Kurtuluş Savaşımızın ilk yıllarında İstanbul’da yazıları, söylevleri ve cesur davranışlarıyle yurtseverlik örneği olan, ne yazık ki genç yaşta hayata gözlerini kapayan, Devletler Hukuku Profesörü Ahmet Selahattin Bey, devrinin büyük bir fikir ve kalem savaşçısıdır. Bugünkü kuşağın tanımadığı bu eşsiz insanı yazılarından ve söylevlerinden faydalanarak tanıtmak istiyorum.
Değerli tiyatro yazarımız Haldun Taner’in babası olan Ahmet Selahattin Bey, 1878’de İstanbul’da doğmuştur. Babası Kurmay Albay İbrahim Muhittin Bey’dir. 1900 yılında Mülkiye Mektebini (Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu) bitiren Selahattin Bey, o zamanın en itibarlı yabancı kuruluşlarından olan İstanbul Reji Nezareti Muhafaza Kâtipliği ile memurluk hayatına başlamış, daha sonra Trablusgarp Reji Nezareti Başkâtipliğine atanmışsa da, 7 Ağustos 1907’de bu işten istifa ederek ayrılmıştır. Aynı yıl Ziraat Bankası Piyango Kalemi Kâtipliğine giren Selâhattin Bey, kısa bir süre sonra Düyun-i Umumiye İdaresi Âşar ve Gümrük Resm-i Munzamı Müsevvidliğine atanmıştır.
Devletler hukukuna karşı büyük ilgi duyduğu için Düyun-i Umumiye’deki işi bu alanda okumasına ve yetişmesine yardımcı olmuştur. Buradaki çalışmalarının, çok kısa süre içinde (1908), İstanbul Darülfünunu Hukuk Şubesi Genel Devletler Hukuku (Hukuk-i Umumiye-i Düvel) öğretmenliğine ek görev olarak atanması ile karşılığını görmüştür.
1910’da kendisine Darülmnallimin (Öğretmen Okulu) Hukuk Bilimi, Çeviri Yöntemi ve Osmanlı Tarihi dersleri de verilmiştir. Bu sırada Düyun-i Umumiye’deki görevinden ayrılan Ahmet Selâhattin Bey, 1913’te Öğretmen Okulundaki görevlerinden de çekilerek Hukuk Fakültesinde Devletler Hukuku öğretmenliğine ek olarak Hukuk Fakültesi Müdürlüğüne atanmıştır.
1918’de Maarif Nezareti Tedrisat-ı Aliye Müdür-i Umumîsi (Yüksek Öğretim Genel Müdürü) olmuş, 1919 yılı sonunda son Osmanlı Meclisine İstanbul’dan milletvekili seçilmişse de, 20 Ocak 1920’de 42 yaşında hayata gözlerini kapamıştır.
Kısa, fakat çok parlak akademik yaşamında birçok değerli eser de veren Ahmet Selahattin Bey, mütareke yıllarında cesur, atılgan bir yazar olarak da tanınmıştır. Ölümünün 25’inci yıldönümü dolayısıyle “Hukuk Dünyası” dergisinin Ocak 1945 sayısında, Prof. Cemil Bilsel, Ahmet Sclâhattin Bey için şöyle demektedir:
“O günün gençleri arasında onu tanımayan ve tanıyıp da ona bağlanmayan yok gibidir. Bundan ötürüdür ki, onun ölümüne bütün gençlik ağladı. Gençlikle beraber bütün İstanbul da ağladı. Son Meclis-i Mebusan’a İstanbul mebusu olarak girmişti ve İstanbul’un en sevilen ve sayılan mebusu olmuştu. Cenazesi çok az kimselere nasip olan alayla kaldırıldı. Bütün fikir adamları, bütün gençlik, İstanbul’un bütün ileri gelenleri parmaklar üzerinde götürülen cenazeyi göz yaşları ile takip ettiler.
Ahmet Selâhattin’in yönetmesi güzel, söylemesi güzel, yazması güzel, ahlâkı ve karakteri güzel, her şeyi güzel bir hoca idi”.
Aynı dergide Prof. Sıddık Sami Onar da şöyle yazmaktadır :
“Ahmet Selahattin için makam ve mevkiin hiç ehemmiyeti yoktu. Onun için gaye, ehemmiyetli idi.
. .. Vatanın en felâketli ve ümitsiz anlarında o, cesaret ve ümidini kaybetmedi. Tehlikeden yılmadı. Ümitlerini, hak ve hakikat gördüklerini kürsüde, mitinglerde, gazete sütunlarında ve nihayet meclis kürsüsünde müdafaadan çekinmedi. Fikirlerini kabul etmeyenler ve hattâ tehlikeli görenler, onun mertliği ve dürüst karakteri karşısında eğilmeye mecbur oldular”.
Ahmet Selahattin Bey’in son Osmanlı Meclisine mebus seçilmesi üzerine Atatürk, ona, 7 Ocak 1920’de şu telgrafı çekmiştir :
“İntihabatta ihraz-ı ekseriyetle İstanbul Mebusu olmanız, Heyet-i Temsiliye’ce pek ziyade mucib-i memnuniyet olmuştur. Menafi-i hakikat-i memlekete azmile çalışacağınızdan şüphe edilmeyerek muvaffakiyetinizi temenni ve beyan-ı tebrikât eyleriz efendim.
Heyet-i Temsiliye namına
MUSTAFA KEMAL”
Ahmet Selâhattin Bey’i, mütarekenin kara günlerinde, İstanbul’da yurdun kurtuluşu ve Cihan Savaşından en az zararla çıkmamız için çaba gösterenlerin başında görmekteyiz. Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919’da İzmir'in Yunanlılarca işgalini protesto için Fatih Belediye Dairesi önünde yapılan mitingde konuşanlardan biri de Selâhattin Beydir.
Padişah Vahidettin’in 1919’da Sarayda topladığı Şuray-ı Saltanat’a İstanbul Darülfünunu’nun temsilcisi olarak katılan Ahmet Selâhattin Bey, ilk sözü alarak Padişah’a karşı : “Artık Şuray-ı Saltanat toplamanın zamanı çoktan geçmiştir. Artık devir Şuray-ı Millet toplama devridir” diye haykırır.
“Vakit” ve “Tarik” gazetelerinde 31 Mayıs 1919’dan başlayarak 28 Temmuz 1919 tarihine kadar yazdığı 10 makale, Hukukî ve Siyasî Tetebbu'lar adı altında 1923’te eski Matbaa-i Amire Müdürlerinden Hamit Bey tarafından bastırılmıştır. Bu yazılar Ahmet Selâhattin Bey’in cesaretini, yurtseverliğini, değerli bilim adamlığını gösterdiği kadar güçlü bir mantık adamı olduğunu da yansıtır. Ben, burada rahmetlinin “Manda” konusuyle barış konferansı konusundaki güçlü düşüncelerini yazılarından faydalanarak belirtmek istiyorum :
1918 Bırakışmasından ve hele Mondros anlaşmasının yer yer bozularak Yunanlıların İzmir’e çıkmasından sonra, İstanbul’daki aydınlar arasında çeşitli kurtuluş yolları aranırken, büyük bir devletin koruyuculuğunu istemek gibi sakat düşünceler de ortaya atılır. O zamanki terimle “Manda” adı verilen bu koruyuculuk görevini özellikle Amerika’nın üzerine alması düşüncesi yaygındır. İçlerinde birçok tanınmış kişilerin de bulunduğu “Manda” taraflıları, basınla ve sağa sola başvurma yoluyle buldukları bu çare için yardımcı ararlar.
Atatürk’ün kayıtsız şartsız bağımsızlık ilkesiyle uyuşmayan bu düşüncelere ilk isyan bayrağını açan Ahmet Selâhattin Bey’dir.
31 Mayıs 1919’da “Vakit” gazetesine yazdığı "Himaye ve Vekâlet Cereyanları" adlı yazısından bazı parçaları birlikte okuyalım:[1]
“Son zamanlarda memleketimizin karşı karşıya bulunduğu büyük tehlikelere bir çare olarak güçlü ve uygar bir devletin koruyuculuğunu istemek için gerek Saltanat Şûrası’nda ve gerek basında bazı fikirler ve düşünceler ortaya atıldı. Kelimeler üzerinde oynamayarak Protectorat ile Mandat'nın bağımsızlığımız için aşağı yukarı aynı ölçüde zararlı olacağını kabul edersek, her şeyden önce şöyle bir soru karşısında kalırız : Altı yüzyılı geçen bir zamandan beri dünyanın üç kıtasında şimdikinin beş on katı toprak ve nüfusa egemen bir devletin bağımsızlığını içimizden kim ve ne hakla fedaya veya yeniden kısıtlamaya talip olabilir? Vesayet veya himaye altına giren bir devlet bağımsızlığını kaybeder. Zira egemenlik bölünemez”.
“... Bizce Türk milleti, ülkesinin genişliği ve nüfusu -kimbilir?- beşte veya altıda birine düştüğü sırada Avrupa’ya karşı, ‘Memleketi idare edemiyoruz’ diyemez. Kim ne derse desin, elimizde kalacak mülkü idareye yetecek adamımız vardır”.
”... Bağımsız devlet halinde yaşayan Türk milletinin ağzından ‘Biz bu işi beceremiyoruz’ itirafının çıkması, büyük bir züldür. Çanakkale’yi savunanlar bu zillete lâyık değildir.”
Ahmet Selahattin Bey bu yazısını şöyle bitirmektedir :
“Türkiye’nin bağımsızlığını kaybetme sonucunu verecek herhangi bir vasiliği ve koruyuculuğu, kendiliğimizden istemek şöyle dursun, bu yolda bir anlaşmayı zorla imza etmektense, savaşanlar arasında bir hukuksal bağ vücuda getirmeyerek dünyada hazırlandığı görülen ulusal devrimlerin ve sosyal, iktisadi kavgaların sonunda görünecek ilahi adaleti beklemek daha hayırlıdır”.
Ahmet Selâhattin Bey 2 Haziran 1919’da “Vakit”te “Mandaların Mahiyet-i Hukukiyesi”, 31 Temmuz 1919’da “Tarik” gazetesinde “Vekâlet ve Muzaharet" başlıkları altında iki yazı daha yayımlayarak bu konuyu uluslararası hukuk açısından incelemektedir.
“Mandaların Mahiyet-i Hukukiyesi" başlıklı yazı şöyle başlamaktadır:
“Basınımızın bir bölümü, memleketimiz için hazırlandığı hissesedilen ve en iyisi tam bağımsızlık, en kötüsü bölünme olan çeşitli sonuçlar arasında birincisinin umut edilemeyeceği gözönüne alınarak güya “ehven-i şer” olmak üzere kâh İngiliz himayesinden, kâh bir Amerika vasiliğinden bahsetmektedirler. Evvelki makalemde koruyuculukla vasiliği ele almış ve her ikisinin de netice itibariyle bağımsızlığa karşı olduğunu ve Türklüğün kendi gönlünün rızasıyle bunlardan hiç birisini istemeyeceğini iddia eylemiş idim. Ancak milletimizin aydınlan arasında yanlış ve sakıncalı bir anlayışın yayılmaya başladığını ve vekâlet (Manda) mahzurdan salim imiş gibi “Biz himaye değil, vekâlet, manda istiyoruz” tarzındaki düşüncelere yer verildiğini gördüğümden - kendimin yanılmış olmaklığım ihtimalini hiç bir zaman hatırdan uzak tutmamakla beraber- himaye ile mandanın hukuksal niteliği hakkmdaki düşüncelerimi kendime saklamayı muvafık bulmadım”.
Ahmet Selâhattin Bey bundan sonra Protectorat ile Mandat'yı hukuksal açıdan inceleyerek sonunda şöyle demektedir:
“Amerika bu mandayı kabul ettiği takdirde Osmanlı Asya’sının bugün işgal altında bulunan memleketlerini işgallerden kurtarıp Türklüğün millî birlik ve coğrafyasını temin eyleyebilecek midir? Yoksa o da evvelkilerine katılmak suretiyle işe mi başlayacaktır? Daha açıkçası mesele dört veya altı parça olmaktan ibaret midir? O halde Amerika’ya yalvarmakta mâna nedir? Biz Wilson prensiplerine dayanarak Türk ulusunun sınır ve toprak bütünlüğü içinde bağımsızlığını istemekte direnirsek, memlekete fenalık etmiş veya bir fırsat kaçırmış olur muyuz?”
Atatürk’ün Samsun’a ayak basmasından kısa bir süre sonra İstanbul’da kayıtsız şartsız bağımsızlık için yükselen bu tek ve cesur ses durmamış, barış konferansının toplanacağı günlerde, çıkarlarımızı etkili hukuk bilgisi ve keskin mantığı ile savunmuş, İstanbul hükümetini uyarmıştır.
9 Haziran 1919’da “Vakit” gazetesinde çıkan “Murahhas olsa idim” başlıklı yazısına şöyle başlıyor :
“Bu başlıkla bir emel öne sürmüş olmaktan Allaha sığınırım.” dedikten sonra :
“... Bununla beraber ben murahhas olsaydım, diyorum, savunma planımı düzenlerken ilkönce ne söyleyeceğimi değil, ne söylemeyeceğimi düşünürdüm ve demezdim ki: ‘Bütün bu felâketleri başımıza getirenler “T. E.C.[1]” kumpanyasıdır. Birkaç türedinin hatası yüzünden bu harbe sürüklendik ….. Kahrolsunlar, memleketi mahvettiler. Artık madem ki yenildik, topumuz, tüfeğimiz kalmamıştır, ne derseniz kabul edeceğiz. Başka çaremiz yok.’
“Mütarekeden beri sık sık işitilen bu sözleri söylemeyişim, hâşâ, bunları beğenmeyişimden, doğru bulmayışımdan değildir. Fikrimce hakkın savunulmasında zerre kadar yardımcı olmayacağındandır” diyor ve konferansa şöyle sesleneceğini yazıyor :
“Efendiler, biz yenildiğimizi bilerek geldik. Fakat siz kuvvet barışı değil, bak barışı yapmak, uluslar arasında ayrılık tohumları bırakmayan, intikam duyguları yaşatmayan sürekli bir barış kurmak istediğinizi söylediğiniz için biz de haklarımızı isterken güçlerin oranını değil, gerçeklerin gücünü düşünüyoruz”.
Ahmet Selahattin Bey, bu sözleriyle bırakışma devrinin düşmanlara kayıtsız şartsız teslim olma eğiliminde olan hükümet adamlarına doğru yolu göstermek istemektedir. Öteki yazılarında da bu yol gösterme ve uyarmalarını kendisine özgü üslubu ve güçlü mantığı ile görmekteyiz.
Bilindiği gibi Atatürk de, tıpkı Ahmet Selahattin Bey gibi düşünmekte, yalvarmakla hakkın alınamayacağını, direnmek ve haklarımızı cesurca savunmakla bunun gerçekleşeceğini söylemekte idi. Daha sonra Sivas Kongresinde de mandacılar büyük çaba göstermişler, fakat Atatürk’ün ve bazı güçlü kişilikleri olan gençlerin karşı koymalarıyle kongreden bir karar alma olanağını bulamamışlardır.
Ahmet Selahattin Bey genç yaşında ölmeyerek Anadolu’ya geçmiş olsaydı, Atatürk’ün en değerli çalışma arkadaşlarından biri olurdu.
Adını her zaman saygı ile anmalıyız.