Osmanlı merkezî yönetimince doğrudan toplanan ve merkezî hazinenin önemli gelir kalemlerinden biri olan cizye, İslam hukukunda kitap ehli gayrımüslimler için zımmiyet statüsünün belirlenmesinde baş koşuldur.[1] İmparatorluğun aynı anda hem ideolojik hem de hukuksal araçlarından biri olan cizyenin gerek yüklenmesi sırasında oluşan kayıtlar (tahrirler), gerekse toplanması sırasında oluşan kayıtlar (cizye, muhasebe defterleri) ekonomik, sosyal ve demografik açıdan hayli zengin veriler sunmaktadır. Bu veriler tarihçiler tarafından sosyo-ekonomik tarihin temel malzemesi olarak her gün yeniden incelenmekte ve yeni bakış açılarıyla yeni yorumlar örülmekte; yeni sonuçlara ulaşılmaktadır.[2]
Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi adlı eserinde cizye için şu tanımlamayı kullanmıştır:
“Devlet-i Osmaniye’nin bidâyet-i te’sisinden Tanzimat-ı Hayriye’nin neşrine kadar tam beş buçuk asır cizyenin usûl-ü tarh ve taksîmince esâsen hiçbir gûnâ tebdîl ve tağyîr vuku’a getirilmeyerek meşru’iyeti dâiresinde idare edilmiştir. Yalnız tevzi’inde ve tahsîlinde bazen ıslahât icra olmuştur ki bunların en mühimlerinden birisi Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa zamânında icrâ olunan ıslahâttır.”[3]
Bu ıslahat İmparatorluk genelinde köklü bir düzenleme olup bu sürecin Girit Adası’nda uygulanması Marinos Sariyannis’in çalışmasının ana çerçevesini oluşturmuştur.[4] Başlangıçta bir hususun vurgulanması, çalışmanın sınırlarının belirlenmesi açısından önemlidir. Cizye kayıtları bu çalışmada bilinen nedenlerle demografik veriler olarak kullanılmamıştır. Zira aşağıda örneklendirileceği üzere cizye uygulamasında uzun yıllar sabit miktarda kâğıtlarla tahsil yöntemi yürürlükte tutulmuştur. Bu durumun gayrimüslim nüfus hakkında az çok bir fikir vermesi mümkün olabilse de demografik açıdan kesin sonuçlara ulaştırması söz konusu değildir. Diğer yandan yine aşağıda ele alındığı üzere adada Osmanlı merkez hazinesine girmeyen, Mekke ve Medine hazinesine aktarılan cizye gelirleri söz konusudur ki bu durumda kayıtlar, adanın genel kayıtlarından ayrı tutulmuştur. Bir diğer husus da cizye verilerinin demografik sonuçlara ulaştırması konusunda tarihçiler arasında süren tartışmalardır.[5] Tartışma, gerek kullanılan terminoloji ve karşılığının tespiti, gerekse demografik sonuçlara ulaşmada kullanılacak tekniğin somutlaştırılması noktasında bu makalenin genel çerçevesinin dışındadır. Bu nedenle çalışmamızda cizye verileri demografik sonuçlara ulaşma amacıyla kullanılmamış ve bu tartışmalar ayrı tutulmuştur.
Araştırmamızda kullanılan kaynaklardan ilk gurubu Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Baş Muhasebe, Cizye Muhasebesi kayıtları ile Cevdet Tasnifi içinde yer alan maliye kayıtları oluşturmaktadır. İkinci gurupta ise Girit Adası’nda yerel uygulama ve sonuçları değerlendirme açısından önem taşıyan kadı kayıtlarıdır ki bunlardan 18.yy’da Resmo’ya ve Kandiye’ye ait olanlar incelenmiştir.
Girit Adası’nın Osmanlı egemenliği altına alınması ile birlikte adada yerleşik gayrimüslim nüfus üzerinde cizye kabulü doğrultusunda zımmiyet statüsü oluşturulmuştur.[6] Osmanlı fetih sonrası adada egemenliği kabul eden ve cizye ödemekle yükümlü tutulan reayanın can ve mal güvenliğinin sağlanması için her türlü önlemin alınmasını sağlamıştır. Diğer yandan yine fetihten sonra cizye yükümlülüğünü kabul eden gayrimüslim reayanın fetihten önceki özel mülkiyet hakları tanınmış ve mülkiyet hakkının devamı sağlanmıştır.[7]
Fetih sırasında 1650’de ve fetihten sonra 1670’de cizye de dâhil olmak üzere tüm vergi sistemi ve toprak sisteminin düzenlenmesi sayım ve yazım işlemi ile gerçekleştirilmiştir.[8] Gülsoy’un aktardığı bilgilere göre 1670 tarihli tahrirde adada cizye tevzi ve tahsiline ilişkin sistem net olarak ortaya konulmuştur.[9] 1670 tarihli sayımda adada 27.162 adet cizye yükümlüsü hane tespit edilmiştir.[10] 1650-1670 dönemi cizye uygulamasının Girit’e özgü tipik özelliği fetih sırasında ve sonrasında ortaya çıkan durumlara ilişkin olarak bazı muafiyetlerin gerçekleşmiş olmasıdır. Bunlardan ilki gayrimüslim din adamlarına sağlanan ikincisi ise Osmanlı fethi sırasında yararlılık gösteren gayrimüslimlere sağlanan muafiyettir. İlk maddeye ilişkin olarak Resmo kadı sicillerindeki 1656 tarihli kayıt açıklayıcı bilgi vermektedir:
“… taht-ı kazanıza tabi olan Aci Popula nam karyenin metohi olan Galo nam metoh sakinlerinden Kozma nam zımmi ayin-i batılları üzere ruhban olub reaya defterinde haricler iken haliya mezburlardan reaya cizye taleb ve rencide itmekle bu tarafda izhar-ı tazallum itmeğin varaka tahrir olunub irsal olundu vusulünde gerekdir ki ruhban olub reaya defterinden ismi yoğ ise ve olmadığı vaki ise cizye ve sair teklif ile rencide itdirilmeyüb men eyleyesin…”[11]
Bunun temel gerekçesi Osmanlı egemenliğinin kurgulanması sırasında Venedik döneminde yaşanan Katolik baskısını ortadan kaldırmak ve adanın yerel Ortodoks inancına güvenlikli bir alan yaratmaktı. Bunun bir parçası olarak da Ortodoks ruhban başlangıçta cizyeden muaf tutuldu. Ancak bu durum 1692’ye kadar devam etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu tarihte ilan edilen fermanla din adamları yıllık maktu’ cizye ödemekle yükümlü tutulmuş ve ardından da 1694 de tümüyle diğer reaya misali bireysel olarak cizye yükümlüsü haline getirilmişlerdir.[12]
18. yüzyıl öncesinde gerek Gülsoy’un çalışmalarından, gerekse Sariyannis’in makalesinden anlaşıldığı kadarıyla Girit’te cizye uygulaması belli bir sistematiğe bağlanabilmiş değildir. Adanın Osmanlı egemenliğine alınmasıyla toprak yönetimi ve yazımları ile vergi yükümlülüklerinin belirlenmesi üç önemli aşamadan geçmiştir. İlk ikisi 1650 ve 1670’de gerçekleşen düzenlemelerdir ki yukarıda da aktardığımız üzere Gülsoy çalışmalarında bunları ayrıntılı olarak değerlendirmiştir. Üçüncü aşama ise 1691 mali reformlarıdır ki adada 1670 sayımı ile 1691 düzenlemesi ve sonrasında ortaya çıkan farklılaşmalar Sariyannis tarafından tahlil edilmiştir.
Köprülü Fazıl Mustafa Paşa döneminde Osmanlı genelinde cizye tahsilatında 1691 reformu ile atılan en önemli adım, vergi yükümlülerinin ekonomik durumları gözetilerek üç sınıf belirlenmesi ve bunun merkezde hazırlanan kâğıtlar ile gerçekleşmesiydi.[13] Ancak bu belirleme Girit için yeni bir durum değildi. Zira Girit kanunnamesi zaten cizye için üç sınıf esasının uygulanmasını emrediyordu. İkinci önemli adım cizyenin “hâne” başına değil “nefer” başına yüklenmesiydi. Ancak bu esas da İmparatorluk genelinde yaygın olarak uygulanmadan önce zaten yirmi yıl süreyle Girit’te denendi.[14] Girit için yeni olan, bu reform sonrasında adada cizye yükümlülerinin ve ekonomik düzeylerinin yeniden saptanmasıydı. Böylece gerek cizye yükümlüsü sayısında gerekse ekonomik düzeylerin belirlenmesinde oldukça farklı bir tablo ortaya çıktı.[15]
Öncelikle cizye yükümlüsü miktarındaki ciddi düşüş konusunda Sariyannis’in tespitleri bulgularımızla örtüşmektedir. Zira geçen yaklaşık kırk yıllık dönemde gayrimüslim nüfusun azalmasına yol açan iki önemli olgu söz konusudur. Bunlardan ilki anılan dönemde tüm Akdeniz dünyasında hüküm süren demografik kriz[16] ve ikincisi de Girit’te hızla ve yaygın bir şekilde yaşanan ihtidalar, hatta kitlesel İslamlaşmadır.[17] Osmanlı egemenliği sırasında adadan kaçan az sayıda nüfusu da buna eklemek gerekir. Zira büyük çapta kaçışlar, Osmanlı kurumlarının tesisinden ve tahrirlerin yapılmasından önce gerçekleşmiş olmalıdır. Gayrımüslim nüfusun ekonomik statülerindeki değişim ise Sariyannis tarafından şu gerekçelerle açıklanmıştır: Bazı varlıklı gayrimüslimlerin gerçek ekonomik durumlarını gizlemeleri ve Osmanlı memurlarının üç sınıf eşiğini daha rasyonel olarak belirlemeleri.[18] Triandafillidou da bu rakam farkı konusunda bir önerme ileri sürmektedir. Ona göre Osmanlı bürokratları ilk cizye yükümlüsü sayılarını Venedik döneminden kalma kayıtlara göre gerçekleştirmişlerdi. Ancak bunlar gerçeği yansıtmıyordu. Osmanlı merkezi yönetimi kendi sayımlarını gerçekleştirdikten sonra yükümlü sayısı ve statüsü daha gerçeği yansıtan bir görüntü sundu.[19]
1691 reformu adada sadece iki yıl uygulanabilmiş;[20] ardından yıl yıl değişen uygulamalarla neredeyse 18. yüzyılın tamamına yayılan hareketlilik hüküm sürmüştür. Bu karmaşa, 1698 yılında ilan edilen düzenlemeyi içeren fermanda[21] şu cümlelerle hikâye edilmiştir:
“…Bundan akdem memâlik-i mahrusada vaki’ ehl-i zimmetin ru’usu üzerine mevdu’a olan cizye min-gayrı örf icâb eylediği vech-i şer’i üzere müra’ât olunmamağla ehl-i zimmetin ahvâli perişân ve beyne’l-memâlik usûl-ü envâl-i meşru’asından olan mâl-ı cizye gereği gibi mazbut ve mahfuz olmadığından zayi’ ve telef olmağın …
… yüz iki ve yüz üç seneleri âlâ ve evsat ve ednâ itibarıyla cem’ ve tahsîl olunmuş idi yüz üç senesinde sürülen âlâ ve evsat kağıdı yüz iki senesinden noksan ve tahsil olunmak ile yüz dört senesinde ehl-i zimmet esnâf-ı selâseyi beynlerinde mer’i tutmak üzere muhattar olan ale’s-seviye evsat kağıdı verilmek ferman olunub bâdehu yüz beş ve yüz altı senelerinde verilen evrâkın yüz evrakda yirmisi âlâ ve altmışı evsat ve yirmisi ednâ tevcih olunmak üzere ferman olunmuş idi lakin ol vech üzere tevcîh olunmakdan fukarâya ve cizyedarlara kemâl-i mertebe ‘usret olub ve cizyedarların dahi aynı esnâf-ı selâse kağıdın tevzi’inden fukarâya ta’addileri def ’ bir vechle mümkün olmamağla yüz yedi senesinde esnaf-ı selâse itibarsız re’âyâ beynlerinde mer’i tutmak üzere her yüz kağıda on âlâ ve yetmiş evsat ve yirmi edna itibarıyla ale’s-seviye bi’l-cümle evsat verilüb yüz dokuz senesine gelince vech-i meşruh üzere cibayet olunurdu ancak esnâf-ı selâse itibarın re’âyâ beynlerinde mer’i tutmayıp ehl-i zimmetin ağniyası vasatü’l-hal ve fakirü’l-hal olanlara gadr idüb gani olan kefereler dahi bi’l-cümle evsat kağıdın aldıklarından sonra cizyeleri tahsili tehire kalub havale olan umur-u mühimmeye dahi aceleten akça verilmeğe bais olmağın…”
Bu anlatıdan yola çıkarak ana başlıklarıyla ortaya çıkan durum şudur: H.1102 (1690-1691) ve H.1103 (1691-1692) senelerinde cizye üç sınıf esasıyla toplanmıştır. H. 1104 (1692-1693) senesinde ise reayanın kendi içinde üç sınıf esasını gözetmesi emriyle tüm adada evsat kâğıtları dağıtılmış, H.1105 (1693-1694) ve H. 1106 (1694-1695) senelerinde merkezce %20 âlâ %60 evsat ve %20 edna oranları sabitlenmiştir. Ancak bu uygulama hem cizyedarları hem de reayayı sıkıntıya sokmuştur. Bunun üzerine H. 1107 (1695-1696) senesinde yeniden tüm adaya evsat kâğıdı gönderilmiş ancak reayanın yine kendi içinde %10 âlâ, %70 evsat ve %20 edna ayrımını gözetmeleri istenmiştir. H. 1110 (1698-1699) senesine kadar bu esas üzere uygulanması emredilmiş ancak pratikte yine ortaya çeşitli sorunlar çıkmıştır. Özellikle varlıklı (gani) olanların âlâ vermeyip evsat vermede ısrar etmeleri, öngörülen sınıflamanın reayanın kendi içlerinde uygulanmasını imkânsız hale getirmiştir.
Fermanda sözü edilen on yıllık dönemde cizye uygulamasına ilişkin esaslar sistematize edildiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır:
Düzenlemenin gerekçesi olan H. 1110 (1698-1699) senesi cizye uygulamasına gelince; fermanda yine adanın tamamına ale’s-seviye evsat kâğıtları gönderileceği, ancak cizyedar eline verilen her yüz evsat kâğıdından on adedinin âlâ olarak dağıtılacağı (%10 âlâ, %90 evsat) ve zenginlere bu dağıtımın da köy kocaları, papazlar ve mahalle başılar aracılığı ile gerçekleştirileceği emredilmiştir.[22]
1698 fermanından sonra 18. yüzyılda ilan edilen tespit edebildiğimiz beş düzenleme vardır.[23] Bunlardan 1703 ve 1714 tarihli iki düzenleme Sariyannis tarafından değerlendirilmiştir.[24] Dikkat çeken en önemli nokta 1704 yılında gönderilen evrakın üç sınıf itibarıyla %10-%80-%10 şeklinde uygulanmasıdır. Bunu takiben 1716-1717 (H.1129) yılı cizyesi için 19400 adet cizye evrakı gönderilmiştir. Üç sınıf itibarıyla evrakın 1900 âlâ, 15200 evsat ve 2300 edna olmak kaydıyla taksimi Girit defterdarına bildirilmiştir.[25]
Bunların dışında 1727, 1735 ve 1765 yıllarında ilan edilen fermanlarla üç kez Girit’te cizye tahsili için düzenleme yapılmıştır.[26] 3 Receb 1139 (24 Şubat 1727) tarihli fermanda ilk defa cizye evrakı sayısı net olarak verilmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla on yıl içinde evrak sayısı 19400 den 21900’e yükselmiştir. 18. yüzyıl boyunca yapılan düzenlemelerle evrak sayısındaki değişim özetle aşağıda tablolaştırılmıştır:[27]
18. yüzyıl boyunca ilan edilen bu düzenlemelerde dağıtılması planlanan cizye evrakı sayısı öne çıkmaktadır. 1698 düzenlemesinde kesin evrak sayısı belirtilmemiş ancak oran gösterilmiştir. Sonraki düzenlemelerde ise oran belirtilmemiş ancak gönderilen âlâ, evsat ve edna evrak sayıları net olarak verilmiştir.[35]
1735 yılında emaneten 1900 ek evrak gönderildiği halde bunlar kullanılmamış, defterdarın zimmetinde kalmıştır. Evrak sayıları dikkate alındığında sadece yüzyılın ikinci yarısında bir miktar artış gözlenmektedir. Buna göre âlâ cizye yükümlüsü %4; evsat %7; ednâ ise %8,5 oranında artmıştır. Genel toplamda ise %7 oranında bir artış söz konusudur. 1746 yılında yapılan başka bir düzenleme ile Girit Adası cizye evrakına Gazi Hüseyin Paşa’nın evkafından olan İsfakiye Nahiyesi reayasının cizyeleri de eklenmiştir. 1760 yılı cizye evrakı sayısında bu husus yeniden vurgulanmıştır.[36]
Anılan dönemde cizyenin kişi başına toplanması talep edilen miktarlar incelendiğinde ise ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır.
Buna göre yüzyılın ilk yarısında ödenen cizye miktarları da 10 / 5 / 2,5 kuruştan 11 / 5,5 / 2,75’e yükselmiştir. İlginçtir ki her üç düzenlemede de cizye miktarları ile birlikte altının bu yıllara ait rayiç bedelleri akçe veya para olarak hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde verilmiştir.[38]
Girit Adası’nda toplanan cizye miktarını maddi açıdan örnekleyebilmek için elimizdeki veriler oldukça sınırlıdır. Girit Hazinesine ilişkin Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gerek maliyeden müdevver defterler ve gerekse divan-ı hümayun baş muhasebe Girit Hazinesi kayıtları arasında sadece 18. yüzyılın ilk çeyreğine ait akçe karşılığı cizye rakamları bulmak mümkün olabilmiştir.
Tablodan anlaşıldığı kadarıyla cizye yükümlüsü oranı yüzyılın ilk çeyreğinde %7 civarında artarken cizye miktarı ise %11,3 oranında artmıştır. Buna karşın Girit cizyesinin Girit Hazinesi içindeki oranı ise giderek azalmıştır. Örneğin H.1121 (1709) yılı toplam mukataa ve mu’accele gelirleri 22.877.941 akçedir. Bu toplam içinde cizye gelirinin oranı %50’dir. Oysa H. 1134 (1722) yılında mukataa ve mu’accelelerden oluşan toplam hazine geliri 37.588.076 akçedir. Bu sene Girit cizyesi Girit hazinesi gelirlerinin yaklaşık %35 ini oluşturmaktadır.
18. yüzyıl boyunca Girit cizyesi başta 1698’de Hanya Muhafızı Ahmed Paşa’ya deruhte ve tefviz edilmiş, sonrasında cizye cibayeti işi sadece Girit defterdarlarına tevcih edilmiştir. 1727’de adı belirtilmeyen Girit defterdarının 1735’de Ahmet Efendi 1740’da Ali Efendi 1760’da diğer Ahmet Efendi ve 1765’de ise İbrahim Efendi olduğu anlaşılmaktadır.[39] Girit defterdarı, tüm adadan cizye toplama işlemini kethüdaları aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Örneğin Resmo ve nahiyelerinde cizye toplama görevi 1713’de “taraf-ı mirîden” tayin olunan Süleyman Efendi’ye[40] 1716’da Girit Hazinesi vezzânı Ömer Ağa’ya[41], 1717’de cizyedar kethüdası Osman Kethüda’ya[42], 1720’de Debbağzade el-Hac Hüseyin’e[43] 1727’de yerli ağası Mehmed Ağa’ya[44], 1730’da ise Molla Ahmed’e[45] sipariş edilmiştir.
Cizye tahsilinde en önemli hususlardan biri de işlem sırasında adada sakin ve çeşitli amaçlarla adadan geçen reayanın yerlerinde kalmaları ve hareket etmemeleridir. Bu amaçla cizye tahsili vakti yaklaştığında “…ehl-i zimmet reayası mürur ettirilmemesi…” ve hiçbir aracın “…iskelelerden taşra çıkarılmaması…” mu’tad-ı kadîm olduğu önemle belirtilmektedir.[46] Özellikle gerek gemici taifesinin gerekse başka bölgelerden gelmiş ehl-i zimmet tüccar ve sair kişilerin cizye toplama işlemi bitene kadar limandan ayrılmamaları vurgulanmıştır.[47] Bu önlemin bir başka gerekçesi de cizye ödemekten kaçmaya çalışanların limandaki araçlara saklanmasının önünü almaktır. Cizye tahsilatı tamamlanıncaya kadar hiçbir aracın ayrılmamasını sağlayarak firarların önünü almak kısmen mümkün olabilmiştir.
Bu uygulama, cizye tahsilinde kayıp ve kaçak sayısını azaltmak amacıyla uygulandığı halde kimi zaman şikâyetlere de yol açmıştır. Girit Adası’nda cizye tahsili sırasında cizye talebiyle sorun yaşayan bir gurup adada ticaret amacıyla bulunan Çamlıca ve Santorini Adası reayalarıdır. Bu iki ada da kaptan-ı derya hassı olduklarından reayaları cizyelerini maktu olarak kaptan-ı deryanın vekiline ödeyegelmişlerdir. Bu duruma ilişkin ellerine eda tezkeresi de verildiği halde, ticaret amacıyla her Girit’e geldiklerinde Girit cizyedarları tarafından cizye talebine maruz kalmışlardır. Örneğin 1740 yılında Santorin Adası reayası Nikola veled-i Yakomi divan-ı hümayuna ilettiği arzında ellerinde mühürlü tezkereleri olduğu halde on adet çalışanı ile birlikte Resmo’da cizye talebine maruz kaldıklarını dile getirmiştir. Cevaben yazılan emirde adı geçen kişilerin diğer adalardan veya kazalardan olmayıp Kaptan Paşa adaları halkından olduğundan, kendilerinin edna sınıfından maktu olarak vergilerini ödemiş oldukları; bu nedenle tekrar evsat ve âlâ talebiyle rahatsız edilmemeleri belirtilmiştir.[48] Aynı sorun 1765 yılı başında yeniden ortaya çıktığında “…cizyeleri maktu’an vezir tarafından edâ ve teslim ve yedlerine eşkâllerine mutâbık ma’mul senedâtı olan cezire reayalarının umûr-u hususları Kaptan Paşa’ya havâle olunub aher mahallerde hilaf-ı şurût rencîde olunmamaları şart olup…” ibaresiyle kaleme alınan ferman-ı hümayun Kandiye kadısı ve Girit defterdarına hitaben gönderilmiştir.[49]
Kaptan-ı derya hassından olan Çamlıca reayasının da benzer bir durumla karşı karşıya kaldığı kaptan-ı derya vekilinin dilekçesinden anlaşılmıştır. Merkezden buna dair gönderilen emirde ellerindeki tezkerelere itibar olunmayıp yeniden tahsili kadı marifetiyle kesinleştirildiği takdirde cizyelerin iadesi istenmiştir.[50]
Girit cizyesi 10 Şaban 1193 (23 Ağustos 1779) tarihinden itibaren, cizye kaleminden ayrılarak Girit defterdarlığı ile birlikte mukataa haline getirilmiş ve 1275 kuruş mu’accele ile malikâne olarak verilmiştir.[51] Girit Adası’nda mukataaların malikâne olarak satılması 1721 yılından itibaren uygulanmaktadır.[52] Ancak cizyenin malikâne uygulaması genel uygulamadan elli sekiz yıl sonra gerçekleşmiştir. Cizyenin de içinde yer aldığı malikânenin yarı hissesi Dergâh-ı Ali Kapıcıbaşılarından Numan Paşa’ya, diğer yarısı ise Divan-ı Hümayun hocalarından Derviş Efendi ve kardeşi Abdülkerim Efendi’ye verilmiştir. Malikâneciler, yapılan düzenleme ile her sene bu mukata’ayı kendileri iltizama vermişlerdir.[53] Numan Paşa’nın 1794 yılında ölümüyle malikânenin yönetimini bu yıl için Numan Paşa’dan iltizamı alan Aziz Ali Efendi devralmıştır. [54]
Girit cizyesinin defterdarlık ile birlikte iltizama verilmesi, adada zaman zaman yakınmalara neden olmuştur. Kandiye Muhafızı Vezir Hüseyin Paşa 1788 yılında merkeze gönderdiği arzında adada cizyenin iltizam yoluyla malikâne olarak yönetilmesinin hazineyi kayba uğrattığından söz etmektedir. Önerisi, adada cizye yükümlülüğünün belirlenmesi amacıyla yeniden sayım yapılması ve mukataanın “… hademe-yi Devlet-i Aliyyelerinden ol havâlinin tavır ve tabi’atına vâkıf, sâdık bir kimesneye emâneten …” verilmesidir.[55] Ancak bu önerinin merkezde pek itibara alınmadığı anlaşılmaktadır. Zira Numan Paşa’nın malikâne olarak zabtı, ölümüne kadar devam etmiştir.
Yüzyıl boyunca gerçekleşen cizye uygulamalarında cizyenin taksitlendirilmesi öne çıkan bir husustur. 1727 tarihli düzenlemeyi içeren fermanla adada cizye tahsilinde taksit uygulamasının ilk kez gündeme geldiğini tespit edebiliyoruz. Bu durum fermanda şu cümlelerle ifade edilmiştir:
“…işbu sene-i mübârekde dahi cizyedarlardan peşin alınmayub ve mâl-ı cizye dahi kendilerinden dört taksit ile tahsîl olunmak üzere olmağla cizyedar dahi re’aya fukarasından def ’aten talep ve tahsîl ile rencîde ve ta’addi eylemeyip def ’aten edâya kudreti olanlardan ma’adası dört taksit ile cem ve tahsil eyleyesiz ve cizyedarlar dahi mâl-ı cizyeyi dört taksit ile edâ eyleyip taksit şurûtun üzere vakt ü zamanıyla Hazine-yi ‘Amireye teslim eylediklerinde anlardan dahi def ’aten talep olunmaya…”[56]
Hazinenin zaman zaman doğan acil nakit ihtiyacı nedeniyle cizyedarlardan bir sonraki yılın cizye karşılığı bir miktar peşin akçe talep eden merkezî yönetim, kalan kısmını taksitlendirdiğini ve reayanın da aynı minval üzere taksitle ödeyebileceğini ilan etmiştir. Örneğin 1735 tarihli fermanda bu husus şu ifadelerle belirtilmiştir:
“…iş bu sene-yi mübarekede şark cânibi sefer tarikiyle Hazine-yi ‘Amiremin masârif-i kesiresi olup ziyâde hazine tedâriki mühim ve muktezi olmağla hadd-i i’tidal üzre cizyedarlardan birer mikdar peşin alınıb ve maişet te’min ve sair bahâne ile bir akçe ve bir habbe alınmayıp ve aldırılmayıp ancak cizye cibâyetini deruhde dahi şurût-u berattan hâric bir akçe ve bir habbe almak ve re’âyâ fukarasına bir gûnâ zulm ve ta’addi etmek ihtimalleri olur ise bilâ-aman cümleleri tertîb olunmak üzere hatt-ı hümayun asâlet makrunum sâdır olub asl-ı mâl-ı cizye dahi kendilerinden dört taksit ile tahsil olunmak emrim olmağla cizyedarlar dahi re’âyâ fukarasından def ’aten taleb ve tahsil ile ve şurût-u beratdan ziyâde metalibesiyle rencîde etmeyib ayında ve ruzunda def ’aten edaya kudreti olanlardan maadası dört taksit ile cem ve tahsil eyleyeler cizyedarlar dahi mal-ı cizyeyi dört taksit ile eda eyleyüb taksit şurûtu üzere vakit ve zamanıyla hazine-yi Âmireme teslim eylediklerinde sonra anlardan dahi def ’aten talep olunmayub …”[57]
18. yüzyıl boyunca Girit Adası’nda cizye pratiği, toplumsal ve ekonomik bazı etkilere yol açmıştır. Cizye cibayetinde öncelikli olarak gözetilen kıyas bir önceki yılın cizye miktarının altına düşülmemesidir. Fermanlarda ve diğer hükümlerde sık sık bu hususun altı çizilmektedir. Ancak zaman içinde ortaya çıkan bazı sıra dışı olaylar bir önceki yıla kıyasla cizye miktarının azalmasına yol açabilmektedir. Örneğin 1730 yılında adada veba salgını yaşanmış ve cizye evrakının zamanında dağıtımı mümkün olamamıştır.[58] Yine Girit Defterdarı Ali Efendi merkeze ilettiği arzında “cezîre-yi mezbûrenin bazı mahallerine müstevlî olan hastalık sebebiyle” H.1153 (1740-41) yılı cizyesinin önceki yıla kıyasla daha az olmasının kaçınılmaz olacağını belirtmektedir.[59]
Cizye tahsilinde gerek merkez bürokrasisinin, gerekse yerel otoritelerin sıkça karşılaştığı sorun, muafiyet talepleri ve iddialarıdır. 18. yüzyılın başından itibaren cizye muafiyetleri yeniden düzenlenmiştir.[60] Ayrıca din adamlarının muafiyetleri hususunda da daha önce sözünü ettiğimiz gibi 1692’ye kadar devam etmiş olduğu ve bu tarihte ilan edilen fermanla din adamları yıllık maktu’ cizye ödemekle yükümlü tutulduğu anlaşılmaktadır. Gayrimüslim din adamları 1694 de tümüyle diğer reaya gibi bireysel olarak cizye yükümlüsü haline getirilmişlerdir.[61] Bu yükümlülük 18. yüzyıl boyunca ilan edilen düzenlemelerde “… bazı esbâba binâen defterden ifraz ve maktu’ olanlar ve gerek rahib ve patrik ve kasis(keşiş) ve bir tarik ile ellerine berat alub tercümanlık ve müstemellik ve mu’afiyet iddiâsında olanlar bil-cümle ref’…” olunmuştur cümleleriyle tekraren belirtilmiştir. Yanı sıra her biri kendi başına bir birim olan manastırlardan cizye toplama işlemi 1698 yılından itibaren papazlar aracılığı ile gerçekleştirilmiştir.[62]
Adada cizyenin Girit defterdarı ve onun adamları tarafından toplandığını ve her sancak ve nahiyeleri için ayrı kişiler görevlendirildiğini yukarıda örneklendirmiştik. Bu görevlendirme sadece o sancağın ve bağlı nahiyelerinin reayası cizyesi ile sınırlı tutulmuş ve iskelelerde bulunan tüccar sefineleri ve gemici taifesi ile manastırlarda bulunan rahiplerden cizye toplama işlemi ayrı düzenlenmiştir. Örneğin cizye cibayeti için Resmo’ya gönderilen tüm emir ve buyruldularda Arkadi Manastırı ile Milopotamu nahiyesi manastırları Resmo’da cizye tahsili için görevlendirilen kişinin yetki alanı dışında bırakılmış ve bu durum her emirde tekrar edilmiştir.[63] Din adamlarından cizye alınması, özellikle bu tahsilatın hangi sınıf düzeyinde yapıldığı zaman zaman manastırlarda yakınmalara yol açmıştır. Örneğin 1719’da Arkadi Manastırı rahipleri manastırlarının yol üzerinde olduğundan ve masraflarının çokluğundan yakınarak tümünün cizyelerinin ednâ düzeyinde toplanmasını talep etmişlerdi. Ancak yapılan incelemede manastırın yoldan içeride olduğundan başka mallarının ve gelirlerinin diğer manastırlardan fazla ve rahiplerinin de varlıklı olduğu tespit edildiğinden bu istek geri çevrilmiştir.[64]
Bunun dışında cizye muafiyeti uygulaması klasik sistemin sınırları içinde tanımlanmış, kadınlar ve çocuklar ile vücudunda belirgin bir engeli olanların, fakir ve iş göremeyecek kadar güçten düşmüş hastaların (felçli) ve yaşlıların muafiyetinin altı çizilmiştir.[65] Girit’in fethi sırasında yararlılık gösterenlere tanınan bireysel muafiyetler ise yine anlaşıldığı kadarıyla 1698 tarihli düzenleme ile ortadan kaldırılmış ve “…bir tarikle yedlerine berat alub muafiyet iddiasında olanlar bi’l-cümle ref’…” olunduğu bu fermanda ve bundan sonra yayınlanan diğer üç düzenlemede de aynen kaydedilmiştir.[66]
18. yüzyılda konsolosluk görevlileri ve onlara tabi olan hizmetkârlarının muafiyeti hususunda zaman zaman karışıklıklar ortaya çıktığı izlenmektedir. Örneğin 1740 yılı Nisan ayında Girit’teki mutasarrıf kadı ve cizyedarlara hitaben Mora’da bulunan Fransız tercümanının ve ona tabi hizmetkârlarının ellerinde bulunan berat gereği cizye talebiyle rahatsız edilmemesi konusunda özel bir emir gönderilmiştir.[67] Bu ve benzeri karışıklıkların önlenmesi ve konsolosluk muafiyetlerinin bir sisteme bağlanması amacıyla konsolos görevlilerinin ve tercümanlarının muafiyeti ise 1764 yılında Girit’e özel ilan edilen bir fermanla düzenlenmiştir. Fermanda;
“…Devlet-i ‘Aliyyemle musafât üzre olan düvel-i nasârî taraflarından memâlik-i mahrusam iskelelerine amed şud eyleyen sefâin ve re’âyâlarının umurlarını rü’yet içün nasb olunan konsoloslar şurût-u ahidname-yi hümâyun mucibince kendi cinslerinden olub re’âyâ taifesinden konsolos olursa yedinde olan konsolosluk beratı ahd ve Der ‘Aliyye’ye irsâl ve fimabad re’âyâ misillü üzerlerine edâsı lazım gelen cizye-i şer’iyye ve tekâlif-i örfiyyeden hissesine düşen tekâlifi edâ etdirilmek ve düvel-i nasâri taraflarından ehl-i zimmetden konsolos var ise isim ve şöhretleriyle Der ‘Aliyye’me ilam…”
olunması emredilmiştir.[68] Ayrıca yapılan düzenleme ile
“…yedlerinde selâtin-i eslâf tuğrasıyla ma’mun bulunan evâmiri konsoloslar hizmetkârlarına verip birer mahalle gönderip muafiyet iddiâsında olub ve konsolosların hizmetkârları yine kendi cinsinden olduğu suretde cizye ve tekâlif talebi iktiza eylemeyüb lâkin ehli- zimmet re’âyâdan oldukları halde kendilerinden cizye ve tekâlif alınmak iktizâ eylediğin…”
özellikle vurgulanmıştır.[69] Buna göre anlaşma şartları gereğince ülkelerin kendi vatandaşlarından olan konsolosların cizyeden muaf olduğu belirtilmiştir. Ancak reaya taifesinden olup ellerinde konsolosluk beratı olanların yükümlü oldukları cizyeyi ödemeleri gerektiği emredilmiştir. Yine benzer şekilde konsolosluk görevlileri de eğer kendi milletinden ise muaf olup, değilse cizye ödemeleri gerektiği vurgulanmıştır. Tercümanlara kendileri, çocukları ve iki nefer hizmetkârları için muafiyet sınırlaması olduğu belirtilerek bundan fazla yanında olanlara muafiyet verilmeyeceği ifade edilmiştir. Aynı fermanda Sultan III. Mustafa’nın cülusundan sonra reaya elinde olan tüm konsolosluk ve tercümanlık beratlarının yenilendiği ve kendinden önce verilen berat ve tezkerelerin kesinlikle hükümsüz olduğu ilan edilmiştir.[70]
Muafiyet konusunda yüzyılın sonunda ortaya çıkan bir başka problem Fransız tebaası ile evlenen reaya kızlarından doğan çocukların durumudur. Bu husus 22 Ağustos 1792 tarihinde Hanya cizyedarının Hanya’da mukim müstemin Mişel ile Corciyo ve Yanni adlı iki evladından cizye talebi nedeniyle Fransız elçisinin başvurusu üzerine açığa kavuşturulmuştur.
“…Müste’min ile re’âyâ kızlarından tevellüd eden evlâdları eğerçi hasbü’ş-şer’ re’âyâ-yı Devlet-i ‘Aliyye’den ma’dûd olmak iktizâ edip lakin şimdiye dek dostluğa hürmeten o makûlelerden ığmâz olunmuş olmakla onlardan kemâfi’s-sâbık ığmâz ile şimdiye dek tevellüd etmiş olanlar ve şimdiye dek re’âyâ kızlarıyla izdivâc etmiş bulunanları ve bundan sonra tevellüd edenler dostluk ve safvete binâen müste’min farz olunup…”
ifadeleriyle bu durumun Fransa’ya özgü bir görmezden gelme ve iyi niyet göstergesi olduğu da açıkça ifade edilmiştir.[71] Yine 1797 yılında Fransız elçisi, iki ülke arasındaki ahitname mucibince Osmanlı coğrafyasında oturan bekar Fransız tacirlerinin cizye talebiyle rahatsız edilmemesi amacıyla başvuruda bulunmuştur. Başvurunun gerekçesi Hanya’da ticaretle uğraşan Fransız tacir Nikola Esponti ve kardeşi Jan Esponti Hanya cizyedarı tarafından cizye talebine maruz kalmış olmasıdır. Bu durum ahitnamedeki maddenin yeniden gündeme taşınmasını sağlamıştır.[72]
Tüm Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi Girit’te de vakıf köylerinden cizye tahsili vakıf yönetimi ile merkez idaresi arasında zaman zaman anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Köprülü Fazıl Mustafa Paşa döneminde Osmanlı genelinde cizye tahsilatında 1691 reformunun vakıf köylerdeki maktu’ cizye uygulamasını da yeniden düzenlediği anlaşılmaktadır. M. Kiel 16. yüzyılda Bulgaristan’da bazı vakıf köylerinde vakfın giderleri için “ziyade cizye” adıyla fazladan cizye toplandığını örneklendirmektedir. Ancak bu uygulamanın 1691 reformundan sonra kaldırıldığını kaydetmektedir.[73] Girit’te de 1698 yılında ilan edilen cizye düzenlemesinde tüm muafiyetlerle birlikte vakıf köylerindeki maktu cizye uygulamasının kaldırıldığı “…Memâlik-i mahrusamda evkaf kura’larında sâkin ehl-i zimmetden selâtin-i azam ve vüzerâ-yı kiram ve mirmiran ve sairlerinin havass ve ocaklıklarına ve voyvodalıklara dâhil ve bazı esbâba binaen defterden ifraz ve maktu’ olanlar… bi’l-cümle ref’…” cümleleriyle ifade edilmiş ve sonraki üç düzenlemede de aynen tekrar edilmiştir.[74]
Girit’te başlangıçta genel cizye uygulamasının dışında tutulan iki bölge Gazi Hüseyin Paşa vakfına bağlı İsfakiye nahiyesi ve tabi köyleri ile Fazıl Ahmet Paşa vakfına bağlı Resmo Sancağı Milopotamu nahiyesi Magaritis köyü ve Kandiye sancağı Monofaçio nahiyesi Ayavarvara, Ayatoma köyleridir. Gazi Hüseyin Paşa Girit’in fethine katılmış ve özellikle İsfakiye bölgesinde Osmanlı yönetiminin kurulmasına katkı sağlamıştır. “Cezire-yi mezkûrenin hîn-i fethinde kendisine temlik ve ihsan buyurulup bâdehu vakfiyyet eylediği”[75] İsfakiye’de Osmanlı yönetiminin kurulması ve Gazi Hüseyin Paşa vakıfları hakkında S. Price ve diğerlerinin çalışması büyük çapta aydınlatıcı ve yol göstericidir.[76] Buna göre Hüseyin Paşa’nın ölümünden kısa bir süre önce kurulan vakıf, İsfakiye ve bağlı on bir köyün yıllık maktu 5.000 kuruş cizye gelirleri ile birlikte tüm gelirlerinin Mekke ve Medine’ye gönderilmek üzere tahsis edilmesini içerir.[77] Gazi Hüseyin Paşa’nın vefatı ile vakıf yönetimini önce oğlu Mehmet Ağa, ardından da 1762’de Fatma Sultan devralmıştır.[78]
Vakfın şartları gereğince İsfakiye ve bağlı köylerin cizyesi maktu olarak vakıf görevlileri tarafından toplanmaktadır. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz düzenleme doğrultusunda 1692 yılından itibaren Gazi Hüseyin Paşa Vakfı dahilinde olan İsfakiye cizyesinin de evrakla toplanması girişimi söz konusu olmuştur. Maktu cizye yerine ale’r-ru’s (kişi başına) toplanması ve evrak dağıtımı işlemi bölgede büyük tepki görmüş ve uzun süre uygulanamamıştır.[79] 1745 yılında vakfın cizyesi için yeniden bir düzenleme yapılmış ve dağıtılacak evrak sayısı 136 âlâ, 1085 evsat ve 136 ednâ olmak üzere 1357 nefer ve toplanacak cizye miktarı da 7499 kuruş olarak belirlenmiştir.[80] H.1159 (1746) yılından itibaren uygulanacak bu düzenlemenin ilk ödemesi iki taksit halinde gerçekleştirilmiş ve Ocak 1747 tarihi itibarı ile tamamlanmıştır.[81]
Vakfın kuruluşunda 5000 kuruş olarak belirlenen[82] maktu cizyenin 7500 kuruşa yükseltilmesi büyük bir baskı yaratmış, İsfakiye reayası bundan kurtulmak için toprağını terk ile yakınlardaki adalara özellikle Gavdos Adası’na kaçmaya başlamışlardır. 1760 yılında İsfakiye nahiyesinin ileri gelenlerinin İstanbul’a giderek bu artışa itiraz ettikleri ve vakfın kuruluşundaki sisteme geri dönmeyi talep ettikleri anlaşılıyor.[83] İsfakiyelilerin ifadesine göre 1357 aded evrak Girit Defterdarı Rıdvan’ın yine o dönemde Darü’s-sa’de Ağası Hacı Beşir Ağa ile birlikte kurdukları bir düzenle zorla kendilerine kabul ettirilmiştir.[84] 1760 yılındaki bu başvuru sonuç vermiş ve H.1174 (1761) yılı başından itibaren İsfakiye reayasına mahsus 1357 adet cizye evrakının 400 adedinin İsfakiye nahiyesi reayasından, 340 adedinin adanın diğer bölgeleri reayalarından ve 614 adedinin ise “…sâir memâlik-i mahrûsa cizyelerinden altmış bir aded iklâme-i mukâseme vechiyle zamm…” olunarak karşılanması planlanmıştır.[85]
Cizyenin evrak ile ve kişi başına uygulanması İsfakiye’de cizye tahsilinde hemen her yıl aksaklıklara yol açmıştır. Bundan dolayı Vakfın şartları kapsamında Kutsal Topraklar’a ödenmesi gereken 5000 kuruş sûrre ödeneğinin de uzun yıllar karşılanamadığı ve merkezde bulunan Haremeyn hazinesinden telafi edildiği anlaşılmaktadır.[86]
Benzer bir sorun da Fazıl Ahmed Paşa’nın Kandiye’de bulunan camisine vakfettiği üç köyün gelirlerinin toplanmasında yaşanmıştır. Buna göre Paşa, Kandiye’ye bağlı Monofaçio nahiyesinde Ayavarvara ve Ayatoma ile Milopotamu nahiyesinde Magaritis köylerinin gelirlerini bu caminin masraflarına ve ihtiyaç sahiplerine tahsis etmiştir.[87] Vakfın cizye gelirleri mütevelliler tarafından toplanarak vakfın gereklerine kullanılmakta iken yine 1691 düzenlemesi ile vakfa 396 adet evrak tahsis edilmiş ve karşılığında 1565 kuruş cizye ve 720 kuruş maaş ve masraf olmak üzere toplam 2285 kuruş cizye toplanması hükme bağlanmıştır.[88] 1763 yılında Girit defterdarlarının zaman içinde artan cizye yükümlüsünü tespit ve vakfa tahsis olunan miktardan fazla cizyeyi tahsil girişimleri de vakıf mütevellisi olan Özi Valisi Ahmed Paşa’nın engeliyle karşılaşmıştır.[89]
18, yy.da Girit’te cizye uygulamasında kimi zaman reayanın kaçmak için geliştirdiği tekniklerle cizyeden kurtulma çabasına; kimi zaman da cizyedarların ve onlara aracılık eden kişilerin “celb-i mal” sevdasıyla fazladan cizye toplama çabalarına ve fazla evrak dağıtma girişimlerine tanık olmak mümkündür. Cizye uygulamasında gerek merkezden gönderilen emirlerde gerekse Girit defterdarlarının arzlarında sıkça vurgu yapılan husus, varlıklı reayaların yanlarında çoban, ter oğlanı, gulam ve bunun gibi çeşitli adlarla çalıştırdıkları ehl-i zimmetin cizyelerini ödemekten kaçınmalarıdır.[90] Diğer yandan yine varlıklı olup âlâ ve evsata müstahak olan bazı reayanın da kendi cizye tahsildarlarından evrak almayıp hile ile yakın çevredeki kazaların tahsildarlarından edna evrak aldıkları ileri sürülmektedir.[91]
Kimi zaman reaya cizyeden kurtulmak için farklı yollara başvurmuştur. Bunlar arasında manastırlara ve limanda demirlemiş gemilere saklananlara rastlanmıştır.[92] Hatta iskelede bulunan ecnebi gemilerine saklanmalarına yardımcı olan bizzat Resmo iskelesine mıhattaracılık göreviyle tayin olmuş olan Karakazoğlu Osman’dır. Osman’ın reayadan otuzar kırkar para alıp gizlenmelerine yardımcı olduğu sabit olup görevden alınması emri Kandiye divanından Resmo’ya gönderilmiştir.[93] Adada 1721 yılında başlayan malikâne uygulaması ile birlikte Girit cizyesinin 1779 yılında malikâne olarak tahsisinde kadar diğer başka malikânecilerin de cizye-güzar reayayı saklama girişimleri ortaya çıkmıştır. Adada malikâne sisteminin uygulanmaya başladığı H.1134 (1721-1722) yılı cizye cibayeti görevini üstlenmiş olan Girit Defterdarı Mehmet Efendi merkeze yazdığı raporunda pek çok cizye yükümlüsü reayanın malikâne mutasarrıflarına sığınarak cizye ödemekten kaçındığını belirtmektedir. Bu rapor doğrultusunda Kandiye muhafızına ve Girit’teki tüm kadılara hitaben kaleme alınan emirde bu gibi tavırların kesinlikle önlenmesi ve cizye tahsilinde cizyedara dışarıdan hiçbir şekilde müdahale olunmaması istenmiştir.[94]
Adada reayanın temsilcisi konumunda olan kapudanların, kocabaşıların, nevahi ve kastel kethüdalarının da kimi zaman kendilerine ait olan cizyeyi reayanın üzerine yıkmak için çeşitli yollara başvurdukları anlaşılmaktadır. Kendi temsilciliklerindeki bölgelerin evrakını toptan alıp kendi vergilerini reaya üzerine taksim ettikleri en çok yakınma konusu olan hususlardandır.[95] Cizyedarların veya aracılık eden tahsildarların da sıkça menfaatleri için bazı usulsüzlüklere başvurdukları anlaşılmaktadır. Reayaya gizlice fazladan evrak göndermek[96], cizye dışında yazıcı akçesi, kolcu akçesi vb. adlarla çeşitli ödemeler talep etmek[97] en çok vurgu yapılan usulsüzlüklerdendir.
1785 yılında Hanya’dan Hanya cizyedarı Hasan Efendi hakkında gelen yolsuzluk ihbarı ise başlı başına yöneticilerin suiistimallerini ortaya koymaktadır. Mirmirandan Hanya Muhafızı Süleyman Paşa ve Hanya Kadısı, gelen şikâyetler doğrultusunda Hasan Efendi’nin reayaya baskı yaptığını, edna olanlara evsat ve evsat olanlara âlâ kâğıdı vermekle tehdit ettiğini bildirmişlerdir. Hasan Efendi hakkında suçlamalar bundan ibaret de değildir. Ölenlerin ve başka yerlere kaçanların cizyelerini zorla köy kaptanlarından aldığı, gullamiye adıyla her köyden ayrıca para talep ettiği ve kırk elli adet cizye yükümlüsü olmayan çocuğa zorla cizye evrakı verdiği de şikâyet başlıkları olarak bu raporlarda yer almıştır.[98] Merkezde reayanın bu şikâyeti gizlice araştırılmış ve Hanya kadısı ve naibler tarafından yapılan toplantılarda tamamen Hasan Efendi’ye yönelik ithamlar olduğu anlaşılmıştır. Hasan Efendiye’ye yönelik bu suçlamalar tamamen Hanya Muhafızı Süleyman Paşa tarafından ortaya atılmış ve “…mirmiran-ı mümâ-ileyh celb-i mal sevdasıyla bir keyfiyete mübâderet ve ol vechle cizyedâr-ı merkûmun aleyhine olarak kadı-yı mümâ-ileyhden cebren ve kahren i’lâm ahz …” ettiği tespit edilmiştir.[99]
Sonuç olarak İslami gelenekten kaynaklanan ancak pratiğinde Osmanlı örfünün oldukça etkin olduğu “cizye tarh ve tahsili” Girit uygulamasında İmparatorluğun geneli için bir laboratuvar niteliği göstermektedir. Genel açıdan bakıldığında 18. yüzyıl boyunca Girit’te cizye uygulamasındaki değişimler ve hareketlilik bunun önemli bir göstergesidir. Çeşitli düzenlemeler Osmanlı coğrafyası genelinde uygulanmadan önce Girit’te tecrübe edilmiştir. Cizye yükümlülüğü yüzyıl boyunca ale’r-rus olarak tanımlanmış ve üç sınıf için evrak sayısı hemen her yıl önceden belirlenmiştir. Bu doğrultuda Girit’te cizye uygulamasında üç sınıf eşiğinin belirlenmesinde 18. yüzyıl boyunca süren bir belirsizlik olduğunu söylemek mümkündür. Buna karşın cizye yükümlüsü miktarında ve kişi başına yüklenen vergi yükünde belirgin bir tutarlılık ve artış söz konusu olmuştur.
Cizyenin Gazi Hüseyin Paşa’nın İsfakiye Vakfı örneğinde olduğu gibi Haremeyn sûrre akçesine gelir olarak tahsis edilmesi yine cizye uygulamasında çarpıcı bir örnektir. Aynı zamanda 1691 düzenlemesi ile vakıfların cizye gelirlerinin merkez hazineye alınması denemesi de Girit’teki vakıf köyler üzerinde gerçekleştirilmiştir. Keza cizye gelirlerinin mukataa haline getirilerek malikâne olarak satılması uygulaması da Girit’in laboratuvar olma özelliğini pekiştirmektedir.
18. yüzyılda adada sıkça değişen uygulamalar, sınırlamalar veya kapsamalar çeşitli sosyal ve ekonomik etkenlere de zemin hazırlamıştır. Gerek reayanın cizyeden kurtulmak için göze aldığı riskler, gerekse ada idari sınıfının daha fazla kazanç amacıyla cizye uygulamasında yaptığı suiistimaller hem merkez kayıtlarına hem de yereldeki kadı tutanaklarına yansımıştır. Yine 18. yy. boyunca süren problemler manastırlardan ve vakıf köylerinden cizye alınmasıdır. Bu konu anlaşıldığı kadarıyla 19. yy.a da miras kalmıştır. 19. yüzyıla uzayan tartışmalardan biri de muafiyet konusu; özellikle de Tercümanların ve elçi hizmetkârlarının muafiyeti sorunudur.
EK