Giriş
Boşnaklar[1] Osmanlı Fethi’nin ardından başlayan İslâmlaşmayla birlikte Osmanlı yönetiminin en sadık müttefikleri haline gelmişlerdir[2] . İttifak, tüm Osmanlı yönetimi boyunca aralıksız devam etmiştir. Bu durumun en güzel örneklerini XX. yüzyıl başlarında Avusturya’nın Bosna’yı ilhâk tehlikesine karşı, Osmanlı Mebusan Meclisi’ne verilen dilekçelerde görmek mümkündür. Dilekçelerde, Boşnaklar’ın Osmanlı yönetimine ne kadar sadık oldukları özellikle vurgulanmıştı. Meselâ bunlardan birinde, “Devlet-i Osmâniyyemizin şân ve şevketini müdafaa yolunda bir iki şehid virmemiş olan bir Boşnak evi, bir kulübesi bulunamaz. Bosna Hersek Müslümanları’nın sâha-i sadâkat ve hamâsetde ibrâz itmiş oldukları bunca hidemâtı kâmilen zikr ve ta‘dât itmek fikrinde değiliz. Çünkü Bosna Hersek Müslümanları’nın beşyüz seneden berü varlarını yoklarını Devlet-i Osmâniyye'nin selâmet ve saâdeti uğrunda fedâya âmâde bulunduklarını tarihimize az çok vukûfu olanlarca ranâ-i ma‘lûm ve bâ-husûs şu sözlerimiz anâsır-ı asliyyesinden bulunduğumuz Millet-i Necîbe-i Osmâniyye’ye tevcîh idilmiş bir hitâb olduğundan buna lüzûm bile görmeyiz; tafsîlâta girişmek istemeyiz. Çünkü Bosna Hersekliler’in Devlet-i Osmâniyye’ye canları, kanlarıyla virgû virmiş, Bosna Hersek’in devlete Sokollular, Cezzarlar, Hersekli Ahmet Paşalar ve onlar değerinde daha nice kumandanlar, meşâhîr-i ricâl-i hükümet ve fuzulâ yetiştirmiş olduğunu bilmeyecek bir Osmanlı tasavvur idilemez.”[3] tarzında sözlerle Osmanlı idaresinin Boşnaklar için ne anlam ifade ettiği anlatılmaya çalışılmıştır.
Boşnaklar’ın Müslümanlaşması ve her konuda Osmanlı idaresini desteklemeleri, onları merkezî idare nezdinde ayrıcalıklı bir konuma yükseltmiştir[4] . Ayrıcalıkların başında, Osmanlı fethi öncesinde Bosnalı beylerin sahip olduğu “baştina” adı verilen büyük çiftliklere fetihten sonra da dokunulmaması gelir[5] . Diğer bir ayrıcalık ise tımar dağıtımıyla ilgilidir. 1593’de gerçekleşen Sisak Savaşı’ndaki acı tecrübe sebebiyle Bosna tımarları ocaklık addedilmiş [6] , bir ayrıcalık olarak babadan oğula geçmesine izin verilmiştir. Sipahiler zamanla kendi dirlikleri dışına taşarak çevrelerindeki toprakları da dirliklerine dâhil etmişlerdi. Devlet de onların savaş zamanlarındaki gösterdikleri fedakârlıkları dikkate alarak[7] , kanunların hilâfına gerçekleşen bu yapılanmaya ses çıkarmamıştı. Bosnalı Müslümanlar’a tanınan bir diğer ayrıcalık ise vergi muafiyetiydi. Vergi muafiyeti en az toprak sahipliği kadar önemliydi. Çünkü Bosna’da vergi vermemek imtiyazlı olmanın en bariz göstergesiydi. Müslümanlar kendilerinden vergi alınmamasını devlet nazarındaki özel konumlarının kanıtı olarak görüyorlardı. Ayrıcalıklar Boşnaklar’a maddî fayda sağlamaktaydı, ama daha önemlisi kendilerini özel hissettiriyordu. Bu durum onların kendilerini diğer milletlerden üstün görmelerine neden olmuştu. Müslümanlar, ayrıcalıklı konumlarından çok memnundular. Ancak, onların özel konumları birçok tehlikeyi de beraberinde getirmiştir. Çevrelerindeki diğer milletler, onları hem kıskançlık, hem de nefretle izlemişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönemlerde ne kıskançlık, ne de nefret Boşnaklar için üstesinden gelinemeyecek bir mesele olmamıştı. Ne var ki devletin zayıflamasıyla birlikte, gayrimüslimlerin biriktirdiği kin ve garez ortaya çıkmıştır.
II. Viyana Kuşatması’nı (1683) izleyen yıllarda, Bosna’da ciddi bir tahribat yaşanmıştır. Savaş yıllarında yaşanan vahşet Boşnaklar’a gelecekte kendilerini neyin beklediğine dair bir ipucu vermiştir. Yıkımdan Banaluka, İzvornik ve Saraybosna gibi büyük şehirler de nasibini almıştır. Meselâ 1688’de gerçekleşen olaylar sırasında Avusturya’nın gönderdiği çeteler, bir iki günde Banaluka’daki insanların yarısını öldürüp kenti tahrip etmişlerdir. Avusturyalılar çekildiklerinde, yanmış yıkılmış bir Banaluka bırakmışlardır. Avusturya Başkomutanı Prens Öjen de Ekim 1697’de koruması olmayan Saraybosna’ya kadar ilerleyip, şehri 120 camisiyle beraber yakmıştır. Öjen, Saraybosna’yı nasıl yaktığını günlüğüne şu cümlelerle aktarmıştır: “23 Ekim günü, askerî birlikleri kente doğrudan hâkim olan bir tepenin üzerinde geniş bir cepheye yerleştirdim. Bu noktadan, kenti yağmalamak üzere müfrezeler gönderdim. Türkler, en iyi şeyleri çoktan emniyet altına almışlardı, fakat yine de her çeşit maldan çok sayıda kalmıştı geriye. Akşama doğru, kent yanmaya başladı. Kent, bayağı geniş ve oldukça açık; iyi durumda olan 120 adet camisi var. 24 Ekim günü, Saraybosna’da kaldım. Kenti ve kent çevresindeki bütün alanı ateşe verdik. Düşmanın peşine düşen hücum birliğimiz, çok sayıda Türk’ü öldürdükten sonra, yanlarında birçok kadın, çocuk ve ganimet getirdi.”[8] . Saraybosna’nın yakılması yöre halkının kalbinde derin yaralar açmış, türkü ve ağıtlara konu olmuştur[9] . Bir Boşnak türküsünde Saraybosna’da yaşananlar şöyle anlatılır[10]:
“Nice bin Mushaflar hisabsız kaldı
Gözlerinden kanlı yaşlar akıtdı
Niceleri esir idüp düketdi
Geldi yakdı güzel şehr-i Seray’ı
----
Yüzin göstermeyen ay ü güneşe
Gitdi güzel kızlar krala peşkeşe
Kimse bilmez ne haller gelür başa
Geldi yakdı güzel şehr-i Seray’ı
Ah Saray’ın yası yası yolları
Hem içinde huri gezen kızları
Bakın şimdi bunların bu halleri
Geldi yakdı güzel şehr-i Seray’ı ”
Öjen, 20 gün sonra Osmanlı kuvvetlerinin yardıma gelmesi üzerine Saraybosna’yı boşaltmıştır[11]. Ancak, Boşnaklar Saraybosna felâketini hiç unutmamışlardır. Bu yüzden ilerleyen tarihlerde bir daha aynı şeyleri yaşamamak için, gerekirse devlete karşı gelmek de dâhil, her yolu denemişlerdir.
1699’da Karlofça Antlaşması’nın imzalanmasıyla, Bosna’da yeni bir kargaşa dönemi başlamıştır. Çünkü, antlaşma sonrasında Bosna, Avusturya ile sınır olmuş; kaybedilen topraklarda yaşayan Müslümanlar’ın iç bölgelere göçü başlamıştır. Macaristan, Slovenya, Lika ve Dalmaçya’da yaşayan 130.000 Müslüman Bosna topraklarına sığınmıştır[12]. 1718 Pasarofça Antlaşması ile Sava’nın kuzeyindeki bütün arazi Avusturya’ya verilince Bosna iyice Avusturya Devleti tarafından kuşatılmıştır. 1736’da Osmanlı Devleti Ruslar’a karşı savaş ilân edince, Avusturya da Rusya’nın müttefiki olarak Osmanlı Devleti’ne saldırmıştır. Avusturyalılar, Osmanlı ordusunu oyalamak için 12 Temmuz 1737’de Bosna, Sırbistan ve Eflâk’a üç büyük ordu sevk etmişlerdi. Avusturyalılar harekâtın başında bazı başarılar kazanmışlar, önemli bir kale olan Niş’i 27 Temmuz’da ele geçirmeyi başarmışlar, Banaluka’yı muhasara altına almışlardı. Bunun üzerine, Bosna Valisi eski Vezîriazam Hekimoğlu Ali Paşa derhal Avusturya ordusu üzerine yürümüş ve kaleyi kurtarmıştır. Ali Paşa, 4 Ağustos 1737’de gerçekleşen Banaluka Savaşı’nda Avusturya ordusunu kesin bir yenilgiye uğratmıştır. Maneviyatı bozulan Avusturyalılar, Banaluka Savaşı’nı izleyen günlerde ard arda yenilgiler alarak Bosna ve Sırbistan’dan çekilmek zorunda kalmışlardır. Nihayet, 1739’da Osmanlılar ile Avusturyalılar arasında imzalanan Belgrad Antlaşması ile Avusturya, Furjon Kalesi hariç Pasarofça Antlaşması’nda aldığı bütün yerleri geri vermek zorunda kalmıştır[13]. Fakat tehlike, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı izleyen yıllarda bu kez daha ideolojik ve sinsice ortaya çıkmıştır.
Kaynarca Antlaşması ile Ruslar, Osmanlı tebaası Ortodokslar’ın hâmiliğini üstlenmiştir. Bu gelişmeye güvenen Sırp, Karadağ ve Bulgarlar, Osmanlı idaresine hoşnutsuzluklarını gösteren hareketlere girişmişlerdir. Tüm bu gelişmeler karşısında, Ortodokslarla iç içe oturan, Sırplar ve Karadağlılarla sarılmış bir coğrafyada yaşayan Boşnaklar’da, ciddi ve bilinçli bir savunma refleksi gelişmiştir. Boşnaklar kaygılanmakta haklıydılar. Çünkü her gün Bosna’nın işgâlinden bahseden haberler duyuyorlardı. Meselâ 1783’de Avusturya ve Rus İmparatorları’nın Bosna’nın paylaşımı konusunda anlaştığı, hatta bölgeyi işgâl için bir takım hazırlıklar yaptıkları haberleri yayılmıştı [14]. 1784’de bu kez bazı yabancı gazeteler, Hırvatistan sınırında yer alan Bosna arazisinin bir kısmının Avusturya’ya verildiğini yazmıştı [15]. Bu ve benzeri haberler toplumu çok geriyordu ve bu gerginlikten de en fazla Osmanlı-Boşnak ilişkileri etkileniyordu. Aynı tarihlerde Boşnaklar’da katı bir muhafazakârlık gelişirken, Osmanlı Devleti ıslahat çağına giriyordu. Islahatın gereği olarak hükümet Bosna’da herhangi bir düzenlemeye gittiğinde, Boşnaklar bu düzenlemelerin kimin işine daha çok yarayacağını veya kendi otoritelerinden neler kaybettireceğini düşünmeye başladılar. Daha doğrusu onlar, İstanbul’un ıslahat adı altında Bosna’ya gönderdiği emirlerin çoğunlukla Hıristiyanlar’ın işine yaradığına ve Müslümanlar’ın gücünü zayıflattığına, hatta bizzat İstanbul’un otoritesini yok ettiği kanaatinde idiler. Bu yüzden, XIX. yüzyıl başlarından itibaren, İstanbul’dan gelen emirleri dinlememeye başladılar. İstanbul ise devletin içinde bulunduğu güç şartlara rağmen, Boşnaklar’ı kayırdığına ve onlara yeterli müsamahayı tanıdığına inanmaktaydı. Sonuçta, karşılıklı anlaşılamama durumu, XIX. yüzyılda vukubulan birçok çatışma ile sonuçlanacaktır.
A- III. SELİM DÖNEMİ
III. Selim’in tahta çıkmasıyla, özellikle teknik ve askerî sahada ıslahat yapılmaya başlanmıştır. Fakat, onun döneminde, merkezdeki reformların Bosna üzerinde doğrudan bir etkisi olmamıştır[16]. Bu dönemde, Bosna’yı etkileyen gelişmeler daha ziyade dış kaynaklıdır. İlk olarak Fransız İhtilâli sonrasında yayılan “cumhuriyet” fikri Osmanlı idarecilerini hayli rahatsız etmiştir. Onlara göre, Fransa çevresindeki ülkelere cumhuriyet fikrini aşılayarak o ülkeleri parçalamak istiyordu. Meselâ, dönemin Reisülküttapları’ndan Raşid Mehmed Efendi, cumhuriyet fikrinden duyduğu rahatsızlığı şu cümlelerle ifade etmekteydi: “Fransızlar, milletlerin hükümdarlarına olan bağlılığını yok ederek o milletleri kendi kontrolleri altına almaya çalışmakta, mevcut yönetimleri ortadan kaldırarak cumhuriyet kurma yoluna gitmektedirler. Fransa Cumhuriyeti, cumhuriyetlerin anası olarak diğer cumhuriyetlere önderlik etmektedir. Daha sonra, duruma ve zamana göre milletleri birbirlerine karşı tahrik etmekte ve çatışmalar çıkarmaktadır. Sonuçta, kendi ticaret sahasını genişletmek ve bütün ticarî konularda söz sahibi olmak istemektedirler.”[17]. Gerçekten de, Napolyon Fransası, Avrupa’da uyguladığı politikayı Osmanlı Devleti için de geçerli kılmak istemektedir. Fransızlar bu maksatla Bosna ve civarındaki nüfuzlu kimselerle iletişime geçmişler, ajanlarını bölgeye göndererek yöre halkının zayıf yanlarını tespite çalışmışlardır. Amaçları, bölgeye milliyetçilik tohumları ekerek, yöre halkının Osmanlı Devleti’ne isyân etmesini sağlamaktır[18].
İkinci tedirginlik konusu ise 1797’de Avusturya ve Fransa arasında imzalanan Kampo Formiyo Antlaşması’ndan kaynaklanmıştır[19]. Bu antlaşmayla Venedik Cumhuriyeti ortadan kaldırılmış, Dalmaçya Avusturya’ya bırakılmıştır. Dalmaçya’nın Avusturya’ya bırakılması Bosna için çok ciddi tehlike oluşturuyordu. Raşid Mehmed Efendi tehlikeyi şu cümlelerle açıklar: “Avusturya’ya bırakılan topraklar, tarımsal üretime elverişli olmayan taşlık ve kayalık yerlerdir. Buna rağmen limanları gemi yapımına elverişlidir. Avusturyalılar, uzun süreden beri Akdeniz’de donanma bulundurarak deniz ticaretini geliştirmek istediğinden bu paylaşımdan çok memnun olmuşlardır. Avusturya İmparatoru bu amacına ulaşmışsa da, Dalmaçya’da gemi inşası için Avusturya ve Macaristan’dan işçi, malzeme ve asker getirmek gerekecektir. Bu ise, oldukça fazla yol kat edilmesini gerektirmektedir. Osmanlı Devleti için gerçek tehlike budur. Zîrâ Avusturya İmparatoru bu yolu kısaltmak için kendi sınırlarıyla çevrilmiş olan Bosna’yı ele geçirmeyi düşünebilir[20]. Bosna halkı Müslüman’dır. Ancak, Avusturya ile sınır olduklarından dolayı çoğunun hayat tarzı Avusturyalılar’a benzemektedir. Diğer yandan Avusturya tarafından çevrilmiş olduklarından her hangi bir saldırıda topraklarını ve çocuklarını kaybetmek endişesine kapılabilirler. Bu sebeple, eskiden olduğu gibi “baş sallanır taş sallanmaz” demeyebilirler. Ayrıca, gönüllerinden geçen özerklik istekleri, Avusturya tarafından vaat edilirse, bu sözlere inanarak Avusturya’nın istediği yönde hareket edebilirler. Bu ihtimâlin Avusturyalılar tarafından da düşünülmüş olması muhtemeldir.”[21].
Osmanlı yetkililerini endişelendiren son gelişme ise Fransa’nın Osmanlı Devleti ile Bosna’da sınır komşusu olmasıdır. Fransa, 1805 Österlitz Savaşı’nda Avusturya ordularını yenilgiye uğratmış ve savaşın sonucunda Dalmaçya Sahili’ni Avusturya’dan almıştı. Böylece Osmanlı Devleti ile Fransa fiilen sınır komşusu olmuşlardı. Dalmaçya’ya yerleşen Fransızlar rahat durmamışlar, okullar açarak milliyetçi düşünceleri halka aşılamaya çalışmışlar ve Hırvat millî bilincinin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Ayrıca, Napolyon da özellikle Bosna’yı işgâl etmek istiyordu. O, Bosna’yı işgâl etmesi hâlinde, İstanbul yolunun kendisine açılacağına inanıyordu[22].
Osmanlı yetkililerinin endişelerinde ne kadar haklı oldukları, kısa süre sonra ortaya çıkmıştır. Zîrâ 1804’te Sırbistan’da Kara Yorgi önderliğinde büyük bir milliyetçi ayaklanma çıkmıştır. Kara Yorgi, Bosna Hıristiyanları’nı da ayaklandırmayı ve onlarla birleşip Büyük Sırbistan’ı kurmayı amaçlamaktaydı. Ayaklanma, Boşnaklar arasında nefretle karşılanırken, Bosnalı Ortodoks Hıristiyanlar arasında sevinç yaratmıştır. Bosnalı Yeniçeriler Belgrad’daki meslektaşlarının yardımına koşarken, Sırbistan’la sınır Bosna kasabalarında yaşayan bazı Ortodoks Hıristiyanlar da Sırp isyâncılara katılmışlardır. Boşnaklar, Sırplar’ın niyetlerini bildiklerinden, isyânın bastırılması için olanca güçleriyle devlete yardım etmişlerdir. Bu maksatla, 19 bin yük arpa, buğday ve eti, vergilerine ilâve olarak devlete hibe etmişlerdir[23].
Sırp Ayaklanması 1806–1812 Osmanlı-Rus Savaşı’na sebep olunca, âsî Sırplar durumdan istifade ile Yadar, Racvina ve Böğürdelen’i ele geçirmişlerdir. Sırplar’ın eline geçen bölgelerde yaşayan Müslümanlar baskı ve katliamlar yüzünden Bosna’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu durum Bosna’da büyük infiale yol açmıştır. 1807’de kapudan[24], bey ve ileri gelen Bosnalılar, Travnik’te Vali Mehmed Hüsrev Paşa başkanlığında toplanmışlar ve ölünceye kadar memleketlerini savunma kararı almışlardır[25].
Her ne kadar bu toplantı Bosna Valisi’nin huzurunda gerçekleşmiş ise de, bu sırada esas güç yerli Müslüman Kapudanlar’ın elindeydi. Osmanlı Devleti XVI. yüzyıl sonlarında, Bosna Hersek sınırlarını savunmak için merkezden asker göndermek yerine, yerel halktan oluşan birlikleri sınırlardaki kalelere yerleştirmişti. Kalelerde görevli askerlerin harcamaları, kalenin bağlı bulunduğu idarî birimden kendilerine sağlanan dirliklerle sağlanmaktaydı. Dirlikler ise, zamanla kale komutanlarının özel mülkleri haline dönüşmüş, kale komutanlıkları babadan oğula geçer hâle gelmişti. XIX. yüzyıl başlarında, kapudanlar, Bosna’daki en önemli siyasî ve askerî aktör konumundaydılar[26]. Yüzyılın başında toplam 37 kapudanlık vardı ve askerî güçlerinin toplamı 26.947 kişiye ulaşmıştı [27]. Kapudan aileleri arasında Kulenoviç, Stoyçeviç, Rızvanbegoviç, Fidahiç, Dadiç, Gavrankapetonoviç, Gradaşeçeviç, Ganoviç, Çengiç ve Firduh’ların etkisi çok fazlaydı. Kapudanlar, ülkelerini korumanın bilinci ve neredeyse bağımsız tavırlarıyla, merkezin emirlerini pek dinlemiyorlardı [28]. Ancak, onların esas meselesi, kendilerine fazla güvenmeleri, bu saikle de ellerindeki harp teknolojilerini yenilememeleriydi. Bölge’nin XIX. yüzyıl başlarındaki durumu hakkında bir eser kaleme alan İseviç’e göre, Bosna’ya dışarıdan bir saldırı olmuş olsaydı, böyle bir saldırı felaketle sonuçlanırdı [29]. Fakat, her şeye rağmen, arkalarındaki güçlü kamuoyu desteğiyle kapudanlar, ileriki yıllarda da Bosna’nın gerçek hâkimleri olarak davranmaya devam etmişlerdir.
III. Selim devrinde merkezden atanan valiler, Sultan’ın temsilcisi olarak saygı görüyordu, ancak otoriteleri valiliğin merkezi olan Travnik şehrinin dışında pek hissedilmiyordu. Hatta, Saraybosna’da dahî, üç günden fazla ikamet etmeleri hoş karşılanmıyordu. Bosna’daki yerel güçlerin başına buyruk tavırları merkezi rahatsız etmemiş, hatta bu yapı merkez tarafından da desteklenmiştir. Beyler, İstanbul’da daima saygı görmüşler, yetkilerine pek müdahale edilmemiştir. Nitekim, İstanbul’un Bosna siyasetinin başarılı olduğu söylenebilir; çünkü III. Selim’in saltanatı boyunca, Bosna’da merkezi endişelendirecek, büyük çaplı herhangi bir olay yaşanmamıştır.
B- II. MAHMUD DÖNEMİ
Bosna’nın merkezî reformlardan doğrudan etkilenmesi, II. Mahmud’un iktidarına rastlar. 1813’de Silâhtar Ali Paşa, Bosna’daki tımar ve zeâmetlerin dağıtım ve kullanımındaki kanunsuz uygulamaları önlemek için özel olarak bölgeye gönderilmiştir. Paşa Bosna’ya varır varmaz, eyâlet çapında yoklama yaptırmak amacıyla hazırlıklara başlamış, ellerinde tımar ve zeâmet tezkeresi bulunanların İstanbul’a giderek tezkerelerini yeniletmesini istemiştir. Yoklama ve İstanbul’dan onay alma işi, Bosnalılar’ın itaatlerini göstermeleri bakımından önemliydi; zîra, çoktan işlevini yitirmiş bir kurumun disiplin altına alınmasında devletin bir çıkarı yoktu. Öte yandan, aynı temsilî önem Boşnaklar için de geçerliydi. Bosna’daki tımarlar, Sisak Savaşı’ndan beri “ocaklık” addedilmiş ve hiç dokunulmamıştı. Müslümanlar, tımarlara yapılan müdahaleyi tüm topluma yapılmış kabul etmişler; bu yüzden sadece sipahiler değil, tüm Müslümanlar Ali Paşa’ya karşı çıkmışlardır. Ortaya çıkan tepki sebebiyle, Ali Paşa geri adım atmış, tımar ve zeâmetlere dokunamamıştır[30].
Ali Paşa’nın müdahalesi Bosna’daki Müslüman gurupları birleştirmiştir. Özellikle yeniçeri, sipahi ve beyler kendi varlıklarını Bosna’da Müslüman varlığının sigortası olarak gördüklerinden, merkezin kendilerine müdahalesini Müslüman otoritesine güç kaybettirecek bir girişim olarak algılamışlar, bu yüzden de en küçük bir müdahaleyi dahî hoş karşılamamışlardır[31]. Onlara göre, müdahaleler Müslüman idaresinin gücünü zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Zîrâ Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve civardan gelen Müslüman göçmenlerin anlattıkları veya oralarda meydana gelen hadiseler, onların haklılığını kanıtlamaktaydı. Buralardan Bosna’ya gelen muhacirlerin anlattıkları insanın kanını donduracak nitelikteydi. Gelenler, “Sırp ve Yunanlılar’ın çocuk ihtiyar demeden kadın erkek birçok Müslüman’ı katlettiklerini, hatta gebe kadınların karınlarındaki bebekleri bile süngülediklerini” anlatıyorlardı [32]. Böylesi korkunç olayları işiten Bosnalı Müslümanlar’ın gelişmeler karşısında ne düşüneceklerini ve nasıl davranacaklarını kestirmek zor değildi. Fakat, II. Mahmud, bu yerel kaygıların ötesinde yeni bir devlet tasarlıyordu. O, İstanbul’dan verilen emirlerin tereddütsüz olarak yerine getirildiği merkezî bir idare sistemi kurmak istiyordu. Bu yüzden, devlet hâkimiyetini eyâletlerde yeniden kurmayı ve eyâletleri merkeze bağlamayı kendisine hedef edinmişti. Onun bu hedefleri yüzünden, Bosna’da ciddî bir direniş ve direnişe karşı da oldukça sert cezalandırılmalar yaşanmıştır. Meselâ, 1820’de Bosna Valisi olan Celâl Paşa, Taşlıca Mütesellimi İbrahim Bey ve Gradaçaçlı Osman Kapudan’ı idam ettirmiş, geleceğin Hersek Mutasarrıfı Ali Rızvanbegoviç ise canını kaçarak kurtarmıştı [33].
II. Mahmud döneminin en büyük çatışmalarından biri 1826’da, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması esnasında yaşanmıştır. 1826 Eylül’ünde ocağın kaldırılması ve Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’nin kurulması hakkındaki fermânlar Bosna’ya ulaşmıştır. Travnik’te halka açıklanan emirler başlangıçta bir tepki yaratmamış, fakat üç gün sonra bir isyân patlak vermiştir. Ardından, Saraybosna Fatih Camisi’nde[34] toplanan büyük bir kalabalık fermânın iptalini istemiştir. Bosnalılar, “Kendi sınırları dışında askerlik yapmayı istemediklerini, yeni üniformaların göğüs kısmı haç şeklinde düğümlendiği için bu üniformaları giymeyeceklerini, böyle bir elbise giyecek olsalar Rus ya da Avusturya tabiiyetine geçeceklerini” belirttiler[35]. İsyân tüm eyâlete yayılınca, Vali Mustafa Paşa âsîlerin tehdidinden kurtulmak için Travnik Kalesi’ne çekilmek zorunda kalmıştır. Mustafa Paşa’nın isyânı sona erdiremeyeceği ve sert tutumu ile isyâna sebep olduğunu düşünen İstanbul, onu azlederek yerine daha maharetli bir komutan olan Belgrad Muhafızı Abdürrahim Paşa’yı getirmiştir. Paşa aldığı tedbirlerle kısa sürede âsâyişi sağlamış ve isyânın elebaşlarını ağır şekilde cezalandırmıştır[36].
Abdürrahim Paşa’nın Yeniçeri Ocağı’nın ilgasıyla ortaya çıkan karışık duruma son vermesi II. Mahmud’u çok memnun etmiştir. Mahmud konuyla ilgili yayınladığı Hatt-ı Hümâyûn’da Abdürrahim Paşa’yı “Aferin müşarünileyhe, nân ve nemek-i şâhânem kendüye helâl olsun. Saray eşkıyâsının serkerde ve eşna‘ları bunlar idi lehülhamd cezalarını bulmuşlar.” sözleriyle övmüştür[37]. Fakat tam bu sırada Osmanlı-Rus Savaşı’nın başlaması ve Bosna’dan asker talep edilmesi yeni bir isyânın fitilini ateşlemiştir. Ahmet Cevat Eren, 19 Haziran 1828’de aniden patlak veren bu yeni isyânı Bosna için bir dönüm noktası kabul eder. Ona göre; “Bu tarihten sonra eyâlette fitne ve fesat, ihtilâl ve isyân, düşman tezviri ve tahriki büsbütün artmış ve yerleşmiştir. Bundan sonra Bosna’da görünen isyânların ızdırabını, Osmanlı serhatlarında kahramanlıklarıyla şöhret kazanmış Bosnalılar çekmeye mecbur oldular. Çünkü bu ihtilâlde ön ayak olan Bosna asilzadelerinin bilerek veya bilmeyerek atıldıkları bu maceranın tesirleri kendilerinden sonra gelen nesillere sıra sıra nüfuz etti. Birbirini takip eden iç mücadeleler Bosna beyleri ve kapudanların kuvvetini yavaş yavaş yok etti”[38]. İsyân, Abdürrahim Paşa’nın azline ve Ali Namık Paşa’nın Bosna’ya atanmasına yol açmıştır. Ali Namık Paşa, Bosnalı yerel âyân ve eşrafla anlaşarak meseleyi haletme yoluna gitmiş, ancak o da asayişi tam anlamıyla sağlayamamıştır[39].
1828–1829 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ile sonuçlanmıştır. Savaş sonunda maddeleri oldukça ağır olan ve Bosna üzerinde doğrudan tesirleri olan Edirne Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmanın altıncı maddesi ile Sırbistan muhtariyet elde etmiş, içerisinde bazı Bosna kazalarının da bulunduğu altı nahiyenin[40] Sırbistan’a verilmesi kabul edilmiştir. Onuncu madde ile de Yunanistan bağımsızlık kazanmıştır[41]. Bu gelişmeler Boşnaklar’ın morallerini bozmuş, onlar sıranın kendilerine geldiğine inanmaya başlamışlar, ne olursa olsun, Sırbistan’a verilmesi karara bağlanmış nahiyeleri vermeme kararı almışlardır. Kısa süre sonra Sırbistan’la ilgili ortaya çıkan başka gelişmeler Boşnaklar’ı daha da fazla sinirlendirmiştir. Osmanlı Devleti, Evâil-i Rebiülahir 1245/30 Eylül–10 Ekim 1829’da Semendire Sancağı’nda Sırp Knezliği adıyla bir özerk eyâlet kurulması imtiyazını tanımıştır[42]. Ardından 10 Rebiülevvel 1246/29 Ağustos 1830 tarihli[43] başka bir fermânla, Sırplar içişlerinde bağımsızlık kazanmışlar, Miloş ailesi Sırbistan’ı yönetme hakkı kazanmıştı. Daha da önemlisi Türkler’in Sırbistan’dan tahliye süreci resmî hâle gelmiştir[44]. Böylece en büyük emelleri Bosna’yı ele geçirmek olan, Sırp Devleti’nin temelleri resmen atılmıştır.
1831’de bazı kapudanlıklara yapılan atamalar sonrasında çıkan anlaşmazlıklar ve Edirne Antlaşması ile Sırbistan’a bırakılan kazaların verilme çalışmalarının başladığı haberlerinin yayılması üzerine, Boşnaklar yeniden hareketlenmişlerdir. “Bosna Ejderi” adı verilen Kapudan Hüseyin Gradaşeçeviç’in[45] liderliğinde Bosnalı Müslüman âyânın başı çektiği yeni bir ayaklanma patlak vermiştir. Hareket, başlangıçta Osmanlı idaresine karşı değildi. Onların çevrelerindeki gelişmelerden ne kadar ürktükleri ve bir şey yapma ihtiyacı hissettikleri yayınladıkları bildiriden de anlaşılmaktadır. Bu bildiride, “Bosna’nın dört tarafının düşmanla çevrili olduğu, Sırplar’ın gizlice Müslümanlar arasına fitne soktuğu ve fırsat bulur bulmaz Bosna’yı işgâle kalkışacağı, Bosna’da bulunan Hıristiyanlar’a kesinlikle güvenilemeyeceği, bu yüzden düşmanlara mukabelede bulunmanın her Boşnağın vazifesi olduğu, böyle gergin zamanlarda Müslümanlar’ın boş durmasının caiz olmadığı” ifadeleri yer almaktaydı. İstanbul, Bosna’daki gelişmeleri endişeyle takip etmiş ve Hüseyin Kapudan’a nasihatçiler göndererek faaliyetlerini durdurmasını istemiş, fakat Hüseyin Kapudan üzerinde etkili olamamıştır[46].
Faaliyetlerini artıran kapudanlar Şubat 1831’de Tuzla’da 15 gün süren bir toplantı yapmışlardır. Toplantıda,
1-Yeni askerî teşkilâtı kabul etmemeyi
2-Yeni vergileri kabul etmemeyi
3-Sırbistan’a verilmek istenen nahiyelerin verilmesine direnmeyi
4- Bosna’da özerk bir idare kurulmasını
5-Hüseyin Kapudan’ın Bosna kapudanlarının başkanı olarak tanınması, kararlarını almışlardır.
Âsîler, başlangıçta ciddî başarılar elde etmişler, neredeyse tüm eyâlet onların kontrolü altına girmiştir. Fakat Hüseyin Kapudan’a muhalifliği ile tanınan Ali Rızvanbegoviç ve Gorajdeli İsmail Ağa Çengiç[47] merkezi desteklemişlerdir. Bu sebeple başlangıçta başarı kazanıp idareyi ele alan âsîler, 6 Nisan 1832’de Nevesin Ovası’nda yapılan savaşta yenilmişler, fakat Hüseyin Kapudan mücadeleden vazgeçmemiştir. 28 Nisan’da Prilep’de yeni bir muharebe daha meydana gelmiştir. Burada da yenilen Bosna kuvvetleri Saraybosna’ya doğru geri çekilmiştir. 4 Haziran’da iki ordu şimdiki Saraybosna Havalimanı’nın bulunduğu mevkiin yakınında son kez karşılaşmıştır. Savaşta Hüseyin Kapudan kuvvetleri yine yenilmiş ve Osmanlı ordusu 5 Haziran’da Saraybosna’ya girmiştir. Osmanlı birliklerinin komutanı Mahmud Hamdi Paşa’ya esir olmaktan çekinen Hüseyin Kapudan Avusturya’ya sığınmıştır. Böylece isyân sona ermiştir[48]. Ancak Hıristiyan bir memlekette yaşamak Hüseyin Kapudan’a zor gelmiş ve İstanbul’dan özür dileyerek affını istemiştir. Sadrazamın ısrarı üzerine II. Mahmud, Hüseyin Kapudan’ın özrünü kabul etmiştir[49]. Hüseyin Kapudan ve ailesi 1833 Şubat ayında İstanbul’a gelmiştir. Başına gelenleri hazmedemeyen Hüseyin Kapudan kısa süre sonra 17 Ağustos 1834’de hayatını kaybetmiştir[50].
Gradaşeçeviç’in hareketi, çağdaş Bosnalı yazarlar tarafından otonom, hatta bağımsızlık isteklerinin yüksek sesle dile getirilmesi olarak yorumlanmıştır. Ancak, Hüseyin Kapudan’ın amacının ne olduğu kesin olarak ortaya konabilmiş değildir. Araştırmacıların bir kısmı onun isteklerinin muhtariyet anlamına geldiğini, dolayısıyla Bosna Hersek’te özerk bir hükümet kurmak istediğini iddia ederken; diğer bir grup ise Hüseyin Kapudan’ın kendisine vezirlik rütbesi verilmesi isteğinden yola çıkarak, onu eski düzeni yeniden sağlamayı hedefleyen muhafazakâr bir Bosnalı olarak gösterirler[51]. İsyânın başlangıçtaki amacı ve Hüseyin Paşa’nın çok uzun süre İstanbul’a bağlılığını bildiren arzlar göndermesi; onun eski düzeni korumak için hareket ettiği izlenimini uyandırmaktadır[52]. Buna karşı kazanılan başarılar ve çevresel etkilerle birlikte özerkliği çağrıştıran bazı isteklerinin olduğu da doğrudur. Fakat bu fikirler merkezin müdahaleleri karşısında memleketlerini[53] ve güçlerini kaybetme endişesi taşıyan birçok Bosnalı Müslüman’ın aklından geçen düşüncelerdi[54]. Onlar, İstanbul’un sert ve pervasız müdahaleleri karşısında, her geçen gün ellerindeki gücü ve toprakları kaybettiklerini görerek, İstanbul’la aralarına mesafe koymayı denemişler, fakat başaramamışlardır. Ancak, gerek resmî kayıtlarda, gerekse Boşnaklar’a ait folklorik malzemede, padişah ve diğer Osmanlı otoritelerine karşı saygısızlık içeren en küçük bir ifadeye rastlanmaması [55], Boşnaklar’ın Osmanlı idaresinden kurtulmak yerine, geleceklerini garanti altına alma endişesiyle hareket ettiklerinin göstermektedir.
Osmanlı Devleti’nin isyânı kendi gücüyle çözememesi ve Ali Paşa Rızvanbegoviç’den yardım alması, başka bir âyânın yolunu açmıştır. Yardım karşılığı olarak Hersek 1833’de Bosna’dan ayrılarak mutasarrıflık haline getirilmiş ve mutasarrıflığına Ali Rızvanbegoviç Paşa getirilmiştir. Vezir rütbesi ile Hersek mutasarrıfı olan Ali Rızvanbegoviç çoğu zaman kendi bildiğini okumuş, İstanbul’un emirlerini göz ardı etmiştir. Ali Paşa da tıpkı Hüseyin Kapudan gibi merkezileştirmeye sonuna kadar direnmiş, 1849’da onun başını çektiği başka bir isyân Bosna’yı yeniden kargaşaya sürüklemiştir[56].
1833’de Mahmud Hamdi Paşa azledilerek, yerine Bağdat Valisi Davut Paşa atanmıştır. Davut Paşa’nın valilik dönemi, Edirne Antlaşması ile Sırbistan’a bırakılan yerlerin iadesinin ortaya çıkardığı huzursuzluğu gidermekle geçmiştir. Davut Paşa, bu kritik anlarda Bosnalı Müslümanlar’ın hassasiyetini saygıyla karşılamış, Boşnaklar’ın gönüllerini almak için elinden geleni yapmıştır. Onun Müslümanlar’a gösterdiği müsamahakâr tavır bu kez de Bosnalı Hıristiyanlar’ın tepkisini çekmiştir. Nahiyelerin Sırbistan’a terkiyle şımaran Bosnalı Hıristiyanlar, 1834’de Rahip Yoviça liderliğinde bir isyân çıkarmışlardır. Ayaklanma fazla büyümeden Bosnalı sipahiler tarafından bastırılmış ve Rahip Yoviça Sırbistan’a kaçmak zorunda kalmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti’ne yaranmak isteyen Knez Miloş, Yoviça’yı Vidin Muhafızı’na teslim etmiş, böylece ayaklanma sona ermiştir[57].
Davut Paşa’dan sonra onun yerine, Gurre-i Receb 1251/23 Ekim 1835’de Belgrad Muhafızı Mehmed Vecîhî Paşa Bosna’ya vali atanmıştır. Paşa, Bosna’da bir türlü gerçekleştirilemeyen asker toplama işini halletmekle görevlendirilmiştir. Paşa, kendisine verilen emri tavizsiz olarak uygulamış, hatta bu uğurda bazı beyleri dahî cezalandırmıştır. Onun sert tavrı Boşnaklar arasında yeni bir muhalefetin doğmasına sebep olmuş, İstanbul’a yüzlerce şikâyet dilekçesi gönderilmiştir. Ancak, Boşnaklar İstanbul’dan bekledikleri desteği alamamışlardır. Bunun üzerine harekete geçen Bosnalı Beyler, daha önce Mehmed Vecîhî Paşa tarafından idam edilen Bosna sipahilerinden Petrovaçlı Hıfzı Ağa’nın oğlu Nazif Ağa ve Ehlune Mütesellimi Ali Paşa Fidahiç liderliğinde bir isyâna kalkışmışlar, fakat başarılı olamayarak dağılmışlardır. Âsî liderlerin bir kısmı Avusturya’ya sığınmış, bir kısmı tutuklanarak Bosna dışına sürgün edilmişlerdir. İsyân sonrasında Bosna’da bir dizi değişiklik yapılmıştır. Önce, tımar dağıtım usulüne son verilmiş, ardından da kapudanlık müessesi kaldırılmıştır. Kapudanlıkların kaldırılmasıyla Bosna yeni bir kargaşaya sürüklenmiştir. Bosna valileri kapudanlığın kaldırılmasının çıkardığı meselelerle uğraşırken, 1839’da Tanzimat’ın ilânı bölgede sinirlerin yeniden gerilmesine sebep olmuştur[58].
C- TANZİMAT DÖNEMİ (1839–1876)
1– 1849–51 İsyânı
XIX. yüzyıldaki diğer tüm reformlar gibi Tanzimat Fermânı da Bosna’da hoş karşılanmamıştır. Boşnaklar, Tanzimat uygulandığı takdirde Bosna’yı kaybedeceklerini düşünüyorlardı [59]. İstanbul başlangıçta Bosnalılar’ın memnuniyetsizliğine anlayışla yaklaşmıştır. Bu yüzden, fermânın genel hükümleri hariç, Tanzimat’ın Bosna’da uygulanmasını ileri bir tarihe ertelenmiştir. 1849’a gelindiğinde hükümet, “Bosnalılar’ın şımarıklıklarına” daha fazla göz yummayacağını açıkladıyarak, dönemin Valisi Tahir Paşa’dan tavizsiz biçimde Tanzimat’ı uygulaması istemiştir. Beyler ve isyânın lideri Ali Rızvanbegoviç Paşa[60] fermânın uygulanmasına engel olmak istiyorlardı. Ancak, açıktan devlete karşı koyacak güçleri yoktu. Onlar başlangıçta Tanzimat’ın uygulanmasına taraftarmış gibi göründüler, “Bizim için problem yok, fakat halk Tanzimat’ı istemiyor” tarzında bir politika ile devleti oyaladılar. Görünüşte hükümet yetkilileri ile uzlaşmacı bir görüntü sunarken, gizlice isyânı organize ettiler. 1849’un ortalarından itibaren açıkça Tanzimat hükümlerine muhalefete ve devletin resmî askerlerine saldırmaya başladılar. Böylece İstanbul’un 1839’dan beri çıkmasına muhtemel gözüyle baktığı isyân patlak vermiş oldu. İsyân zaman zaman artan zaman zaman şiddetini kaybeden bir yelpazede devam etti. Valiler biraz da konumlarından duydukları endişeyle sık sık eyâletin kendi kontrollerinde olduğunu İstanbul’a rapor ettiler. Hâlbuki sadece Travnik ve belli başlı bazı şehirler valinin kontrolündeydi. Banaluka ve Bihke gibi kuzey bölgeler, Hersek, neredeyse tüm yollar ve kırsal alanlar âsîlerin elindeydi. Durumun bir türlü sakinleşmemesi, Vali Mehmed Tahir Paşa’nın zamansız ölümü, İstanbul’u daha radikal tedbirler almaya itti.
Devletin en maharetli komutanlarından geleceğin Serdar-ı Ekrem’i Ömer Lûtfî Paşa Latas, yanında çok sayıda askerle 1850 Martı’nda bölgeye gönderildi. Abdurrahman Şeref Efendi’ye göre, Ömer Lûtfi Paşa, Abdülkerim Nadir Paşa ile birlikte XIX. yüzyılda yetişen iki büyük Serdâr-ı Ekrem’den biridir. Asıl adı Mihaylo Latas olup Hırvatistan’ın Plaski şehrinde 1806’da doğmuştur. Avusturya’da askerî okul öğrencisi iken 1828’de Osmanlı Devleti’ne iltica ederek Müslümanlığı kabul etmiş ve Ömer Lûtfî adını almıştır. Paşa bir süre Veliahd Abdülmecid Efendi’ye öğretmen tayin edilmiş, daha sonra yüzbaşı rütbesi ile Osmanlı ordusuna katılmıştır. O, Türkçe’nin haricinde Sırpça, İtalyanca ve Almanca bilmekteydi. Son derece disiplinli bir asker olan Paşa, acımasızlığı ve kayıtsız şartsız Padişah’a bağlılığı ile ün salmıştı [61].
Boşnaklar da gelen komutanın tüm özelliklerini biliyorlardı. Ömer Lûtfî Paşa’nın daha askerî harekât başlamadan Saraybosna’da beyleri aşağılayan tavrı, Müslümanlar’ın nasıl bir muamele ile karşı karşıya kalacakları hususunda herkese bir fikir vermişti[62]. Beklenildiği gibi, Osmanlı askerî harekâtı çok sert ve acımasız başlamıştır. Ancak, Ömer Lûtfî Paşa’nın sert tavrı dahî Boşnakları yıldıramamış, direniş tüm eyâlette olanca hızıyla devam etmiştir. Çünkü onun isyânı bastırmak üzere Bosna’ya gönderilmesi, Boşnak bey ve Müslümanlar’ı daha da kızdırmıştır. Müslümanlar’a göre, Ömer Lûtfî Paşa’nın bizzat kendisi de dâhil olmak üzere beraberinde getirdiği ordu mürtetlerden oluşuyordu. Böylesi kimselerden oluşan bir ordudan Müslümanlar’a acımasını beklemek yersizdi. Boşnaklar’ın bu şekilde düşünmesinde haklılık payı vardı. Çünkü ordu komutanlarının büyük çoğunluğu 1848 ihtilâlleri sonrası Macaristan kaçıp İslâmiyet’i seçen kimselerden oluşuyordu. Osmanlı Devleti’ne sığınan Macar ve Polonyalı mülteciler iade edilememek için, görünüşte İslâmiyet’i seçmişlerdi. Çoğu deneyimli asker olan bu kimselerden 1850 sonbaharında iki tabur oluşturulmuş ve Ömer Lûtfi Paşa’nın emrine verilmişti. Ömer Lûtfi Paşa Bosna’ya gittiğinde yanında 400 Macar vardı [63].
Osmanlı ordusundaki Macarlar, halkı isyâna teşvik için kullanılan en etkili propaganda malzemeleri arasında yer almıştır. Özellikle Tuzla, İzvornik ve Mostar halkı, “Osmanlı ordusunu yönetenlerin çoğunun Macar olduğu ve göz göre göre çocuklarını Macarlar’ın ellerine teslim etmeyeceklerini” açıklayarak çocuklarının askere alınmasına karşı çıkmışlardı [64]. Aynı propagandayı Ali Rızvanbegoviç Paşa da kullanmıştır. O, Mostar’da beylerle yaptığı toplantıda, “Ömer Lûtfi Paşa’nın beraberindeki mürtet taburu ile kimseye acımayacağını, onların Bosnalı Müslümanlar’ı kırmaya geldiğini, Sultan’ın çevresindeki memurlar tarafından kandırıldığını, dinine ve padişahına bağlı Boşnaklar’ın bu gidişe mutlaka bir son vermeleri gerektiğini, çoğunluğu Macar dönmeler tarafından idare edilen bu ordunun ve Ömer Lûtfi Paşa’nın mutlaka durdurulması gerektiğini, Ömer Lûtfi Paşa durdurulmadığı takdirde 30 yıl sonra Bosna’nın Bosnalılar’ın olmayacağını” ifade etmiştir[65].
Boşnaklar’ın tahmin ettiği gibi, Ömer Lûtfî Paşa, o zamana dek sürekli müsamahayla karşılaşan Boşnaklar’a çok sert davranmıştır[66]. Hatta halka olan baskısı ve daha sonra da beylere karşı takındığı tavrı, 1878 işgâli sonrasında Avusturya ordusu tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. İşgâl kuvvetleri komutanı Baron Josef Filipoviç’in, halka Ömer Lûtfî Paşa’dan daha iyi davrandığı Avusturya basınında yer almıştı [67]. Gerçekten de, gerek isyâna müdahale sürecinin bu kadar kanlı, gerekse cezalandırılmaların bu kadar sert olmasının temel sebebi, Ömer Lûtfi Paşa’nın Boşnaklar hakkındaki olumsuz düşünceleridir. Meselâ, Paşa Belgrad’daki Osmanlı muhafızına gönderdiği bir mektubunda Boşnaklar’a olan nefretini şu cümlelerle dile getirmiştir “Aziz dostum Hafız Paşa’ya selam söyle ve bir süre Sava’da tutulan balıkları yemekten kaçınmasını bildir. Çünkü balıklar Doboy’da nehre döktüğüm Boşnak etleriyle besleniyorlar.”[68]. O, düşüncelerini İstanbul’a yolladığı raporlarda da açıkça yazmaktan çekinmemiştir. Meselâ bir raporunda, “Her nasıl olsa şu Boşnak gürûhu arsız ve edebsiz bir mahlûk oldukları ve başlarına vurarak kendilerinin haddi bildirilmedikçe ve te’dîbât-ı lâzimeleri icrâ olunmadıkça merkûz-ı fıtratları olan bâgı ve şekâveti aralık buldukça izhârdan hâlî olmayacakları bedihî…”[69] ifadelerini kullanmıştır. “Merkûz-ı fıtratları olan bâgı ve şekâvet” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Ömer Lûtfi Paşa Boşnaklar hakkında ciddi bir önyargıya sahiptir. Onların âsîliklerini mizaçlarının bir parçası olarak görüyor, dahası onlardan “mahlûk” diye bahsediyor, onlara bir şey yaptırmak için mutlaka kafalarına vurulması gerektiğine inanıyordu. Griffe’ye göre, “Onun bu sertliği Bosna’da Osmanlı egemenliğinin sonunu hazırlamıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Ömer Lûtfi Paşa’nın Bosna Hersek’te yaptığı yıkımı tamir etmesi mümkün olamamıştır.”. Ona göre, “Ömer Lûtfi Paşa bizzat günahsız Boşnakların katledilmesine sebep olan kişi olarak Bosna Hersek tarihindeki yerini almıştır.”[70]. Boşnak tarihçiliğinin kurucusu Safvet-Beg Başagiç ise Ömer Lûtfî Paşa’nın askerî harekâtının “Boşnak özgürlüğüne ve enerjisine son verdiğini” yazar[71].
Ömer Lûtfî Paşa komutasındaki birlikler, âsîlerle 12’si büyük olmak üzere 25 muharebe yapmıştır[72]. Çarpışmalarda binlerce kişi yer almış, her iki taraftan yüzlerce kişi ölmüştür. İsyân devam ederken isyânın elebaşı Ali Rızvanbegoviç Paşa önce tutuklanmış, sonra şüpheli biçimde hayatını kaybetmiştir[73]. İsyân sonrasında devlete muhalif olabilecek herkes sürgüne gönderilmiştir[74]. Sonuçta Boşnaklar en korktukları şeye bizzat kendileri yol açarak, Bosna üzerindeki Müslüman otoritesinin kırılmasına sebep olmuşlardır. Böylece yüzyılın başından beri sürekli olarak devlete kafa tutan Müslümanlar, bir daha toparlanamayacak şekilde sindirilmişlerdir. İlk başlarda, İstanbul, mücadelenin bu şekilde son bulmasından memnun olmuş, hatta Bosna harekâtı anısına madalya dahî bastırmıştır[75]. Fakat kısa sürede yaptığı hatayı anlayan devlet, biraz olsun yaraları sarmak için sürgüne gönderilen kimselerden bazılarının çok kısa bir süre sonra memleketlerine dönmesine izin vermiştir. Nitekim İstanbul’da ikamet etmeye mecbur tutulan 99 kişi Kasım 1852’de Bosna’ya dönmüştür[76].
2- 1857–59 İsyânı
1849 isyânı sonrasında Ömer Lûtfî Paşa’nın sert mizacına uygun olarak yapılan cezalandırmalar, Bosna’da hükümetin umduğundan daha farklı bir yapılanma ortaya çıkarmıştır. Bölgede bin yıldan fazla süren sosyal yapı derinden sarsılmıştır. Müslümanlar merkeze küstürülürken, Hıristiyanlar’a da yaranılamamıştır. O zamana kadar Bosna’da hiçbir zaman siyasî güç olamamış Hıristiyan unsurlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamışlardır. Özellikle, Kırım Harbi’nin ortaya çıkardığı yeni siyasî gelişmeleri değerlendiren Bosnalı Hıristiyanlar, Karadağ’ın da kışkırtmasıyla 1857 yılı ilkbaharında harekete geçmişlerdir[77].
Âsîler isyânlarını Batı memleketleri nezdinde meşru hâle getirmek ve dış destek temin edebilmek maksadıyla isyândan evvel Mostar’daki konsoloslar aracılığıyla devletten şunları talep etmişlerdi[78]:
1- Türk memurları ile mahalli hükümet arasında vekâlet ve kendi menfaatlerini müdafaa edecek kocabaşlarının bulunması
2- Dinlerine saygı gösterilmesi[79]
3- Kiliseler ve kiliselerine çan kuleleri inşasına müsaade olunması
4- Kendi milletlerinden bir piskoposun ruhanî başkanlığı altında bulunmaları
5- Okul açmalarına izin verilmesi
6- Zaptiyelerin evlerde ikametinin önüne geçilmesi
7- Arazi sahibi beylere mahsulün dörtte birinden fazlasının verilmemesi ve bunun da kendi vekilleri tarafından toplanması
8- Vergilerin ev başına maktu olarak tayini ve tahsiline kocabaşlarının memur edilmesi
Onlar yukarıdaki isteklerde bulunurken, Osmanlı Devleti’nin bu talepleri yerine getirmeyeceğinden emindiler. Ancak, Osmanlı yetkilileri, yukarıdaki her talebi ayrı ayrı ele almışlar, her problem tam da Hıristiyanlar’ın istediği doğrultuda çözüme kavuşturulmuş veya çözüm için çaba gösterilmiştir. Buna karşı, isyân hafiflemek şöyle dursun, daha da artmıştır. İlk olarak isyânın gerçek sebeplerini tespit için, Bosna Meclis-i Kebir Reisi Agâh Efendi başkanlığında bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon isyân bölgelerine giderek halk ve âsîlerle görüşmüş, halkı isyândan vazgeçirmeye uğraşmıştır. Komisyon üyeleri, 17 Mayıs 1857 gecesi âsî ve reaya temsilcileri ile İzvornik Metropoliti’nin evinde bir toplantı yapmıştır. Toplantıda, Hıristiyan temsilciler aşağıdaki meselelerin bölgede huzursuzluğa sebep olduğunu belirtmişlerdir[80].
1-Çiftlik sahiplerine doğrudan ot yerine bir buçuk kıyye yağ verilmesi
2- Devlet memurlarının iltizam almaları
3-Subaşıların köylerde ikamet etmeleri
4- Sayım yapan mültezimlerin dikkatsizlikleri
5-Üst düzey yöneticilerin kapı halkının halka baskı yapması
6- Yargı sistemindeki aksaklıklar
7-Mahkemelerde Hıristiyanlar’ın şahitliğinin kabul edilmemesi
8- Kişilerden kaynaklanan baskı ve hatalar
9-Rakı yapımında kullanılan kazanlardan alınan vergiler toplanırken dikkatli davranılmaması
10-Çiftlik gelirlerinin iltizama verilmesi sırasında çiftçilerin fikrinin alınmaması
Görüşmenin ardından, 10 Haziran 1857’de, Hıristiyanlar’ın istekleri doğrultusunda vergi toplamayı düzenleyen bir yönetmelik hazırlanarak yürürlüğe konulmuştur. 25 madde olan bu yönetmelikle vergi tahsili, mültezimlerin hak ve yetkileri, çiftçi ve çiftlik sahiplerinin hak ve ödevleri yeniden düzenlenmiştir. Düzenlemenin 1–21. maddeleri gereğince, angarya ve angarya benzeri her türlü yükümlülük yasaklanmış, yapılan her iş karşılığında ücret ödenmesi kuralı getirilmiş, vergi tahsilinin ne şekilde yapılacağı somut ifadelerle açıklanmıştır. Ayrıca tarafların birbirini suçlamasının önüne geçebilmek için, yapılacak her türlü işlemin kayıt altına alınması mecburî hâle getirilmiş, taraflar arasındaki anlaşmazlıklarda kaza meclislerine hakemlik yetkisi verilmiştir. Düzenlemenin 22–25. maddelerinde ise Bosna’da isyâna yol açtığı iddia edilen meselelere değinilmiş, memurların her türlü vergi işiyle uğraşması yasaklanmış, her hangi bir haksızlığın tespiti durumunda hapis cezası da dâhil sert cezaî müeyyideler getirilmiştir[81].
Vergi tahsil yönetmeliğinin ardından, Hıristiyanlar’ın 17 Mayıs 1857 İzvornik toplantısında dile getirdikleri baskı ve yolsuzlukları araştırmak üzere 6 Müslüman 6 Hıristiyan üyeden oluşan geçici bir mahkeme kurularak soruşturma başlatılmıştır. İzvornik toplantısına katılan Hıristiyan temsilcileri bu defa vergi tahsili sırasında kendilerine baskı yaptığını iddia ettikleri Mültezimler Yenipazarlı Mustafa Ağa, Haliloviç Ali Ağa ve Arnavut Hüseyin Ağa’nın yargılandığı mahkemede hazır bulunmuşlardır. Mahkeme son derece şeffaf bir biçimde tarafları yüz yüze getirmiştir. Mahkemede Hıristiyanlar’ın iddia ettikleri her konu ayrı ayrı ve titizlikle ele alınmıştır. Fakat, mahkeme esnasında, Hıristiyanlar’ın iddialarının çoğunun asılsız olduğu ortaya çıkmıştır. Haklı oldukları birkaç alacak meselesi de vergisi henüz tahsil edilmemiş bazı köylerden alınan malzemelerin parasının ödenmemesi yüzünden ortaya çıkmıştır. Ancak mahkeme, vergi tahsili yapılmamış dahî olsa, halktan talep edilen her türlü malzemenin parasının peşin olarak ödenmesi gerektiğine hükmetmiş, bu hususta mültezimler suçlu bulunmuştur. Mahkeme sonunda, Mustafa Ağa’dan 5.225 kuruş 30 para, Hüseyin Ağa’dan 9.461 kuruş, Ali Ağa’dan ise 1.975 kuruş alınarak hak sahiplerine ödenmiş [82]; ayrıca bu kimselerin mültezimlik yetkileri de ellerinden alınmıştır[83]. Yine Hıristiyanlar’ın mağduriyetlerinin önüne geçebilmek için, eyâletin muhtelif bölgelerinde tüm şikâyetlerin din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin kabul edildiği, “Meclis-i Muvakkatler”, “Tahkik” ve ticari davalarının ele alındığı “Ticaret Mahkemeleri” kurulmuştur[84]. Yargı sürecinde görüldüğü gibi, İzvornik ve Banaluka’da ayaklanan reayanın şikâyetçi oldukları konuların çoğunun gerçekle bir ilgisi bulunmamaktadır. Çok küçük hadiseler abartılarak kamuoyuna yansıtılmış, ayaklanma için yapay gerekçeler oluşturulmuştur.
Hükümet çalışmaları daha da ileri götürmüş, 1857 Ağustos’unda Bosna için özel bir araştırma komisyonu kurarak başına, yabancı konsoloslar dâhil her kesimin güvenini kazanan Ahmed Aziz Paşa atanmıştır[85]. Aziz Paşa, bölgedeki görevine vakit kaybetmeden başlamış ve anlaşmazlıkları gidermek için bölgedeki dinî liderler de dâhil olmak üzere tüm tarafların yardımını alarak çalışmalarına başlamıştır[86].
Meclis-i Vâlâ, Ocak 1858 tarihli bir toplantısını tamamen Bosna Hersek’teki olayları tartışmaya ayırmıştır[87]. Toplantı sonunda; Bosna Hersek, Sırbistan ve Karadağ’daki olayları tamamen sona erdirmek amacıyla, olayları yerinde araştırmak üzere adı geçen eyâletlere geniş yetkilere sahip müfettişler atanmış, telaşlı tavrından dolayı başarısız kabul edilen Mehmed Reşid Paşa[88] görevden alınarak yerine Mehmed Kâni Paşa[89] getirilmiştir.
1858 İlkbaharı öncesinde üçlemenin çiftlik sahiplerine ödenmemesi sebebiyle, bir iç çatışma ihtimâli gittikçe artmıştır. Zîrâ, içinde bulundukları durumu katlanılmaz bulan Müslümanlar, Hıristiyanlar’a karşı harekete geçmek üzere fırsat kollamaya başlamışlardır. Bu tehlikeli gelişmeler üzerine Ahmed Aziz Paşa başkanlığında, Şubat 1858’de, İzvornik’teki kazalardan dörder çiftçi temsilcisi ve çiftlik sahiplerinin bulunduğu bir komisyon toplanarak problemleri tespit etmek ve çözmek için çalışılmıştır. Üç gün süren toplantı sonunda görünüşte bir uzlaşmaya varılmıştır. Buna göre[90];
1-Çiftlik sahipleri üçleme hâsılatını kendisi, vekilleri veya adamları aracılığıyla toplayacak, başka kimselere (mültezimlere) ihâle etmeyecek
2- Çiftlikte yapılacak tamirler, tarla açma, çit çevirme gibi çalışmalara dair her türlü masraf çiftlik sahibi tarafından karşılanacak
3-Ürün nakliyle ilgili hususlarda Bosna Meclis-i Kebiri tarafından hazırlanan 10 Haziran 1857 tarihli kararname geçerli olacak
4-Bundan böyle ottan da doğrudan üçleme alınacak
En etkili çalışma ise toprak kullanım hakkını düzenleyen “Safer Kanunnâmesi” veya “Çiftlik Kanunnâmesi”dir. Bundan sonra 50 yıldan uzun süre yürürlükte kalacak bu çalışmanın böylesi bir isyân ortamında gerçekleştirilebilmiş olması takdire şayandır. Kanunun hazırlanabilmesi amacıyla 21 Müslüman, 21 Hıristiyan’dan oluşan 42 kişilik bir komisyon kurulmuştur. Komisyon üyeleri İstanbul’a giderek, yaklaşık 10 ay orada kalmışlardır[91].
Müzakereler oldukça tartışmalı geçmiştir. Çiftçi temsilcileri kiracı oldukları toprağın tamamen kendilerine bırakılmasını istemişler, buna karşı çiftlik sahipleri de topraklarının ellerinden alınacağı korkusuyla çiftçi temsilcilerinin her isteğine karşı çıkmışlar, bu durum zaman zaman müzakerelerin tıkanmasına sebep olmuştur. Arabulucu rolündeki devlet ise, iki taraf arasında sıkışıp kalmıştır. Çetin pazarlıklarla geçen 10 ayın ardından, anlaşma taslağı 1859 Ağustos’u sonunda hazır hâle getirilmiştir[92]. Hazırlanan taslak, 28 Ağustos 1859’da padişaha sunulmuştur. Maddelerden ilk altısı ayrı ayrı sancaklardaki durumu düzenlemeye yöneliktir. Kalan yedi madde ise, genel konuları içermektedir. Düzenleme ile çiftçilerle çiftlik sahipleri arasındaki hak ve ödevler somut biçimde tanımlanmıştır[93]. Nizamnâme, padişah tarafından 13 Safer 1276/11 Eylül 1859’da tasdik edildikten sonra, 14 Safer 1276/12 Eylül 1859 tarihinde yürürlüğe girmiştir[94].
Tahmin edileceği gibi Çiftlik Kanunnâmesi de âsîleri durdurmaya yetmemiştir. Çünkü isyânın sebebi Bosna’da yapıldığı iddia edilen baskılar veya haksızlıklar değildi. İsyânda rol alanlar sadece dış güçler tarafından kullanılan piyonlardı. Sırplar, bağımsızlık elde etmek istiyor, fakat bunu doğrudan yapacak cesareti bulamıyorlardı. Karadağlılar da aynı şeyi arzuluyordu. Ancak, onların da bunu gerçekleştirecek güçleri yoktu. Ruslar, Kırım Savaşı ile kaybettikleri itibarı yeniden kazanmak istiyor, fakat bunu doğrudan yaparak Paris Barış Antlaşması ile Avrupa’da tesis edilen dengeleri sarsmaktan çekiniyorlardı. Bu yüzden Panslavistler aracılığıyla Osmanlı Devleti’nde huzursuzluk çıkarmak ve sözde masum Hıristiyanlar’ın kurtarıcısı rolüne bürünmek istiyorlardı. Fransızlar, ekonomik ve siyasî olarak yenildikleri İngiltere karşısında yeni yandaşlar arıyorlardı. Avusturyalılar ise Slav enerjisinin Osmanlı topraklarında erimesini ve böylece kendi topraklarındaki Slavlar’ın seslerini çıkarmasının önüne geçmeyi hedefliyorlardı.
1857’de başlayan isyân 1858’de gelişerek devam etmiş, Karadağ’ın artan desteği ile tüm eyâlete yayılmıştır. Karadağlılar isyândan bekledikleri faydayı elde etmişler, 13 Mayıs 1858’de bir Osmanlı ordusunu Grahova Sahrası’nda yenilgiye uğratmayı başarmışlardır[95]. Grahova yenilgisi sonrasında savunmasız kalan Müslümanlar’a karşı harekete geçen Karadağlı-âsî birlikleri, Koryaniçe ve Kolaşin’de korkunç katliamlar yapmışlardır[96]. Fakat kısa zamanda toparlanan Türk birlikleri, başka katliamların meydana gelmesini engellemişlerdir. Bu olaylar yaşanırken, Fransa Adriyatik Denizi’ne savaş gemilerini göndererek Karadağ’a destek vermiş ve Osmanlı Devleti’nin muhtemel bir Karadağ operasyonunun önüne geçmeye çalışmıştır[97].
Karadağ destekli saldırıların yoğunlaşması üzerine İstanbul, Karadağ dize getirilmeden isyânın bitmeyeceğini yüksek sesle dile getirmeye başlamıştır. Karadağ’a sefer ihtimâlinin artması üzerine, 8 Kasım 1858’de olaylara bir çözüm bulmak, Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki meseleleri halletmek amacıyla, Paris Barış Antlaşması’na imza koyan Avusturya, Rusya, Fransa, İngiltere ve Prusya’nın katılımı ile İstanbul’da bir konferans toplanmıştır. Osmanlı Devleti’nin neredeyse cezalandırıldığı konferansta, Karadağ’ın istediği gibi Grahova, Zupçe ve Rudina Karadağ’a bırakılmış, Osmanlı-Karadağ sınırının tespitine karar verilmiştir. Sınır, Paris Barış Antlaşması’nda imzası bulunan devletlerin konsoloslarının katılımıyla tespit edilmiş, böylece Karadağlılar bağımsızlıklarına giden yolda önemli mesafe almışlardır[98].
İstanbul Konferansı da isyânın yatışmasına yetmemiştir. Çünkü Karadağ tarafından desteklenen isyâncı guruplar, 1859 İlkbaharı’ndan itibaren yeniden sahneye çıkmışlardır. İzvornik, Nikşik, Koniçe, Bileke, Klobuk, Kristaç, Gusine, Plava, Oğraniçe ve tüm Duga Boğazı boyunca sert çatışmalar yaşanmıştır. Fakat âsîler herhangi bir başarı kazanamamışlar, hemen hemen her yerde bozguna uğramışlardır. Osmanlı kuvvetleri, 1859 yılı ortalarından itibaren saha kontrolünü de ele geçirmişler, âsîler büyük kayıplar vermeye başlamışlardır[99].
Âsîlerin ve Karadağ kuvvetlerinin yıpranması üzerine Karadağ Ladikası, İşkodra’daki yabancı konsoloslara bir mektup göndermiş; olaylarla hiç ilgisi yokmuş gibi, Hersek’teki çatışmalardan kendi tebaasının zarar gördüğünü belirtmiş, Osmanlı yetkilileri, konsoloslar ve kendi temsilcisinden oluşan bir komisyonun olayları incelemesini önermiştir[100]. Ladika’nın isteği Batılı devletler nezdinde ve özellikle Rusya’dan kabul görmüştür. Rusya, 5 Eylül 1859’da Osmanlı Hükümeti’ne bir memorandum vermiştir. Memorandum ile yabancılardan oluşan bir teftiş heyetinin bölgeye gönderilmesini istemiştir. Ancak, hükümet bunu kendi iç işlerine müdahale olarak değerlendirdiğinden reddetmiştir. İngiltere de Rus hamlesini kendi çıkarlarına aykırı görmüş ve gelişmelere müdahale ederek bir orta yol bulmuştur. İngiliz planına göre, Paris Barış Antlaşması’nda imzası bulunan devletlerin İstanbul’daki elçileri müşterek bir memorandum kaleme alarak Bâb-ı Âlî’ye iletmişlerdir. Yeni memorandumda, “Avrupa Devletleri’nin Paris Barış Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti ettikleri, Osmanlı Devleti’nin bu konuda herhangi bir endişe duymasına gerek olmadığı, ancak bu güven sebebiyle rehavete kapılınmaması, devletin bu güven ortamından istifade ederek bizzat Padişah’ın sözünü ettiği reformları yapması gerektiği” belirtilmiş, “Devletin Müslüman Hıristiyan ayırt etmeksizin tüm tebaanın asayiş ve refahını sağlanması için gerekli önlemleri derhal alması” istenmiştir[101]. Memorandum üzerine Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, Bulgaristan ve Bosna’daki sorunları araştırmak amacıyla Rumeli teftişine çıkmıştır. Ancak, Paşa Lübnan Meselesi’nin ortaya çıkması üzerine İstanbul’a dönmüştür[102].
İsyânla birlikte küçük kazalar halkı kendini savunmak zorunda kalmıştır. Ancak, Mehmed Kâni Paşa’nın bölgeye gönderilmesinin ardından, Müslümanlar’ın âsîlere müdahalesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Hükümet, olayların Avrupa tarafından “Müslüman-Hıristiyan çatışması [103]” olarak algılanacağı endişesi ile Müslümanlar’dan olaylara müdahale etmemelerini istemiştir. Fakat gidişattan memnun olmayan, katliamlarla sarsılan Müslümanlar zaman zaman başıbozuk kuvvetlere katılarak, bu kez resmî kimlikle devlete yardım etmişlerdir.
Müslümanlar, o zamana kadar yanlarında yarıcı olarak çalışan, herhangi bir siyasî ve askerî gücü olmayan Hıristiyan zümrelerin yükselişini endişe ve şaşkınlıkla takip etmişlerdir. İsyanla birlikte, katı sosyal kuralların geçerli olduğu Bosna’daki toplumsal yaşam kökten değişmiş, bu değişim gündelik yaşamın neredeyse her alanına sirayet etmiştir. Müslümanlar’ı esas kızdıran ve öfkelendiren esas bu değişimdi. Meselâ, Mostarlı Hasan Ağa değişimden Müslümanlar’ın ne kadar rahatsız olduğunu şu cümlelerle açıklıyordu: “Valaklar[104] artık arsızlaştılar. Geniş kuşaklar bağlıyorlar ve kendi adlarına mühürlü yüzükler yaptırıyorlar. Geçen hafta çiftliğime gidiyordum, yolda tütün satıcısı Kosta ile karşılaştım. Zannedersin ki kaba adam, adet olduğu gibi atından inip benim geçmemi bekleyecek. Nerede. Herif bütün küstahlığıyla yanımdan geçti, bana da üstün körü bir selam verdi. Bunun sonu nereye varacak? Bosna’daki felaketlerin tek sebebi var; Türk Paşalar Bosna Sipahilerinin İslâm’ın kılıçları olduğunu unuttular. Ne adamlar doğdu bu topraklarda. Büyük Köprülü ve diğer sadrazamlar Hüsrev ve Recep, imparatorluğun kurtarıcısı Murad Paşa ve sonra Mehmed Sokollu hepsi Bosna’nın evlatlarıydı. Buna rağmen bizi feda ediyorlar. Şimdi reaya Moskoflarla, Sırplarla ve Karadağlılarla komplo çeviriyorlar. Ama beylerin hiç gücü yok ve yok oluyorlar. Kendilerine yardım edemezken İstanbul’daki Sultan’a nasıl yardım etsinler. Dişleri sökülmüş bir köpekten sürüyü kurtlara karşı koruması beklenilir?”[105].
3– 1861–62 İsyânı
Karadağ’da dinlenen ve güçlerini tazeleyen âsîler 1860 yılının son aylarından itibaren yeniden Hersek topraklarına saldırmaya başladılar. İsyân gerekçeleri 1857’deki isyân gerekçeleri ile aynıydı. Aslında öne sürdükleri bahaneler neredeyse yüz yıldır değişmiyordu. Sadece yapılan yeni reformlarla birlikte, bu gerekçelere bir de reformlarla söz verilen yeniliklerin uygulanmadığı bahanesi ekleniyordu. Bu kez de aynı olmuştu. Bilinen bahanelerin yanına, toprak kanunu ve vergi toplama yönetmeliğinin uygulanmadığı şikâyetleri de eklenmişti. Maalesef, İstanbul’un iyi niyetli çabaları yeterli sonucu vermemiş, Rusya’nın uzun süreden beri devam eden tahrikleri, Sırbistan ve Karadağ’ın muhtariyet haklarını genişletmek amacıyla Hersek’te oturan Hıristiyan halka gizlice silah dağıtması, Avusturya’nın âsîleri himaye ederek nüfuz alanını genişletmek istemesi gibi sebeplerle, 1861’de isyânın ikinci ve kanlı safhası başlamıştır[106]. Fakat bu seferki isyân daha büyük bir amaca hizmet etmekteydi. Sırbistan ve Karadağ, Osmanlı hâkimiyetinden kurtulmayı kesin olarak planlamışlar, ön hazırlık olarak da Hersek’in Karadağ ile sınır bölgelerinde isyânı başlatmışlardı.
1860 Ekim ayından itibaren ilk saldırı haberleri İstanbul’a ulaşmıştır. Saldırıların hemen ardından, 15 Kasım’da Rumeli Ordu Komutanı İsmail Paşa işi ciddiye alarak karargâhını Mostar’a taşımıştır. Bu tedbire ilâve olarak Aralık ayında bir teftiş heyeti kurularak isyânın yayılmasının önüne geçilmek istenmiştir. Fakat ağır kış şartlarını değerlendirmek isteyen isyâncılar, 22 Ocak 1861’de Koryaniçe’deki sivillere saldırarak isyânı başlatmışlardır. Ardından tıpkı 1857–59 yıllarında olduğu gibi Nikşik abluka altına alınarak, Osmanlı ordusu Duga Boğazı’ndaki sarp coğrafyaya çekilmiştir. Önceki askerî harekâtlarda olduğu gibi Osmanlı ordusu Duga harekâtlarında büyük zorluklar yaşamış, ordu Gaçka-Duga yolunu katetmeye çalışırken, âsîler Hersek sınırına yakın Zupçe, Groboviç, Kristaç, Koryaniçe, Korita, Benan, Klobuk ve Platofçe’ye saldırmışlardır[107].
Olayların bir türlü yatışmaması üzerine, bu kez devreye yabancı ülke konsolosları girmişlerdir. Paris Barış Antlaşması’nda imzası bulunan devletlerin temsilcileri, Hersek’te çıkan isyânın Avrupa istikrarını bozduğu bahanesiyle âsîlerle görüşme talebinde bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti başlangıçta bu isteğe olumlu bakmamıştır. Fakat yine aynı ülke temsilcileri Paris Barış Antlaşması’nın yedinci maddesi[108] gereği buna hakları olduğunu ileri sürerek, âsîlerle görüşme konusundaki ısrarcı tavırlarını sürdürmüşlerdir. Konsolosların ısrarcı tavırları karşısında, Osmanlı yetkilileri konsolosların teşebbüsüne izin vermek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine İngiltere, Rusya, Fransa, Prusya ve Avusturya konsolosları 25 Nisan 1861’de İzlastop’da âsî elebaşları ile görüşmüşler, fakat âsîleri isyândan vazgeçirmeye muvaffak olamamışlardır[109].
Askerî harekâtlardan istenen sonucun bir türlü alınamaması üzerine, Rumeli Ordu Komutanı İsmail Paşa üzüntüden felç geçirmiş ve yerine 23 Nisan 1861’de Balkan coğrafyasında savaşmayı en iyi bilen kişi olan Ömer Lûtfî Paşa atanmıştır. Ömer Lûtfî Paşa’nın Rumeli ordu komutanı olması, hem âsîlere hem de Karadağ’a açık bir mesajdı. Onun atanması, Osmanlı Devleti’nin olayları sona erdirmek için zamanın geldiğine karar verdiğinin güçlü bir işaretiydi[110].
Ömer Lûtfî Paşa göreve başlar başlamaz kendisine İstanbul’dan verilen bir buyuruldu yayınlamıştır. Buyuruldu sonucu Bosnalı Hıristiyanlar devrim niteliğinde haklar kazanmışlardır. Buyruldu ile Hıristiyanlar’ın elde ettiği haklar şunlardır[111]:
1-Kendi muhtar ve kocabaşlarını seçme hakkı
2-Kilise inşa etme, çan çalma ve ayin yapma serbestliği
3-Zaptiyelerin halkın evinde oturmasının yasaklanması
4-Toprak nizamnâmesinin uygulamaya konularak, çiftçi-bey ilişkilerinin resmî kayıt altına alınması zorunluluğu
5-Vergilerin, muhtar ve kocabaşları aracılığıyla hanelere taksim edilerek toplanması ve hükümete teslim edileceği
6-Bölgeye yerel dilleri bilen din adamları atanmasına dikkat edileceği
7-Reayaya toprak sahibi olma hakkı
Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar’ı küstürmeyi göze alarak yayınladığı bu beyannâme dahî âsîler üzerinde etkili olamamıştır. Bunun üzerine, Ömer Lûtfî Paşa isyânın kaynağını tecrit etmek için tüm Karadağ’ın etrafını kuşatmıştır. Kuşatma harekâtları sırasında İstoliçe, Platofçe, Benan, Nikşik, Piva, Şuma, Zaberiçe[112] ve Kolaşin’de sert çatışmalar yaşanmıştır. Çatışmalar 1862 yılında da devam etmiştir. Şubat ayında başlayan çatışmalar Klobuk, Zupçe, Presika, Kristaç, Vasovik, Karniçe, Nikşik ve Berane’de yaşanmıştır[113].
Karadağ dize getirilmeden isyânın bitmeyeceği anlaşıldığından, 6 Haziran 1862’de Karadağ askerî harekâtı başlamıştır[114]. Başarılı bir askerî harekât sonrasında, Osmanlı orduları Karadağ’ın başkenti Çetine’ye girmek üzereyken, Batılı devletlerin müdahalesiyle 31 Ağustos 1862’de İşkodra Antlaşması imzalanmak zorunda kalınmıştır[115]. Böylece, 1857’de başlayan isyân süreci sona ermiştir.
1861–62 isyânından kârlı çıkan taraf Sırbistan olmuştur. Sırplar, Karadağ askerî harekâtı başlayınca, 15 Haziran 1862’de bir Osmanlı askeri ile Sırp çocuk arasında çeşmeden su doldurma meselesi yüzünden çıkan olayı bahane ederek Belgrad Kalesi’ne saldırmışlardır. Olaylar, 17 Haziran’da Belgrad Kalesi’nde bulunan Osmanlı topçusunun Belgrad’ı bombalaması ile sonuçlanmıştır. Belgrad’ın bombalanması, Avrupa kamuoyunda Osmanlı idaresine karşı bir tepki oluşturmuştur. Gelişmeler karşısında, Paris Barış Antlaşması’na imza koyan devletler antlaşmanın yedinci maddesine dayanarak konunun görüşülmesi için Osmanlı Devleti’ne çağrıda bulunmuşlardır. Bu devletlerle Osmanlı delegeleri arasında yürütülen görüşmeler sonucu, İstanbul (Kanlıca) Protokolü imzalanmıştır. Protokole göre, Müslüman halkın kaleler dışında oturması yasaklanmış, Sokol ve Uziçe Kaleleri yıkılmıştır[116].
1857–62 yılları arasında gelişen olaylarda Müslümanlar doğal olarak devletin yanında yer almışlardır. Fakat bu, eskinin aktif ve sahiplenici tavrı değildi. Gelişen olaylar ve Müslümanların pasif tavırları, İstanbul’un 1851’de Bosna’da yaptığı hatayı açık biçimde görmesini sağlamıştır[117]. Durumu düzeltmek ve kamuoyu desteğini yeniden kazanmak amacıyla iyi bir hukukçu ve tecrübeli bir idareci olan Ahmet Cevdet Paşa Bosna’ya gönderilmiştir. Paşa, kendisinden beklendiği gibi yaptığı çalışmalarla bölgeye huzur ve sükûnu geri getirmiştir[118]. Ardından toprak mülkiyetiyle ilgili çalışmalara başlanılmıştır. Müslümanlar’ın ellerindeki arazilerin Hıristiyanlara geçmesini önleyecek bir takım tedbirler alınmıştır[119]. Son olarak sipahilerin ellerindeki topraklar kendilerine bırakılmıştır. 1869 gibi geç bir tarihte tımarların sipahilerine bırakılması, devletçe el konulanlarının iadesi[120], hükümetin Bosnalı Müslümanlar’dan özür dilemesi ve devletin yaklaşık 50 yıllık müdahaleci politikasından geri adım attığı anlamına geliyordu. Uygulamadan sonra Bosna’da Türkçe ve Boşnakça yayınlanan ilânnâmelerde de İstanbul’un bölgedeki Müslüman nüfusa verdiği önem vurgulanarak “Padişah’ın Bosna’daki İslâm nüfusun muhafazasını düşünerek böyle bir lütufta bulunduğu” ifade edilmiştir[121]. Kanundan yararlanacakların az sayıda olmasına karşı, Tımar Kanunu Bosna’da büyük memnuniyet uyandırmış, bu jest Bosnalı Müslümanlar tarafından devletin kendilerini affettiği ve kucakladığı şeklinde yorumlanmıştır[122].
4– 1875 Hersek Ayaklanması
1861 ayaklanmasının ardından 1875 yılına gelinceye dek Bosna’da küçük çaplı anlaşmazlıklar hariç kayda değer bir olay yaşanmamıştır. Ancak, bu devrede özellikle Panslavist amaçlar güden örgütlerin Bosna Hersek Hıristiyanları’nı kışkırtma amaçlı çalışmaları aralıksız devam etmiştir. Panslavistler neredeyse hemen hemen her köyde örgütlenmişler, halkı gizlice silahlandırmışlardır. Meselâ, 1868 yılında, Bükreş cemiyeti tarafından Travnik’te bulunan komitaya 25 sandık silah ve mühimmat gönderileceği istihbaratı alınmıştır[123].
İsyân, 13 Nisan 1875’te Hersek Sancağı’na bağlı Nevesin Kazası köylerinden Dabre ve Zovidol reayasından 160 kişinin[124], “ağnam resminin ağırlığını, mültezim ve memurların kendilerine kötü davranmasını” gerekçe göstererek Karadağ’a iltica etmesiyle başlamıştır. Olay haber alınır alınmaz, Hersek Mutasarrıfı Avlonyalı Mustafa Paşa ve Hersek Ordu Komutanı Ferik Selim Paşa derhal harekete geçmiştir. Paşalar bir yandan Dabre’ye adamlar gönderip olayın iç yüzünü araştırırken, öte yandan vilayet merkezinden derhal birkaç tabur askerin bölgeye sevkini istemişlerdir[125].
Karadağ Ladikası Nikola, bu durumu istismar etmekte gecikmemiştir. Nikola, İstanbul’daki Rus Büyükelçisi’ne başvurarak mültecilere daha fazla bakamayacağını, elçinin arabulucu olmasını ve mültecilerin cezalandırılmadan memleketlerine dönmelerinin temin edilmesini istemiştir. Rus elçisinin araya girmesi ile mültecilerin Hersek’e dönmesine izin verilmiştir. Nevesin’e dönen mülteciler, hemşerileri tarafından kahramanlar gibi karşılanmıştır. Bunun üzerine Nevesinli köylüler, mültecilerin cezalandırılmamasından cesaret alarak, Osmanlı memurlarına karşı koymaya başlamışlardır[126]. İsyân hemen hemen bir ay gibi kısa sürede tüm eyâlete yayılmıştır[127]. Temmuz 1875’de Hersek’in büyük bölümüne kargaşa hâkimdi.
Olay kısa süre sonra Batı medyasının dikkatini celbetmiştir. Yüzlerce Batılı gazeteci Hersek’e akın etmiştir. Hepsi de kariyerlerinin en iyi haberini yakalama peşindeydi. Ancak, onlardan beklenen gerçekler değildi. Bu yüzden ülkelerine yüzlerce uydurma haber gönderdiler Hayallerinin genişliği ile doğru orantılı haberler Batı medyasının sütunlarını süslemeye başladı. Haberlerde, Türk barbarlığından katliama, harem imgesinden acıklı göç hikâyelerine binlerce öykü anlatıldı. Abartının boyutlarını anlamak için, o tarihlerde Batı’da konuyla ilgili yayınlanmış haberlere göz atmak yeterli olacaktır. İsyânı izleyen onsekiz ay içinde, 200 Avrupa Gazetesi’nde Osmanlı Devleti’ni kınayan 3.000 yazı yayınlanmıştır[128]. İngiliz Muhalefet Partisi Liberal Parti’nin başkanı Gladstone’un konuya dair 6 Eylül 1876’da yayınladığı “The Bulgarian Horrors and Question of the East-Bulgaristan’da Zulüm ve Doğu Sorunu” adlı broşürü ise sadece ilk gün 200.000 adet satmıştır[129].
Bu isyânda, Osmanlı Devleti’nin en büyük hatası konunun uluslararası bir mesele haline gelmesine izin vermesi olmuştur. Daha isyânın başlangıcında, Fransa Dışişleri Bakanı Duc Decazes, tıpkı 1861’de olduğu gibi, âsîlerle görüşmesi için konsoloslardan müteşekkil bir komisyon kurulması için çalışmalara başlamıştır. Decazes’in önerisi diğer devletler tarafından da kabul görünce, Osmanlı Devleti konsoloslar komisyonunun kurulmasına rıza göstermek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine konsoloslar, Eylül 1876’da Nevesinli âsîlerle görüşmeye gitmişlerdir. Görüşmede âsîler[130],
1-Hıristiyan kadın ve kızlara Müslümanlar’ın sarkıntılık yapmaması
2-Kiliselerin Türkler tarafından kirletilmemesi, ayinlerin serbestçe yapılması
3-Kanunlar önünde Türklerle eşit haklara sahip olunması
4-Zaptiyelerin baskı ve saldırılarının önüne geçilmesi
5-Çiftçilerden, yasal vergilerin dışında bir şey talep edilmemesi ve bu vergilerin uygun zamanlarda toplanmasını, talep etmişlerdir.
İstekler devlet tarafından da makûl görülmüştür. Bu amaçla, 20 Eylül 1875’de bir Adâlet Fermânı yayınlamıştır[131].
Fermâna göre;
1-Vergilerin konusu: İltizam usulü kaldırılacak, öşür ileride arazi vergisine dönüştürülecek, vergiler birleştirilecek, tahsildarların halk tarafından serbestçe seçilmesi sağlanacak
2-Tasarruf hakkı: Bütün gayrimüslim tebaanın toprak tasarruf hakkı tasdik ve temin edilecek, çiftçi ve köylülerin durumları ıslâh edilecek
3-Adlî konular: Divân-ı Ahkâm-ı Adliye, temyiz ve ibtidaiye mahkemeleri ıslâh edilecek, hukuk ve ticarete ait karma davalar için İstanbul’da bir istinaf mahkemesi kurulacak, mahkeme kararı olmadıkça hiç kimse hapsedilmeyecek, suçlu hakkında kötü muamele yapılması engellenecek, yürütme kuvveti kesinlikle yargı kuvvetine müdahale edemeyecek, düzgün ve iyi işleyen bir mahkeme sisteminin kurulması için kanunlar yapılacak ve mahkemelerde birlik sağlanacak
4-Siyasî haklar: Bütün gayrimüslim tebaa her türlü makama ve her çeşit kamu hizmetine kabul edilecek, mahkeme ve idare meclisi üyeliklerine, belediye meclis üyeliklerine halk tarafından serbestçe seçilebilecekler
5-Mezhep işleri: Mezhep hürriyeti bütünüyle tatbik edilecek, cemaatlere ait işler için patriklere ve diğer ruhani reislere verilmiş olan haklar ve yetkiler sağlamlaştırılacak, kilise ve okul yapımında kolaylık gösterilecek
6-Çeşitli tedbirler: Vilâyet meclisleri her sene İstanbul’a özel bir heyet göndererek istek ve temennilerini tebliğ etme hakkına sahip olacak, zabıta teşkilâtı kurulacak, angarya kaldırılacak, öşre ilâve edilen % 2,5 ek vergi kaldırılacak ve 1872 senesinden önceki senelere ait olan vergi borçları affedilecek. Sadrazam ve vekillerin de dâhil olduğu ıslahâtların uygulanmasını denetlemekle görevli altı üyenin gayrimüslim olduğu onbeş üyeli bir meclis kurulacak
Fermânın birer kopyası, verilen önemi göstermek için özel memurlarla vilayetlere gönderilmiştir. Ayrıca içerik hakkında da Batılı devletlere bilgi verilmiştir. Fermâna nezaret etmek ve içerdiği prensiplere uygun tedbirler almak üzere bir de “Meclis-i İcrâât” kurulmuştur[132]. Bâb-ı Âlî, Adâlet Fermânı’ndan başka 2 Ekim 1875 iradesini ve 12 Aralık 1875 Fermânı’nı yayınlamıştır. 12 Aralık Fermânı’na göre; “Modern usullere göre bağımsız mahkemeler kurulacak, icra makamlarıyla mahkeme makamları ayrılacak, vergiler daha âdil bir hâle getirilecek, polis kuvvetleri verginin tahsili sırasında vergi işine karışmayacak, bazı vergiler ve angarya kaldırılacak, dinler serbest bırakılacak, gayrimüslim tebaa kamu hizmetine girebilecek, 20’den aşağı 40 yaştan yukarı Hıristiyanlar’dan bedel-i askerî alınmayacak ve en önemli olarak da köylü devletten ve özel kişilerden toprak satın alabilecekti.”. Tahmin edileceği gibi, devlet ne yaparsa yapsın, âsîleri bir türlü teskin etmeyi başaramamıştır[133]. Bu sırada devam eden askerî harekâttan da bir türlü istenen fayda elde edilememiştir.
Olayların bir türlü yatışmaması üzerine, uzun süredir böyle bir kargaşayı bekleyen Avusturya Dışişleri Bakanı Andraşi harekete geçti. Andraşi, bir süredir Bosna Hersek’i işgâl için fırsat gözlüyordu. Avusturya’nın Bosna işgâlini gündeme getirmesi yeni bir şey değildi. 1856’da Mareşal Razetski ve 1866’da Amiral Tegetof, stratejik öneminden dolayı, Bosna Hersek’in ilhâkını savunmuşlardı. 1869 yılında ciddî olarak masaya yatırılan Bosna Hersek’in işgâli için üç farklı tasarı vardı. İmparator Frans Josef ve Arşidük Albrek bölgenin ilhâk plânları üzerinde çalışıyordu. Üçüncü plan ise, Macaristan Başbakanı Kont Gyula Andraşi ve Belgrad’daki Avusturya-Macaristan elçisi Benyamin von Kalay tarafından hazırlanmıştı. İkisi de Macar olan Andraşi ve Kalay, hükümdar ve ailesinin savunduğu ilhâka karşı çıkmaktaydılar. Onlar Macar Hükümdarlığı topraklarının sınırında yer alan bir bölgeye, daha fazla Slav nüfusun eklenmesini istemiyorlardı. Diğer yandan, Osmanlılar’ın Bosna Hersek’i kaybedeceğine de kesin gözüyle bakmaktaydılar. Eğer bu vilâyetler Avusturya-Macaristan tarafından işgâl edilmezse, buralar ya Sırp ya da Hırvat kontrolüne girecekti. Bu durumda, Macaristan’da yaşayan Sırplar’ı mıknatıs gibi çekecek güçlü bir Güney Slav Devleti kurulmuş olacaktı. Kurulması muhtemel bu Slav Devleti Bosna Hersek’in ilhâkından daha büyük sorunlar çıkaracaktı. Andraşi ve Kallay, güçlü bir Slav Devleti’nin önüne geçmek için Bosna Hersek’in Dalmaçya ve Sırbistan arasında bölünmesini önerdiler. Böylece, Sırbistan’ın minnettarlığını kazanarak Sırplar’ı Rusya’dan uzaklaştıracaklar, aynı zamanda Bosna Hersek’le ilgilenen Hırvatlarla Sırplar arasındaki muhtemel bir anlaşmayı da engelleyebileceklerdi. Ancak, Prusya’nın Fransa karşısında galip gelmesi ve 1871’de Almanya’nın kurulması her şeyi değiştirdi. Almanya karşısında alınan 1866 yenilgisinin intikamı artık mümkün değildi. AvusturyaMacaristan’ın ilerleyebileceği tek yön güneydoğu, yani Balkanlardı. Andraşi 1871’de Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı oldu. Bu tarihten sonra Avusturya dış politikası, Rusya’ya karşı denge, Bosna Hersek’in işgâli için uygun ortam yaratma ve Prusya’yla yakınlaşma şeklinde gelişti. Andraşi’ye ye göre, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna Hersek ele geçirilebilirse, Almanya ve İtalya’da kaybettiği itibarı yeniden kazanabilirdi[134]. 1875 isyânının patlak vermesiyle, Andraşi planlarını uygulayabilmek için aradığı fırsatı ele geçirmiş oldu. Batı başkentlerinin desteğini alarak hazırladığı bir notayı, 30 Aralık 1876’da yayınladı. Nota, 31 Ocak 1876’da Bâb-ı Âlî’ye gönderdi. Notaya göre, Osmanlı Devleti’ne şu önerilerde bulunuldu[135]:
1- Hıristiyan halkın serbestçe ayin yapmalarının sağlanması
2- İltizam usulünün kaldırılması
3- Çiftçilerin durumumun düzeltilmesi
4- Islahâtın yapılmasına nezaret etmek üzere yarısı Müslüman, yarısı Gayrimüslim üyeden oluşan “Vilâyet Umûmî Meclisi” adı ile bir meclis teşkil edilmesi
5- Alınacak verginin mahallî ihtiyaçlara sarf edilmesi
Hersek’teki kritik durum, Karadağ ve Sırbistan’ın savaş hazırlıkları içinde olması, Bulgaristan’da ortaya çıkan isyan gibi sebepler yüzünden, Osmanlı Devleti, Andraşi Notası’nı kabul etmiştir. Ancak, Andraşi Notası’nın da âsîler üzerinde hiçbir tesiri olmamıştır.
6 Mayıs 1876’da Selanik’te meydana gelen bir vaka[136] Batı diplomasisinin yeniden harekete geçmesine sebep olmuştur. 11 Mayıs 1876 tarihinde Almanya, Rusya ve Avusturya Başbakanları Berlin’de toplanarak gelişmeleri değerlendirmişlerdir. Toplantı sonunda, 13 Mayıs 1876’da Rusya Başbakanı Gorçakov tarafından hazırlanan bir memorandum kabul edilmiştir. Berlin Memorandumu adı verilen notanın esasları şöyleydi[137]:
1-Yurtlarına dönecek muhacirlere ev ve kiliselerini yeniden inşa için gerekli malzemeler verilecek ve kendi çalışmaları ile geçimlerini sağlayacakları zamana kadar iaşeleri temin edilecektir.
2- Yardımların dağıtımı Türk Komiseri’nin yetkisine bırakılacaktır. Komiser, reformların ciddi olarak uygulanmasını garanti etmek ve bu uygulamayı denetlemek için alınacak önlemler üzerinde 30 Aralık 1875 tarihli notada (Andraşi Notası) zikredilmiş olan karma komisyonla mutabakata varacaktır. Söz konusu komisyona Hersek’ten bir Hıristiyan başkanlık edecektir.
3- Türk kuvvetleri gerginlik azalıncaya kadar uygun görülecek bazı noktalara çekilecektir.
4- Hıristiyanlar da, Müslümanlar gibi silâh taşıyacaklardır.
5- Devletlerin konsolos veya delegeleri, genel olarak reformların uygulanması ve özellikle âsî ve mültecilerin dönüşlerine ait olaylar üzerinde denetleme yetkisine sahip olacaklardır.
6-Büyük devletlerin yardımı ile bu esaslar üzerine bir anlaşma akdedilecektir. Bununla beraber, eğer bu iki aylık ateşkes süresi içinde devletlerin çabaları arzu edilen sonuca ulaşamazsa, üç imparatorluk hükümeti, bu diplomatik aksiyonlarına gerekli ciddi önlemlerin ilâve edilmesi gerektiği kanısındadırlar.
Berlin Memorandumu, 29 Mayıs 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilmesi üzerine etkisiz kalmıştır. İstanbul’daki karışık durum âsîlerin destekçisi Sırbistan ve Karadağ’ı harekete geçirmiştir. 1 Temmuz’da Sırbistan, 2 Temmuz’da da Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmiştir. Karadağ ve Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmesi, Hersek’te isyânın zayıflamasına sebep olmuştur. Zîrâ, âsîler destekledikleri ülkelerin yanında savaşmak için, o ülke kuvvetlerine katılmışlardır. Karadağ’a karşı istediği sonucu elde edemeyen Osmanlı birlikleri, Sırbistan karşısında tam bir başarı elde etmişlerdir. 1876 yılı sonlarına doğru, Karadağ’ın da direncinin kırılması üzerine, Ruslar hemen devreye girmişler ve Osmanlı askerî harekâtının durdurulması için 31 Ekim 1876’da Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom vermişlerdir. Milletlerarası cemiyette istediği desteği bulamayan Osmanlı Devleti, ültimatomu kabul etmek zorunda kalmıştır. Ardından, konunun halli için 23 Aralık 1876’da İstanbul’da Tersane Konferansı toplanmış, ancak bu toplantıdan da bir sonuç elde edilememiştir. Konferans, bir anda Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarını paylaşım müzakerelerine dönüşmüş, bu yüzden Osmanlı Hükümeti kendisine sunulan teklifleri reddetmiştir[138]. Tersane Konferansı kararlarının reddinin ardından, 31 Mart 1877’de İngilizler’in çabasıyla Londra Protokolü yayınlanmıştır. Fakat Osmanlı Devleti’ne sunulan tekliflerde pek bir değişiklik olmadığından, Osmanlı Hükümeti 12 Nisan 1877’de bu kararları da kabul etmediğini açıklamıştır. Londra Protokolü’nün reddiyle diplomasi kapısı kapanmış ve Rusya 23 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmiştir. Böylece tarihe 93 Harbi olarak geçen kanlı Osmanlı-Rus Savaşı başlamış ve savaş sonunda yenilen Osmanlı Devleti, Bosna Hersek’i kaybetmiştir.
1875 isyânı sırasında, Bosnalı Müslümanlar tereddütsüz olarak devletin yanında yer almışlar, birçoğu gönüllü olarak resmî kuvvetlere katılmışlardır. Bu durum iki saikten kaynaklanıyordu. İlki, hükümetle Bosna Müslümanlar’ı arasında herhangi bir mesele kalmamıştı ve görülmeyen bir uzlaşma söz konusuydu. İkincisi ise, 1875’de yaşananlar, hak mücadelesi olmaktan ziyade, topyekûn bir başkaldırı ve Bosna Hersek’te Osmanlı varlığına son vermeyi amaçlayan bir hareketti[139]. 1875 isyânı, Müslüman Boşnaklarla devleti görülmedik oranda kaynaştırmış, fakat artık çok geç kalınmıştı.
D- AVUSTURYA İŞGÂLİ
Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında, iki ülke arasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması birçok açıdan Batılı büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ndeki çıkarlarını tehdit eder mahiyette idi. Batılı memleketlerin Ayastefanos Muahedesi’nden rahatsız olması üzerine, milletlerarası baskıya daha fazla karşı koyamayan Rusya, Berlin’de bir kongre toplanmasına razı olmuştur. Kongre, 13 Haziran 1878’de Osmanlı Devleti, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Avusturya’nın katılımıyla Berlin’de toplanmıştır. Berlin Kongresi, bölgesel çatışmaları durdurmak yerine tam anlamıyla Osmanlı Devleti’nden pay kapma yarışına dönüşmüştür. Kongreye başkanlık eden Alman Şansölyesi Bismark, kongrenin amacını “Kongre, Osmanlı Devleti’nin istediği yerleri elinde bırakmaya çalışmak için değil, sadece, Avrupa’nın şimdiki ve gelecekteki asayişini muhafaza amacıyla toplanmıştır.” sözleriyle açıklamıştır[140].
Kongre sırasında, onlarca problemle uğraşan Osmanlı heyetini meşgul eden meselelerden biri de Bosna Hersek olmuştur. Konu, kongrenin 28 Haziran tarihli 8. oturumunda gündeme gelmiştir. Oturumun daha başında, Avusturya, bölgede uzun süredir devam eden karışıklıkların kendi güvenliğini tehdit ettiğini ileri sürerek, müzakere kabul etmeksizin Bosna Hersek’i işgâl edeceğini Osmanlı Devleti’ne bildirmiştir. Osmanlı temsilcisi Aleksander Paşa devletin bölgede kontrolü sağlamaya gücünün yeteceğini ifade ederek, Avusturya’nın isteklerine karşı çıkmıştır. Fakat, özellikle Bismark’ın Avusturya’yı desteklemesi, buna karşı Osmanlı temsilcilerinin destek beklediği İngiliz delegelerinin sessiz kalmaları sebebiyle, Avusturya işgâli bir oldu-bitti olarak kabul edilmiştir. Ancak, müzakere kayıtları Osmanlı delegelerinin itirazı üzerine kapatılmamış, daha sonra tekrar görüşülmek üzere açık bırakılmıştır[141]. Nihayet, 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nın 25. maddesi ile Bosna Hersek Avusturya’ya bırakılmıştır. Buna göre, “Bosna Hersek Eyâletleri, Avusturya Devleti tarafından asker yerleştirmek suretiyle idare olunacaktır. Avusturya Devleti, Sırbistan ile Karadağ arasında güney-doğu yönünde Mitroviçe’nin öte tarafına kadar uzanan Yenipazar Sancağı’nın idaresini üstlenmek arzusunda bulunmadığından, orada Osmanlı idaresi devam edecektir. Bununla beraber, Avusturya Devleti, yeni siyasî durumun devamını sağlamak ve haberleşme yollarının serbestlik ve emniyetini temin etmek için, Yenipazar Sancağı’nın her tarafında asker bulundurmak ve ticaret yolları yapmak salâhiyetini muhafaza eder. Avusturya Devleti ile Hükümet-i Seniyye işin teferruatını ileride kararlaştıracaklardır”[142].
Kongre devam ederken, Avusturya’nın Bosna Hersek’i işgâl edeceğine dair haberlerin Bosna’da yayılması büyük heyecana yol açmıştır. 5 Temmuz’da Bosna Hersek’in Avusturya’ya bırakılacağının resmen duyurulmasıyla saat 10.00’da Saraybosna’nın en büyük çarşısı Başçarşı’da bütün dükkânlar kapatılmış ve herkes büyük bir korkuyla evlerine kapanmıştır[143]. Bu durum özellikle Bosnalı Müslümanlar’ın 200 yıllık kâbuslarının gerçeğe dönüşmesi anlamına geliyordu. Müslümanlar, derhal harekete geçerek işgâle karşı koymak için hazırlıklara başlamışlardır. Bosna’da başlayan işgâl karşıtı gösteriler 10 Temmuz 1878’de Hersek’e de yayıldı [144].
Travnik Nakşibendi Şeyhi Salih Efendi başkanlığında bir gurup İstanbul’a giderek II. Abdülhamid ile görüşerek, Bosna’nın işgâl ordularına karşı ne şekilde savunulacağının plânları hazırlanmıştır. Ayrıca Sadrazam Sait Paşa, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Boşnak milletvekilleri Besimzâde İbrahim Fehim, Hafızzâde Mehmet Bey ve Başağazâde İbrahim Ethem Bey’le yaptığı görüşmede, padişahın Bosna’nın direniş olmadan teslim edilmemesini istediğini mebuslara iletmiştir. Hâlbuki, Kont Andraşi, Viyana’da Delegasyon Meclisi’nde yaptığı konuşmada, Avusturya askerlerinin Bosna’da marşlarla karşılanacağını ve askerlerinin geçit resmi edasıyla Bosna’yı işgâl edeceğini belirtmekteydi[145]. Gerek Andraşi, gerekse Avusturya basını işgâli çok hafife almış, Avusturya gazetelerinde işgâlin ne kadar kolay tamamlanacağına dair onlarca karikatür yayınlanmıştı [146]. Bu sırada, Bosna Hersek’te bütün sancak ve kazalarda direniş örgütleri kurulmuş, işgâle karşı koymak için beklenmeye başlanmıştı [147].
Boşnaklar direniş için hazırlanırken Avusturya Hükümeti de işgâli kolaylaştırmak amacıyla Bosna Hersek halkına hitaben 28 Temmuz 1878’de bir beyannâme yayınlamıştır. Beyannâmede, “Avusturya İmparatoru ve Macar Krallığı askerlerinin sınırı geçmek üzere oldukları, bu harekâtın düşman sıfatıyla değil, Bosna Hersek ve Avusturya sınırlarını uzun yıllar huzursuzluk içinde bulundurmuş olan kötülükleri ortadan kaldırmak üzere yapıldığı, vilâyet gelirlerinin mahallî ihtiyaçlara tahsis edileceği, vergi borçlarının affedileceği, imparator ve kralın askerlerinin toprak sahiplerine hiçbir şekilde zulmetmeyeceği, halktan alınan her şeyin parasının ödeneceği, herkesin dil ve dininde özgür olacağı” taahhüt ediliyordu. Avusturya’nın Bosna işgâl ordusunun komutanı Hırvat asıllı Baron Filipoviç de[148] kendi askerlerine işgâlin “insaniyet ve medeniyet” yürüyüşü olacağını söylemekteydi[149].
İşgâl, 29 Temmuz 1878’de 100.000 kişilik bir orduyla başlamıştır. İlk olarak Avusturya ordusuna mensup Toskana Arşidükü Yohan Salvator kumandasındaki bir tümen Brod Kasabası’nda Sava Nehri’ni geçerek Bosna’ya girmiştir[150]. İşgâlin kolaylıkla biteceğini zanneden Avusturya askerleri, çoğunluğu eski Osmanlı subayları tarafından organize edilen hiç beklenmedik bir direnişle karşılaşmışlardır. Boşnaklar “Türk bayrağı için ölmeyen er değildir. Türk hâkimiyeti uğruna canını feda etmeyen cariyedir” diyerek var güçleriyle işgâle karşı koymuşlardır[151]. Ağustos’un ortalarına kadar oldukça güç anlar yaşayan Avusturya ordusu ancak yeni takviye güçlerinin gelmesiyle toparlanma imkânını bulabilmiştir. Avusturyalılar, 19 Ağustos’ta Saraybosna’ya saldırmışlar ve aynı günün öğlenine doğru kente girmeye muvaffak olmuşlardır. Fakat, kent içerisinde de ciddi bir sokak savaşı yaşanmıştır. Halkla birlikte, Avusturyalılar da hayli zayiat vermişlerdir[152]. Saraybosna’nın düşmesinin ardından işgâl harekâtı daha da hızlanmıştır. Ağustos sonlarına doğru 130.000 kişiye çıkarılan işgâl ordusu, Eylül başlarında 208.000 kişiye ulaşmıştır. Bu muazzam güce karşı direniş tüm eyâlette devam etmiştir. Avusturyalılar’ın hiç beklemedikleri bu müthiş direnişin şiddeti Eylül sonlarına doğru zayıflamış ve işgâl 28 Ekim 1878’de tamamlanmıştır[153]. İşgâl süresince Avusturya ordusu 3.300 ölü 6.700 yaralı vermiştir. Avusturya kayıplarının fazlalığı Boşnak direnişinin gücünü göstermesi bakımından önemlidir[154]. İşgâl sonrasında hemen hemen her kazada kurulan örfî mahkemeler aracılığıyla, işgâl karşıtı faaliyetleri organize etmekle suçlanan Boşnaklar yargılanarak, 350’si idam edilmiştir[155].
İşgâlin getirdiği kargaşa yüzünden, Berlin Antlaşması’nın sonraya bıraktığı Osmanlı-Avusturya Antlaşması 21 Nisan 1879’da imzalanmıştır. Yenipazar Antlaşması adı verilen bu protokolle, Bosna Hersek’in statüsü belirlenmiştir. Buna göre[156]:
1-Bosna-Hersek, Berlin Muahedesi’nin 25. maddesi hükümleri dâhilinde idare olunacak ve Avusturya yerli memurları tercih edecektir.
2- Hutbede Padişahın adı okunacak ve minarelere adet hükmünce yine Osmanlı Bayrağı çekilecektir.
3- Gelirler mahalline sarf olunacak.
4- Osmanlı parası, Avusturya parası ile geçerli olacak,
5- Osmanlı garnizon ve kalelerinde bulunan askerî işler Bâb-ı Âlî tarafından idare edilecek.
6- Bosna Hersek sakinlerinin ikâmetleri veya harice göçleri ve seyahatleri bir nizâma bağlanacak.
7- Yenipazar Sancağı’nda takip edilecek idarî kararların infaz şeklini belirten bir anlaşmaya varılacak, herhangi bir mesele zuhurunda hudut ve garnizon kumandanları hükümetlerine danışmaksızın temasa geçebileceklerdir.
8- Bosna-Hersek’te Avusturya askerinin bulunması adlî, malî ve idarî Osmanlı memurlarının bulunmasına hiç bir zaman mânî teşkil etmeyecektir.
9- Osmanlı Hükümeti arzu ederse Avusturya askerlerinin bulundukları yerlerde asker bulundurabilecekti.
E- İŞGÂL DÖNEMİ
Avusturya işgâliyle birlikte, Bosnalı Müslümanlar’ın 200 yıllık kâbusları gerçek olmuştur. Onlar, Karlofça’dan beri hep bu sondan kaçmak için çabalamışlardı. Fakat 1878’e kadar gelinen süreçte, hem Bosna Müslümanları’nın, hem de İstanbul’un hataları onları bu sona sürüklemiştir. Bu felâketle yüzleşen Boşnakların yaklaşık 120.000’i, hemen işgâlin ardından, Bosna’yı terk etmiş; ancak bunların yarısı tekrar Bosna’ya dönmüştür[157]. Böylece, çoğu zaman dinledikleri göç ve sefillik öykülerinin bizzat kahramanları hâline gelmişlerdir. Avusturya’nın, işgâli tamamladıktan sonra, 1878’de yaptığı sayımda genel nüfus içinde Müslümanlar’ın oranı % 38.73, Ortodokslar’ın oranı % 42.88, Katolikler’in oranı %18.08 olarak tespit edilmişti. Hâlbuki, 1870 Osmanlı nüfus sayımında, Müslümanlar % 49.84, Ortodokslar % 36.50, Katolikler % 12.64, Yahudiler % 0.2, Çingeneler ise % 0.9 oranında bir varlığa sahiptiler[158]. Avusturya’nın 1885 nüfus sayımında ise Müslümanlar % 36.88, Ortodokslar % 42.75, Katolikler % 19.89 oranındadır[159]. Müslüman nüfustaki azalma 1895 sayımı için de geçerlidir, bu sayımda Müslümanlar’ın oranı % 34.99, Ortodokslar’ın oranı % 42.94, Katolikler’in oranı ise % 22.87’di[160]. Görüldüğü gibi, Bosna dışına doğru gerçekleşen göçler sebebiyle Müslüman nüfus sürekli azalırken, tersine göç sebebiyle Katolik nüfus sürekli olarak artmaktadır. Avusturya’nın Müslüman nüfusa karşı tutumu bu azalmadaki etkenlerden biridir. Meselâ, işgâl sonrasında Avusturya askerlerinin Müslüman evlerinde oturması, dolaylı da olsa, halkı göçe teşvik etmiştir. Bu durumdan tedirgin olan aileler, çareyi Osmanlı topraklarına göçte bulmuşlardır. Avusturyalı yetkililer bölgede kendine bağlı bir gurup teşkil etmek için Müslümanlar’dan boşalan yerlere Katolikler’i yerleştirmekteydi. Avusturya’nın Bosna Hersek’i ilhâk tehlikesine karşı kamuoyu yaratmayı hedefleyen Ali Rüşdü, 1906’da abartılı da olsa Avusturya’nın 400.000 Katoliği Bosna’ya yerleştirdiğini yazmaktaydı [161].
Osmanlı Devleti, gerek stratejik kaygılar, gerekse 1877–78 Rus Savaşı’nın getirdiği ekonomik krizden dolayı, Bosnalı Müslümanlar’ın ülkelerini topyekûn terk etmelerini tasvip etmemiştir[162]. İşgâlin yarattığı ilk darbenin dehşetine dayalı göç hareketi, 1883’lerde etkisini yitirdikten sonra, Bosna’da yaklaşık yarım milyona yaklaşan bir Müslüman kitle hâlâ mevcudiyetini koruyordu. Avusturya ile Osmanlı Devleti’nin yaptığı antlaşmalar, onlara göreceli bir koruma sağlamıştı. Fakat, bu koruma fiilî olmaktan ziyade teorikti. Bu yüzden, Bosnalı Müslümanlar işgâlden en az zararla çıkabilmek için kimi zaman kendi içlerinde de ihtilafa düşerek, Avusturya’daki siyasî gelişmelere paralel bir siyaset izlemişlerdir. İzlenen siyaset gereğince, bazı aydınlar kendilerinin Sırp veya Hırvat olduklarını ileri sürecek kadar ileri gitmişlerdir. Ancak, zihniyet bulanıklığı daha ziyade aydın kesime aittir[163]. Halk, Avusturya siyasetine daima ihtiyatla yaklaşmıştır. İşgâl döneminde, Müslümanlar Avusturya’nın siyaseti ile mücadele etmenin yanı sıra Sırp ve Hırvat milliyetçiliğine de kaşı koymak zorunda kalmışlardır[164].
Bu yüzden, Bosnalı Müslümanlar, işgâl döneminde,
1-Kendi millî ve malî konumlarını koruma
2-İslâmiyet’i koruma ve İslâmî kurallardan taviz vermeme
3-Mümkün olduğu kadar Osmanlı Devleti’nin bölgesel haklarını koruma, çabasıyla hareket etmişlerdir.
Bosnalı Müslümanlar’ın siyasî tavırlarında belli oranda başarı sağladıklarını iddia etmek mümkündür. Meselâ, çiftlik kanunu işgâl döneminde de geçerliliğini korumuştur. Hatta, bu kanunun devamlılığı Ortodoks ve Katoliklerde hayâl kırıklığı yaratmıştır[165]. Aynı şekilde, Müslümanlar’a ait Şer’î mahkemeler de uzun süre varlıklarını devam ettirebilmiştir[166]. Yine, vakıflarla ilgili yapılan düzenlemeler ve dinî işlerde onlara özgürlük tanıyan Meclis-i Ulema da Müslümanlar’ın siyasî başarısı olarak değerlendirilebilir[167].
İşgâl döneminde, bazı zamanlar, Avusturya Hükümeti’yle ayrılığa da düşülmüştür. İlk olarak, 1881’de askere alma kanunu sebebiyle çıkan ve başını Ortodokslar’ın çektiği isyâna, Müslümanlar sınırlı da olsa destek vermişlerdir. Müslümanlar, silâh altına alınan çocuklarının Avusturya ordusunda dinî gereklerini yeterince yerine getiremeyeceğinden endişeliydiler. Ancak, Avusturya idaresi böyle bir ayaklanmayı beklediğinden, aldığı tedbirlerle isyânı kısa sürede bastırmıştır. İsyân, 1882 Ocak ayında çıkmış, Şubat sonuna doğru bastırılmıştır. İsyânın Avusturya’ya maliyeti 70.000 ilâve asker ve 31.700.000 florin olmuştur[168]. İsyân sonunda, Avusturyalı yetkililer Boşnaklar’dan asker toplamaktan vazgeçmemiş, ancak onları diğer birliklerden ayırarak ibadetlerini yapabilecekleri mekânlar tahsis etmiş, yemeklerini pişirecekleri özel mutfaklar hazırlamış, bu askerler için Cuma gününü tatil saymış, hatta üniformaları dahî farklı tasarlamışlardır. Avusturya ordusunda iyi muamele gören Boşnaklar için, bundan sonra askere alınma pek fazla mesele olmamıştır[169].
Askerlik yükümlülüğü dışında, Avusturya idaresi ile en önemli çatışma alanı, zorla veya kendi isteğiyle din değiştiren Müslüman Boşnak kızlardan kaynaklanan problemlerdi. Müslümanlar bu tip hareketlere asla hoş bakmamış, din değiştirme konusunda hiçbir uzlaşıyı kabul etmemişlerdir. Müslüman bir ailenin kızının din değiştirmesi aynı zamanda büyük bir utançtı. Fakat her türlü baskıya rağmen, yine de din değiştirme vakalarına rastlanıyordu. Böyle zamanlarda toplum çok fazla geriliyordu[170]. Çatışmanın önüne geçilmesi için, özellikle Müslümanlar’ın baskısıyla, 1891’de bir din değiştirme kanunu çıkarılmıştır.
Kanuna göre,
1-Kimse zorla dininden dönmeye zorlanmayacak
2-Din değiştiren kişiye düşünmesi için 2 ay zaman verilecek
Müslümanların zoruyla çıkarılan bu kanuna çoğu zaman uyulmamıştır. Ancak, Müslümanlar mücadelelerini en azından hukukî zemine taşımayı başarmışlardır[171].
İşgâl döneminde, Boşnaklar’ın yaşadığı en önemli dönüşümlerden biri de kendi millî kimliklerinin farkına varmaları olmuştur. Yüzyılın başından beri çeşitli ayaklanmalarda zayıf da olsa “Bosnalılık” bilinci mevcuttu. Ancak, halkın genellinde bu temayülün mevcut olduğuna dair herhangi bir işaret söz konusu değildi. Boşnaklar, Osmanlı millet sisteminin kendilerine sağladığı güvence ile milliyetçi düşüncelere pek itibar etmemişlerdi. Bosnalılık daha ziyade coğrafyaya bağlılık veya bir hemşericilik tarzı ortak bir düşünceydi. İşgâlle birlikte Avusturya’nın izlediği politikalar, Boşnaklar arasında bir millîlik düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu siyasetin mimarı, 1869’da Andraşi ile ortak bir Bosna plânını hazırlayan Benyamin Kalay’dı. Kalay, 1882’den 1903’e yani ölümüne kadar 21 yıl boyunca AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun Bosna Valisi olarak görev yapmıştır[172]. O, her dinî gurubu ayrı bir millet olarak tanımlamış ve bu guruplara yasal statüler vermişti. Böylece yüzyıllardır varolan birlikte yaşama tecrübesi, yerini ayrışmaya bırakmıştır. Kalay’ın kurduğu düzen Osmanlı Millet sistemiyle benzer yanlar taşımaktadır. Fakat, Osmanlılar Bosna’da yaşayan ve dinleri farklı olan insanları başka milletler olarak algılamıyordu; onları sadece dinî guruplar olarak görüyor, bu tasnifi de istimâlet siyasetinin gereği, herkesin dinini özgürce yaşayabilmesi için yapıyordu. Kalay ise bu düzeni, Bosna’daki üç dinî gurubun kendi aralarında birleşerek AvusturyaMacaristan’a karşı çıkmalarını önlemek için ortaya atmıştır. Ayrışma, beraberinde milliyetçi duyguların yükselmesine de yol açmıştır. Sırplar ve Hırvatlar, en azından yarım asırdır kendilerini Boşnaklar’dan farklı olarak tanımlamaktaydılar. Nihayet, işgâlle birlikte, aynı tavrı Müslümanlar’da göstermeye başlamıştır. İşgâlin hemen ardından 1891’de Mehmedbey Kapetanoviç; “Biz Güney Slav ailesine mensup olduğumuzu inkâr etmiyoruz, ama biz atalarımız gibi Boşnak olarak kaldık, başka bir şey değil.” derken, kendilerinin diğer guruplardan farkını ortaya koyuyordu[173]. Aynı düşüncenin bir benzeri, 1849’da Sırplar tarafından Boşnaklar için ileri sürülmüştü. Belgrad’da yayınlanan Sırp Haberleri gazetesi Boşnaklar’ın kökenleri hakkında iki ayrı görüş bulunduğunu ileri sürmüştür. İlk görüşe göre, “Bosna’da Slav olan Sırp milleti bulunurken bunlar üç ayrı guruba ayrılmışlardır. Bunların bir bölümü Katolik mezhebini kabul etmiş, bir bölümü Ortodoks mezhebini kabul etmiş, diğerleri ise Müslüman olmuştur.”. Gazete tarafından gerçek olduğu kabul edilen ikinci iddiaya göre ise “Bosna Türkler tarafından fethedildiği zaman orada Macarlar’a mensup bir millet vardı. Bunların ne dinleri ne mezhepleri bulunmaktaydı. Fetihten sonra bunların tamamı Müslüman oldular ve halkı yönetmeye başladılar.”[174]. Yani, Boşnaklar Sırplar’dan farklı bir milletti. Şimdi de, Kapetanoviç aynı suçlamayı Boşnaklar haricinde kalan diğer milletlere yöneltiyordu.
Bosnalı Müslümanlar, işgâl boyunca bir gün yeniden Osmanlı hâkimiyetine gireceklerine dair umutlarını hiç yitirmediler. Ancak, zaman ilerledikçe Avusturya yönetimi ile daha iyi mücadele edebilmek için kendi siyasî örgütlerini kurdular. Bu maksatla 1905’de Ali Firdus[175] başkanlığında Müslüman Halk Teşkilâtı (Muslimanska Narodna Organizacija-MNO) kuruldu[176]. MNO’nun hemen ardından, 1908’de destekçileri arasında ünlü Boşnak yazar ve fikir adamı Safvet-Beg Başagiç’in[177] de bulunduğu Müslüman İlerlemeci Partisi (Muslimanska Napredna Stranka-MNS) kuruldu[178]. Tüm bu çalışmaların ardında, Avusturya kadar Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasî gelişmeler de etkili olmuştu. Osmanlı Devleti’nde yükselen Genç Türkler hareketi, Bosna ile gereği kadar ilgilenmemişti. Fakat bu ilgisizlik anlarında dahî Boşnaklar İstanbul’dan umudu kesmediler. Boşnaklar, 1 Eylül 1907’de Abdülhamid’in doğum gününü büyük bir coşkuyla kutladılar. Avusturyalı yetkilileri şaşkına çeviren gösteriler esnasında Boşnaklar, Türkçe olarak “Padişahım çok yaşa” tezahüratlarında bulundular. Onların bu hareketi Avusturyalılar’ı çok endişelendirdi ve Boşnak tepkisini yumuşatmak için iki taraf arasında müzakereler başladı. Müzakereler, Boşnaklar’ın uzun süredir talep ettikleri, dinî konularda bağımsız hareket etme hakkına sahip olma özerkliğini elde etmeleri ile sonuçlandı. Bosna’da bugün de çok etkin olan Naibül Reis’ül-Ulema’lık makamı kuruldu. Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet ilân edilince, Bosna Hersek de hareketlendi. Müslüman ve Sırplar, hukuken Osmanlı toprağı oldukları iddiası ile kendileri için de anayasal bir sistem istediler. Gelişmelerden kaygılanan Avusturya, Rusya’nın göz yumması ve Prusya’nın güçlü desteği ile 19 Ağustos 1908’de Bosna Hersek’i ilhâk etti. İlhak, Bosna’da yeni bir kargaşa ortamının doğmasına sebep oldu. Boşnaklar, ilhâktan kurtulmak için yeniden İstanbul’la görüşmeye geldiler, fakat orada umdukları desteği bulamadılar. Osmanlı Devleti, altı ay sonra ilhâkı tanıdı. Osmanlı Devleti’nin ilhâkı tanımasıyla çaresiz kalan MNO da 1910’da ilhâkı kabul etmek zorunda kaldı. Bosna’da siyasî gelişmeler 1910 Anayasası’nın ilânı, Bosna Meclisi’nin açılması ve 24 Boşnak temsilcinin bu meclise girmesi ile sonuçlandı. Mecliste Sırplar 31, Hırvatlar ise 16 sandalye aldılar. Ancak, Hırvatlar’ın Boşnaklar’ı desteklemesi ile meclis başkanlığına Ali Firdus Bey seçildi. Ali Firdus Bey’in meclis başkanı seçilmesi, Bosna’da günümüze kadar gelecek siyasî yapının temellerini attı. Sırplar, Ali Firdus’un meclis başkanı olmasından memnun kalmadılar. Her ne kadar aralarında ciddi görüş farklılıkları var idiyse de, Boşnak ve Hırvatlar bu vesile ile birbirleri ile dayanışma içine girdiler[179].
Boşnaklar, hangi şart altında olursa olsun, Osmanlı idaresinin kendilerini yalnız bırakmayacağını inanmışlar ve bu manevî güçle Avusturya idaresine karşı siyasî mücadelelerini yürütmüşlerdir. Osmanlı Devleti de işgâl sürecince, Bosna’da zor durumda kalan herkese kucağını açmıştır. İşgâl süresince, binlerce Boşnak Osmanlı topraklarına göç etmiş; Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu iktisadî zorluklara rağmen, Bosna’dan gelen bu mültecilere elinden gelen yardımı yapmıştır. Meselâ, sadece 1910 yılı içinde Bosna’dan gelen göçmen sayısı 17.018 kişiydi[180]. Boşnaklar Osmanlı Devleti yıkılana dek kaderlerini Osmanlılar’dan farklı görmemişler, Osmanlı idaresinin günün birinde tekrar Bosna’da tesis edileceğine olan inançlarını korumuşlardır. Bunun en güzel kanıtı, II. Meşrutiyet’in ilânı ve Bosna ve Hersek’in Avusturya tarafından ilhâkı esnasında gazetelerde kaleme alınan makaleler ve yayınlanan kitapçıklarda kullanılan ifadelerdir. Bu yazılar Boşnaklar’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını açıkça ortaya koyar[181]. Meselâ ilhâk sonrasında Osmanlı kamuoyuna Bosna Hersek’i tanıtmak ve Bosna Hersek’in unutulmamasını isteyen Ali Şâdî eserini son derece manidar şu cümlelerle bitirmiştir: “İşte ey Kavm-i Necib-i Osmânî! Hudûdu teşkilâtı arâzîyyesi, ihrâcât ve idhâlâtı mufassalan gösterilen Bosna Hersek Kıt‘ası Anadolu Kıt‘ası cesâmetine yakın bir vüs‘atı hâiz ve tamam 457 sene fezâ-yı fesîh-i hükümetin kuvvî ve nâmûs-kâr bir uzv-ı aile-i saâdeti iken, mezbûh-âne bir ânîn ile bizden kat‘- ı taalluk eden kıt‘ayı ferâmûş etmeyelim!... Bu iğtisâb-ı leîmânenin kalbimizde uyandırdığı taab-efzâ merâretin bütün şiddet ve kuvvetiyle istihsâl-ı makasıd-ı âtîye hasr-ı merâm edelim!... Evlerde ailelerimize, mekteplerde çocuklarımıza telkin-i emel iderek nakışgîr-i sahife-i vicdan olan şevâib-i hasılayı tathire gayret edelim!... Bu vatan bizden hıdmet bekliyor. Boşnak ve İslâm muhadderâtına ba‘de-mâ edilecek tecavüzâtın ânîn teelümâtına kulaklarınızı tıkamayınız!... Avusturya ile akd edilen muâhedenâmede hukuk-u İslâmiye her güna taaruzdan masûn add idilmiş ise de, kuvvetin galebe çaldığı bir memlekette hakkın mağlup olduğu ferâmûş etmeyiniz. Fakat heyhat!... Bilirim ki bu temenni muhâldir. Çünkü nesl-i hazırın kanı saye-i şahanede(?!!..) kurumuş, bütün hayatımızı mahkûm eden akde-i tereddüd ve mezellet bizi mevtâ-yı sâir eşkâline sokmuştur. Benim bu ümidlerimin husûlünü bizden değil nesl-i ahir, evet, o nesl-i ahirdir ki, hakaretin izzet-i nefse, ataletin beşeriyete, cahilin vukûfa, meskenetin sa‘y-i taallükünü idrak ederek insanlığın şerefini iktisâb edecek ve Fransızların Alsas Loren’i gibi Osmânlı ahfadı da Bosna Hersek intikamını perverde edeceklerdir!...”[182]. İfadelerden de anlaşılacağı gibi, Ali Şâdî Osmanlılar’ın bir gün Bosna’ya döneceğini düşünmekteydi.
SONUÇ
Boşnaklar uzun zamandır topraklarını kendileri savunuyor; dahası, çevre eyâletlerde ortaya çıkan kargaşaların bastırılmasında devlete yardımcı oluyorlardı. Meselâ, Sırp isyânları sırasında Bosna’yı savunmak bir yana, Sırbistan’daki isyânların bastırılmasında son derece yararlı hizmetler ifa etmişlerdi. Ayrıca, 1829’da bazı Bosna kazalarının Sırbistan’a terk edilmesi gündeme geldiğinde, tüm Bosna’da büyük bir infial meydana gelmişti. Bosnalı Müslümanlar topraklarını Sırplar’a bırakmaktansa ölmeyi tercih edeceklerini açıklamışlar, sınır tadilatı için gelen Osmanlı memur ve müfettişlerini Bosna’ya sokmamışlardı [183]. Bu yüzden, Bosna’nın sahibi olarak “Sultan’ı” değil “kendilerini” görüyorlardı. Sultan saygı duyulacak bir kimlikti, ancak Bosna’ya fazla müdahale etmemeliydi; fakat, Sultan XIX. yüzyılda çevresindeki “gavûr” idareciler tarafından aldatıldığından, İslâmiyet’in kalesi Bosna sürekli saldırıya mâruz kalıyordu. Buna karşı Boşnaklar, Sultan’ın onurunu korumak için ellerinden geleni yaptıklarına inanmaktaydılar. Hatta, bölgede zaman zaman patlak veren isyânların temelinde de Sultan’ın saygınlığını koruma arzularının yattığını iddia etmekteydiler.
XIX. yüzyılın daha başında, İstanbul’da gerçekleşen reformlar, Bosna’da yüzlerce yıldır devam eden sosyal yapının değişeceğine dair ilk işaretlerdi. İlâveten, Bosna’nın çevresindeki diğer eyâletler özerklik veya bağımsızlık için hareketlenmişlerdi. Yunanlılar bağımsızlıklarını kazanırken, Sırplar ve Karadağlılar özerklik kazanmışlardı. Boşnaklar bir insanın hayat süresinde çevrelerinde nelerin değiştiğini görmenin tedirginliğini yaşadılar. Bu tedirginlik, onları hem saldırgan, hem daha korumacı yaptı. Belki normal zamanlarda problem oluşturmayacak birçok konu ve uygulama, XIX. yüzyılda büyük meselelere sebep oldu. Buna karşı merkez, bir taraftan devleti modern çağlara hazırlama endişesiyle hareket ederken, diğer taraftan yaşam mücadelesi veriyordu. Maalesef, devletin elinde istenilen sayıda ve iyi yetişmiş idareciler yoktu. Yetersiz memurlar, kıt kaynaklar, aceleyle alınan kararlar ve İstanbul’daki siyasî çekişmeler taşrayı olumsuz olarak etkilemekteydi. Dahası, hükümet çoğu zaman taşraya kendini anlatamıyordu.
Anlaşılmazlık, taşradaki meseleleri daha da derinleştiriyordu. Bu durumdan en fazla etkilenen eyâletlerin başında da Bosna Hersek gelmekteydi. Boşnaklar, uzun zamandır serhat eyâleti olmanın her türlü zorluğunu yaşamışlardı. Bir de neden yapıldığı anlaşılamayan yenilikler buna eklenince, durum daha karmaşık bir hâl almaktaydı. Boşnaklar merkezin emirlerini daima şüpheyle karşılamakta ve mümkün olduğunca karşı koymaktaydılar. Hâlbuki, bu şekilde hem kendi hâkimiyetlerini hem de devletin hâkimiyetini azalttıklarının farkında değillerdi. Onların tavırları, merkez tarafından yanlış anlaşılmakta ve “Boşnaklar, akılları fikirleri isyânda” olan insanlar olarak tanımlanmaktaydı. Bu tanım İstanbul’da Bosna hakkında alınan kararları derinden etkilemekteydi. 1849 İsyânı’nda olduğu gibi, devletin en sert komutanı Ömer Lûtfî Paşa bölgeye gönderilmekte, onun sert müdahalesi takdirle karşılanmakta, hatta isyânla başarılı bir şekilde mücadele edildiği için bu başarının anısına madalya dahî bastırılmaktaydı.
Ne var ki, devletin Boşnaklar’a sert davranarak hatâ yaptığını anlaması uzun sürmedi. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumaktan ziyade, elini kolunu bağlayan bir anlaşma olan Paris Barış Antlaşması’nın imzalanmasının üzerine, devletin içindeki diğer gayrimüslim zümreler gibi Bosna’da yaşayan Hıristiyanlar da daha fazla özgürlük istemeye başladılar. Gayrimüslimler yüzlerce yıldır devam eden yükümlülüklere daha fazla katlanmayacaklarını ilân ederek, 1857’de büyük bir isyân çıkarmayı başardılar. İsyân, Sırp ve Karadağlılar’ın etkin desteği ile yıllarca sürdü. Devletin etkin mücadelesine rağmen de bir türlü bastırılamadı. Özellikle Karadağ sınırındaki sarp coğrafyada kanlı çatışmalar yaşandı. Osmanlı Ordusu Grahova hezimeti gibi başarısızlıklar yaşadı. Buna rağmen devlet, Bosna’ya sükûn ve huzuru getirmek için elinden geleni yaptı. Vergi toplama ve çiftlik kanunu gibi ciddi çalışmalar yapıldı. Fakat, bu çalışmaların hiç biri âsîleri sakinleştirmeye yetmedi. Çünkü, Osmanlı Devleti ile derdi olan her ülke âsîleri kullandı. 1857’de başlayan çatışmalar, ancak 1862’de gerçekleşen Karadağ askerî harekâtı ile sona erdi.
1862’den sonra, Bosna’ya geçici bir sükûnet hâkim oldu. 1875 Hersek isyânına kadar geçen süre hem devlet, hem de Osmanlı idaresinden kurtulmak isteyen Hıristiyanlar tarafından iyi kullanıldı. Devlet Bosna’daki idarî yapıyı kökten değiştirdi. Bosna vilâyete çevrildi, yeni okullar açıldı, yollar yapıldı, hastaneler hizmete sokuldu. 1849 isyânı ile bozulan devletBoşnak ilişkisi yeniden düzeldi. Hatta, devlete ve Boşnaklar’a sağlayacağı fayda tartışmalı olsa dahî, bölgedeki tımarlar eski sahiplerine iade edildi. Devlet, bu ve buna benzer çalışmalarla Boşnaklar’ın gönlünü kazanmak için elinden gelen her şeyi yaptı.
Bosna’daki huzur ortamından tek istifade eden devlet değildi. Özellikle, Panslavist cemiyetler neredeyse köy köy örgütlenerek, Bosnalı Hıristiyanlar’a milliyetçilik aşıladılar, halkı silâhlandırdılar. Bosna Hersek’teki her kilise, her gayrimüslim okulu ideolojik eğitim verilen kurumlara dönüştüler. Nihayet 1875’de, basit bir vergi toplama anlaşmazlığı kısa sürede milletlerarası bir meseleye dönüştü. Bu olayda, Osmanlı diplomasisi en kötü sınavlarından birini vererek, daha isyânın başında inisiyatifi elinden kaçırdı. İsyânın askerî yönü başarıyla icra edildiyse de diplomatik beceriksizlik, isyânın uzamasına ve Osmanlı-Rus Savaşı’nın çıkmasına sebep oldu.
Savaş, herkesin tahmin ettiği gibi Osmanlı yenilgisi ile sonuçlandı. Savaş sonrasında toplanan Berlin Kongresi, Osmanlılarla Ruslar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek yerine, Osmanlı Devleti’nden pay kapma yarışına dönüştü. Dost-düşman, tüm devletler Osmanlı Devleti’nden bir parça kopardılar: Bosna Hersek, Avusturya tarafından işgâl edildi, Bulgaristan özerklik kazandı, Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsızlık elde etti, Mısır ve Kıbrıs’a İngilizler tarafından el konuldu, Kafkasya ve Doğu Anadolu’nun bir kısmı Ruslar’a bırakıldı, o zamana kadar milletlerarası bir belgede adları geçmeyen Ermeniler, sahnenin yeni aktörleri olarak sivrilmeye başladılar.
Böylesi olumsuz gelişmelerin ardından, Osmanlı Hükümeti, birkaç cılız protesto gösterisi dışında bir şey yapamadı. İşgâl Boşnaklar için tam bir kâbustu. Onlar yaklaşık 200 yıldır her ne yaptılarsa, bu felâketten korunmak için yapmışlardı. Fakat, korktukları bir anda şimdi başlarına gelivermişti. İşgâlle birlikte, uzun yıllar dinledikleri göç ve sefalet öykülerindeki kahramanlara dönüştüler. İşgâli izleyen yıllarda 120.000 Boşnak, İstanbul ve devletin diğer bölgelerine göç etti. Ancak, Boşnaklar’ın uğruna binlerce evlatlarını feda ettikleri memleketlerini bırakmaya niyetleri yoktu. Göç edenlerin yarısı geri döndü. Avusturya karşısında silâhla mücadele edemeyecek kadar zayıftılar. Onlar da bunun bilincinde olarak, diplomasi ve hukuk mücadelesini benimsediler. Zaman zaman Osmanlı Devleti’nin de yardımıyla, kendi medenî hukuklarını korumak da dâhil olmak üzere, birçok hak elde ettiler. Kendi siyasî partilerini kurdular. Benliklerini, dinlerini ve kültürlerini muhafaza ederek imparatorlukların mezadı I. Dünya Savaşı’na ulaşmayı başardılar.