Eserde, şâir ve âlim, Hayâli takma-adını kullanan Mevlânâ Şemseddin Ahmed b. Mûsâ’nın Bursa’da Zeynîler Câmi'i’nin arkasında bulunan mezânnın umûmî görünüşü ile kitâbesini gösteren iki fotoğraf, bu kitâbenin metni Arap harfleriyle yayımlanmış, arka tarafında ise, kabrin, Abdü’l-Hamid’in İkinci Mâbeyncisi Hacı Ali Bey tarafından yaptırıldığı yazılı olduğu kaydedilmiştir. Mezar kitâbesinin tarihi 875 olduğu açıkça okunmaktadır. Ekrem Hakkı Ayverdi bu tarih münâsebetiyle, “Molla’nın 875’de İznik’e ta’yin olduğunu Beliğ Efendi bildiriyorsa da, tarih-i vefâtını meskût geçiyor. Eğer 875 doğru ise, İznik müderrisi olur olmaz vefât etmiş demektir” diyor (S. 159). Müellifizmizin, Belig’in Güldeste-i Riyâz-i İrfan’ından faydalandığını not ettiği sayfalara baktığımız zaman, iznik’e ta’yin terihinin 875 değil, 855 olduğu görülür ; bu vazifeye başladıktan az sonra, otuzüç yaşında, 875’de öldüğü yazılıdır. Bu tarihlerden ilkinde bir tertip yanlışı olduğunu, müellifimiz de anlamış, 875 olarak düzeltmiş bulunsa gerektir. Ancak, Belig’in faydalandığı anlaşılan Şakâyık Tercemesi’nde (İst., 1269, s. 158 v. d.), Hayâlî’nin İznik Müderrisliği’ne ta’yini, ölüm yılı hakkında hiçbir kayıt yoktur; yalnız, müderrisliğe ta’yininden az sonra, otuzüç yaşında öldüğü yazılıdır ve Belig, bu ölüm tarihini, şâirimizin mezar kitâbesinden çıkarmış olsa gerektir. Hayâlî’nin mezartaşı kitâbesi fotoğrafının basımı sayesinde, Sicill-i Osmânî’de (C. II, İst., 1311, s. 313) 885 gösterilen ölüm yılının yanlışlığı da kesinlikle anlaşıldığını söyleyebiliriz.

5 — Eserde en çok yer alan mi’marlık eserlerinden biri de, Alaşehir’deki Şeyh Sinan Câmi’i ve Türbesi’idir. Câmi’in plânının, bütün olarak görünüşünün, revak yüzündeki tuğla tezyinâtının, iç görünüşünün, garb cebhesinin, kapısının; bütünü ile câmi, türbe ve şadırvanının, ayrıca türbe kitâbesinin fotoğraflarını, bu kitâbenin Arap harfleri ile metnini de bulmaktayız. Kitâbe metninden, Şeyh Sinan’ın, Emir Sultan’ın ikinci halifesi Bedreddin Mahmud’un oğlu ve 887 Receb’inde (1482, Ağustos-Eylül) öldüğü, binânın 890 Muharrem’i sonunda (1485, Şubat) yapıldığı anlaşılıyor. E. H. Ayverdi, Belig’in Güldeste-i Riyâz-i İrfân’ına dayanarak, Şeyh Sinan’ın babası Bedredd’in Mahmud’un hâl tercemesini bulmuş, 865’de öldüğünü tesbit etmiş ise de, bu eserde Şeyh Sinan’a âit bilgiye rastlamamıştır (S. 22-26).

Önce, tarih bakımından mühim olmayan bir yanlışa dokunmağı faydasız bulmuyoruz. Kitâbe metni izâh edilirken, 887 Receb’inin karşılığı, 1482, Temmuz’u (S. 22, 26) gösterilmiştir; doğrusu, yukarıda kaydettiğimiz gibi Ağustos-Eylül ayları olacaktır. Şeyh Sinan hakkında, biz de, henüz birşey bilmiyoruz ; fakat, Evliyâ Çelebî’nin ziyâret etmiş olduğu bu cami ve türbeye dâir iki notuna rasladık: “Şeyh Sinan Hazretleri Câmi'i — Şehrin bir mürtefi’ bayır üzre altı adet kârgir kubbeli ve kurşun örtülü câmi'i rüşendir ve bi’z-zât Şeyh Sinan Hazretleri evlâdı zevi’l-ihtirâmları ile câmi'in hareminde bir kubbe-i âlî içinde medfûndur. Cümle sâdât-ı kiramdan ulu sultânlar ve ziyâret-gâh-i hâs ve 'âmdır kim, Bursa’da medfûn Emir Sultan halifelerinden hâlâ tekyesinde azim Tevhid tezkir olub, Alaşehir’in halkı her leyl-i Cum'a’da Zikru’llâh’a hâzır olurlar” diyen Evliya Çelebi, buradan ayrılırken vedâlaştığı dostları arasında, bu câmi’in vâizini de saymıştır (Seyâhat-Nâme, c. IX., 1935, İst., s. 53, 55). Evliyâ Çelebî’nin bu notlarından, XVII. asırda bir de Şeyh Sinan Tekyesi bulunduğunu, bu müessesenin pek meşhur olduğunu öğrenmekteyiz.

6 — Eser hakkında tenkidlerimize son vermeden önce, ifâde ve imlâ, notların tertibi, v. b. mes’elelere dokunmağı faydasız bulmuyoruz: Müellifimiz, hatt-ı destiyle muharrer, tarih-i vefat, Fihrist gibi yabancı terkip ve ta’birlere (S. 65, 159, 542) karşılık, el yazısıyle yazılmış, veya kendi el yazısıyle;ölüm tarihi, İçindekiler diyebilirdi. Bu, yalnız bizim düşüncemiz değildir; eserden faydalanan üniversite mensuplarından, mi’mâr ve mühendislerden de, sık-sık değilse de yer yer rastlanılan bu gibi ifâdeleri yadırgadıklarını söyleyen gençlere tanık olduk. Fakat, namaz kelimelerinin fekat, nemaz şeklinde yazılışı (S. 22, 314), tertip yanlışı olsa gerektir; çünki, Türkçe’nin ses uyumuna göre, çok def’a doğru şekliyle de yazılmıştır (S. 540). Yakışmak masdarından türeyen ve mânâca yaman kelimesine karşılık iyi, pek iyi, güzel, cesur anlamındaki yakışık—yakışı kelimelerinin, sonundaki k’nın düşmesi, ikinci hecesinin başındaki k’nın h’ya çevrilmesiyle meydana gelen yahşi —yahşı kelimesi Türkçe’dir; bu yüzden, eserde görüldüğü gibi, sonuna Farsça’daki nisbet yâ’sı getirilerek yahşî şeklinde (S. 65) yazılması doğru değildir. Kitap, makale v. b. yazı başlıklarının, bunların adlarının kısaltmalarının italik harflerle dizilmediği, eserde baştan sona görülüyor; az da olsa, bâzan bu gibi adların küçük harfle başladığına da (S. 65, sicil, cenknâme) rastlamıyor değiliz. Dip-notlarını gösteren rakamlar dâima ( ) işareti içerisine alınmıştır. Eserin başında, kullanılan kısaltmalara dâir bir kayıt yoktur; defter kelimesi, notlarda bâzan d., bâzan def. şeklinde kısaltılmış bulunuyor (S. 66 v. d.). Yine dip-notlarda bâzan cilt numarasının bulunmadığı gözden kaçmıştır, örnek olarak, Ayvansarâyî, a. e., 52 şeklindeki notu gösterebiliriz (S. 314, not-2); bilindiği gibi, Ayvansarâyî’nin Hadîkatü'l-Cevâmi'i iki cilttir; bu notta, işâret edilen sayfa 1. cilde âit olduğunun kaydı unutulmuştur. Dip-notlar dolayısıyla atıf (reference)'lar arasındaki uzaklığa dokunmakta da fayda buluyoruz: Kâzım, a. e., ifâdesiyle başlayan epeyi not var; biz, bu şahsın eserini görmemiştik; geriye doğru sayfaları epeyi çevirdikten sonra, 62’nci sayfada, bunun Bursa ve Anıtları olduğunu bulabildik. Bunun gibi başka atıflar da vardır. Böyle kaynak eserlerdeki atıfların, biribirine çok uzak notlar dolayısıyle verilmeyişinin, araştırıcılara zaman kaybettirmemek bakımından faydalı olacağını sanmaktayız.

Yukarıdaki beş madde, şâir ve âlimler, din ulularının hayat ve eserlerine dâir verilen bilgiler dolayısıyle düşülen bâzı hatâlardan söz ettik; müellifin bu hususta çok def’a sezdiği yanlışlar, düştüğü tereddüdler, ilk elden kaynaklara değil, sonrakilere, veya esaslı olmayan araştırmalara dayanmasından ileri geliyor. Bîr başka sebebi, adlarına mi’mârî eserler yaptıran, veya yaptırılan mühim şahsiyetlere dâir daha geniş bilgi vermeğe nedense lüzum görülmesidir. Hemen söyleyelim, bu gibi yanlışlar eserde pek az yer almaktadır. Müellifimiz Kadı sicillerinden, berât ve vakfiyelerden, sefâret-nâmelerden, tarih eserlerinden, v. b. kaynaklardan faydalanarak, üzerinde çalışmakta olduğu mi’marlık san’atını ve bunun tarihî tekâmülünü aydınlatan yepyeni bilgiler de vermiştir. Eseri kıymetlendirirken, şüphesiz, âit bulunduğu ilim dalını, yazılışındaki maksadı gözden uzak tutmamak lâzım gelir. Bu münâsebetle şunu da söyleyelim; yukarıdaki 5’inci maddede, Evliya Çelebi’nin Şeyh Sinan câmı’i ve Emir Sultan halifeleri hakkındaki mühim bir notunu nakletmemiz, eserin âit olduğu ilim koluna âit bir eksiğini tamamlamak için değil, bizim araştırma sâhamız bakımından ehemmiyetli olduğu içindir.

Tenkidlerimiz sırasında, 6’ncı maddede dokunduğumuz eser adlarının imlâsı ve italik dizilmesi, dip-notların tertibi, v. b. bakımından iyi sayılamayacak cihetlere gelince, bunların çoğu üniversitelerin, ilim kurumlarının, Mîllî Eğitim Bakanlığı’nın yayımlarında bile, çok az eser dışında hemen dâimâ görülmektedir. E. H. Ayverdi’nin kitabındaki bu hususlara dikkati çekmemiz, zaman harcanılarak hazırlanmış esaslı bir çalışmanın verimi olmasından, dikkatle tashihten geçtiği için tertip yanlışlarına da pek rastlanılmayışından dolayıdır. Baştan sona iyi cins kuşe kâğıdına basılan eserde metin, plân ve fotoğraflar basım san'atı cihetinden kusursuz tertip edildiğinden ancak bir tek klişenin ters konulmuş olduğunu görünce (S. 336-37 ; aradaki ek sayfa), böyle olmasaydı diye adetâ acınıyoruz.

Tarih ilminin muhtelif dallarında çalışanlar, E. H. Ayverdi’nin eserinde, faydalanabilecekleri malzemeyi yer yer bulabilirler. Böyle kaynak bir eser hazırlamanın ona verdiği mânevi zevk, katlandığı maddi masrafların yükünü hafifletecek, uzun süre çalışmanın ezici sıkıntılarını unutturacaktır. Eserin bütününün IV. cildini teşkil edecek olan Fâtih Devri Mi’mârîsi’nin ikinci bölümünün basımını sabırsızlıkla bekliyor[1], bize kazandırdığı bilgiler dolayısiıyle kendisine teşekkürü borç biliyoruz.

FEVZİYE TANSEL

Dipnotlar

  1. Belleten’in 148, 149’uncu (Ekim, 1973; Ocak, 1974) sayıları Cumhuriyet’in 50. yıldönümü ile, İsmet İnönü’nün anısına armağan edildiğinden, bu yazımızın basımı gecikti. Bu arada, eserin son cildi de yayımlanmış bulunuyor; bir başka bibliyografya yazımızda, bu IV. cildi de tanıtmaya çalışacağız.

Şekil ve Tablolar